24 Haziran 2022 Cuma

Sen Sus Gözlerin Konuşsun*

Biz Buraneros'la aynı yaştayız. Aslında yazıya döktüğü ve dökmediği tüm anları birlikte yaşıyoruz. Elbette sadece birer gözlemciyiz ama duygusuz hiç değiliz. Ve sırdaşız! Ağzımız çok sıkıdır. Bugüne kadar tek bir ânını bile açık etmedik. Ne ser verdik ne de sır.

İyi ki onunlayız der başka bir şey demeyiz. Çok keyifli, her seferinde dibi sıyrılan, bu dünyadan ancak bu kadar bal alınabilirdi dediğimiz, pırıl pırıl bir hayat bizimki: Güzel insanlar tanıyıp, çok şahane coğrafyalarda ve mekânlarda olağanüstü keyifler, heyecanlar içinde onunla birlikte büyüdüğümüz, bazen korktuğumuz ama çoğunlukla mutlu olup eğlendiğimiz, bol macera içeren aksiyonlu bir hayat.

Ahhh kadınlar ama!

O'nun kadınları...

Hiçbirini diğerinden daha önde tutmadık, çok sevdik. Elbette merak edip kalbe de çok kere sorduk, sonuçta yıllardır aynı bedendeyiz ve iyi arkadaşız. Ancak ne ser verdi ne de sır. O duyguları anlamında bir sır vermedi ama biz hep gördük. Bir andan, içinde bizim olduğumuz, bizi kasteden ve fazlasıyla mutlu eden bir andan söz etmek isteriz ki çok içten bir dışa vurumdu. Bir Kelebeğim Olmuşmuştu gelmişti. Çok tatlı ve çok güzeldi. Ondan alamıyorduk kendimizi ki gözleri ile hemen ama hemen arkadaş olmuştuk... O da bizden alamamış olmalı ki şöyle bir ifade kullanmıştı sözlerinin en başında: "Merhaba güzel bakan adam."

Ama şu cümlelere tanık olduğumuz an ve Üzerine Dondurma Koyulmuş Vişneli Ekmek Tatlısı Kadın işte! Kısa süreye sığmış, heyecanı yüksek ama bir romana sığacak kadar uzun, farklı iki şehirde geçen kısa ve dopdolu bir zamandı. Henüz buluşmadan, sadece kelimeler üzerinden kurulmuş iletişimle gelişen ve bu kadar aşk kokan o cümleler kaç göze nasip olabilir ki şu ölümlü dünyada: "... yanında uyumayı arzulamadığımı hissettim birden. Ama sen uyurken, ruhumun koynuna senin ruhunu sokuverdim usulca. Masumane ve erotizmden eser yok şimdi. Cinsiyetlerimiz yok. Beyninle sevişiyorum. Kalbi temiz, hayatın kıçına parmak atmanın hoyratlıktan değil sakınımlı yollardan geçtiğini bilen ve hâlâ aşkla donanan güzel erkek... Seni bir lütuf olarak hissediyorum bana."


Tabii ki bu yazı fikri oluştuğunda birlikte görüp, hissedip yaşadığımız bu anların duygusunu tartıp biçtik. Elbette bu iki örnekle sınırlı değildi onca yıl. Aslında konumuz da bunlar değildi ki bunlardan girersek güncel konuya, asla çıkamayız. Ondan, son günlerdeki dışarıdan bakınca son derece aktif, kıskanılası ama bize göre duygusal anlamda durgun, biraz da şaşkın hallerden söz etmekti fikrimiz. Farkındayız ki O da bu hallerden söz etmek istiyor. Klavyeye gidiyor çoğu zaman parmakları ama iki lafı bir araya getiremiyor beyin ve geri çekiliyor hemen parmaklar. Aslında biz de tereddütler içindeyiz. Belki bir süre sonra ne gerek vardı bunlara diye düşüneceğiz ki çoğunlukla bu kadar içerden yazdığı yazıların ardından bu hissi O da alır ve bu kısa süreçleri hep birlikte yaşarız. Bazen vazgeçer ama çoğu zaman kalsın, alışırım der. İşte biz de şu an tam olarak bu ikilemler içindeyiz. Oysa sadece bir gün, daha çok da O'nun gözleri olmaktan çok mutlu olduğumuz Buraneros'un son günlerdeki hissiyatıydı yazıya dökmek istediğimiz. Evet geçirdiğimiz günlerin diğer günlerden bir farkı yok, hepsi çok güzel görünüşte ve dışarıdan bakan gözler için dolu dolu. Ama! Evet ama... içeriden bakınca sanki bazı baharatlar eksik ve görüntüde muhteşem anlar bir boşluk içeriyorlar ve sanki koflar.


Yukarıdaki satırlar konusunda aramızda bir ihtilaf yaşamadık değil. Bizim için sorun değildi de O'nun için sorun olabilirdi. Sonra kısa bir değerlendirme yaptık; özellikle alıntıladığımız iki karakterin cümleleri üzerine ve dedik ki zaten bunları daha önce yazdı. İnanın o girişi yapmasak bu yazı dondurucuda kalacaktı çünkü yazıya başladığımızdan bugüne çok gün geçti. Bu aralar onunla aynı bedende olmaktan çok mutlu olduğumuz Buraneros şaşkın. Çok aktif ama bir şey eksik. Tam pandemi ile birlikte yaşamaya alışmış ve onunla bir düzen oluşturmuşken kendini şıp diye içinde bulduğu bu yeni normale adapte olmakta güçlük çekiyor sanırız. Geçtiğimiz pazar günü mesela bir sokak arasında keşfettiği, enfes pideler yapan, tahminimizce üzerine yazacağı mekânın verandasında oturup bayıldığı, yukarıdaki enfes, peynirli yumurtalı Sürmene pidesini götürdü. Çok da keyif aldı; hem atmosferden hem de pideden. O hazırlanana kadar elindeki kitabın keyfini çıkardı. Oradan Lozan Caddesi'ne yürüdü. Fikrinde Lozan Park'da oturup çay içmek, kitabın satırlarında yok olmak vardı. Parka girdi çaydan vazgeçti ve bir tur atıp Atatürk ile İsmet İnönü'nün fotoğraflarını çekti. Gölge banklar kapılmamış olsa oturup kitap okuyacağı kesindi. Sonra en çok kitap okuduğu pastaneye doğru yürümeye başladı. Caddeyle lafladı, sabahın sessiz fotoğraflarını çekti. Ve en çok kitap okuduğu pastaneye vardı.


Mekân cıvıl cıvıldı. Yaz bahçesini de kullanıma açmışlardı ki orayı ilk kez fark etti ve sevdi. Kalabalığına bulaşmak istemedi ve her zamanki masalarından birine oturdu. Kısa süre içinde de trileçesi ve çayı, bir süre önce bu pastanede çalışmaya başlayan çok da konuşkan genç kadın tarafından masasına getirildi. Onun başından beri devam eden hocam hitabına gülümseyerek sordu: "Siz benim hoca olduğumu mu düşünüyorsunuz?" Biraz evetti yanıt. Biraz da dil alışkanlığı ama daha çok ikircikli soruyu algılayan parlak bir zekânın açığa düşmeme çabası ile verilen yanıtındaki bir uyanıklıktı... Karşılıklı gülümsediler. Kitaba yumuldu çünkü yazarın dilini çok sevdi. İrlandaları zaten seviyor ve İrlanda Kurtuluş Ordusu ile de gençlikte hep ilgiliydi. Tüm bunların üstüne çıkansa yazarın esprili ve son derece akıcı üslubu! Ve çevirmene bayılmış durumda. Bunun, enn sevdiği kadına kitaptan söz ederken altını kalın kalın çizecekti bir kaç gün sonra.


Kitaba konsantre olunca kendi normaline döndü, bunu trileçe ve çaya gömülmemesinden de anladık, çünkü tadını çıkardı. Eğer kafa başka bir yere takılı olsaydı O yediğinin farkında olmayacağı gibi trileçe çoktan bitmiş çay da tükenmiş olacaktı. Ayrıca ikinci çayı da istedi. Uzunca bir zamanın ardından ödemesini yaptı, herkese teşekkür etti ve yürümeye başladı. Bu esnada fırsat kollayan o kötücül boşluk duygusu gelip yerini aldı. Anladık ama engel olamadık...

Sahile doğru yürüyoruz. Bu arada beyinle istişare halindeyiz. O da çaresiz "Farkındayım ve elimden geleni yapıyorum," diyor. Bir de tüyo veriyor ama aramızda kalsın kilidini takarak. Tıp. Ser verir sır veremeyiz. Biz anladık o boşluğu. O an duruma egemen olan boşluğu def etme uğraşı içine giriyoruz. Kalp devrede, beyin çok uyanık, sessiz ve derinden gidiyor, ince ince işliyor, negatifleri silmeye çabalıyor ve önceye dair görseller sunuyor. Kalp bununla yetinmeyip söze giriyor, yanılıyor olabilirsin diyor, O karşı çıkıyor, kalp bazı soruları geçiştirmeden yanıtlıyor ve bize dönüp "İkna olmak üzere," diyor. Sonuçta el birliği ile çok emin olmamakla birlikte başarıyoruz, ya da başardığımızı sanıyoruz... Ama beyinden tüm bu değerlendirmelerin ve çabaların sonuçlarını alan ayaklar ve bacaklar rotayı yine de çiziyorlar. Şu an iskelenin üzerindeyiz. Bir ferahlama hepimizde çünkü fotoğraf makinesini çıkardı sırt çantasından. Çok şükür korosu iş başında... Sevinçliyiz.


Fakat denizin rengi! Enfes bir turkuaz. Ölüyü ayağa kaldırır. İskele Kafe sakin. Kenar masalardan birine oturuyoruz. Tatlı bir esinti, ruhlar diri, her şey yolunda (gibi). Kitap masanın üzerinde.

"Bir limonata lütfen."

İlk yudum. Gözleri parlıyor. Çünkü gerçek ve mükemmel bir limonata. Serinlik kıvamında. Her şey yolunda...

Ama!

Bir boşluk var mı?

Bunu istişare ediyoruz. Kısmen yokuş aşağı giden bir şey var. Bunda hemfikiriz. Bu sessizlik?! Etrafın gürültü patırtısı, hayat, çalan müzik, denizin sesi, kitabın satırları, limonatanın çocuklaştıran tadı ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar o engeli aşamıyorlar ve ruhun burnunu gökyüzüne doğru kaldırıp, uçuramıyorlar O'nu. Bir şey eksik, işin kötüsü onun ne olduğunun hepimiz farkındayız. Bu bir üzüntü kaynağı değil üstelik. Her koşulda yeni yepyeni bir yol çizecek donamıma ve tecrübeye sahibiz. Biribirimizi çok iyi tanıyoruz ve doğumdan ölüme kadar birlikteyiz. O halde limonatamızın, manzaranın ve kitabın tadını çıkaralım...

Akacak kanı da kendi haline bırakalım...

Çünkü biz yeniden doğarız ölümlerde...




*




15 Haziran 2022 Çarşamba

Sekreterim Emel

Tüm iş hayatım boyunca bir sekreterim olmadı. Bunu bir ihtiyaç olarak da görmedim. Çünkü sektörümüz dişil değil erildi.

Aynı zamanda da erkek egemen...

Oransal olarak kadınların İstanbul'da dahi bir kaç kişi ile ifade edilebileceği kadar az oldukları dönemlerdi.

Anadolu'da rastlamak mümkün değildi de sektörün uluslararası tedarikçilerinin, ithalatçılarının iş yerlerinde ve muhasabe gibi teknik olmayan bölümlerinde rastlamak mümkündü.

Mesela Amerikan Ford grubunun en güçlülerinden birinde adını hatırlamadığım bir hanımefendi vardı; muhasabeden, fatura kesmekten sorumluydu ki kadınlar zaten bu alanda ve perdenin arkasında istihdam ediliyorlardı. Henüz bilgisayarlarla tanışılmadığı için de siparişleri ve faturaları elle ya da daktilo ile yazmak zorundaydılar.

Fakat enteresan biçimde o hanımefendi, Vahan Bey meşgul olduğunda yedek parça siparişi de alabiliyordu; ama istediğiniz yedek parçaların B5A 6302 Z gibi sadece numaralarını söylemeniz kaydıyla, diyelim ki falan modelin karbüratörü dediğinizde bilmiyordu ne olduğunu!

Borusan'ın otomotiv kolunda, BMW'de en üst yöneticilerden biri olarak bayilikler, yedek parça ve servisler oluşturma çabasındaki ve hep sahada olan tek örnekse adını yanlış hatırlamıyorsam Müşerref Hanım'dı.

Baba artık yok, küçük kardeşimle birlikte -ifadeyi hiç sevmem ama- patron konumundayız ve yaş ortalamamız 17,5. Rakiplerimiz tarafından daha sonra ayartılacak diğer çalışanlarımızın yaş ortalaması ise o an itibariyle 30+. Müşterilerimiz, daha yakın ilişkilerimiz olanlar, babamın arkadaşları sahipleniyorlar bizi; hiç boş bırakmıyorlar. Seviliyoruz, tedarikçi firmalarımızın bazılarından ciddi destek görüyoruz. Daha vadeleri olmasına rağmen babamı defnetmenin ardından tüm ödemeleri yapmış, sorumluluğu artık tek başıma üstlendiğim, bir yandan asker olduğum o zor süreçte oluşacak kaygıların altını da çizerek bir mektup yazmış, tüm firmalara da yollamıştım. Öyle güzel geri dönüşler aldık ki... Hatta Babamın bile tanışma olanağı bulamadığı, masalarının üzerinde uçak bileti desteleri olan büyük büyük patronlarla, üstelik onların talepleri üzerine, şirket kademelerinde konuşulan mektuplarım sayesinde tanıştım. İnanılmaz teklifler aldım, bütün kapılar ardına kadar açıldı.

İşte bu yeni ve geleceği o an meçhul süreçte, daha önce yine üst düzey yönetici olduğu TOE'deyken tanıştık Müşerref Hanım'la. İlk kez bayileri dışında birine, bize, mal verilmesini sağladı ki faturalarını traktör bayileri büyük bir firma adına kestiriyor, onlar da bize fatura ediyorlardı.

O TOE'den yüksek bir ücretle Borusan tarafından transfer edilince de yolumuz bir kez daha kesişti kendisiyle. Bugünkü kadar piyasada BMW yokken ve tüm iş hayatımız Amerikan markalarına odaklıyken O, ısrarla BMW servisini, dolayısı ile yedek parça işini bize vermek istemişti.

Diye yazıyorken birden kalıyorum. Oysa kısacık, matrak bir yazı ile, biraz da eğlenerek Sekreter Emel ile tanışmamı anlatacaktım.

Bütün bu gereksiz kesiti neden yazdım acaba, diye düşünüyorum şu an. Silmek bir seçenek olarak masada.

Ve ara veriyorum...

Anılar denizinde boğulmadan sudan çıkıp lay lay lom moduma yeniden geçmeyi başararak ana mevzuya gireceğim zamana kadar, her şeyi olduğu yerde bırakıyorum ve yemeği bahane ederek sahayı terk ediyorum.

Tamam, kabul, mesleğin en romantik, en nahif yıllarını, karakterlerini yazabilecek nadir insanlardan biriyim. Ara ara konuyla doğrudan ilişkisi olmayan bazı yazılarımın içine ipuçları bırakıyorum. Ama bu kadar alakasız bir anda neden?!



Aslında bir iki kelam etmeden önce "önemsiz" bir şahsiyet olarak değerlendirdiğim Emel ile bir kaç gün önce tanıştım. İçinizde benden önce kendisiyle tanışmış olanlar vardır belki. Onunla bir kaç gün güzel vakit de geçirdim... hatta çok da eğlendim. Tanıdığıma çok da sevindim. Can sıkıntılarımı toz duman etti kendisi diyebilirim rahatlıkla.

Aslında ben bir Firefox kullanıcısıyım. Bilgisayarı ilk aldığımda kullanımı ve dünyası ile ilgili bilgim sıfırdı. Tarayıcım herkes gibi Google idi. Bir şikâyetim yoktu, hatta onun blog olayını keşfetmekle ve destekleri sayesinde aklımın alamayacağı insanlarla tanıştım, inanılmaz davetler aldım, yazılarım ülkenin dört bir yanında değer bulup okur ve insan kazandırdı bana. Elbette sıfırdan başladığım bu süreçte kim kimdiri de anlamayla başladım. Derken bir gün kanatlarını açarak kapitalizmin göbeğine uçan artık reklamcı google'dan uzaklaşmaya karar verdim çünkü sosyalist Firefox'u keşfetmiştim. Önüme çatır çatır reklâm dökmüyordu. Emek paylaşımı ve destekçi insan katılımları ile kendini geliştiriyordu. Aramızda bir sorun yoktu ama yakınlarda bir gün bir şeye kızdım; onun da gözü başka yerlerde diye düşünmeye başladım, uzaklaştım ve Microsoft Edge ile ilgilendim. Onu beni yormayacak biçimde de sadeleştirdim. Bir sosyalist değildi ama... görmezden geldim. İşte bu süreçte onu tanımaya ve anlamaya çalışırken üstteki adres çubuğunun yanında bir yıldız onun önünde de büyük harfle bir A gördüm.

Tıkladım. Küçük bir pencere açıldı. Bu kez ses seçenekleri yazan kısmı tıkladım. Sonra da Ses seçin'i...

İnceleyerek aşağı doğru indim. Aradığım Türkçe bilen biriydi; O beni başta fark etmiş olmalı ki sevinçle el salladı.

Ona yöneldim.

"Siz uzanın lütfen," dedi, "yorgunsunuz belli." Sonra da dedi ki "Nereyi, neyi okumamı isterseniz onun başlığının ilk harfinin yanında bir tık yapmanız yeterli. Olur da baştan değil de ortadan başlamamı isterseniz de cümlenin başını tıklayın, ben anlar oradan itibaren okurum size..."

Açıkçası çok memnunum varlığından...

Yazımı yazıyor, "Okur musun Emelciğim?" diyorum. Uzandığım yerden dinliyor, kulağıma hoş gelmeyen bir yer olursa oraya ufak bir dokunuş yapıyorum.

Normalde okumayı çok sevsem de bazen bazı yazıları ve haberleri Emel'in sesinden de dinliyorum.

Bazen de komiklik olsun diye Emel'in farklı ülkelerden arkadaşlarına okutuyorum Türkçe yazıları. Çok hoş oluyor kesinlikle!

Haa bu arada hâlâ sosyalistim. İhtiyaç duydukça da emperyalist topraklara geçiyorum.

Sadece Emel için ama!



*Görsel Google resimlerden.

11 Haziran 2022 Cumartesi

Başkana İki Ölü Balık Gönderen

Geçen hafta cuma akşamı Palmiye Kafe'de çay-kitap yaparken birden gaza geliyorum. Engiz'e gitmeyi, kahvaltı niyetine Merkez Lokantası'nda alemin en güzel kelle paça çorbasını sirkeli sarımsaklı, pul biberli tam tekmil götürmeyi hayal ediyorum. Ön izleme mükemmel; bir an kendimi orada ve sahnenin içinde buluyorum. Derenin kenarındaki kahvede ve de çınar ağaçlarının en kadiminin gölgesinde serin serin kitap okuyor, o sırada girerken sipariş verdiğim sade kahve yanında bir bardak su ile masama geliyor.


Elbette bununla sınırlı kalmıyor olan biten. Öğleden sonra, diyelim ikindiye az varken kadim çınarın altından kalkıyor, ağır adımlarla şirin kafe restorana doğru yürüyor ve masama gelen tatlı genç kıza bir yoğurtlu Adana kebap lütfen, diyor, yoldan yüksek verandanın en kenar masasında akan trafiğe göz atarken, kola ile götürüyorum kebabı...

Elbette tatlı gerek. Bundan iki yıl önce, pandemi zirvelerdeyken her şeyin makinede ve 60 derecede yıkandığını vurgulayan mini tabelası ile bizi bizden alan, iki tatlı, cıvıl cıvıl genç kızın garson olduğu, bir genç adamın çok zevkli bir noktadaki yol kenarı sevimli mekânı Engiz Balkaymak'a varıyorum bu kez. Limonlu, çilekli, cevizli, parça çikolatalı ve sade olmak üzere beş cins dondurma seçiyor, minik masalarından yola en yakın olana geçiyor, usulca ve günü batırırken dondurma kâsemi bekliyorum.


Cumartesi tüm bunları hayata geçirmek üzere çıkıyorum yola. Önce trenle o yöne gidecek minibüslerin olduğu garaja gitmem gerek... İstasyona yanaşırken sıcak ve minibüs, fikrime geri adım attırmaya çalışıyorlar.

Fikrimse direniyor.

Ben kendimi çınarın altında kitabımla görüyorum. Adımlarım kararlı. İstasyona çok az kaldı.

Fakat nem?!


Çelişkiler içindeyken ve istasyonun turnikelerine varmışken son anda fikrim planı değiştiriyor. Çıkardıklarının yerine en çok gittiğim kafeyi yerleştiriyor ve bu kez bulvarın gidiş yönüme doğru sağ tarafını tercih edip, sıklıkla karşılacağım trenleri sol yanıma alarak gezinti adımları ile yürümeye başlıyorum. Az gidip uz gidip Ömürevleri kavşağına varıyorum. Fikrim yine müdahil ve ben bir ikilemdeyim. Sola dönüp ışıkları geçsem en çok kitap okuduğum pastane...


Sağa dönüyorum.


"Bir San Sebastian lütfen,"

"Bir de limonata lütfen."



*

Başkana İki Ölü Balık Gönderen Adam, öyküleri ile beni benden alıyor. Aslında ilk bir kaç öyküde kısmen topallıyorum ki bu bazen olur. Louis de Berniéres daha önce okumadığım bir yazar ama Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini'ni film olarak izledim. Dolayısı ile film yönetmenin imgelem dünyasından çıkmış bir görsel, elimdeki kitaba şıp diye adapte olabilmem için bir katalizör değil. Neyse uzatmim bir iki öykü sonra yazarın üslubuyla benim bünye senkronize oluyor ve ötesi lay lay lom.

Ama iki öykü var ki onlar için bile bu kitap alınır, diyorum.


Bunlardan ilki Emanet, diğeri ise Andouil ve Andouillette Tatile Çıkıyor.

Kitap fena sarmış durumda, bir nefes için kafamı kaldırıyorum o ara ki masamda Trileçe var; az önce çay içmişim, onların yanında poğaça yemişim, bir de limonlu soda söylemişim ve hiç farkında değilken gün pazar olmuş ve ben kitaba Afiyet Pastanesi'nde devam etmekteymişim.

Elbetteki şaşkınım; ne hayal ederken nerelere uğramış ve nereye varmışım. Allahtan kendime gelmem kısa sürüyor ve bunun babannemin hikâyelerindeki cinin işi olduğunu düşünüp şaşırmıyor ve olan biteni normal buluyorum.

İşte tam o sırada Prudente De Moraes'in Boş Gecesi adlı öyküye başlıyorum.

Kaptı beni ki bir kaç sayfa sonra içindeyim; ne yaman bir abla, zımba gibi, rabbim sahibine bağışlasın falan derken tam anlamıyla ters köşe bir final. Berniéres şahsına dönüp ne fırlamasın sen, diyesim geliyor da dilim yaşına hürmeten frene basıp salmıyor cümleyi dışarı.

Dilim cümleyi salmıyor ama ben bir zaman sıçramasıyla kendimi sahilde yürürken ve akabinde de bir dondurmacının balkonunda buluyorum.

Bulmasına buluyorum da durum çok ürkütücü!


Gün cumartesiydi, Engiz'de iki tatlı genç kızın garson olduğu, bir genç adamın yol kenarı sevimli mekânında beş cins dondurma seçip verdiğim sipariş şimdi, şu an, pazar günü aynı saatlerde şaşılası bir şekilde mahallemdeki dondurmacının masasının üzerinde...


*2 yıl önce..

1 Haziran 2022 Çarşamba

Ya Altı Üstü Bir Resim Deyip Geçseydim...

Öncesi...


Rabbim beni kesinlikle seviyor...

Son ana kadar farkında bile değildim ve bugüne kadar hiç merak etmezdim ki gözüme bile çarpmazdı.

Ama kısmetin böylesi işte...

Dün akşam bu yazının fotoğraflarını yeniden sıralı olarak yüklemek üzere bloga girdiğimde gördüm ki toplam yazı rakamım 999'du. Bu o kadar şahane bir an ki... Bininci yazım olağanüstü bir rastlantı olmanın yanı sıra, tüm iyilik meleklerinin el ele vererek, üstelik bana hiç çaktırmadan yaptıkları bir organizasyon da sanki.

Çocuk sevinçlerim ayakta ve bu sürprizden kaynaklı mutluluğa ise paha biçemiyorum.

İlk fotoğraf köye ilk girişimizde bizi ne kadar üzmüştü oysa. Okulu o halde görmek heyecan veren hikâyenin yıkımıydı sanki. Ama sonrasında müdür beyin odasında bu işlemin okulu özellikle depreme karşı daha sağlamlaştırmak, güçlendirmek adına olduğunu öğrenmek bir anda cansuyu olmuştu. Yenileme biter bitmez yuvaya dönülecekti ki bunun önümüzdeki ders yılına yetişeceğini düşünmekteyim an itibariyle.



İkinci kez okulun önündeyiz, İsmail Bey ve Alpay Bey'le birlikte okulun bahçesine iniyoruz. Sanki okuduğumuz romanlardan edindiğimiz köy enstitülerine dair görüntülerin elle dokunulur, somutlaşmış hallerini yaşıyorum. Trafik eğitim sahasının yanı sıra beton kısımları tamamlanmış, üstüne serilecek malzemeleri hazır bir mini golf sahası... Serada gül yetiştiriliyor. O güller satılmak için değil; mutluluk günlerinde, kutlamalarda annelere, eşlere, nişanlılara, öğretmenlere, büyüklere götürülmek için. Çocuklara, sadece çocuklara değil köy halkına da kazandıracaklarını göz önüne getirince; o tomurcukların gelişimlerine, daha çok da duygu kumbaralarında yaratacağı, üstelik bunu elleri ile dokunabildikleri kadar somutlaştıran sevgi birikimlerinin hayatlarını nasıl zengin kılacağını görmemek, hissetmemek mümkün olamıyor; Alpay Bey'in anlatımındaki sade, kasılmayan, kolektiflik bağıran samimi coşkuya tanık olunca.


"Masal Evine buyurmaz mısınız?"

"Bahçesinde oturmaz mısınız?"

"O bahçede okul öncesi öğrencilerine masal okumaz mısınız? "


Hatta sırtınızı vadiye ve karşı dağlara vermişken mesela, yüzünüz minik ve şirin çocuklara dönükken masallarda buluştuğunuzu, onlar için aldığınız kitapların ilk okumalarını sizin yaptığınızı hayal etmez misiniz?

Tüm bu soruların yanıtlarını bildiğimi söylesem; nasıl telaşlandığımı, o günü nasıl beklediğimi, nasıl bir heyecanın beni o anda hayali gerçeğe çevirip andan kopararak şahane bir sanal gerçeklik yaşattığını şuraya yazsam; bana, edindiğim bu tutkuya çare olabilir mi, bilmiyorum. Ama artık ilk hedefimin bu olduğunu biliyorum.


Sabah ilk gelişimizde okulun önünde durmuşken ve hayallerimiz yere düşüp parça parça olmuşken solda park etmiş arabayı görmüş, burada oturmayan ama bu köyle ilişkisi olan birinin mezarlığı ziyarete geldiğini düşünmüştüm. Oysa o anda Tuğba öğretmen ve öğrencileri mezarlığın hemen girişindeki, tahminimce mezarlık görevlilerinin kullandığı, kuleye benzer ilginç yapısıyla dikkat çeken üsteki katı geçici olarak okul öncesi sınıfı olarak kullanmaktaymışlar. Daha önce Tuğba Öğretmenin çabalarıyla ve bulduğu desteklerle ve doğal ürünlerle yapılmış ve felsefeye uygun tasarlanmış fazlasıyla etkileyici bir sınıfları olduğunu okulun adresini bulmaya çabalarken görmüştüm ki şu an başka bir zorunlu gerçekliğin içindeyim.

Ve daha önüne varmamışken kulağıma gelen cıvıl cıvıl seslerse değer katıyorlar âna. Merdiveni çıkıyor, şen çocuk seslerine yaklaşıyoruz ve sahanlıktayız. Sandalyeler çıkıyor ama oturduğum balkon korkuluğundan memnunum. Semaver yanıbaşımda. Ve Tuğba öğretmenle tanışma ânı.


Bir iddiam vardır, bana bir fotoğraf verin size nasıl biri olduğunu söyleyeyim. Tüm iş hayatım boyunca veresiye alışveriş yapacak hiç bir müşteriden kefil istemedim, verilip verilmeyeceğine sadece yüzüne bakarak karar verdim. Diyeceğim o ki Tuğba öğretmeni hiç görmemiştim, bir tablo, bir dakika bilemedim iki dakika hayran hayran o tabloya bakmam, diğer tabloların yerleşme düzenleri ve uzaktan uzağa şöyle bir göz taraması, sonrasında internetten okula ulaşmama yetmişti.

Ama içinde bulunduğum süreç ve an bambaşka, heyecan şahane, pırıl pırıl bir genç kadın, parlak bir öğretmen, aynı zamanda bir anne... az önce telefonla konuşmuştuk, şimdi yüzyüzeyiz.

Ve yeni kankalarım; Aras, Haktan, Abdullah, Hasan, ikra, Fatma Minel ile de adımı söyleyip adlarını sorarak tek tek tokalaşıyoruz. Elbette büyüklerin ellerinden öpülür, kankalarım buna teşebbüs ediyorlar ama buna izin vermiyorum çünkü onlar birer sanatçı! Ve kazanan benim, onları tanıyıp tokalaşma şerefine erdiğim için.


Odun ateşinde semaverden gelen çaylarsa muhteşem. Buram buram samimiyet, yapılan işten ve verilen emekten yansıyan ve paylaşılan mutluluktan öte en ufak ama en ufak bir kasılma ibaresi yok. Üstelik buraya İsmail Bey'in özel arabasıyla geldik! Hayalimin ötesi bir andayım. Sergideki ilgisiz bilgisizliğim aslında kitap seçimlerimi de yanlış kılıyor çünkü benim tasavvurumda okul adından da kaynaklı olarak ilkokul öğrencileri vardı. Oysa sergi çok özel, önemli, bilinir ve de uluslararası olmasının aksine benim hiç bilmediğim bir yapının ürünü! Ve resme baktığım anda gördüklerimi de şu sözlerle ifade ediyorum:

 "Ben sizin resim öğretmeni olduğunuzu sanarak resme kısmen eliniz değdiğini düşünmüştüm. Ve tabii ki öğrencinin daha büyük yaşta olduğunu... Çünkü tablodaki yüz ifadesi, bluzun renklendirilmesi gibi detaylar çok etkileyici ve ustacaydı."


Onun açıklamalarıyla bir yaşıma daha giriyorum. Tüm öngörülerim, sandıklarım yerle yeksan oluyor. O okul öncesi öğretmeni olmanın yanı sıra bir Montessori öğretmeni. İzlediğimi pek söyleyemeyeceğim, bir iki dakikada geçtiğim sergi bu felsefe çerçevesindeymiş. Ve zaten bu projesinin  amacı da resimlerin baba çocuk birlikteliklerinin ürünü olmasıymış ki Fatma Minel'in babasını tanımak yeni hedefim. Üstelik çapını tahmin bile edemediğim sergide başta Amerika'dan, İtalya'dan olmak üzere farklı okul ve ülkelerden katılımcılar da varmış lakin bunların tümünden habersiz, dolayısıyla ilgisiz ben; baktığım resimle ilgili olarak bile sadece anlam açısından sınıfta kalmamış, ön yargılarımla birlikte- tespitim her ne kadar başka bir elin değdiği noktasında doğru olsa da aslında- kitap seçimlerim gibi yerle yeksan olmuşum. Çocuklar en azından kitapları okumak için sanırım çok beklemeyecek yaştalar. Ve benim de konunun özüyle ilgili cehaletime rağmen tüm bu anları, duyguları, heyecanı, keyfi, mutluluğu yaşamama sebep  kazançlarım ve iki kahramanım var:

Tanıdığıma çok mutlu olduğum, bu ülkenin bir gün kadın egemen bir ülke olacağına olan inancımı boşa çıkarmadığı için çok teşekkür ettiğim Sevgili Tuğba Cebiroğlu ve dünya tatlısı, beni önünde çakmakla kalmayıp buralara kadar sürükleyerek hayatımın en değerli günleri hanesinde yer alacak süreci yaşamama neden olan, resme babayla birlikte emek veren Sevgili Fatma Minel,

İyi ki Varsınız!





Demirci İlkokulu Ortaokulu Müdürü Sayın Alpay Ergun'a

Demirci İlkokulu Ortaokulu Müdür Yardımcısı Sayın İsmail Perçin'e,

Öncelikle iyi insan, iyi birer eğitimci oldukları için ve duyarlı tavırlarından dolayı, okulun tüm öğretmenleri ve çalışanlarına çokkk... ama çok teşekkürler...



Tuğba Öğretmenin İnstagram hesabı

31 Mayıs 2022 Salı

Fikrimin Gonca Gülü

Öncesi...

Pazartesi sabahına gün yeni yeni ışırken uyanıyorum. Normalde çok heyecanlı olmam gerekirken gayet soğukkanlıyım. Sabah ezanının sesi hakkını veremeyen metalik bir tonda geliyor hoparlörden, oysa ne kadar severim sessizliğin içinde yankılanırken beni ele geçirmesini.

Sabahlarımdan birine yolculanıyorum, ruhum mevcudu bırakıp unutulmaz o anla kucaklaşıyor ve akıyor kelimelerim: Kulakları ayağa diken, hayran hayran dinleten ulvi ses tüm fısıltıları öteleyen bir kutsiyetle odayı dolduruyor. Muhteşem bir okuyuş, ve muhteşem de bir müziği olan bu ses doğrudan ruhuma akıyor. Her şeyi terk edip onunla baş başa kalıyorum. Bu muhteşem okuyuşun temiz ruhlu karakterini resmediyorum. Unutulmaz bir başka ânı da aşan bir hayranlıkla dinliyorum genç olduğunu düşündüğüm bu aydınlık yüzü.

Gözlerim dün akşamdan hazırladığım paketlere uzuyor sonra. Sekizde yola çıkmayı planlamıştık. Oysa saat 04:00 civarı. Kitap okumayı deniyorum, olmuyor. Oyun oynamak zamanı hızlandırıyor. Hava durumu sıcak müjdeliyor. Gömleğime karar veriyorum. Her ihtimale karşı ince bir kazak alıyor, yağmurluğumu da hazır ediyorum.

Saat 08:00. Asansördeyim, bahçeye geçiyorum. Sabahın ışığı güllere vuruyor. Renk muhteşem. İki lafın belini kırıyoruz. Bir heyecan var; daha çok bilinmezliklerin merakı. Zihnim ön izlemeler yaptırıyor. Unuttuğum bir şey için eve dönüyorum, asansörün önündeyken kardeş dairesinden çıkıyor. Hemen geliyorum, diyor ve bahçede sandalyenin üzerindeki paketlerimi arabaya götürmesini istiyorum.

Elimde bir rota var, onu bilgilendirdim ve yoldayız.


Çok keyifli bir sabah, radyoda müzik seçimi şahane. Sohbetli sohbetli akıyoruz... Henüz çok uzaktayız, şu karşı yamaçlar olabilir, diyorum, epey yol aldıktan sonra. Onun telefonu sürekli çalıyor. Malum iş saatleri... Henüz köyün adı tabelalarda gözükmüyor. Bazı mirengi noktalarımız var, onlardan ilkine ulaşıyoruz ve ırmak boyunca devam ediyoruz. Hah işte yol ikiye ayrılıyor ve işaret yok. Ama tecrübe var; ufak bir tarama, zihinde bilgileri işleme ve karar: Soldan devam.

Artık solumuzda ırmak ve demir yolu, köyün adının olduğu ilk tabelaya ulaşıyoruz. Sonrası bazen bulmaca çözmek durumunda kalsak da çorap söküğü. Artık göğe doğru yükselmeye başladık. Enfes manzaralar baş döndürücü. Issız doğada sanki gezegen değiştirmişiz gibi bir tat. Dünyadan koptuğumuz kesin. Tırmandıkça okulun yön tabelalarıyla karşılaşıyoruz. Okulun öğretmenlerinin eseri olduğunu öğreneceğimiz Öğretmenler Ormanı'nın yanından kıvrılıyoruz. Kovanlar ne şanslı diye geçiyor akıldan ki muhteşem bir zirvedeler. Okula varıyoruz ama o da ne?! Pencereler yok, duvarların bir kısmı yok, kalorifer petekleri görünüyor.

Yolda durup tepeden bakıyoruz; bahçesi ve etkinlik izleri bizi bizden alıyor; o kadar şirin bir görüntü ki anlatılabilir gibi değil. Buram buram sevgi, gönüllülük ve özveri kokuyor. Elbette bizde de müthiş bir hayal kırıklığı. Taşınmış belli... ama nereye?


İlerlerken ve sormak için insan ararken, sokaklardan birinde camiyi ve muhtarlık tabelasını fark ediyorum. Köyde sanki hiç insan yok. Dik yamacı iniyorken sessizlik dışında ortalıkta kimseler yok. O ara biraz aşağıda bir abla görüyor, sesleniyorum. Okulu soruyorum, o da başka bir eve sesleniyor ve bir abla kafasını uzatıyor pencereden ve durum netleşiyor: Çocuklar artık köye uzak yeni bir lise binasında okullarına tahsis edilmiş kısımdalar.


Bu azmimizi kırmıyor elbette, dönüyoruz, yolda kamyoncuyu durdurup soruyoruz; bilmiyor. Navigasyona başvuruyoruz ve onun gösterdiği yöne sapıyoruz, o ara bir aracı işaret edip durduruyor ve tekrar soruyoruz ama bulunduğumuz yol da Demirci Köyü'ne gitmekteymiş. Dönüyoruz geri, şimdi hedef 15 Temmuz Halis Demir İmam Hatip Lisesi. Navigasyon desteğiyle giderken, yine de sorma ihtiyacı hissediyor, kesin bilirler dediğimiz insanların da bilmediğine tanık oluyor ve kendi yolumuzu navigasyon desteği ile bulmaya karar veriyoruz.


Çocuklarla köyde buluşamamış olmak, orada zaman geçirememek, manzaralarını doya doya soluyamamış olmak eksiltiyor bizi elbette. Olsun, ama yine de bir kazanımımız var; hikâyesi sanıldığından daha derin bir köyde olduğumuzun farkındayız. Tüm bu hayal eksikliklerimize rağmen bıraktığı tat, sabahın ıssızlığından bulaşan his, her yolun yokuş hali, sessiz evleri ve tüm bu ıssızlığın içinde önce hoparlöründen ulaşan "Fırınınız ayağınıza geldi," anonslarını duyduğum ve şimdi de yanımdan geçen araç, aralıklı anonsların diğer dağlara dokunup da geri dönen yankısı bile çok şeye bedel...


Liseye gittikçe yaklaşıyoruz. Artık sık kullandığımız bir noktadayız ve hayatımızın çoğunun geçtiği sanayi siteleri daha yakınımızda. Ana yolun üst tarafındaki yeni bina dikkatimi çekiyor. Oraya yönleniyoruz ve evet, 15 Temmuz Halis Demir İmam Hatip Lisesi'ndeyiz.

Kardeş arabada kalıyor, ben okula sızıyorum. Danışmada kimse yok ama telefonla meşgul kişi belli ki okuldan. Çocuklar hocam diye seslenince, soruyorum:

"Hocam Demirci İlkokulu buraya taşınmış?"

"Şu karşı kapıdan geçin orası."

Kapıdan geçince öğretmen olduklarını düşündüğüm iki hanımefendiye Tuğba öğretmeni soruyorum, olmadığını söylüyorlar ki içime doğmuştu taa en başında! Müdür Beyi soruyorum. Sondaki bir odayı işaretle beni oraya yönlendiriyorlar. Kapıyı tıklatıp giriyorum. İçeride biri hanımefendi, iki beyefendi üç kişi var; müdür beyi saptıyorum, onayı alınca "Alpay Bey?" diyerek adı doğruluyorum ve neden burada olduğumu kısaca anlatıyorum. Genç bir beyefendi ki benim çok iyi tanıdığım meslektaşlarımla akrabalık ilişkisi olduğunu öğreniyorum daha sonra.

Alpay Bey'e adını nasıl öğrendiğimi, keşif günümü kısaca anlatıyor, arkadaşının sır tutmuş olmasına sevindiğimin de altını çiziyorum. O, Tuğba öğretmeni arıyor, çünkü ana okulları taşınamadığı için köyde olduklarını söyledi az önce, ben de az önce oradaydık oysa, diyorum. Gelebilir misin? diye soruyor. Ben konuşabilir miyim diyorum ve telefonu bana uzatıyor. Tuğba öğretmene neden burada olduğumu anlatıyorum ve elimdekilerden söz edip buraya bırakacağımı söylüyorum. O kesinlikle sizi tanımak istiyorum, diyor.

Alpay Bey, hani zıpkın gibi derler ya, tam anlamıyla çözüm odaklı bir insan. Kendimi bir anda Müdür Yardımcısı İsmail Perçin Bey'in aracında, köye ulaşacak, neredeyse 15 kilometre gidiş 15 kilometre dönüş yolunda buluyorum. Öncesinde dışarıda bekleyen kardeşe durumu bildiriyorum, o istasyona buradan nasıl gideceksin diyor, hallederim diyorum ki Okul Müdürü Alpay Ergun olaya müdahil; biz bırakırız diyor, bununla yetinmiyor kardeşi de yeniden köye davet ediyor. O iş vakti olduğunu belirterek çok teşekkür ediyor.

Çok keyifli sohbet eşliğinde eşsiz manzaraları birbir geçerek yeniden köydeyiz...



Devam yazısı Ya Altı Üstü Bir Resim Deyip Geçseydim, için buradan lütfen.

29 Mayıs 2022 Pazar

Plan Tıkır Tıkır İşliyor

Öncesi...


Bununla sınırlı kalmayacağım elbette, bir keşif kolu gibi arayıp okulu da bulacağım.

Ama sadece bulacağım!

Sonra da bunun keyfini çıkaracağım.


Ve pazartesi günü, gelecek kitaplarda bir gecikme olursa da salı günü tüm kitaplarla okulun yolunu tutacağım.


Cümlelerimin olduğu ve perşembe sabah yayınladığım önceki yazımdan bir süre sonra cuma günü paketin kargoya verildiği bilgisi ulaştırılıyor bana. Sevincim zıplıyor çünkü bir aksilik olmazsa eyleme pazartesi günü geçme olasılığım çok yüksek. Zaten bünyede var olan heyecan istim alıyor. Gün cumartesiye evrilecek... ve zihnim tıkır çalışıyor... ve önüme yeni bir plan koyuyor. Bu plana göre, ilk görev bir gün öne çekilecek, dolayısıyla  hedef bölgede keşif yapılacak, okul bulunacak ve kargodan geleceklere göre bir ya da iki kitap daha ilave edilecek.

Kahvaltı için ekmek ve bir iki şey daha almak üzere çıkıyorum evden, an itibariyle kargonun şehire vardığı haberi cepte. Kavşaklardaki akıllı trafik ışıklarına geçiş çerçevesinde çalışmalar var ancak gün itibariyle ışıkların görevini yapacak trafikçiler ortada yok. İnsanlar bekliyor. Namı yürüsün ülkemizin sürücülerinin hiçbirinin umurunda değil yaya geçidi. İş başa düşmüş durumda; elim dur işareti ile havadayken adımlarımı yavaşça atıyor ve başarıyorum. İkinci kademede de aynı işlem, halkımla birlikte geçiyoruz karşıya.

Bir an kahvaltıyla uğraşmaktansa Sembol'de börek yesem fikri dürtse de beni, evde kendim hazırlasam daha cazip geliyor ve evdeyim. Telefonda bir mesaj. Kargo dağıtıma çıkmış, teslim için gerekli kodum gönderilmiş. Yumurtam da pişmiş... Şık bir tabak hazırlıyorum. Karşıma denizi alarak keyfini çıkarıyorum. Bitiriyorum ki telefon çalıyor. Evin arka sokağından kargocu arıyor, denize doğru ilerle, köşe bina diyorum. O sıra pencereden izliyorum. Durdu, indi, bahçe kapısındaki yazıyı okudu ve korktu: çünkü telefona uzandı. Yok, diyorum kendisi.

Ekranda bina kapısına vardığını gördüm, otamatiğe bastım, asansör ve paketim.

Kodu veriyor, teşekkür ediyor ve iyi günler diliyorum.


Açıyorum paketi, kontrol ediyorum. Her şey yolunda. Hazırlanıyorum.

Bir kitap daha almak istiyorum öğretmen için ama önce şehrin öte ucuna gidip, ikinci kontrolde gördüğüm, ulaşım açısından daha kolay adrese varıp okul keşfi yapacağım ve ardından Piazza AVM'ye yürüyüp kafamdaki ve epey zaman önce çok severek okumuş olduğum kitabı ilave olarak alacağım.

Trendeyim, keyfim yerinde heyecanım ayakta. Varıyorum Belediye Evleri İstasyonuna ve üst geçidin yürüyen merdivenlerindeyim. Zirveye vardığımda önümdeki manzara muhteşem, hemen solumdaki, içinde şahane bir amfi tiyatro da olan koskocaman ve yemyeşil park insan kaynıyor. 18 Haziran'da Bir Delinin Hatıra Defteri ile Erdal Beşikçioğlu'nun sahne alacağını duyuran afişler her yerde. Birebir aynısı olan ve içinde bir de Atatürk Müzesi barındıran Bandırma Vapuru ve uzağındaki barınak aynı karedeyken ve üst geçitteyken bu manzara hapsolmalı diyor fikrim bana ve basıyorum küçük makinemin deklanşörüne lakin an itibariyle büyük makineyi almamış oluşumun pişmanlığını da yaşıyorum.


Bu üst geçidi ilk kez kullanıyorum, güneş ışıklarının yerde ve kenar camlarda yuvarlaklar çizen yanısmaları ile enfes bir görüntü var, elbette fotoğraflık ama önümde yürüyen de iki tane jean giymiş hanımefendi var; onların olmadığı bir görüntü çekebilmem mümkün değil!

Yürüyen merdivenden indikten sonra iki trafik ışığı daha geçerek karşıya ulaşıyorum. Bilir diye bir bakkala okulu soruyorum. Hiç duymamış. Sonra okulun belediyenin arkasında olduğunu gösteren haritadan hareketle oraya ulaşacak yola geçiyorum ki trafiğe kapatılmış bir gezinti yolu.

Kendimi başka bir şehirde gibi hissediyorum ve bu durumu oyuna çeviriyorum; ve bu yabancılaşma hali ile dolaşmak pek hoşuma gidiyor.

O ara, bu abi bilir, diye nalbur dükkânının kapısına yanaşıyor ve soruyorum. Hiç duymamış, seyyar köfteci de bilmezse kimse bilmez duygusu ile bu kez ona yanaşıyorum ki tık yok. Lise binasının önünde iki genç var, bir ihtimal ilkokulu okumuş olabilirler diyerek yanaşıyorum ama okul hakkında benim daha çok bilgim olmakla birlikte en azından sanal bir temasım da var. Ana cadde için sola döndüğüm ve minik sokaktan bir başka caddeye indiğim anda solda daha önce hiç rastlamadığım bir kargonun tabelasını görüyorum ve mesleğinden hareketle bilmeyeceği hiçbir yer olmayacağını düşünüyorum. Kapıdan içeri süzüldüğümde aynı zamanda, fax, bilgisayar yazıcıları gibi cihazlar da görüyorum ve bir tamirci de olduğu kanaatine varıyorum ve doğrudan okulu soruyorum. Biliyor, neden aradığımı anlatıyorum. O da aynı sergi için davetiye aldığını ama gidemediğini söylüyor. Abinin köyün adını söylemesiyle ilk bulduğum adreste olduğu netleşiyor ki buna zıplıyorum çünkü hikâye az sonra edineceklerimle kocamanlaşacak!

Abi okul müdürü ile arkadaş, adını söylüyor, hatta telefonla arayıp konum bilgisi attırabileceğini belirtiyor ki buna gerek görmüyorum. Ayrıca konudan bahsetmemesini rica ediyorum fakat bunu yapmamış olacağından an itibariyle emin değilim.

Minibüs çalışıp çalışmadığını soruyorum. Var ama saatleri belirsiz, arabayla gidin diyor, ve o arada manzaranın muhteşemliğinden söz ediyor ki bu beni şaşırtmıyor. Bugün okul kapalı, diye de ekliyor. Biliyorum, ben sadece yeri netleştirmek istiyordumun altını çiziyor ve teşekkür ediyorum.

Yeniden gezinti caddesindeyim, o sırada minicik ama sevimli kafenin vitrininde kesmeleri görüyorum ve otomatiğe bağlanıp kapısından süzülüyorum. "Kesmeleri taaa uzaktan gördüm ve buradayım," diyorum. Gülümsüyor genç adam, bir tane istiyorum ve yürürken yiyeceğim diyorum. Hoş ve minik bir kesekağıdı ile artık elimde kesmem. Onlarca yılımı geçirdiğim sanayi sitelerinin önünden yürüyerek ama girmeyerek Piazza AVM'ye varıyorum. Doğrudan en üst kata çıkıyor ve Penguen Kitapevi'nden içeri süzülüyorum. Kitap raflarını tarıyor ve aradığım kitabı buluyorum. Şimdi kasadayım, ödememi yaparken, genç adam terası işaret ederek "İstediğiniz zaman gelip kitaplarınızı terasımızda okuyabilirsiniz," diyor. Geçen hafta film için geldiğimi, sinema çıkışı uğradığımı, yanımdaki kitabımı okurken kahvemi içtiğimi ve Americano'yu çok başarılı bulup beğendiğimi söylüyorum.

Hoşuna gidiyor, teşekkür ediyor.

Her şey yolunda olduğuna, son kitapla birlikte şans şu ana kadar yaver gittiğine göre kendimi şımartabilirim: Geçen hafta yemeğini çok beğendiğim Migros'un kafeteryasına iniyorum. Enfes görünen, içinde yerken anlayacağım üzere enfes bir ıspanak, havuç, patates ve küp kesilmiş tavuk parçaları barındıran besamel soslu, hafifçe baharatlanmış kare dilim güzelliğin, elbette ilave ettirdiğim suyuna da banarak tadını çıkarıyorum. Sonra yeniden tren, bizim istasyon, sevdiğim ama taşınacağını öğrendiğim kadim kırtasiyeciye uğrayıp ambalaj için ağzı yapışkanlı büyükçe iki şık zarf alıyorum ve Sembol'deyim.

"Bir kadayıf lütfen."

"Bir de çay lütfen..."



Devam Yazısı Gönlümün Gonca Gülü, için buradan lütfen...

26 Mayıs 2022 Perşembe

Çok Garip...

İlköğretim okulu şehrin "varoşlarından"... Fotoğrafını çekme arzusu dayanılmaz! Bir çocuğun, adını okuduğum ama görmediğim, tanımadığım bir çocuğun o an benle kurduğu ilişki muhteşem. Fikrim paçalarımdan asılıyor, ısrarcı ve perpeçek ediyor beni. "Tamam," diyorum... "tamam!" Fikrime de açıklıyorum kararımı: Bir kaç kitap alacağım, o okula gideceğim ve o kitapların birini o kıza, diğerlerini okula vereceğim. Ama o günden asla söz etmeyeceğim ve konu aramızda kalacak!*


Cümlelerini yazdığım andan beri heyecanım 1 gram aşağı düşmüyor. Bir süre haritalardan okulun yerini tespit etmeye çalıştım.

İlk edindiğim adrese göre çok ilginç bir noktada...

Bu bana çok heyecan verici bir öykü hissi yaşatıyor.

Hikâye içinde bir başka hikâye.

Sonra o adresinin yanlış olacağı ihtimali ile karşılaşıyorum ve bu kez başka bir nokta veriyor harita bana...

Bu ulaşım açısından çok daha elverişli.

Bir öyküsü var!

Bu kez orada olacağım anların hayallerini kuruyorum; bir tür ön izleme ve çok keyifli.

Gecenin neredeyse bu sabaha ulaşacak bir vaktinde öğretmen için, resimi yapan öğrenci için ve 500 kitaplı bir kütüphaneleri olduğu bilgisine ulaştığım okul için seçtiğim kitap siparişlerimi veriyorum.

Az önce de faturasının kesildiği, paketlendikleri bilgisi ulaştırılıyor.

Bu arada iki kitapçımda da bulamadığım, öğrenci için düşündüğüm ikinci bir kitap daha var. Onları şehirdeki kitapçılarda bulabileceğimi umuyorum.

Yarın için planım, öğretmen için bir kitap daha ve öğrenci için bulamadığım kitabı bulup almak.

Bununla sınırlı kalmayacağım elbette, bir keşif kolu gibi arayıp okulu da bulacağım.

Ama sadece bulacağım!

Sonra da bunun keyfini çıkaracağım.


Ve pazartesi günü, gelecek kitaplarda bir gecikme olursa da salı günü tüm kitaplarla okulun yolunu tutacağım.

Kısacası o günden beri işe güce, keyfe, onca gezip tozmaya rağmen her ânımı kaplayan sıcacık heyecanım bu! Okuduğum kısacık kitaba gözlerim bakarken aklımın giremediğini ve bitiremediğimi, üstelik akşam sevdiğim kafede kendimi fazlaca şımartmış olmama rağmen bir türlü konsantre olamadığım için aynı yerleri geri dönüp okuduğumu ama aslında maval okduğumu söylersem de hiç abartmış olmam.

Oysa okuduğum kitap keyifli, mizahı ince, sayfası az; Sevgili Leylak Dalı'nın blogunda rastladığım, ancak o an başka bir kitabını, Yabancı Kadın'ı okuduğumu hatırlamadığım yazar Sergey Dovlatov'un... Üstelik Sovyet Rusya hallerini anlattığı hoş bir öykü kitabı, Bavul.

Velhasıl, normal hayatıma devam ettiğim her ânımda dünyadan kopuk başka bir zaman dilimine ait paralel ama şahane bir heyecan yaşamaktayım ve buna fena halde şaşırmaktayım. Aslı son derece soğukkanlı bir insan olarak üstelik... Tarifsizim!

Garip... Çok garip!

Ama çok keyifli...



*Vortex Kitap Falan Filan Ve Kahve, adlı yazıdan.

Devam yazısı Plan Tıkır Tıkır İşliyor içinse buradan lütfen...

22 Mayıs 2022 Pazar

Vortex Kitap Falan Filan Üzeri Kahve

Günlerimin hepsini cumaya çeviren kadınla tanışana kadar en sevdiğim gün cumartesiydi.

Bu cumartesi O sınav teri dökerken ben kendimi sokağa atıyorum.

İlk durağım; Trileçe, çay, kitap.

Sembol'deyim, güneş masamın kenarında, tavanlar açık ve üzerim gök kubbe. İstikamet sinema, filmse bir Gaspar Noé başyapıtı:

Vortex.


Kitabımı son yudumun ardından sırt çantama atıyor, ödeme için kasaya yanaşıyorum.

İşyeri sahibi emekli misiniz, diye soruyor. Ne kadar zamandır merak içinde olduğunu ama bir türlü soramadığını anlıyorum. Açıkçası ben de olsam merak ederdim: Zaman sınırı olmaksızın, mesai saatleri içinde de gelen, çoğu zaman sırt çantasından kitap çıkaran, şekersiz çay yanına bir şeyler ekleyen, çalışanlarla ilişkisi seviyeli, teşekkürü asla ihmal etmeyen bir adam.

Emekli olduğumu ama emekli olmadığımı tebessümle söylüyorum. Espri yaptığımı düşünüyor. Soruları dilinin ucunda sıralı, hissediyorum. Sonra sırasıyla erken başlamak zorunda kalan erken emekli olur diyerek ve Bağ-Kur'un altını çizerek meraklarını yanıtlıyorum.

Ve trende, yeni başladığım kitabımla birlikteyim.


Son siparişimde bir karar verdim ve bir günde, bilemedim iki, üç günde bitirilecek kitaplar seçtim. Miguel De Unamuno, adını duymadığım bir yazar, Yıldız Ersoy Canpolat'ın İspanyolca'dan çevirdiği Üç Örnek Öykü Ve Bir Önsöz adlı kitabı kafamız uyar demese ona uzanmazdı fikrim. Dün akşam Palmiye Kafe'de, İskele Meydanın'dan gelen şenliğe dahil konser coşkusu eşliğinde, şekersiz bir fincan çayımın yanına eklediğim ve tavsiye edeceğim ve az sonra fotoğrafta görülecek, BİM'den aldığım iki bar sayesinde vallahi keyifli zamanlar geçirdim.

2021'de çıkan Sonun Bacakları adlı öykü kitabı ile bana umut vadeden yazar duygusu yaşatan, aslında Farsça'dan çeviriler yapan, iyi bir yazar demek için biraz daha zamana ihtiyacı olan ve 2019'da yılın çeviri ödülünü Furuğ'un Rüzgâr Bizi Götürecek - Toplu Şiirler kitabı ile kazanan Makbule Aras Eyvazi'nin Furuğ Ferruhzad'ı hayatına dokunmuş; biri babası olmak üzere dört erkeğin gözünden anlattığı ilk romanı ama ikinci kitabı 119 sayfalık Başa Dönemeyiz'i bitirmiştim, öncesinde.

Piazza'nın bir durak öncesinde iniyorum; ara ara söz ettiğim, ürünlerine bayıldığım Tarihi Kılıçdede Fırını'ndan acıbademler almak için. Aslında dün gece uzun uzun telefonda konuştuğumuz enn sevdiğim kadına fırından bahsettiğimde, o da henüz tatmadığı acıbademleri sormuştu. Aklımda olduğunu ama sonra geçireceğim vakti göz önüne alarak, sertleşip kuruyacaklarını düşünüp vazgeçtiğimi söylüyorum ve hem filmi, hem de AVM'de yeni açılan Penguen Kitapevi'ni övüyorum.



Bugün gişe önleri şaşılacak derecede boş. Genç kadın ekranı açtığında koltuğumun kapılmış olduğunu görüyorum. Salonda bir ikinci kişi daha var ve o biraz daha önlerde. Standart yerimin bir önünündeki sıradaki aynı numaralı koltuğu alıyorum. Biraz daha vakit var. En alt kata iniyor, Migros'daki şarap reyonuna göz atıyor, bir ufak su alıyor, ama kafeteryasının önünden geçerken de yemekler benim gözümü alıyor.

Şimdi salona doğru yürüyorum. Kitap satılan açık alanın hemen önündeki resim sergisinde Frida'nın önünde kalıyorum. Bir kız öğrencinin elinden çıkma. İlköğretim okulu şehrin varoşlarından... Fotoğrafını çekme arzusu dayanılmaz! Bir çocuğun, adını okuduğum ama görmediğim, tanımadığım bir çocuğun o an benle kurduğu ilişki muhteşem. Fikrim paçalarımdan asılıyor, ısrarcı ve perpeçek ediyor beni. "Tamam," diyorum... "tamam!" Fikrime de açıklıyorum kararımı: Bir kaç kitap alacağım, o okula gideceğim ve o kitapların birini o kıza, diğerlerini okula vereceğim. Ama o günden asla söz etmeyeceğim ve konu aramızda kalacak!

Nasıl zıplıyor, nasıl seviniyor, nasıl sarıp sarmalıyor fikrim beni, görmek lazım.*


Sinema katına çıkıyorum. Kitabımı açıyorum. Yeni tanıdığım yazar, ya da tanımakta olduğum Miguel De Unamano kafa dengi geliyor bana. 1864-1936 yılları arasında yaşamış. Kitabın 7.baskısı elimdeki ve bilindiğini ve kendisiyle ilgilenildiğini gösteriyor. Ben bilememişim, buna üzülmüyorum tabii ki, bazen geç tanımak iyidir diye düşünüyorum çünkü okuduğum öykülerde başka bir tat buluyorum. Bu tadı tarfileme çabası içindeyim. Benlerden biri diyor ki bunlar büyüklere masal. Ona katılıyorum, evet diyorum, aynı şeyi aklımdan geçirmiş ama çok emin olamamış, pek de cesaret edememiştim, yetişkin masalı demeye... İtiraf ediyorum ki aldığım tat tam da öyle. Elbette kendisi ile ilişkimiz devam edebilir ki enn sevdiğim kadın bir kaç kitabını okumuş, tanışıyor kendisi ile.


Bugün onunla -belki- bira içeceğiz, dün akşam saatlerce konuştuk, çok tatlıydı ve çok hoş sohbet ettik ve geçen gün yıldönümü akşamı için yazdıklarımı çok beğenmiş. Yani insan tatlı bir gurur içindeyken düşünmeden de edemiyor: Onca yıla rağmen, onca yıl sonra yaşanmış bir akşamdan ilkmiş, tazecik bir tanışmanın ilk birkaç gününden biriymiş gibi... sanki benzeri hiç olmamış, hiç yaşanmamış gibi bir keyfi, sarılarak yürüdüğü bedenden geçen tazeliği, sarhoşluğun sınırından gelip geçen cümleleri, ayın ışığına yükselen adımların ve sözcüklerin cazibesiyle saçlarının kokusunda yok olmayı aynı kadınla bir ömrün kaç keresinde bu kadar unutulumaz ve ilk bulabilir, diye sorasım geliyor.


Son yürüyen merdivendeyim, Penguen'in Kafe'si aklımı çelmiş durumda. Filmim standarta uygun olarak 6 numaralı salonda. Fakat o da ne?! Afiş farklı. Oysa fotoğrafını çekmeyi hayal etmiştim. Önceki filmin afişi olduğunu anladım ama âdet yerini bulsun diye yine de sordum. İlk kez bu saatte sinema katını bu kadar boş görüyorum. Koltuğuma oturuyorum. Hep oturduğum koltuğuma bir genç kadın geliyor. Reklâmlar artık bayağı uzun sürüyor. Üç sıra önümdeki genç kadın kalkıp salonun kapısını kapatıyor ve perdenin sol alt köşesine yansıyan ışık yok oluyor. Ve film tek açıdan yüzü çeken kameraya bakarak enfes bir şarkıyı seslendiren Françoise Hardy ile başlıyor.



O bittiği andan itibaren de film iki ekrana bölünüyor ve sonuna kadar öyle devam ediyor; ta ki filmin sonlarında bölümlerden birindeki görüntü yok olana kadar. Oyuncular muhteşem. Aslında zor görünen film nasıl başarıyorsa izleyiciyi çekip alıyor. Sadece ikinci yarının bir kısmında, "Bu kadar uzatmasaydın iyiydi be abi!" dedirtiyor ama sonra -salondaki- izleyicilere gerekliliğini kabul ettiriyor.

Film bitiyor.

Öncelikle şunu söymemem gerek ki ilk kez başka sinema, festival filmlerinden birinde üç seyirciden hiçbiri dışarı çıkmıyor aksine son isim kaybolup ışıklar yanana kadar yerlerinden bile kımıldamıyor. Bu bir saygı, tümüyle içgüdüsel, filmi sevdiler sevmediler kısmı söz konusu değil ama saygı duydukları kesin.

Soruyorum düşüncelerini. İkisi de daha önce Gaspar Noé filmi izlemişler. Bunu onun tarzından farklı bulsalar da daha çok sevmişler ancak başkalarına tavsiye konusunda, şiddetle öneririm noktasında fazlasıyla çekimseriz. "Açılıştaki şarkı?" diyorum. Onlar diğer şarkı diyorlar, yemek sahnesindeki olduğunu anlıyorum ve "Gracias A La Vida, Mercedes Sosa," diyorum. Dario Argente ve Françoise Lebrun'un üstün oyunculuk performansları konusunda hemfikiriz.


Bir an iki genç kadını kahve içmeye davet etmeyi, onlarla filmi konuşmayı düşünüyorum. Fakat bir şeyler atıştırmak da istiyorum. O halde Migros'un kafeteryasına. "Bir taze fasulye, lütfen."

Ev yemeği lezzetinde, anne eli değmiş gibi, ekmeğimi bana bana yerken, marketin içindeki devinimi izliyorum. Hoşuma gidiyor. Çıkarken bir şişe -paçoz- Cumartesi Sangria almayı, akşam belki yazarken usul usul içmeyi düşünüyor sonra evin oralardan al'a erteliyorum.


Penguen'deyim, manzaram enfes, teras şahane, masalar ve koltuklar hoş, kitabımı açıyorum. Kaliteli bir Americano.  Tütsü gibi. Nefis bir aroma... Hissediyorum. Usul yudumlarla filmin üzerinden geçiyorum. Sonra kitabın sayfalarında, manzaramın tadında kahvemin yudumlarında, hayatın dibine vuruyorum.


Trene yürüyorum, az önce kimlik kartı boynunda asılı zihinsel engelli bir gençle asansöre birlikte bindik, çok hoş sohbetle üst geçide çıktık, geçidin üstünde kemana eşlik eden ritm box'la oluşturduğu mini orkestrasıyla müthiş müzikler çalan genç adamı dinledik, alkışladık, emeğinin karşılığını verdik ve yine sohbet ederek, espriler yaparak yıllardır sanki arkadaşmışız gibi asansörden çıktık ve onun istasyon girişinde bekleyen ve bize doğru gülümseyerek el sallayan arkadaşına biz de  el salladık, buluştuk, aynı trene bindik, onlar inene kadar da sohbet ettik. Vedalaştık, tren kalkana kadar istasyonda beklediler...

El sallaştık...



Cumartesi Sangria kafamda, trafik ışıklarını ev yönünde geçiyorum. Artık daha çok istiyorum! Migros'tayım,

reyona ulaştım;

bakındım...

bakındım...

bakındım...

Ama Sangria yok!




*Frida tablosunun etkisiyle devam eden süreç merak edilirse buradan lütfen...

18 Mayıs 2022 Çarşamba

Kendi Şiirini Aşkla Yazan Bir Gün

Enfes bir güneş perde aralığından sızıyor. İlkbahar yaza doğru yolculuk halindeyken camı tıklatıyor. Duyarsız kalamayacağım mükemmellikte bir sızma bu. Sadece vurduğu nokta itibariyle değil, kalın perdelerimin ardına döktüğü dizelerle de beni çağırıyor.

Kalkıp perdeleri öteliyorum.

Bana bıraktığı bir kaç cümleyi alıyor, balkondaki dizilişlerin bir işaret olduğunu çakıyor ve hazırlanmaya başlıyorum.

Gerçek bir fotoğraf makinesi, bir şiir kitabı, bir de ince trikoyu ekliyorum sırt çantama. Binanın dış kapısından çıktığım gün, enfes bir Cumartesi. Pırıl pırıl bir dünya ve bahçenin yeşili üzerinde şen şakrak sığırcıklar. Kahvaltı sofrasında âlâ bir menü, kulak kesilmek zorunda bırakıldığım, imrendirici bir sohbet. Huzur bozamaz adımlarla bahçe kapısını usulca açıyor, ağır adımlarla, baharın tadını çıkara çıkara kıyıyı yürüyorum.


Sığırcık sofrasına elbette davet edildim, ancak ben dizelerin esiriydim, ve buna bağlı bir söz vermiştim! Elbette sofralarına teşekkür edip, afiyetler diledim. O hayali gerçekleştirme adımlarıyla ve heyecanla yürürken meydandaki festivale göz atıyor, bir kaç poz fotoğraf çekiyor, denizin derinliklerine götürecek yolu usul dalgaların keyifli oynaşlarına gülümseyerek; martıların, havadaki uçakların, mavi tulumları içindeki gencecik havacıların ve biraz sonra okuyacağım dizelerin ufak adımlarıyla ve heyecanıyla İskele Kafe'ye ulaşıyorum.


Konuğum çok etkileyici. Kısa bir sohbet sonrasında geldiği uzun yol nedeniyle onu istirahate bırakmış, kelimelerimin uyumsuz gürültülerden azade olacağı, sadece rüzgârın ve denizin notalarından oluşmuş müziğin duyulacağı bir noktada onun kelimelerini duymak, o kelimelerin beni ne türden yolculuklara çıkaracağının merakıyla ve belki bencilce bir istekle bu sabahı planlamıştım. Ama o benim bu bencilliklerimi anlayacak kadar olgun, coşkulu ve sanırım bana oranla biraz daha tecrübeli ki sıcacık kelimeleri ile sadece kalbime değil, yanağıma da değiyor.

O sırada çok ama çok tatlı bir genç kız masama yanaşıyor. O kadar sıcak ve tatlı gülümsüyor ki. "Siparişiniz alındı mı?" diye soruyor. Gülümseyerek "Hayır," diyorum, sonra ekliyorum:

"Bir karışık tost lütfen,"

"Bir de çay, fincanla lütfen."



Kitabın kapağını açıyorum. İskelenin açık deniz kıyısındaki en kenar masasındayım. Kafamı sağa çevirdiğim anda uçsuz bucaksız deniz ve muhteşem satırlar dışında kimseler yok. Kitabımın içine bana atıfla yazılmış satırların rengi sanki bu an hayal edilmişçesine güzel.

Muhteşem bir el yazısı ile...

Elbette yazının tümünü kitabı ambalajından ilk çıkardığım anda okudum. Özen ve cümlelerin sıcaklığı, el yazısının zarafeti dikkatimi çekti. Ama bugünü şımartmak hakkım çerçevesinde, ortamla birlikte; hiç fark edilmemişçesine bir kaç kez daha okuyorum, altında tarih ve imza olan yazıyı.

Bunu çok görmeyin bana lütfen, bir abartı olarak da sakın almayın. Özellikle yazarken, duygularını ardına saklayan, onları içinden geldiğince, coşkusunun bir yansıması olarak ortaya dökmekten kaygı duyan biri hiç olmadım... olamadım ben. Üzgünüm...


Tostum enfesti, ikinci çayım da... Ama satırlar! Yol aldıkça zamanda sıçrıyorum. Özellikle B. şehrindeki yaş, bir karakteri saç kesimine kadar gözümün önüne getiriyor. Satırlardaki duygu, net resimler çiziyor zihnime.

Altını çizmek istediğim, sonra onları yazıma taşımayı düşündüğüm duygu sahneleri akıyor dizelerden. Bir gün bunları şairi ile yüzleşmek istiyorum. Kendimi kendime kanıtlamak için. Bir iddiam var hayatla; bana kelimeleri verin duyguya dair, resmini çizeyim kelimelerimle... Olmadı derseniz de çizin üzerimi. Bu öz güven nereden bilmiyorum: Oysa çok şiir okuyan, çok şiir kitabı olan biri olmadığım gibi şiir okurken de onu piç eden biriyim.

Beceremem!


Şu dizelerin olduğu şiiri okurken, birden kalıyorum.

Sen başka hayatlara öykünmelerinle,
ben, sevginin bayrağın yükseklere
         çeken insanlarla...
sonsuza kadar elveda...


1993

Kitabı bitiriyorum. Uzun bir süre denize bakarak iki şeyi düşünüyorum. Aynı insanın zaman dilimlerinden haraketle iki farklı zamandaki duygu dünyasının nasıl bir yol aldığını. Kanaatler oluşturuyorum elbette. Bu kez, evet işte ben yine bildim sevinci değil beklentim. Kumbarası belli ki dolu bir başka ve bence özel biriktirmişlikleri olan bir ruhu ne kadar anlayabildiğim iddiamın yüzdesini görmek istiyorum.

O sırada iki genç adam yanaşıyorlar. "15 yıllık arkadaşız ve birlikte bir fotoğrafımız yok, çeker misiniz?" diyorlar. Çok sevimli bir talep değil de nedir bu? Gülümsüyorum. Bir yandan da çekinceleri var, yöneticileri müşteri ile girdikleri diyaloğa ve isteklerine kızarsa diye. Öte yanda sürekli tekrar ettikleri cümle 15 yıl... ve bir fotoğrafları yok birlikte. Seve seve çekerim, diyorum, "Ben için de öyle güzel bir hikâye ki bu çocuklar," diye de ekliyorum ve 5 poz fotoğraflarını çekip e-mail adreslerini alıyorum. Öyle mutlular ki ben sayfalarca yazsam anlatamam.

Ama az önce bitirdiğim kitabın şairi iki cümleyle kesin anlatır!

Ödememi yapıyor, benimle ilgilenen genç kızı buluyor, "Şahanesin, çok teşekkür ederim," diyor, iskeleyi yürüyor, festivali geçiyor ve bu güzel zamanı kahve ile şımartmalıyım diyorum ve eve kıvrılmaktan vazgeçiyorum.

İyi ki de vazgeçiyorum?

Bir evlenme teklifi hazırlığı var. Bir genç kadın yakılacak ateşin odunlarını dizmekle meşgul. Kurulan düzenin profesyonel bir iş olduğunu düşünürken ben, fotoğraflarını çekebilir miyim? diye izin istiyorum. Elbette diyorlar, sonra bir fotoğrafçıları olmadığını öğreniyorum. Neden diyorum, dolu olduğunu söylüyorlar. Çektiğim fotoğraflar için e-posta adreslerini istiyorum. Evim şurası diyorum, ihtiyaç olursa bir telefon yeter diye de eklemiyorum.


Sende aramak bile güzel
            acının her zerresini,
avareliğin bir başına kişisini.

vurmak
her şeyi yerden yere,

Sonra yeniden dönmek
           şu şiirin başına

Ve demek:
Hep sevgiyle başlar her şey...


1983


Moena Books&Coffee'nin kısa merdivenlerini adımlarken kalbim sıcacık. Ayaklarım yerden kesik, ruhum havalarda. Mutluluk doz aşımı bir gün. Üstelik bunun bir de Pazar'ı var. Tarihe geçecek bir haftasonu.

Baristanın önündeyim.

"Bu kez tatlı bir şey istiyorum... beni iyice şımartsın ama!"

"Ne önerirsin?"


Enfes bir fincanla, enfes bir beyaz çikolatalı kahve, uzun süreye yayılmış bir keyifle şımartırken beni, şairin dünyasında ufak adımlarla, güzel satırlar çıkarmaya devam ederek, bir kez daha sessizce dolaşıyorum.

Bil ki:
          benim hüzünlerimden kocaman
bir dağı da yüklemek istemem.

Ama görüyorum ki...
           ıslak dağ çiçeklerinin
           çiğlerini taşıyan rüzgâr,
koştura koştura gelmiş de
                     göz pınarlarına oturmuş.


1993

 



*Üç şiirin de tamamı olmayıp içinden seçilmiş tadımlık dizeleridir, Sezer Özşen- Sevgili Momentos'a ulaşmak içinse buradan lütfen.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP