9 Mayıs 2016 Pazartesi

Günün ruhları dürtükleyen saatinde kuralım artık masayı Doğu Ekspresinde

Sıralı okumayı düşünürseniz, buradan başlayın lütfen.

06/02/2016 

Ben istasyon binalarının aşığıyım. "Eser" bırakmak ufku inşaatla sınırlı, yatırım  anlayışları müteahhit dışında kimsenin cebine uzun vadeli katkısı olmayacak ucubeler dikmekten ibaret siyasetçiler var, ne yazık ki bu ülkede... Her şeyi kendi iktidarları ile var eden, bu ülkeyi demir ağlarla örenlere laf sokmaya çalışan, bu tavırla bir kitleyi kışkırttığını sanan, bugünün imkanları ile geçmişi eleştiren, nokta kadar izi kalmayacak siyasetçiler. Onlara rağmen bu ülke güzel be!


O zaman keyfini çıkaralım! Kahvaltı saati. Peynirler âlâ; eski kaşar, gravyer, mezelik gravyer, çeçil ve eritme. Börekler ölmelik, ılındılar. Yumurtalar pişmiş, bu güzel. Kahve için sıcak sular İbrahim abiden. Kompartıman konforlu bilindiği üzere. Masayı açalım. Pencerede akıp giden zaman. Köyler kasabalar... Sarıkamış ormanları... Telesiyejler... İşte Katerina Av Köşkü. Bir görünüp bir kaybolan ırmaklar... Dışarıda efsane bir beyazlık, içeride kaloriferin şefkatli sıcağı. Koltuklar rahat. Tren de yaşam da alabildiğine dingin. Daha ne olsun!


Şu önlüklü çocuk, benim onu ne kadar sevdiğimi bilmiyor mesela. Ne yazık! Okul yarın açılacak, sömestir tatili bitti. O önlüğünü bugünden giymiş. Bi gün ne kadar güzel bir masalın içinden çıkıp geldiğini fark edecek; ultra lüks bir plazanın üst katlarından birindeki ofisinde, elleri başının arkasında birleşmişken ve konforlu koltuğunu pencereye döndürmüşken... Dostum benim.


Doğu Ekspresi'nde her şey gibi kahvaltı da çok keyifli. Kompartımanda ama! Dağlar, ovalar, düzler bayırlar, ırmaklar geçerken bir yandan da tarih akıyor gözlerinizin önünden. Bu ülkenin endüstriyel gelişiminin yanı sıra tarihin izlerini de seyrediyorsunuz tren penceresinden. Ben çocukken bilmezdim bunu. En büyük zevkim şeker fabrikalarına pancar taşıyan vagonlardan kolumu uzatarak pancar almaktı. Bir de ayaklarımla koridorun kenarından geçen kaloriferin üzerine çıkıp elimle ağaç dallarına dokunmak. Demir yolları askeri anlamda stratejik bir öneme sahip olmanın yanı sıra bu ülkenin fabrikalarının ham madde ve ürün nakilleri açısından da hayati idi. Özellikle doğuya uzanan demir yollarında görürüsünüz; hattın bi kenarında fabrikalar kuruludur. Cumhuriyetin peşkeş çekilmiş fabrikaları... Yine karşılaştık tank ve zırhlı araç yüklü katarlarla, ne yazık ki! Öngörüsüz siyasetlerin acı bir sonucu olarak. Hüzün yüklüydüler.


Arka kompartımanda bir sorun var. Erzurum'dayız ve tren kalkmıyor. Personel olay yerinde. Çözüm arıyorlar. Sızan su bize kadar geldi. Lavabosu tıkalıymış yola çıkarken. İyice dolmuş ve taşmış. Misafir ettik bir süreliğine genç çifti. Epey bir uğraştan sonra çözülüyor sorun. Gelsin depodan battaniyeler. Yerler silindi. Bizde çok değil problem. Kendi kendine kurudu zemindeki küçük ıslaklık. Şans işte; giderken orta kompartımanı almıştım, dönüş için de planım oydu ama sistemdeki benden kaynaklı bir hata yüzünden dolu gözükmüştü orası ve bir önünü almıştım ben. Rabbim ya. Epeyi geyiğini yapıyoruz bu tesadüfün. Rötar yaptık biraz. Kapatıyor bu arayı kıymetli makinistlerimiz ilerleyen zamanda, vaktinde varacağız Ankara'ya.  Erzurum Gar'ında keteleri kapmışım bu arada.

Günün ruhları dürtükleyen saatleri başladı. Kuralım artık masayı. Haaa unuturum sonra, yolculuğun en keyifli anlarından biri gelen ve giden Doğu Ekspreslerinin karşılaşma noktası. Erken gelen bekliyor. Geçiş ânı keyifli. İnip beklemek de o ânı... Diz boyu karlar. Peronda bekleyen yolcular ve ânı dondurmak isteyen fotoğraf makineleri.


Kars Migros Jeti sevdik biz. Şarabımızı oradan aldık. Sevilen'in Adatepe'si. Tanışıklık var. Litrelik, vidalı kapak. Üç üzümden müteşekkil sek bir kırmızı şarap; Cinsault, Carignan ve Cabernet Sauvignon. Havalı di mi? Alkolü %12. İçimi keyifli, hatta çok eğlenceli. Taze bir şarap bu. Tren için özellikle seçildi. Fiyatı makul, 19.50TL. Fiyatıyla hava atan çok şarabı cebinden çıkarır. Peynirler zaten muhteşem. Fransa'da bile bulamazsınız. Çünkü Kars'ta.

Yalnız peynir, kete, Şam fıstığı uyumu muhteşem. Çok da eğlenceli. Şarap da yakıştı valla. Haaa bu bir tren keyfi; planlanmış bir mizanseni de var tarafımızca. Aynı peynirlerin asil tamamlayıcısı ise alkolü daha yüksek şaraplar. Mesela %14 alkol oranlarıyla Sevilen İsa Bey ve Parsel NO: IX. Mesela Buzbağ'ın Diyarbakır ya da Elazığ'ı, ya da ikisinin kupajı. Tren usul usul. Biz de usul usul. Zaman donsa mı yoksa aksa mı?

Çünkü bir parça kete üzerine bir küp eski kaşar, gravyer, mezelik gravyer, eritme ya da çeçil koyup üzerine de bir adet Şam fıstığı yerleştirdiğiniz ânda ortaya çıkan tat muhteşem. Çok eğlenceli bir lezzet bu. Bir de buna bir süre sonra bir yudum şarap ekledinizmi, gel keyfim gel.


Elinde fotoğraf makinesi olan herkesin en çok istediği, tam viraja girmişken arka vagonlardan bir yılan gibi kıvrılan trenin fotoğrafını çekmek. Koridordayken önden arkaya, arkadan öne koşturan telaşlı tripodlara dikkat! Tüyo ise  şu: Tren yolda lokomotif değiştiriyor. Bunlardan biri 22000'lik kırmızı. Bizim için bir önemi yoktu. Ta ki en sevdiğim yol arkadaşımın bir fotosuna gelen mesaja kadar. Bir demiryolcu mühendisten, fotoğraf meraklısı. Mesajın özü şu: 33000'lik vermeleri kötü olmuş. 22000'lik lokomotif olsaydı, kırmızı kırmızı...


Dönüşün güzel yanı, günün tamamını yaşatıyor olması, normal bir gün gibi. Artık uyuma zamanı. derin gitmişim, taa ki telefon çalana kadar. Hayırdır? Kız kardeşim. "Uyuyor muydun?" En sevdiğim soru? Ne konuştuk hatırlamıyorum bile. Tekrar uyumuşum. Sabaha trende uyanmak süper. Artık Ankara sınırları içindeyiz. Bulduğumuz ilk otobüse binmekti niyetimiz. O nedenle dönüş bileti ayarlamamıştım.


Kalan şarabı gözümüze kestirdiğimiz bir akşamcıya vermek niyetimiz. Çok arandık Ankara Garı'nda. Çok bakındık sağa sola. Sonra kime kısmet diyerek bıraktık bir çöp kutusuna. Kalan keteler de garın bahçesindeki güvercinlere.

Bir taksiye atlıyoruz sıradakilerden. İstikamet AŞTİ. Evdeki hesap çarşıya uymuyor. Sömestir dönüşü olduğunu düşünememişim. Erken otobüsler dolu. Öğlene zor bulduk. O zaman sırt çantaları emanete biz halama. Halam, halaların bi tanesi, koştur koştur mükellef bir kahvaltı sofrası daha. Tıka basa doyduk. Ankara simitleri sıcacık. En Angaralı yol arkadaşım alıverdi bi koşu.

Vakit yaklaştı, AŞTİ yürüme mesafesi. Beştepe görüş alanında. Halkın sarayı! En sevdiğim yol arkadaşımın ilkokulu derken yeniden otogar. Ana baba günü. Emanetten aldık sırt çantalarımızı. Perondayız. Dağılan Ulusoy'un kollarından biri. Ali Osman Ulusoy. Ulusoy sanarak almıştık bileti. Arabanın ilk seferi. Yerler laminant. Enteresan.  Koltuk arkasında "dev ekran". Üstelik Bafra'ya kadar gittiği için tam evin önünde inme imkânı. Keyifli bir yolculuk. Evdeyiz.


Bana bunca yazı yazdırabilen bir başka şehir daha olur mu, bilmiyorum. Ama bunu başarabilecek şehir sayısının çok az olduğunu biliyorum. 

Serinin 1. yazısı, her şeyin başladığı yer Doğu Ekspresi.


5 Mayıs 2016 Perşembe

Nasıl olsa yine bir gün döneriz bu yollardan geri...*

Beyaz...

06/02/2016

Tren 7.45'te. Çantalarımızın son kontrollerini yapıyoruz; yolluk hazır, şarap yerinde. "Kahvaltı için sıcak poğaçalar çıkmış mıdır acaba?"  Bir koşu asansöre ve direk kahvaltıya hazırlanan restoran katına... Poğaça yok, lakin su böreği var. Fırındalar... "10 dakika sonra hazır." dedi genç usta. Biraz kuru pasta alalım. Bir kaç dilim ekmek alalım. Yumurta alalım. Bizim peynirler daha âlâ, geçelim. Eritme alalım. Bunları gravyer bilirdik eskiden di mi? Karper... Ne Fransız gelirdi sofralarımıza. Pek de zengin dururdu masada. Çok da lezzetliydi ama!.. Meğerse Kars'taymış fabrikası. Hoş bir çocukluk anısı. Benim Kars'ım.

Börekler hazır. Misss... Dışarısı ayaz. Dumanı üstünde. Kars Kalesi yine şahane. Sokaklar ıssız. Güneş saklı. Kattaki garson çok tatlı. Börekler dinlendi ve şimdi dilimleniyor. Görüntüleri muhteşem, peynirleri neredeyse krema. Hadi bakalım çantaya.   

"Ellerine sağlık ustam, muhteşemler."   

"Çok teşekkürler, her şey için."


Önce bir taksi bulmamız gerek. Resepsiyon yine eksik, standart taksici arandı; uzakta olduğu ve gelemeyeceği haberi alındı. Ötesi yok. Resepsiyonda kim olsa sonuç değişmiyor. Bu otelin bu hizmeti çok zayıf. Kristal'in öteki köşesinde bir taksi var. Gördüm. Mesafe yakın. Lobinin sıcağındayız ve camın ötesi buzul. Hava donmuş sanki. Zaman da... Işıklar hazır ve duman makinesinden bir sis gönderildi. "Motor," dedi yönetmen. Adımlarımız hızlı. Buzlardansa tık çıkmıyor.

Muzaffer Abi'nin tarihi dediği, Orhan Pamuk romanının kahramanlarından Yeşilyurt Lokantasının önünden bir kez daha geçiyoruz. Merakımız artık o bizim! Gizemini koruyor. Kristal'e takılıyor gözüm birden. Kapının iç tarafında, ışıksız mekandan dışarıya bakan kıpırtısız adam muhteşem. Göz göze geliyoruz. Bir sonraki sahne onun mu acaba?  Bir roman kahramanı bu. Bir sürü karakter geçiyor gözlerimin içinden. Bu çok özgün. Kesinlikle!

Hafızamdaki en uygun ile eşlemeye çalışıyorum. Taba rengi volanlı maksi paltosu, boğazlı gri kazağı, koyu kahve deri yeleği, deri çizmeleri ve de şapkası ile sabahın o saatini soğuğun yarattığı pusa bürünmüş havayla bir araya getirince muhteşem bir final karakteri.

"Bizden önce biri kapmasa taksiyi..." Endişeli ve hızlıyız. "Ohhhh çok şükür!" Kaptık. Şoföre bakınıyoruz. "Bir kahvede mi acaba?" Sol tarafta yok. Issızlık hükmünü devam ettiriyor. Kars henüz uykuda. Geldiğimiz yöne dönüyoruz. Uzun volanlı paltosunun kanatları yaratılan rüzgarla havalanıyor, sis bulutunun içinden çıkıyor. Başı göklerde yürüyor az önce camın arkasında hayal gibi duran adam. Binalar yaratılmış siste kayıplar. Bu Saga'nın erkeği! Malmö emniyetinden Saga'nın. Mimiksiz ama ifade yüklü çizgileri keskin bir yüz. Dik, uzun ve kararlı adımlar. Yere değmiyorlar. Tüm duvarları ve bedenleri delip geçen bir bakış. Yaşsız bir karakter. Zamansız da.. Muhtemeldir ki Lenin devrimi yaparken en yanında olanlardan biri. Hala aynı palto, aynı çizme ve aynı şapka. Proleter bıyıklarındaki sarkıtlar kadim.

"Günaydın."

"Günaydın."

"İstasyona gideceğiz.. ne kadar?"

"15 Lira."

İtirazımız yok. Bindik. Laf olsun diye sormuştum zaten.

"Yolculuk nereye?" "Samsun'a ama önce Ankara tabii ki." Abinin gözleri parladı, bir sıcak kapladı arabanın içini, kadim buzlar çözüldü. "Askerliğimi Samsun'da yaptım. Sahra Sıhhıye'de. İhtilal zamanıydı. Dışarı pek çıkamazdık." "Olsun manzara muhteşemdir ama. Özellikle Subay Gazinosundan. Bilir misin orası eskiden Amerikan radarıydı. O yüzden konforlu bir birliktir diğerlerine göre."

Aynı yaştayız ama abi kadim. Görevli geldiğimizde aynı mekanı aynı anda solumuşuz yıllar önce, ne tesadüf. O günkü görevde, üst rütbeli birine şahane bir kafa tutma hikayemiz var ki kaç kişiye ballandırdığım meçhul. Nöbetçi amiriydi binbaşı. Anlatmaya bayılırım da zaten çok uzayacak bu yazı. Abi binbaşısına tapıyor, üzmeyelim kendisini.


Sıcak uykulardaki caddelerden geçip istasyona varıyoruz. Abiyle vedalaştık. Güzel adam. İsmini sormadım. Cismi daha manalı çünkü. Epey vaktimiz var. Çantalar şurada dursun, ben gidip trenin bir fotosunu çekeyim. Motorlar çalışıyor, son kontroller yapılmış. Makinistler hazır, selamlaştık. Sabahın eşsiz soğuğunu hissederek karların kıtırtısı eşliğinde yürümek zevkli. Gar binası her ne kadar devlete iş yapan mütahit anlayışının ürünü olsa da artık kabulümüz. O halde de seviyoruz kendisini.  Günaydınlaşıyoruz demiryolcularla. İbrahim abi, kondüktörümüz, henüz tanışmadım. Trene giderken "Hadi." demiş, el atmış çantalarımıza, taşımışlar birlikte en bayıldığım yol arkadaşımla. Oysa ben onu bizim vagonun önünde sigarasını tüttürürken gördüğümde hamle yapmıştım çantaların olduğu yere. Göremeyince çantaları, üzülmüştüm tek başına taşıdı diye. Rahatlıyorum. Serkisoff kardeşliği! Zincirinin ucu deri yeleğinin üst düğmesinde takılı, yeleğinin sağ cebine yerleştirdiği Serkisoff'unu mesleki onuru olarak gururla taşıyan Kahraman dedem. Demir yolu aşkımın, her biri altın masallar niteliğindeki yolculuklarımın baş kahramanı adam. Küçük Ağa. Rahat uyu.


Hoşça kalın kornası çaldı, usulca kımıldadı tren. Gittikçe hızlanırken akıyor Kars'ın veda görüntüleri. Her şehirde olduğu gibi; inşaat.. inşaat.. inşaat... Yeni kalkınma göstergemiz. Rabbim sonumuzu hayır etsin. Çabuk bitiyor şehir. Artık alabildiğine beyaz. Uzak köyler, donmuş su havzaları, ağaçlar ve muhteşem gökyüzü. Düzlükler.. düzlükler...


Tam da burada, gelirken başımıza gelen bir şeyden söz etmem gerek. Yazmazsam tarih şapşallığımı affetmez. Kompartımanın kapısını açık bırakıyorum ben. "Cam kenarı feda olsun." demişim bir kere. İki yanı da görebiliyorum öte yandan. Aslında fotoğraf için avantajlı bir durum. Bir ara, Erzincan'a gelirken ve nispeten daha ova bir noktada, trenin sağ tarafında müthiş bir kar fırtınası olduğunu görüyorum. Belli bir noktadan sonra başladı. Uçuşan karlar muhteşem. Gelin görün ki sol tarafta tık yok. Güneş pırıl pırıl. Hava berrak.. hava sakin. Görüş alanı alabildiğine. Tren sanki hattı belirlemiş. Olağanüstü bir doğa olayına tanıklık ediyorum. Yalnız değilim ama. İki yanı aynı anda fotoğraflamaya çalışıyorum. Başarmak zor. İki foto ile kolaj yapmak mümkün. Yazıya koyacağım. Bunun heyecanı süper. Havam batsın.


Sonra uyanıyorum. Ampul birden yanıyor. Kars'a vardığımızda hala uyanmayanlar var. Muhteşem bir doğa olayının tanığıydılar! Trenin bir yanında şahane bir kar fırtınası varken diğer yanında güneş ve sakin bir hava. Sadece bizim çocukları uyandırdım, Ani Çıldır güzergahında konuyu açtıkları zaman. Lokomotifin önündeki küreyiciden savrulan karlardı bunlar. Rüzgar tersteydi ve trenin sağına nasip olmuştu bu yapay fırtına. Çok güzeldi ama! Çoooooookkk.


Güzergah insanları güzel. İçli dışlılar trenle. Mesela bu abi; göz göze geldik bir an. Fotoğraf çekiyorum o ara. "Ben ben.." diye muzipçe vurdu bağrına, anlaştık. Çektim pozunu. Gülüştük. El sallaştık. Şahaneydi.


Yazının devamı...

Doğu Ekspresi ve Kars. Nedir, nasıl bilet alınır, tren ve yolculuk nasıldır için buradan lütfen.

*Başlık ve üç yazıda kullanılan, Beyaz... Uykusuz... Uzakta... Cemal Süreya'nın Kars adlı şiirindendir.

Fotoğraflar Nikon L23 ile...

27 Nisan 2016 Çarşamba

Kars Peynirleri ve Yeme İçme

Rötarsız sayılabilecek bir zamanda Kars'a varan Doğu Ekspresinden inip, otele sırt çantalarımızı bırakır bırakmaz Kars lezzetlerinin peşine düşüyoruz. Kars'a gidince ve konu yemek olunca aklınıza ilk ne gelir? Tabii ki kaz, di mi? Çünkü televizyonlardan ve okuduğunuz tüm Kars yazılarından etkilendiniz, bizim gibi. O zaman ilk akşam Vedat Milor'un izinden gidiyoruz. İstikamet Kaz Evi.

Otelden çıktık ve rastladığımız ilk kişiye sorduk. Takım elbiseli genç bir adam. İlgiyle tarif etti. Kolay. Atatürk Caddesinde ilk kez yürüyoruz. Faik Bey Caddesiyle kesişme noktasından sağa döndük ve bir kez daha sorduk. Emniyet Müdürlüğünün önündeyiz, tamam.. şimdi karşıya geçme zamanı.  Ara caddeye giriyoruz. İşte Kaz Evi. Mekan sakin. Kalabalık olur diye umuyorduk oysa. Az önce birileri kalktı ve bizim dışımızda "bizim çocuklar" var. Henüz tanışmadık.

İş yeri sahibi hanımefendi, Kars yemeklerini evlerden çıkarıp bir lokantaya taşıyan ilk kişi. Aynı zamanda dernek başkanı. Bir hanım ağa tavrı da var sanki. Yabancı olduğunuz da hemen anlaşılıyor zaten. Bilgilendiriyor. Konuşkan.


Kaz eti ve hangel ile başlamak niyetindeyiz. Kaz için menüde iki seçenek var: Kaz suyunda pişirilmiş ve tatlandırılmış ve de lezzetli bulgur pilavının üzerine didilmiş, görece daha yağsız, ağırlıkla göğüs etli olan porsiyon 30 TL...  60 TL olan ise daha yağlı kısımlardan, kemikleriyle bütün servis ediliyor ve biraz daha büyük bir porsiyon. Aslında kaz etinin bizim açımızdan ekstra bir anlamı yok. Sadece Kars'a gelip de kaz eti yemezsek eksik kalırız sanki. Bir de kıyaslama arzusu. Kaz tiridi geleneksel yemeği olan bir şehirdeniz sonuçta. O nedenle küçük olanı tercih ettik. Hangelse farklı geliyor. Soğanlar tam karamelize olmadan ama o tadı hissettiren bir eşikte bırakılmış, içsiz mantı hamuru tam kıvamında ve lezzetli. Soğan, yoğurt, hamur ve yağ birleşmesi, üzerindeki baharatlarla birlikte güzel. Çok beğendik. Yeni bir mantı tadı bu. Fiyatı 10 TL. İki kişi için, eğer tadım yapılacaksa yeterli bir seçim. Sundukları ekmekler, salata ve turşu da var sonuçta...

Tat alma da sonuçta görece bir durum. Biz muhteşemdi diye ifade edemesek de kazı, dışarı çıktığımızda  bizim çocuklar -üç kişi büyük porsiyon yemişlerdi- çok beğendiklerini söylediler. Hatta muhteşem dediler. Bunun da altını çizmek gerek.


Ertesi günkü tercihimiz Hanımeli. Kaz evinden dönerken dış görünüşüne bayılmıştık. Orada olma arzusu yaratıyor insanda. Ön izlemenin artısı ile mekandayız. Hanımefendi konuşkan, mekan kalabalık. Sıcak, hareketli, büyükçe ve görülebilen mutfakta kolektif bir çalışma var. Birleştirilmiş masalarda kalabalık bir grup, orta yaşlı ve neşeli. Kadınlı erkekli. O rakı mı? Evet rakı!


Masanın akademisyenlerden oluştuğu kanaatindeyiz. Muhtemelen bir tür çalıştay var üniversitede, dolayısı ile misafirler de... Kars yemeklerini tattırmadan olmaz!

Bir de akordeon var mekanda, asılı! Kaz eti istemedik. İfade ediş şeklimizden sonuçlar çıkardı sanki mekanın sahibesi. Anladık ki dertliler. Bazı mekanların Kars kazı yerine başka yerlerden (Tokat gibi) kaz getirttiklerinden söz etti. Dondurulmuş kaz kullandıklarının altını çizdi. Kazın aslında mevsimlik olduğunu vurguladı. Yağlanması  için soğuğa ihtiyacı olduğunu ve artan ziyaretçi sayısı ile doğru orantılı üretim yapılamadığını belirtti. Bunu Tuncay Bey'den de duyacağız daha sonra. Bizim için sorun değil. Zira bu akşam piti ile tanışma fikrindeyiz ve dün bayıldığımız hangeli bir de burada test edeceğiz.


Masaya önce, ikram kısmından, kuru üzümlü, neredeyse tuzsuz ve yağsız, Yasmin pirincinden pilav ve turşu geliyor. Pirinçler İran'danmış. Ekmekleri güzel. Üzümlü pilav ilginç. Ve piti!.. Konuyu çalışmıştım ama hanımefendi "Servisinizi ben yapacağım." diyor.. Benim için de bilgilerimi test etme fırsatı. Önce incecik lavaşları tabağa -eliyle-doğradı, sonra incik etini çatal yardımı ile lavaşların üzerine dağıttı ve onların üzerine de yemeğin suyunu gezdirdikten sonra nohutları döktü. İlk lokma.. ve olağanüstü bir tat. Ölmelik. Elbette ki safran* başrolde.


Mekanın bir özelliği de mutfaktaki kadınların hepsinin ev kadını olması, bir tür kooperatif oluşmuş burada. Kendi yemeklerini satıyorlar. Hanımeli'nin daha sıcak gelmesinin nedenlerinden biri de belki bu. Bize denk gelmedi ama -belki de ilerleyen saatte olmuştur-  hanımefendinin eşi akordeon çalıyormuş aynı zamanda. Rakı konusunda ise topa hiç girmedik. O grubun kendilerinin getirmiş olduğu fikrindeyiz.

Hangelse yine yaptı yapacağını; yassı makarna kalınlığındaki küçük kare hamurlar, üzerlerindeki karemelize soğanlar ve yoğurtla ve elbette baharatlarla muhteşemdiler.

  Atalay'ın Yeri'nden, "Sarı Sazan her balık gibi kesinlikle rakıyı çağırıyor. Göl de... Hani şöyle öğleden biraz sonra oturup akşam üzeri kalkmalık bi keyif için her şey var burada. Sarı Sazanlar çok kere okuduğunuz gibi kızgın ve bol yağda kızartılıyor. Balığın bol, çeşitli ve olması gerektiği kadar yağlandığı ve muhteşem pişirildiği bi deniz şehrinden gelmiş insan bilmişliği yapıp da sazan tipi göl balıklarına burun kıvırma ukalalığında bulunmayacağım. Zaten Sarı Sazan da buna izin vermiyor. Lezzetli, özgün pişirilmiş. Porsiyonlar bol, yanında salata ve turşu. Çatal bıçakla girişmeyin ama! Elle yemesi güzel. Bana kalkan balığını çağrıştırdı mesela.  Tadını çıkarmak gerek. Keyifli iş Atalay'ın Yerinde göle bakarak balık yemek." cümleleriyle bahsetmiştim zaten.

Kılıçoğlu Pastanesi'nin önce dışına sonra da içine bayılıyoruz. Ama içeri girip de tiramusuya dokunduktan sonra tüm hayallerimiz yıkılıyor. Pasta dolabındaki ürün genişliğini görünce uyanmıştık zaten. Sonuç itibari ile fabrika boyutunda ve Erzurum'daki merkezde hazırlanıyormuş ürünler. Bir -soğuk-zincir pastane hikayesi daha. Yine de oturmak keyifli. İki kahve eşliğinde sohbet ve dışarıdaki karın tadını çıkarmak güzel. Limonatadan söz etmiştim daha önceki yazılardan birinde; taze sıkılmış limonsuyu tatlandırılmıştı, her ne kadar su ile yapılan klasik limontayı tercih ediyorsak da güzeldi. İlginç geldi. İkinci gidişimizde yediğimiz keşkül ve cheesecake ise seri imalat kurbanıydılar ve  hiç güzel değillerdi.



Ve..ve..ve!  Kristal Yemek ve Döner Salonu: Şahane bir esnaf lokantası. Kelimenin tam anlamıyla bayıldığımız mekan. Emindik ve yanılmadık.

Dersini çalışmış, önceki akşam Hanımeli'nde sunumu izlemiş biri olarak kendimden emin bir edayla kimseye elletmeden piti servisini ben yapıyorum; herkesin bildiği ve her yerde olduğu gibi.


Fakat gelin görün ki Talip'e beğendiremedim bunu. İlk onlar yapmışlar pitiyi, bundan 60 yıl önce. Mucidi** onlarmış. Diğerleri sonradan türemiş. Çamur etmişim lavaşları.

İlk lokma... Gurmeler gibi.. hissedelim bakalım. Söylenebilecek tek şey muhteşem bir lezzet olduğu. En güzeli bu. Kesinlikle! Diğer pitinin içindeki incik bütündü. Burada parçalanmış halde ve etler kemiklerle birlikte. Bu da iliklerinin suya karışması demek. Turistik mekanlarda, belki de müşteri tercihleri nedeni ile kullanılmayan kuyruk yağı, kemiğin suyu, eriyen ilikler, domates, biber, patates ve safranının birleşmiş hallerinin ortaya çıkardığı kolektif tat olağanüstü. Nohutlar sanki aynı tornadan çıkmış. İriler ve çok şahane bir kıvamda pişmişler. Olağanüstü bir yemek keyfi. Ötesi yok.

Ardından döner sipariş ediyoruz. Güzel ama olağanüstü değil! Belki de pitinin etkisi ile kimbilir? Bunu söylüyoruz açıkça. Gerekçelerini ise haklı buluyoruz. Yine deneyeceğiz ama, tam öğle vaktinde. Kesme aşı üzerine konuşuyorduk sohbet esnasında. O gün yapmışlar meğerse, teklif ediyorlar. "Doyduk, yarın yeriz." diyoruz. Yarın menüde olmayacağını söylüyor Tuncay Bey. İkram ediyorlar. "Tadımlık olsun." diyoruz. Olağanüstü bir lezzet daha. Rastgelirseniz, yarım porsiyon olmak koşulu ile açılışı onunla yapın. Kesinlikle burada tadın ayrıca.


Ertesi gün bir kez daha Kristal'deyiz, tam öğle vakti. Otelden çıkarken burayı önerdiğimiz çift gelmişler dün akşam. Daha kapıdan girer girmez söylüyorlar. Gururlular. Bu kez emir komuta Talip'te. Yufka kadar ince lavaşları tabağa eliyle doğradı. E ben de öyle yaptım. Suyu yufkaların üzerine döktü ve orada kesti. Havalı havalı uzaklaştı. Usul önce yemeğin suyu ile ıslanmış incecik lavaşları yemekmiş, ardından kalan yemek tabağa dökülüp yenirmiş, lavaşlar "çamur olmasın" diye.  İkiye bölündük bu kez. Ben yemeğin suyu ile beslenmiş lavaşlarla birlikte diğer malzemeyi yemeyi daha çok sevdim. En bayıldığım yol arkadaşımsa önce ıslanmış lavaşların yendiği şeklini. Her ne şekil olursa olsun, buradaki pitinin üzerine piti ta-nı-mı-yor-uz.


Ve döner... Dün kaçınılmaz bir biçimde ve işlerin nispeten düşük olduğu bir döneme denk geldiğimiz için  beklemenin etkisiyle yağını nispeten kaybetmişti. Bugünse muh-te-şemdi. Çok iyi dönercilere sahip iki farklı şehrin iki insanı olarak, ba-yıl-dık. Kesinlikle Kristal'e uğrayın. Üstelik çayları porselen altlıklarla ikram ediyorlar. Porsiyonları bol fiyatları uygun. Döner dahil etli yemeklerinin porsiyonu 15 TL idi. Birer porsiyon söylediğinizde iki kişi rahatlıkla doyarsınız. Olmadı bir daha söylersiniz. Piti ritüeli konusunda ise karar sizin!


Peynirlerimizi hemen Kristal'in karşısındaki Büyük Zavotlar'dan almaya karar vermiştik daha önce.  Fabrikanın satış mağazası. Eve döndüğümüzde, eski kaşarın kenarından geçmeyenlerin elinden zor aldık peynirleri. Gravyerleri muhteşemdi. Çeçil de nispeten tuzlu olmasına rağmen diğerlerinden aşağı kalmadı. Ailenin tüm fertlerinden 10 üzerinden 10 almayı başardı peynirler. Ama mezelik diye satılan baharatlı gravyer bir rüyaydı sanki. İnternet üzerinden satışları var, fakat mezelik denilen özel gravyer için telefon açmak gerek sanırım. Sitelerinde görünmüyor çünkü. Gravyer için bir tavsiyem de şu olur: Dolapta saklarsanız, çıkarıp küpler halinde doğradıktan sonra oda sıcaklığında bir süre bekletin. Doğal yağının açığa çıktığını ve peynirin yumuşadığını göreceksiniz.



Serinin devamı için buradan lütfen

 Doğu Ekspresi ve Kars. Nedir, nasıl bilet alınır, tren ve yolculuk nasıldır için buradan lütfen.


 *Ayırd etmek çok zor da olsa tüm mekanlarda muhtemelen zerdeçal kullanılıyor, safranın fiyatından kaynaklı olarak.. Bu bir lezzet kaybına sebep olmuyor. Zerdeçal da Hint safranı sonuçta.
  
**Bozbaş denilen geleneksel yemeğin farklı  yorumu.




23 Nisan 2016 Cumartesi

Sen kaç yüzyıldır burada bakkalsın be Vahit Abi

05/02/2016

Eski bankanın karşısındaki eski iki binadan biri Orman'la ilgili sandığım bir kurumun. Yanından geçip sağa dönüyoruz. Sabah kuşları kar yüklü ağaçların üstünde, cadde sessiz. Bir an binanın arka yüzü dikkatimizi çekiyor ve hiç de yabancı gelmiyor desenler. Burası Kar's Otel. Durmuştuk aslında üzerinde, cezbedici de gelmişti. Olabilirdi de. Ama biraz da hissiyat tercihimizi kesinleştirmişti. Fotoğraflarının aksine daha silik geldi o an. Pişmanlık yaşamadık. Yazın nasıl olur acaba? Konumu da güzel!


Yola devam. İnsana burada yaşasaydım bu okulda okurdum dedirten İsmet Paşa İlköğretim Okulu. Her okulun olduğu yerde bir bakkal amca da olmalı di mi ama? Lakin biz Kars sürecinin en keyifli anlarından birini yaşayacağımızdan henüz habersiziz. Öyle odaklanmışız ki  Yusufpaşa Camisi'ne ve  onu sanki bir tabloda tamamlasın diye dibine yerleştirilmiş içinden ağaç çıkıyor sanılası eve... Onu göremiyoruz. Aslında gördüm!


Soğuk susatıyor, ağzımız kurudu. Vaha dedikleri bu olmalı.  Kesinlikle bir rüya. Henüz sabahın erkeni ve sanki kırpıştırmak gerek gözleri. Olamaz. Ama oldu! Yalnız cami ve ev birlikte çok hoş. Çekmeden bırakılmaz. Onların hemen yanında ise "işte budur" dedirten ev. Mavileri asla kaçırmayan, mavi aşkı tavanda birisinin deklanşöründen olmalı kesinlikle. Önce bakkala mı girsek acaba?

Hiç bir müzede, hiç bir objenin önünde olmadığımız kadar vitrininde kalıyoruz. Ne garip ki Karadeniz'in ücra bir köşesindeki de bu da mavi.* Eski bakkalların hepsinde mutlaka mavi var mıdır ki?


Bir masalın kapısını aralayıp da içine girer gibi giriyoruz dükkâna. Kapının hemen yanındaki sobanın başında ısınan bir genç adam var. Üzerindeki montun ambleminden anlaşılıyor ki dışarıdaki araç onun.  Abiyi sevdiği belli. Sobanın üzerinde çay.

Abi çok kibar, ayağa kalktı.

"Bir su lütfen."

İki de meyve suyu alıyorum raftan. Çocukluk gibi. Muhteşem bi an. Daha çok şey almak geliyor içimizden. Bütün paramızı buraya döksek mutlu olacağız gibi. O an duruyorum. İki duygu bir arada.  İnayet kısmına fren yaptırıyorum. An'a yakışmadı.

 "Ne  kadar?"

Şu an hatırlamıyorum ama şaşırtıcı gelecek kadar düşük bir fiyat. 2.25'di, hatırladım. Bir liraları veriyorum ve küsurat için bozuk arıyoruz. İstemiyor. "Misafirsiniz," diyor. Almamakta ısrarcı. Masasının üzerine bırakıyoruz.

 

"Adın ne abi.?"

"Vahit."

"Abi sakın bu dükkânı bozma, sakın ama."

Gülümsüyor. Niyet etmiş gibi. Sanki sonra vazgeçmiş. İlgi odağı olduğunun farkında. "Fotoğrafını çekebilir miyiz?" diye soruyoruz. Kabul ediyor, alışkın sanki. "Bir yazıda kullanacağım ama! Yayımlayacağım."   Havasını atıyor: "Turuncu Dergisi çekti, dergiyi göndereceklerdi güya. TRT çekim yaptı, uğrayan çok oluyor." Amblemli montu olan genci de çağırdı yanına "Gel, sen de çık." dedi, poz verirken. Çekingen geldi diğeri, biraz utangaç. Ama istekli de. Şöhret olmanın dayanılmaz sevinci.

Raflar rengârenk. Bilmediğim markada kekler, bisküviler, çikolatalar, meyve suları. Acaba lokum ile açık bisküvi de var mıydı?


Üzerinde bulunduğumuz Gazi Ahmet Muhtar Paşa Caddesi'nin Şehit Hulusi Aytekin Caddesi ile kesişme noktasındaki Tuncay Güvensoy tarafından restore ettirilmiş, sırf boyalarının yeniliğinden kaynaklı olarak caddenin tamamında ayrık otu gibi kalan ve bu nedenle şefkatimiz eksik evin önündeyiz. Kaleden çıkıp da yürüdüğümüz gün çekmediğimiz fotoğraflarını çekiyoruz. Bir kaç yıl daha geçtikten sonra, biraz eskiyince boyaları sanki, caddeye ait olacak yeniden. Sırtımızı yasladığımız duvarın ardındaki ev ise hayal kurdurmalık. Meyve suyumu bitirdim. Susuzluğumu artırmaktan öte bir işe yaramadı.

  
"Vahit Abi'de yapmalıydık kahvaltıyı." Aynı anda çıkıyor kelimeler ağzımızdan. Gramla kahvaltılıklar almalıydık ondan. Ekmek dolabından da bir ekmek. Sobanın üzerinde kızartmalıydık ekmek dilimlerini. O dilimlerin üzerinde olmalıydı yağ ile reçel. Mutlaka helva olmalıydı gazete kağıdından sofranın üzerinde. Sobanın üstündeki demli çayla çıkarmalıydık sabahın keyfini.

Ukdelerimizin en acı vereni bu. Neler konuşurduk oysa... ne anılar dinlerdik ondan. Kaç mezun öğrenci ziyaret ediyordu onu mesela. Kaç kişinin anılarından yazıya dökülmüştür kim bilir. Hiç karşılaştık mı kaldırımın bir kenarında mesela. Mahallemiz aynı sonuçta!


Günün neredeyse tamamında Vahit Abi var. İnsan bir Kars belgeseli çekse ve o belgeselin içinde ötekilerden tümüyle farklı, daha sıcak, daha sempatik olarak kesinlikle öne çıkar Vahit Abi. O belki de bu ülkenin tüm eski eserleri ve geleneğinin var olan örneklerinin en değerlilerinden biri. O bir bakkal amca yahu! Daha ne olsun! Üstelik de şehrin görece sessiz ve zamanın durduğu bir bölgesinde en önemli kültür simgelerinden biri olarak kanlı canlı var. Ahhh bir de sömestir tatilinde olmamalıydık ki... Görebilseydik keşke zilin ardından dükkâna doluşan  derse yetişme telaşındaki çocukların aceleci seslerindeki "Vahit Abi Vahit Abi," nidalarını...


Otelin bol çeşitli, güzel manzaralı salonunun gerçek bir kahvaltı zevki yaşatan tadına rağmen, içimizdeki tokluğun verdiği pişmanlık arş-ı âlâda. An itibari ile Kars'ta yapılacaklar listemizin en başında Vahit Abi'de  kahvaltı var. Belki de ondan alınacak domates, salatalık, peynir, zeytin, karpuz ve yaz helvası eşliğinde bir öğlen yemeği... Mavi pencereli evin bahçe duvarının üzerinde oturarak olmalı kesinlikle.


İyi ki Çocuk Kütüphanesi yapılmış güzel binayı da geçtikten sonra; tatlı yokuşun üst kısmında, Kafkas Haber Ajansı'nın ofisi ile karşılaşmak şahane. Aşinayız birbirimize. Bir yazımdan (Göğceli Cami) isim vererek yapılmış bir alıntının kullanıldığı, bu konu üzerinde araştırma yapan, Kafkas Üniversitesi'nden bir akademisyenin makalesini yayımlamışlardı, eski sayılarından birinde. Tesadüfen görmüştüm nette. Uğrasak mı? İstiyoruz, demli bir sabah çayı ve sohbet güzel olabilir. Ne yazık ki henüz açan olmamış ofisi. Yalnız, yolunuz düşerse Kars'a, kesinlikle yerel gazetelerden almalısınız. Çok pişmanız... Eksiğiz.

Kapının önündeki polis kulübesini ve keyifli sohbetin dibine vurmuş, ince belli bardaklardaki çaylarının tadını çıkaran misafir polisleri görünce,  "Fotoğraf çekebilir miyiz?" diye soruyorum. Yüzlerindeki ifade muhteşem bir şaşkınlık. "Tabii ki." deyip sohbetlerine devam ediyorlar. Valilik sanmıştım da! Oysa Ticaret Odasıymış. Valilikse üç fotoğraf yukarıdaki sarkıtlarına dikkat edilesi Baltık  tarzı mimarisi ve geniş alanı ile göz dolduran sarı renkli bina. Bu paragrafın üstündeki ise üzerine pek de espri yaptığımız, tabelasındaki ifadeye bayıldığımız, Bakü tecrübeli yol arkadaşımın  gözlemleri üzerinden -güzel- nedenini kavradığım  Azərbaycan Respublikasının Qarsdakı Baş Konsulluğu. Hemen yanındaki güzel bina ise önündeki kaldırımsızlıkla güzel Halk Sağlığı Müdürlüğü.

Hemen önündeki bozulmuş asfaltın kenarında kalan, çakılla karışık toprağın üzerinde oluşmuş cam gibi buzların altından kıvrılarak akan minicik ırmakları izlemek çok keyifli. Ne kadar kaldık, kaç poz fotoğraf çektik bilmiyorum. Yusufpaşa Mahallesi, dolayısı ile Ordu Caddesinin tamamı, Faik Bey Caddesi ile birleştiği noktaya kadar kesinlikle zamanın dışından bir alan. En güzel golü ise en esprili mekân seçtiğimiz "adıgüzel" bir kafe atıyor.


Tam karşısındaki binanın önünde uzun kalıyoruz, bayıldık. Terk edilmiş, tüm ayrıntıları, o ayrıntılardaki incelikli işçilik muhteşem. Etrafa bakınıyoruz bir yandan. Plan yapıyoruz. "Yardımcı olabilirim." diyor genç adam.  Kars'ın acemisi sandı bizi. Marşı basıyor ama bir türlü çalışmıyor araba. Şık bir pick-up'ı var. Üst model. Güçlü bir araba. Bir arkadaşı ile uğraşıyorlar, uzun süredir. Teşekkür ediyoruz, yardım önerisi için. Arabanın sorununun teşhisi ve çözümü ise bende var. İşim bu benim. Hava sert, mevsim kış. Kesinlikle çok yardımsever şehrin halkı, neredeyse sorduğunuz yere elinizden tutup götürecek derece.


Bir kez daha Faik Bey Caddesi'ndeyiz. Karabağ Oteli'nden, Büyük Migros'un önünden, peynir alışverişini ondan yapmadığımız ama  her gün gördüğümüz, caddenin köşesindeki direkte asılı "Tarihi Zavotlar" reklam tabelasından sola, Atatürk Caddesi'ne dönüyoruz. Serka'nın önünden bilmem kaçıncı kere geçiyoruz. Kesinlikle güzel bina. Her akşam vitrininde kaldığımız tükkândan alışveriş yapma günü. Yarın sabah Kars'a veda. Bu şirin tükkana girdiğimiz an bilgisayarın başındaki üçüz olmaları muhtemel ama kardeş oldukları kesin gözlüklü çocuklara bayılıyoruz.  Alışveriş. "Tükkân" sahibesi ile sohbet. İç taraftaki beklenmedik kafe'sine bayım bayım bayılma derken... Oteldeyiz. Tekrar çıkacağız otelden ama! Migros Jet'den şarabımızı, peynirleri kargoya verdirdiğimiz peynirciden de yolluklarımızı almak üzere... Neredeyse 10 kilometrenin altında kalacaktık bugün ilk kez. Neredeyse!


Yazının devamı

 Doğu Ekspresi ve Kars. Nedir, nasıl bilet alınır, tren ve yolculuk nasıldır için buradan lütfen.

 *Karadeniz'in ücra bir köşesindeki bakkal yazıdaki 7.fotoğraf, görmek isterseniz, buradan lütfen

Fotoğraflar Nikon L23 ile..


18 Nisan 2016 Pazartesi

Kars Şehir Sineması 4

1.bölüm


Seviyorum seni bugün 
dünden fazla yarından az...


Çok düşündüm... Karar verdim ki benim bu hikâyeyi hızlandırmam gerek. Ne diyor SEO çalışmaları konusunda yetkin blog alimleri, öncelikle kısa yazılar yazmalısınız.

İyi bir blog yazarı değilim ben. Ama güzel hikâyeler de kuruyorum sanki. Fakat bu hikâye benim için çok özel! Birlikte yazıyoruz. Çok eğleniyorum açıkçası. Çok şey de öğreniyorum. Bu olağanüstü güzel.

Mesela şu an, öğrendiğim yeni bir kelime üzerinden bir cümle kuralım mı? Ne dersiniz? Hımmmm... kuralım. Pekala. Yıl hala 3250 olsun ama. "Sinema salonunda birbirinin sıcağına sarılmış, her karenin ruhlarında açtığı ufuklara teslim, aynı patlamış mısırı aynı kola ile pay eden sevgililer, gecenin dilsiz aydınlığında birbirinin notalarına dokunarak yaratılabilen müziğin ve şarabın eşliğinde geceyi gündüze döndürmek için soğuğun hâlâ sinema koltuğunda kalmış sıcaklıktan uyandırmasına izin vermeden, şehrin çocuk uykusundaki sokaklarında üşümüş ve sokulgan adımlarla yürüyorlardı. Onlar az sonranın kıpırtılı heyecanı ile yürürken sinema salonunda bir faaliyet başladı. Tıpkı gramofondan yayılan şarkı gibi; görünmeyen ama hissedilen bir faaliyet."

Evet ben de farkındayım, başlangıç ile nokta arasındaki cümle çok uzun oldu. Laf aramızda, ben yazmaya ilk başladığım dönemde noktası arşı âlâya varmış cümleler kurardım. Nokta ve virgülden sonra gelen cümleyi de noktanın dibine dayardım. Boşluk bırakmazdım. De'leri da'ları ayırmazdım. Sonra bir yazı okudum ve utandım. Sonra, bir ayıbım olarak bir kitabını alıncaya kadar kendisinden haberdar olmadığım Sayın Ekmel Denizer, tesadüfen rastladığı bir yazıma yorum yazınca... Çok utandım. Yorum çok güzel ve değerliydi, yanlış anlamayın, bu konulara hiç dokunmuyordu. İmlâ bilmezliğimden utandım ben. Yazılarımın bu anlamdaki sefilliğinden. Bu hissimi onunla paylaştım. O bana dedi ki; önemli olan duygudur. "Yazının biçeminden dolayı kutlarım seni." Yani demem o ki ben hâlâ öğreniyorum, eski yazılarımı rastladıkça düzeltiyorum. Tekrar tekrar. Feyz aldığım çok değerli biri var, her seferinde bana istemsizce ama gönülden önümü ilikleten. O nedenle bakarız bir çaresine.

Pardon, yine çaktırmadan hava atmaya çalışırken eksik bıraktım öneri cümlemi: "Hissedilen, boşalan salondaki sımışkaların* kabukları ile birlikte diğer çöpleri süpüren çalı süpürgesinin sesiydi. Daha sonra yığının içinden ayrılıp, temizlenip istiflenerek soğuk günlerde sinemayı ısıtacak sımışkaların bir de."


Limonatalarımızı keyifle içiyoruz, Kılıçoğlu Pastanesinde. Cheesecake ve keşkül içinse pek güzel şeyler düşünmüyoruz. Henüz Kars Şehir Sineması üzerine bir yazı yazacağımdan haberim yok. Kargo pantolonlu, beyaz plastik sandalyelerden birini ön bahçenin papatyalar dolu bölgesinde, nar ağacının altına çekip çantasından çıkardığı kitabı okuyan ve üstelik bunu gözüne taktığı şık güneş gözlükleriyle yüzünü güneşe dönmüş bir halde yapan kadının kesinlikle bu yazıların tümünü okuyacağını ve özellikle bu yazının yorum kısmında, ne alakaysa,  "Limonata gerçek bir limonata mıydı?" diye soracağını da düşünemiyorum o an.

Şimdi eminim. O fırsatı vermemek için yazıyorum: Limonata gerçek olmakla kalmadı, içtiğim tüm güzel limonatalara da fark attı! Çünkü taze sıkılmış limon suyu hafif bir şekilde tatlandırılmıştı. Yalnız sorumuz üzerine gözümüze sokmak için mi böyle yapıldı, yoksa limonata yapma üslupları mı buydu, bilmiyorum. En sevdiğim limonatalar ise bildiğimiz klasik usul olanlardır. İçine su da katılanlar. Birtat'ınkine bayılırım misal. İnci'ninkine de. Ve de Uzay Pastanesi'nin limonatasına.


Şimdi tam da burada,- lafımı da sokmuşken- durumumu tarif için bir deyiş kullanmanın yeri ama yazmıyorum. Ve sözünü tutmayı bir türlü beceremeyen bir yazar özentisi olarak bu kez gerçekten hızlanıyorum. Haydi, hep birlikte! Artık oyalanmayalım ve  bir çok noktayı atlayıp, zamanı ileri saralım. Bitsin gitsin. Sonuçta insan dediğin sıkılan bir varlık di mi ama?

Hikâyenin inişleri de olmalı bence. Biz hiç inmedik. O halde Galatasaray Lisesi'nde okuyan, üzerine büyük hayaller kurdurduğumuz lisanslı kayakçı, yakışıklı esas oğlanı Kars'a çağıralım mı? Çağırdık, okulu bıraktı ve geldi. Buna bir neden bulmamız lazım. Roman ve hikâye için ne derler; gerçek ya da gerçeğe yakın olan. Şöyle gerekçelendirelim o zaman: Sinemanın işleri başlangıçtaki beklentileri karşılamıyor olsun, onlar için kurulmasına rağmen diğer iki oğula takviye gereksin. Daha atak, daha yaratıcı, ufku geniş birisine ihtiyaç var. Sonuçta 1.adam öngörüleri yüksek biri. Şehre hizmeti öncelikli tutuyor. 

Bu arada Konya'daki Ağır Ceza Hakimimizi tayin emrini aldırdığımız günden beri eşya denkleri ile bekletiyoruz, haberiniz olsun. Narin, alımlı, zarif ve rüzgârın camları aşıp da tenine değemediği, saçlarını uçuramadığı esas kızımız da hâlâ pencerenin önünde. Ben büyük aşkların karakterleri hemen buluşsun isteyenlerdenim. Yazarken  yanıp tutuşsam da bir fırlama var içimde. Kabul.

Hızla!.. Artık esas kızımız ve ailesi Kars'ta. Kabul mü? 1.adamla ve eşiyle tanıştılar. Sıklıkla karşılaşıyorlar, şehrin önemli gecelerinde. Esas oğlan artık Sarıkamış'ta kayıyor. Yarışıyor lisanslı bir sporcu olarak. Bir de gramofon var artık sinemada. 


Zamanı geldi di mi, büyük aşkın temellerini atmamız lazım artık? Katıldınız. İstemiştiniz! Bir akşam, şehrin en güzel mekânlarından birinde, bir baloda göz göze getirelim mi onları? Ah... ahhhh ben ne ballandırırdım bu ânı şimdi. Ama söz verdim ve dönemem. Bir ân aklımdan geçen cümlelerle bir sinema filmi için bir sahne kurdum, elimde olmadan. Kusura bakmayın. Karşılaşma anıyla ilgili olan zaten cepte. Kurduğum ân başka bir ân. Eğer bir film olursa, rüya bir final dansında ve tek bir kamerayla bu. Ucu açık kalıp sonsuzluğa sürüklenecek bir sahne. Ölümsüz aşka vurgu.

Sinemanın işleyişi üzerinde de farklılıklar yaratmamız gerek kanımca. Esas oğlanın eli değdi. Belli etmemiz gerek. Ağır Ceza Hakimi'miz, değerli eşleri ve gülümsemesine bir ömür verebileceğiniz alımlı, güzel, narin ve zarif kızları, cumartesi 6 matinelerini kaçırmıyorlar.

Ben derim ki; artık gramofondan çıkan şarkılar daha bir manalı olsun. Mesaj taşısın. Tıpkı ucu yakılmış  mektuplar gibi. Film bitip de sinema dağıldığında; kuğu gibi süzülen sahneler betimleyelim. Usulca değsin gözler mesela. Soğuğu hisseden sıcak titremeler oluşsun bedenlerde. Terlesin eller.  Utangaç olsun bakışlar. Evet diyen hayırlar içersin tavırlar... Katılanlar? Katılınılmıştır.

Heyecanlandık di mi? Siz değilseniz de, ben ölüyorum. Ahhhh bi de aklımın hızına  parmaklarım yetişebilse...  gelin günlerce devam ettirelim bu uzaktan bakışmaları. Sonra şöyle bir şey yapalım; bir kadınlar matinesine kız arkadaşları ile gelsin, tenine rüzgârın değemediği kızımız. Uzaktan bir tebessümle  geçsin salona. Kıkırdasın arkadaşları. "Yakışıklı çocukmuş," desinler misal. Sonraki film çıkışlarında arkadaşları bir köşeye çekilsin. Onlar bir masaya konuşlansınlar. Parmak şıklatma ile iki gazoz gelsin masaya. Ürkek ve çekingen ama öte yandan da yerinde duramayan cümleler yazalım onlar için. Ne dersiniz? Anladım katıldınız.

Nasıl geçti vakit anlamasınlar. Hava karardıkça ürkeklik sarsın esas kızın bedenini. "Annemler!" desin içinden. Arkadaşları gelsin ve hadi geç oldu desin mesela. Zor ayrılsın elleri. Hatta esas oğlan gecenin bir vaktinde yatağına uzanmış tavana bakarken, onu düşünüyormuş hissi veren cümleler olsun bakışlarında. Yine de yetemeyelim. 

Ya da yıllar yıllar sonra güzel bir kadın... Bir yazı okurken birden... Bir mektup yazsın, hiç tanımadığı birine. Çekinceler olsun içinde. Her şey bunu betimleyen cümleyle başlasın. Kim olduğunu bilmeyelim ama... son satıra kadar.

*Sımışka: Ay çekirdeği


      SON




Kars yazılarımın planladığım akışını değiştirmeme neden olan, onları çoğaltan, yazma heyecanıma tavan yaptırıp o heyecanla şu tembele aşama kaydettiren,  Berya'nın Kaleminden  adlı blogun çok kıymetli yazarı  Belgin Eryavuz hanımefendiye ve çok kıymetli ablalarına özellikle çok teşekkür ederim.

Ve ayrıca;

Benim için değerine paha biçilmez, çok kıymetli Gülsen Varol  Öğretmenime..

Hayatımda hep olacak çok kıymetli kargo pantolonlu hanımefendiye...

Size...

Kısık gözlerindeki gülüşüne bittiğim, onunla yolda ve her yerde olmaya bayım bayım bayıldığım, çok ama çok sevgili yol arkadaşıma...

Sonsuz teşekkürlerimle.


Çalsın mı bir kez daha GRAMOFON?



Doğu Ekspresi ve Kars. Nedir, nasıl bilet alınır, tren ve yolculuk nasıldır için buradan lütfen.

Fotoğraflar Nikon L23 ile..

14 Nisan 2016 Perşembe

Kars Şehir Sineması 3

 1.Bölüm


Ben Aşkı İlk Defa Sende Tanıdım...


Ne yazık ki filmin etkisinden kurtulamayan biz, kapısında "Akraba ve Damsız Giremez" yazılı Ozzi Club Bar'ı atladığımızı filmin etkisinden usul usul çıkmaya başladığımız esnada fark ediyoruz. Alın size bir ukde daha. O kadar yoğun konuşuyoruz ki filmi. En çok da Cem Yılmaz'ı. Toplumun farklı ve de düşünceleri bazında tutucu bir kaç kesiminin tepkisini çekecek, muhtemelen sosyal medya üzerinden topa tutulacak bir filmde rol almasının risklerini bilerek, tüm konforlardan uzak, gişe yapması zor bir filmin içinde ve afişinde yer almak, çok değerli kanımızca. Bunu bir sanatçı tavrından ziyade şefkatli ve büyük insan olmakla eşliyoruz. Oyunculuksa ezber bozan cinsten.


Barı unutmak ziyadesiyle üzüyor bizi. O barda olmalıydık. Konuşarak yürüyoruz. Buzları unuttuk çoktan. Konuştukça film de büyüyor, Kars da. Sanki tam da burada Italo Calvino'nun muhteşem kitabı Görünmez Kentler'deki cümlesini bir kez daha yazmam gerek: "Size bir kenti sevdiren; onun doksan dokuz harikası değil, sorularınıza verdiği yanıtlardır." 


Artık oturmuş karakterlerimizden biri olan  1.adam yoğun bir şekilde Rusya'dan demir çelik ithal edip, oraya canlı hayvan satıyor, işleri iyi. Bunu bir kez daha vurgulamalıyız ki ilk bölümde hikâyenin genel planlamasını yaparken altını çizdiğimiz genel durum üzerinden sinemanın açılmasındaki temel nedeni ortaya koyabilelim. Bu vurguyu sinemanın ilk günüyle birlikte tasvir etsek iyi olur sanki. Şehrin ileri gelenlerinin katıldığı açılış törenini, dönemin kültür algısını ve Kars'ın o günkü demografik yapısını da öne çıkarmalıyız bence. Hımmmmmm... bu noktada bilimden yararlanıp döneme ait pek çok fotoğrafı da taramamız gerek. Aslında hikâyeyi kurarken bütün sahneleri de birebir yaşıyorum, lakin bu benim tasavurumla sınırlı, bilimsel ve tanıksal bir gerçekliği yok. İçimden bir ses, topla pılını pırtını düş bu işin peşine diyor açıkçası. Karabağ Otelinde bir odan da senin olsun! Günlerce kal orada. 

Tam da buraya izninizle bir kahkaha efekti koyuyorum. Kusura bakmayın. Gülmem kendimedir. Yazma konusunda hayallere dalma, bir şeyi çok isteme, neredeyse yapma noktasına gelme ve ardından da  her şeyi orada bırakma halimi ben biliyorum da siz bilmiyorsunuz. O nedenle yani.

(Bazı gerçeklikler üzerine düşünsel olarak güzel hikâyeler kurabilen, bunu gerçekmiş gibi başkalarına anlatıp hava atan biriyim ben. Gelin görün ki konuşurken bunca başarılı gerçeklik algısı yaratabilen şahsım, göründüğünün ve yarattığı algının dışında, eylemsel olarak, fena halde de tembel.) 

Çok zor da olsa döneme ait tanıklar bulmamız gerek sanırım. Sanki bir yerlerde birisi var; o günü yaşayan, kuruluş aşamasının tüm evrelerini, o günkü Kars'ı, dönemi, o günün tüm devlet erkanı ve sosyetesini bilen birisi. Bizzat o günün içinde olan birisi. Sonuçta bizim kurduğumuz bir hikâye olduğuna göre bu, bir karakter daha yaratabiliriz di mi? Ne dersiniz? Benim fikrimce yaratacağımız yeni karakter için iz süreceksek, yeniden İstanbul'a dönmemiz gerek. Katılır mısınız bana? Bu arada rüzgârın camları aşıp da tenine değemediği, saçlarını uçurmadığı, uzaklara bakan, narin, zarif ve alımlı kız henüz Konya'da. 


Barı unuttuk ama sanki bir yerlerde oturup da bu filmin tadını çıkarmamız gerek. Böyle düşünerek yürüyoruz; Atatürk Caddesi'nin otel yönüne doğru giderken sağda kalan kaldırımında. İnsanın aynı anda aynı şeyi düşündüğü bir yol arkadaşının olması muhteşem. O zaman ilk gördüğümüz anda vurulduğumuz, ayrıntıları bir başka yazıda olacak Kılıçoğlu Pastanesi'ne. Hava sert. Buzlar havanın hakkını veriyor. Bu şahane. Gece muhteşem. Sonuçta Doktor Jivago küçücük aklımda caddeleri ve mekânlarıyla olağanüstü yer etmiş bir film. Sıcacık ama lezzeti eksik pastaneye giriyoruz. Artık tanıdık bir mekân. Selamlaşma. Tercihimiz bu kez kış bahçesi. Filmin duygusal etkisi ile verilmiş bir karar. Ah bilinç altı! Çaresizlik hissi. Kalabalığa sığınma ve ondan güç bulma, onunla kalabalıklaşarak izlenen filmin etkisinden kurtulma psikolojisi. Güzel bir hissiyat.

"İki limonata, bir keşkül ve bir cheesecake lütfen."

"Limonata gerçek bir limonataysa ama." 



Hani ben ikinci yazının son bölümünde bir karakter daha katmak için yanıp tutuşuyorum, dedim ya. Her şeyi onunla mı başlatsak, diye de düşünmüyor değilim açıkçası. Üstelik hiç ipucu vermeden. Yalnız bu karakter biraz önce bahsettiğim döneme tanıklık etmiş, bizzat içinde olmuş kişi değil. Ancak o kişi ile bir bağı da olsun istiyorum. Sizce de hikâyeye gizem katmak açısından bu iki karakteri ana hikâyenin içine dahil etmek güzel olur mu? Aslında içimdeki tembel ne istiyor biliyor musunuz? Bu hikâye bir romana evrilse ve girişinde şu cümleler olsa: "Bir adam kendini yazar sanarak yaptığı bir geziyi ballandırırken, açık camdan içeri süzülen kadim bir rüzgâr taşıdığı meçhul mektubu yumuşakça masanın üzerine indirdi." Sakın gülmeyin, sonuçta tartışarak geliştiriyoruz bu hikâyeyi. 

Bütün yazarlık tavsiyelerinde örnek olarak verilen giriş cümlelerinden aşağı kalır bir yanı var mı? Bence yok. Yalnız farkında mısınız, onca satır geçtik ve gramofon hakkında bir tek söz etmedik. Hiç mi merak etmediniz? Hiç hatırlatmadınız ve de uyarmadınız. Hani ana karakterimiz oydu. Bunun üstelik de altını çizmiştik en başta. Gramofon deyince düşündüm de şöyle bir cümleyle mi başlasa her şey: "3250 senesinin güzel bir akşamında, içeriyi sızan ılık bir rüzgâr, birbirinin sıcağına sığınmış genç aşıkların kulağına kadim bir gramofondan yayılan "Papatya gibisin beyaz ve ince, Eziliyor ruhum seni görünce, İsmin dudaklarımı yakıyor neden, Nedir bu çektiğim senin elinden." sözcüklerini bırakıyordu. Önce tanımadıkları, son derece yabancı bu sese şaşıran aşıklar, sonrasında birbirlerinin kuytusuna iyice yerleşerek, istemsizce teslim ettiler yılların ötesinden gelen bu şarkıya ruhlarını. Romantizmin tarih tanımaz gücü ele geçirmişti çünkü onları..."  Lütfen ama!

Şu an kendimi hikâye içinde hikâye olan ve kendini yazar sanan adam konumuna yerleştirip onun gibi düşünmek istiyorum. İzniniz olursa... Hani birinci adam sinemayı yanında kalan iki oğluna iş kurmak için açmıştı ya! Onlardan bir tanesi hâlâ yaşıyormuş olsun bence... Sarsıcı olmaz mı? Şaşırtıcı olur üstelik. Güçlendirir hikâyemizi. Yalnız hangi şehirde olacağı konusunu iyice düşünmem lazım. Çok iyi düşünmem hem de! 


4.Bölüm.

6 Nisan 2016 Çarşamba

Kars Şehir Sineması 2

1.bölüm


Gönlüm Sensiz Olmaz...


Sinema saati yaklaşıyor. Odadan çıktık. Asansörü bekliyoruz. Geldi. Kabin ile duvar arasındaki boşluğa dikkat! İki kat altta durdu, bir çift bindi. Sarışın genç bir kadın ve bir genç adam. Kadının boyu adamdan uzun mu ne? Aklıma ilk gelen; nedense artık, bunların balayı çifti olduğu. Sorsa mıydım? Tanımadığınız iki kişi ile aynı asansörde olursanız ne yaparsanız? Kimselere bırakmam, yaparım. "Aman dikkat edin, şu aralıktan düşmeyin!"  Soğuk mu geldi? Kapatalım o zaman kapıyı. Havaya bakıp ıslık çalmaktan iyidir. Vallahi de tuttu. Zira o aranın fazlalığının farkındalar. Yemek yiyecek bir yer arıyorlar, ilk akşamları.

Kars'a gelen herkes gibi öncelikle popüler yer adları çıkıyor ağızlarından. Hımmmm... fikre ihtiyaçları var. Isındı da hava. Sordular. Direk Kristal'e o halde. Tek geçeriz. Tarifle kalmayıp işaretle de gösteriyoruz mekânı. "Eğer kalmışsa, kesinlikle piti yiyin."  Bunun altını özellikle çizdik. Yollarımız burada ayrılıyor. Kapüşonlarımızı kafamıza geçirelim. Fermuarları çekip, eldivenleri giyelim. Hemen! Otelden çıkmadan önce. Tam da kapının önündeyken.


Aslında Tuncay Bey ile, diğer mekânlarda da olduğu üzere, Kars'ta yeme içme üzerine sohbet etmiştik, bir kaç saat önce. En çok da kaz üzerine. Genel ve rahatsız edici durum ise şu: Herkes benim kazım iyi derken bir başkasını da olumsuz manada göze sokuyor. Artık bir samimiyet sıralamamız var. En iyi kazın burada, Kristal Döner ve Yemek Salonunda yapılabileceğini hissediyoruz. Menülerinde yok, dönemsel bir tercih. Burası bir esnaf lokantası. Turistik değil! Tuncay Bey, bizim de eleştirilerimiz üzerine ve de kurtarmak için Kars'ın onurunu, yarın için bize özel kaz yaptırmayı öneriyor. Ama biz piti ile mest olmuş Allahın sevgili kulları, yarın için yine piti ve döner kararımızda ısrarcıyız..


Yer; İstanbul, Beyoğlu, Galatasaray Lisesi'nin bahçesi. Bahçe duvarının dışından bakıyoruz. Güneşli bir gün. Kalabalığın içindeki en dikkat çeken kişiye odaklanalım. Yakışıklı bir genç adam. Yabancımız değil. Esas oğlan bu; romantik, sportmen. Romantik kısmını iyice vurgulayalım. Misal deniz kokulu bir rüzgâr yüzünü yalayıp geçerken, hafifçe kaldırsın saçlarını. Gözleri uzaklara bakıyor olsun bir de. Meçhuldeki ve uzak birini özlüyormuşçasına.  

Tam da burada, bir kez daha ve kalınca çizelim sporcu kimliğinin altını. İyi bir kayakçı olsun mu, mesela? İster misiniz? Hatta yarışmacı bir kayakçı. Ben olsun diyorum. Olsun olsun! 1. adam ona farklı bir gelecek  düşünmüş olmalı. Bu iddiamızı not alalım. Mesela yurt dışında çok güçlü bir üniversiteye göndermek gibi.  Bunu da vurgulayalım.  1.adamı güçlü öngörüleri olan çalışkan biri olarak tasavur etmiştik zaten. Unutmayalım, başarılı ve üzerine planlar kurulabilecek  bir genç olduğu için bu okulda.  Bu isabetli bir seçim.  Yoksa tüm bu durumları ucu açık mı bırakmalıyız.  Eğer ucu açık bırakmayı tercih edersek, karakteri biraz daha beslemeliyiz kanımca. Bir düşünelim. Tartışalım. O zaman, onu bahçede uzaklara baktığı noktada ve o an etraftan kopmuş bir halde bırakalım; birini düşünüyormuş gibi. Yalnız düşündüğünün ne ya da kim olduğunu şu an ben de bilmiyorum. Bir kesinlik ifadesi kullanarak ters köşeye yatmak da istemem açıkçası. O zaman  yeniden Kars'a dönelim.  Yalnız farkındaysanız, kurduğum hikâyenin içinde mutlaka İstanbul var. Bu dikkat çekici bir seçim.


Atatürk Caddesi, aklımızda takılı kalan Rumeli İşkembecisi, onu kesen caddelerin sokakları, bir kez daha Serka, Migros derken yeniden ve dinlenmiş olarak sinemadayız. Patlamış mısırsız ve kolasız asla olmaz. Almak üzere sevimli ve zengin büfesine yöneliyoruz. "Bir büyük patlamış mısır ve iki kola lütfen." Eğitimli bir genç, izlenimimiz bu. Hayatla pişmiş. Sinema da bir okul sonuçta. Cahit abi ile ilgili izlenimlerimizi paylaşıyoruz. "Bir Yusuf Atılgan kahramanı gibi, ama henüz yazılmamış." diyorum. Benimsiyor bunu. Gülümsüyor. İletişim kuruldu. En sevdiğim yol arkadaşım, kalabalık gişenin önüne doğru seyre başladı. Hayırdır!

"21 yıldır sinemadayım."
diyor genç adam. "İlkokuldaydım, bu sinemada büyüdüm, okuldan çıkar sinemaya gelir, karnımı sinemada doyururdum. Cahit abi benden epey eski. Ben eski yerde ilk başladığımda o vardı."

Kısık gözlerindeki gülümsemeye bayılacağınız yol arkadaşım, telefonunda bir Cahit abi fotosu ile döndü. Çekmiş vallahi. Hem de cepheden. Biletle ilgili bir bahane üreterek. Çaktırmadan. İyi numara. Muhteşem. Bu kare onu anlatıyor işte. Tam bir efsane. Bu kez eksik fotoğraflar hanesine çentik yok.

Kafeden salona çıkılan bölümdeki güzel adam bize mi bakıyor? Film başlayacak sanıyorum. "Bizi mi bekliyorsunuz?"  Sandım ki biz girmeden başlatamıyorlar filmi. Kibar bir mekân sonuçta. Gördüğümüz en hoş sinemalardan biri. Kars Sinema Topluluğu etkin. Her çarşamba film izleme günleri. Gezici festivalin uğrak yeri. Duvarlardaki afişleri kesinlikle görmelisiniz. Bir anlamda sinemanın tarihsel ayak izleri.

Ve salon, çok sevimli, bayıldık. İstediğimiz yere oturabilirmişiz. Oturduk. Gençler, çiftler, çocuklu aileler... Güzeller. Pek çok şehirdeki salonlara göre nispeten daha dolu. Sahnenin bana göre solunda, giriş kapısının hemen yanındaki sehpanın üzerinde bulunan bir eşya gözüme takılıyor. Bunu en şahane yol arkadaşımla paylaşmak istiyorum. Sonra unutuyorum. Taa ki Samsun'a dönene ve çok ama çok değerli o mektubu alana kadar.



Sinemanın kurulma vakti geldi mi sizce de. Üstelik bu sinemayı esas oğlanla ilgili planlarından bağımsız olarak, yanında kalan iki oğlu için kursun mu 1. adam? Uyar mı hikâyenin şu ana kadar ki gelişmelerine? Genel akışımıza bakınca bence bir sorun yok, ve artık kurulsun şehre bir sinema.  Bu hikâyenin bir ana şarkısı da olmalı sanki. Aklımdan geçenler var, çok emin değilim ama! İlk aklıma gelen, -çünkü sorduğumda, içinde bir büyük aşk da olsun dediniz.- Sevdim bir genç kadını... Hımmmm sakıncası yok, tartışılabiliriz bunu  Netleştiremiyorum aslında, içindeki bazı ifadelerden dolayı. Benim düşündüğüm, sizin de onayladığınız büyük aşkı anlatacabileceği konusunda şüphelerim var. Şarkının adına bakınca sorun yok, okey. Lakin bir türlü oturtamıyorum kurduğum hikâyenin büyük aşkıyla, şarkının bütününü. Aklıma, daha iyisi, kurduğumuz hikâyeye cuk oturacak olanı gelecek biliyorum. Hissediyorum. Size de sorsam? 

Şimdi de bir başka eve, genç bir kıza çevirelim ışıkları. Narin ve alımlı. Güzel olduğu, iyi bir ailenin kızı olduğu, iyi eğitim aldığı ve zarafeti an itibari ile cepte. Hayalleri de olsun geleceğe dönük, biraz klasik gibi dursa da modern olsun düşünceleri. Uzaklara doğru baktıralım güzel gözlerini. Hatta bir rüzgâr yaratalım ve camlarda takılı kalsın. Aşıp da tenine değemesin. Uçuramasın saçlarını. 

Acımasız mıyım? Aslında şimdi, tam da şurada yepyeni bir karakter daha katmak için kurduğum hikâyeye, yanıp tutuşuyorum. Şu ana kadarki karakterlerin genetik kodlarından yola çıktığımda, müthiş bir sonuca ulaşıyorum. Aslında şehir, olağanüstü bir kariyer, her şey ama her şey uçuşuyor kafamda.  Çok kararsız bir noktadayım. Çok ama! Şimdilik bu yeni durumu öteliyorum çaresizce. Belki de kurduğumuz hikâyenin sırrı olarak kalsın istiyorum. Merak edin istiyorum belki de.

İyisi mi gelin  zamanı azıcık ileri saralım. Kadere ördürelim artık ağlarını. İster misiniz? Geldi mi zamanı? O zaman çalsın gong ve Kars Şehir Sinemasının ilk filmi başlasın.




Filmi izlerken çok iyi bildiğim bir dünyadayım. Olağanüstü bir Cem Yılmaz var perdede. En çok onunla ilgili cümleler kuruyoruz. Büyük adam. Hokkabaz'dan sonra bir kez daha, dokunaklı, içe oturan, boğazda bir yumru ile kahkahalar arasında gidip gelinen muhteşem bir film. Olağanüstü bir sinema serüveni. Üstelik de Kars'tayız. Şehir Sineması'nda. Mutluyuz. Çok mutluyuz. En keyifli akşamlar hanesinde bir çentik daha.

Hikâye çok  sağlam, gerçeğin ta kendisi. Tıpkı o yıllar. Afiş akşamlarının yaz kokulu saatlerinde gelip geçen polislerden sakınmak için saklandığımız duvar arkalarındayım. Okan Efe Parlar müthiş. "Abi sen sahi misin?" diyesim geliyor; o ağlarken, bunalırken, tereddütler yaşarken, nefsi ile mücadele ederken ve kan ter içinde kalırken... Berna rolünde Greta Fusco şahane. Adını hatırlayamadığım büyümüş Berna ise mıhı çakıyor kesinlikle.

O tutuyor diye bırakamıyorsan orucu. Küçücük bedeninle çekiyorsan tüm ızdıraplarını. Bunun adı aşktır, abi. Hem de tüm efsanelerdekinden daha büyük bir aşk.

Görüntü yönetimi, oyuncu yönetimi, müzikler, filmin renkleri, mekânlar, döneme dair ayrıntılar, arada kalmışlıklar, insani çelişkiler, komiklikler ve hüzünler, ustalara saygı göndermeleri, muh-te-şem.

Ve anne rolünde Ümmü Putgül. "Ablam be içimizi ne dağladın." deyip başka da bir şey diyemiyoruz.

O ne final öyle! İki "sıradan" sahnede bir büyük aşk ve evlat acısı ancak bu kadar yüreklere yer ettirilebilirdi. Ettirdi. Göz uçlarına ancak bu boyutta damlalar dizebilirdi. Dizdi.

Sadece mimik ve simgelerle bitiyor film.

Biriktirilmiş ve de saklanmış, finalin yıldızı gazoz  kapaklarını görünce; göz kapaklarının önüne set koyabilenler, sözde çaktırmadı. Tutamayanlara helal olsun.


3.Bölüm



1 Nisan 2016 Cuma

Kars Şehir Sineması

 1.bölüm

Kafamda sıralamışken anlatacaklarımı ve hazırlanmışken serinin 6.yazısına, çok değerli bir hanımefendiden çok şık bir mektup aldım. Elektronik ortamdan da gelmiş olsa, mail demeye dilim varmayacak kadar zarif ve incelikliydi üslup. Heyecanlandım. Tersi zaten mümkün olamazdı. Sadece ben için değil, şu alemde eli kalem tutan herkes için.

Şehir sinemasında bir film izlemek planlıydı. Severim küçük ölçekli bir şehri ya da kasabayı oralı gibi yaşamayı. Ama bu kez, üstelik de neredeyse her lokantasında kitaplık olan, kültür geçmişi derin, çok eski yıllarda dahi tiyatro salonu ve sinemalara sahip Kars olunca konu; mutlaktı sinemayı teneffüs etmek. Hatta hangi seansa gideceğimizi bile kurmuştuk yola çıkmadan. Bilgilerse olağanüstüydü. Üstelik de birinci ağızdan. İyi haber yakalamış gazeteci heyecanı ile baktığımda bütün detayları ile paylaşmak, ilk yazan ben olmak arzusu fena halde çekiştiriyordu paçalarımı. Ama öte yandan da hikâyenin muhteşemliği ile doğru orantılı olarak bir kuyumcu titizliğindeydi hassasiyetim. Hikâye çok sağlamdı, etkileyici idi. Ama aynı oranda da özel. Karşılıklı bir kaç mektup sonunda nerede durmam gerektiği netleşti kafamda.



Gramofon




04/02/2016

Ritüelim yüzünden bıçkın garson Talip'in ince ayarına maruz kaldığım, her lokmasına bayım bayım bayıldığımız pitiyi yiyoruz. Ardından gözümüze kestirdiğimiz dönerle devam edeceğiz. Fakat henüz Kars'ın en güzel kesme aşını tadacağımızdan haberimiz yok. Dün akşam Hanımeli'nde sunumu bize bırakmayan hanımefendinin ritüeli de benimle aynıydı. Gelin görün ki "O lavaşları şimdi çamur ettin sen." diyen Talip de 60 yıllık geleneğin devam ettiği lokantanın bıçkınıydı. Bir derse daha ihtiyacım varmış demek ki. Her yiğidin yoğurt yiyişi farklı, deyişi bir kez daha haklılığını ispat etti. Bu yeme içme meselesine ve ritüel konusuna bir başka yazıda döneceğiz nasılsa. Ama en güzel kesme aşının da burada olduğunun altını şimdiden çizmem gerek.


Çaylarımızı içerken sinema sitelerinden birine girip hangi seansta hangi film var göz atıyoruz. 17.30 uygun, mutabığız. Net üzerinden bilet alma imkânımızın olmadığını görüyoruz. O zaman yürümeye devam. Çaylar bitti. Tuncay Bey'le sohbet güzel. Bir anlamda komşuyuz. Belki ben küçükken ve Kars'a gitmişken aynı sokakta top oynadık.

Yukarıdaki ev mi? Kars gezginlerinin en beğendiği ve benimsediği ev. Kimin olduğuna, nasıl restore edildiğine rastladınız çok kere. Biz de beğendik ama derinden etkilenmedik. İçinde olmayı çok istediğimiz mekânlara bacadan da olsa girdik. Evin sahiplerinin anahtarı bıraktığı arkadaşları Tuncay Bey'in, istersek içini görebileceğimiz önerisine ise teşekkür ettik.


Şimdi, tam da yazının burasında bir hikâye kurmaya karar verdim ve bir adam tasavur ediyorum. Misal Osmanlı saraylarına dayansın soyu. Şimdi bu da nereden çıktı demeyin ama! Üstelik de Gürcü olsun. Bir de kadın tasavur etmeliyim. O da olsun Çerkez. Bu iki gencin ailelerini onlar daha doğmamışken bir şekilde İstanbul'dan Erzurum'a yollayalım. Hikâyemizin baş kahramanı gramofon, bunu asla unutmayacağız. Şimdi, zamanı biraz ileri saralım.  Rus Ermenisi çetelerin baskınlarından söz edelim. Misal bunlar erkekleri öldürüyor olsun. Kadını ve kız kardeşlerini tacizlerden halılara sararak saklayıp korutalım. Tüm bu karmaşadan çıkartmak için  bu iki farklı aileyi, çocuklarını da yanlarına alarak Kars'a taşıtalım. Bir zaman sonra  bu iki ailenin çocuklarını küçük yaşta da olsalar evlendirelim. Onların da çocukları olsun. Ağırlıkla erkek. Bu erkeklerden biri de esas oğlan olsun misal. Ayrıca yakışıklı ve sportmen de olsun. Bir de romantik. Unutmayalım ki şu an daha çocuk. Biraz daha zaman geçince, Konya'dan bir Ağır Ceza Hakimini ki Atatürk'ün "Arkadaşlar! Gidip,  dağlara bakınız, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiç bir güç ve kuvvet asla bizi yenemez." dediği Sarıkeçililer soyundan olsun. Onu da Kars'a tayin edelim. Onların da kız çocukları olsun mesala. Alımlı, zarif ve narin. Bu da esas kızımız olsun derim ben. İlerleyen zamanda, kurduğum hikâyenin içinde bir büyük aşk da olsa, iyi olur der misiniz? Duyamadım!


Lokantadan çıktık, otelin karşı köşesinden kıvrıldık. Atatürk Caddesi'nden bilmem kaçıncı kere yukarı doğru yürüyoruz. Buzlara dikkat. Magnetler ve Kars'a dair hediyelik eşyalar almak niyeti ile her seferinde küçük vitrininde kaldığımız, içine girdiğimiz son gün, görünen ebadıyla hiç de uyuşmayan, tahmin ötesi kafe'sine bayılacağımız "tükkânın" önünden geçtik. Serka, Migros derken Atatürk Caddesi'nin Faik Bey Caddesi ile kesişme noktasından sola dönüyoruz. Heyecanlıyız. Hem de çok. Üstelik sinemayla aramızda muhteşem bir bağ kurulucağını henüz bilmiyoruz. Küçük bir uğraştan sonra, bingo. Bulduk!

Sinemadan fena etkileniyoruz, tasavurumuzun fersah fersah ötesinde. Olağanüstü bir şefkat, ışıltılı bir duygu, hayranlık ve sevimlilik ifadelerimiz taze simit kokulu. Bir masal mekândayız. Kesinlikle bir hikâyesi olmalı. Bunu derinden hissediyoruz. Bir müziği var. Nereden geliyor bilmiyoruz ama duyuyoruz. Bu bir tango. Gişedeki Cahit Abi şahane bir adam. Yazılmamış bir Yusuf Atılgan romanından çıkıp da gelmiş gibi. Zamanın dışından. Mutlaka fotoğrafını çekmeliyiz. Gizlice ve doğal olmalı. Bir türlü uygun açıyı bulamıyoruz. Bulduğumuzda ise sonucu beğenmiyoruz. Onu anlatmayan bir kare. Seçtiğimiz film sitede yazılanın aksine 19.30'da. Sinemanın kafeteryası sevimli, şirin ve sıcak. Çağırıyor. Duvarlara asılmış esprili menülerdeki sinema biletleri indirimli. Şirin bir uygulama. Bize hoş geldi. Lakin karnımız tok. Yaşasın! Bir ukdemiz daha oldu.


Aslında bir de bar var, hemen sinemanın kapısından önce, sağdaki kapıdan girilip de üst kata çıkıldığında. Barın kapı camındaki, ilk anda anlamadığım, en bayıldığım yol arkadaşım anlatınca farkına varıp da anladığım "Akraba, damsız giremez!" yazısı tebessüm ettirici. Bir de sinemanın  üst resimdeki hizmeti var ki  o da şahaneler ötesi. Barı akla yazdık ama! Kısmetse çıkışta. Biletler cepte. Bu kadim sinemada kredi kartı ile ödeme olmamalıydı. Olmadı. 17 km. yol yürüdüğümüz bir gün. Biraz dinlensek iyi olacak. O zaman film saatine kadar otel.


1.adamı biraz daha geliştirip, karakteri zenginleştirip beslemeliyiz diye düşünüyorum. Erzurum'dan Kars'a geldiler kısmı cepte. Bu Bay'a ticaret yaptıralım mesela, ithalat-ihracat. Düşünelim bakalım neler yapabilir. Hımmmmm... Rusya'dan ithalat yapsın, demir çelik olsun bu. Buna mukabil de oraya canlı hayvan satsın. Bu işlerde çok başarılı olsun. Bu çalışmaları ve şehire hizmetleri nedeni ile devletimiz onu ödüllendirsin. Evler versin. O da, kendisi de kirada oturmasına rağmen bu evleri yoksullara pay etsin. Hatta biraz daha ileri gidelim, abartmış olur muyuz bilmiyorum ama Anıtlar Yüksek Kurulu kendi bünyesine katana kadar Ani'nin tapusu da onda olsun. Hatta hikâyemizin bütününe baktığımızda yakın bir zaman sayılacak tarihe kadar, mesela 40 kadar yıl önceye dek emlak vergileri ödenmiş olsun. Hadi gelin bir de sinema açtıralım kendisine. Ne dersiniz? Bir de gramofon koyalım mı içine?  Sene de olsun 1930'ların sonu gibi. Ya da başı.... ya da daha öncesi. Ya da biraz sonrası.

2.Bölüm

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP