23 Ocak 2021 Cumartesi

Tanıştırayım: Jean ECHENOZ!



Hap gibi bir kitap. İncecik. 82 sayfa...

Ama KOCAMAN!

Kapak içinde tür olarak anlatı yazıyor. Arka kapağın kenarındaki dijital künyenin altında da büyük harflerle ROMAN.

Enn Sevdiğim Kadın önerdi.

Aldım.

Siparişim geldi, koliyi açtım: diğer kitapların arasında jelatin içinde beyaz kapaklı cılız bir kitap. "Vayy!.." dedim, "kitapçım eşantiyon göndermiş."

28.08.2020.

Çok övdü ve altını çizdi!

Ama ben hayalimde ne canlandırdıysam -görünüşe aldanıp- kitaba benzetememişim!

O tarihte gelen, star ışığı olan bir kaç kitabı okudum ama jelatini üzerinde olan ve kitap yerine koymayıp da eşantiyon diye sevindiğim ve an itibariyle sürekli özür dilediğim Koşmak, hep sonraya kaldı.

Bir kitap olduğunu da fatura kontrolü esnasında anca anlamıştım zaten! Üstüne üstlük yazarı da tanımıyordum.

Geçen gün elime aldım. Kahramanı biliyordum. O yüzden belki de geri atmışımdır!?

Tabii ki bu lafın gelişi: aslı kıvırtma, derin de bir mahcubiyet.

Şu an çok heyecanlıyım. Bir de coşku ki elim ayağıma dolanıyor ve ne yazsam, nasıl yazsam, nasıl övsem telaşı içindeyim.

Yazıdan önce kahvemi içindeki kahve miktarını çoğaltarak ve 350 cl olarak hazırladım. Dura dura, hissime ve kitaba yakışır cümleleri kuramaya kuramaya, kırık dökük bir yazı çıkacak endişesi yaşıyorum. Okurkenki coşkumu kelama dökemeyeceğim diye korkuyorum!  Hatta kitabı boşver, Jean'dan söz et, diyorum. Çünkü, 82 sayfada nasıl bir tuğla okumuşum hissi yaratabildin, diye O'na sormak istiyorum. Ayrıca sanıyorum ki ben son dört aydır bu kitabı okuyorum. Bütün şehirlerde bulundum, yarışların tümünde, tribündeydim sanki.

Kitabı okumadan epeyi önce Mussano ile sosyalizm üzerine konuşuyorduk. Stalin'i ve Rus modelini eleştirmiş, Marx'ın önermesine en yakın pratiğin Yugoslavya özelinde Tito dönemi olduğunu söylemiş, Dubček'li Çekoslovakya döneminin, yani romantik adıyla Prag Baharı'nın yeterli zamanı bulamadığını, güç yettiği ve yerli işbirlikçiler hazır olduğu için de başı hemen ezilmişti, dedim.

Jean sanırım bu konuşmayı kapmış. Dediklerimi neredeyse satır satır yazmış!

Enfes de bir zaman fonu var kitabın. Dil muhteşem ki ara ara Küçük Prens efekti aldım. Hatta bunu dile de getirdim. Jean Echenoz kardeşime bittim, onu tanımaktan o kadar mutlu oldum ki hemen iki kitabını sipariş ettim.

Anladığım, kendisi gerçek hayat hikâyecisi! Gelecek kitaplarımdan biri Ravel!

Hatta keşke tarih kitaplarını da Jean yazsaydı, dedim. Pandemi olmasa Jean'la da bir öğlen yemeğinde buluşmamız kesindi. En az bir öğle arasını birlikte geçirdiğimiz Pedersen Hoca kadar sevdim kendisini.

Fakat Jean bir roman kahramanı olmadığına göre onunla Enn Sevdiğim Kadın'ın da katıldığı bir akşam yemeği, daha hoş olabilir!

Gelirsek anlatılana, Emil Zatopek'in, yani tüm zamanların en büyük atletinin, namı diğer Çek Lokomotifi'nin hikâyesi. Yazarın çok tatlı ifadelerle dile getirdiği yarışlar var, o yarışların figüranlığının arkasındaki yaşam var, olimpiyatlar, sporcu eş Dana, şehirler, müzik var ama bunun yanısıra; yere batasıca egemenler, faşistlerden daha faşist "sosyalistler", tanklar, rejim cahili komik propagandalar da var!

Son tahlilde Koşmak insan bir kitap; naif, esprili, yüzde tebessüm damakta tat, gönülde izler bırakıyor...

Ve yarışlarla boğmayıp Emil özelinde kocaman bir dönem hikâyesi anlatıyor.




Çeviri: Mehmet Emin Özcan.

20 Ocak 2021 Çarşamba

Sevilmeyen Müzikle Kazan-Kazan İlişkisi

Gençtim. Hızlıydım. 16 yaşındaydım. Ona tahammülsüzdüm. Bir gün öyle güzel bir senaryonun içinde kaldım ki ertesinde bir kitap aldım.

"Bir an yaşayıp  bir kitap aldım hayatım değişti," diyen kişilerden oldum. Yükseldim. Yükseldikçe hayatım güzelleşti.

Gün geldi konserlerin hiçbirini kaçırmaz oldum.

Bir saniyesine bile tahammül edemezken üzerine yazılar yazmaya başladım.

Beni daha mutlu eden, o mutluluğu gittikçe katmerleyen sevinçler yaşadım.

Okudukça çoğaldım.

Çoğaldıkça dinledim.

Dinledikçe, sevdiklerimle sevmediklerimi ayırdım ama hiçbirini küçümsemedim.

Yazılarım değer gördü, sosyal medya hesaplarında yayınlandı. Teşekkür e-postalı davetler aldım.

Ülkemizin en kıymetli sanatçılarından biri internet sayfasının basından bölümünde yıllar önce, hâlâ sayfasında duran konser yazımı paylaştı...

Öğretmenimiz hep derdi, bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp!

Aşk Tesadüfleri Sever güzel şarkıdır; Artakalan belki daha güzel şarkıdır; süpervizörlüğünü Murathan Mungan'ın yaptığı o albümlerdeki Müslüm Babayı dinlemeye bayılırım...

Yıllar önce o anı yaşamasam, o an beni bu kitaba sürüklemese ve o kitap beni yükseltmese konserlere ve gösterilere gitmeyecek, dolayısıyla yazmayacak, paylaşmayacak ve hayatın bana enn büyük ikramiyesi olan Enn Sevdiğim Kadın'la rastlaşmayacak, şahane mektuplaşmaların merak yükselten tadını duyumsamayacak ve  ardındaki,  yaza dönen baharın en güzel günlerinden birinde, bir vapur güvertesindeki buz gibi biralı, saatler nereye aktınız dediğim, olağanüstü güzel, heyecan verici yüz yüzeliğin o ilk akşamını yaşayamayacaktım.

Demem o ki; özellikle gençler, orta uzun yazılar sıkmıyorsa sizi, kendinize bir iyilik yapın!

Ve Bir Konser Teması Üzerine Çeşitlemeler* başlıklı yazıya bir göz atın.

Severseniz kitaplasınız... Zaten seviyorsanız da çok şanslısınız.


*Yazı için buradan lütfen.

 


17 Ocak 2021 Pazar

Evet Hayat!

18+


Arka kapaktan



"... Her şey anlamsızdı. Öyle düşünüyordum. Ama aslında bir anlamı olduğunu biliyordum: Bu anlam beni parça parça ediyordu. Paramparça sözcüğü biraz abartılı gelebilir ama ben abarttığımı düşünmüyordum. Belki o zamanlar anlam ile gereksinimi karıştırıyordum. Belki de sinirlerim bozuktu..." 


Sayfa 124'den

"... Hakkını vermek gerek sözlerin sevecendi. Ama korkarım iyi düşünmeden konuşmuştun. Benim dediklerimi hiç düşünmemiştin. Kadınların sevişirken söylediklerini her zaman dikkatle dinle, Max. Konuşmuyorlarsa tamam, o zaman dinleyecek bir şey yok, düşünmen de gerekmeyecek, ama eğer konuşurlarsa, fısıldıyor olsalar bile, her sözcüğü iyi dinle ve üzerine düşün. Ne dediklerini düşün, ne demediklerini düşün, söylediklerinin gerçekten ne anlama geldiğini anlamaya çalış. Kadınlar katil orospulardır, Max, hasta bir ağaçtan ufku seyreden soğuktan donmuş maymunlardır, karanlıkta ağlayarak, hiçbir zaman söyleyemeyecekleri sözlerin peşinde, seni arayan prenseslerdir. Yaşamımızı yanlışlıklarla planlıyor ve yaşıyoruz..."

 


Hayattan*

... Islaklığına kırmızılı mavili floresan ışıklarının vurduğu, bağırdan şarkıların yankılandığı, abartılı renklerin renk kattığı, küçük küçük evlere tıkışmış kadınlar ve onları izleyen; kapalı bir Anadolu şehrinin çapkın bakışlı, hovardalığın etiketini rol bellemiş, hazzın tatlı tatlı gülümsemesini yüklenmiş farklı yaşlardan erkeklerinin dolaştığı sokakta...

...Yatağın üzerine uzanılmış, aleladeliğe anlamlar katmaya çalışan dokunuşların arasında gözü, komidinin üstünde duran, ara verilmiş, kapağı üste dönük kitaba takıldı;...

...Sanki sevişmeyi ilişkilerine yasak etmiş, kalleş yanının vereceği zarardan birbirlerini korumak istemişlerdi. İlişkilerini, adı bildiğimiz aşk olan duygunun da ötesinde, kırılmasına izin vermeyecek kadar narin sevmişlerdi. Bunu eskimesin diye birbirlerine hiç söylemediler. Bir araya geldiklerinde ruhları konuşuyordu. Sıklıkla ve bulundukları yaşın tazelikleriyle "Ben ne kadar oyum, o da ne kadar ben," diye düşünüyorlardı...

...Bir türlü soramıyordu: ''Neden?'' Kadın anlatırken pimi çekilmiş zaman ayarlı el bombaları bırakıyordu. Kendinle kaldığında el bombaları patlıyor, pazıl yavaş yavaş tamamlanıyordu...

...Yumuşak ve sevgi dolu bir yüzdeki, odayı usulca tarayan, aradığı kişiyi bulunca parlayan yeşil iki gözle göz göze geldi. İçinde kopan ve şükreden bir ibadet rüzgârıyla koşmak istedi. Ruhu koştu, sarıldı; bedenini beklemeden...

..."Doğum günün kutlu olsun," diyen iki dudak yanağına, salondaki herkesin içini ısıtacak sıcaklıkta bir öpücük kondurdu. Öpücüğün sahibi karşısına oturdu, şaraplar dolduruldu. Orkestra, akşamları içmekten yorgun düştükleri anlarda, teybe koyup üst üste başa sararak dinlettiği; Çocukların, sevgililerinin, eşlerinin fotoğraflarını önlerine koyup onlarla sivilleşirken, özlemin göz yaşlarını o anda kurdukları iptidai siperlerine saklamaya çalıştıkları Tapılacak Kadınsın'ı çalıyordu. Onunsa, göz yaşları orduevinin camlarından taşıyor, her bir kayaya çarptıkça daha fazla çağlayarak aşağıda sakin sakin akan Kızılırmağa karışıyordu....

... Trenlere ve mekânlarına tutkulu olan, ötekini ayartmış, kayalara oyulmuş tünelin üstüne çıkarmış, ağız tarafından ayaklarını sarkıtarak, altlarında uzanan rayların uzaklara taşımasına sevdalı, yaramaz çocukların evden izinsiz telaşıyla ama yine de zamana kayıtsız bir neşeyle, yüzlerine bulaştıra bulaştıra yemişlerdi, dondurmalarını...

                                                                                        **

Sarsılarak ve bayılarak okuduğum kitabın çevirmeni Peral Bayaz'a şükran.


*On bir yıl önce yazılmış, o haliyle duran,  Hayatı Öğrenmek Adına En Özel Tanıklığısın Ömrümün'den...

13 Ocak 2021 Çarşamba

İçinden Tren Geçen Kitaplar

Son kitap yazımın ardındaki yorum-sohbet bir anda onu "Sonuçta bir yazı işte!" olmaktan çıkardı ve hayatın içinden geçen enfes bir an haline soktu. Sanki ben yazmamışım gibi bir kaç kez daha okudum onu ve altındaki yorumları... Her okuduğumda hayatla ve yaşamakla ilgili şahane bir tadın başka başka nüanslarını keşfettim. Bu bana uyandığımda başucumda bulduğum bir yeni yıl armağanı hissi yaşattı. Ortak yaşanmışlıkların ve anıların ve de özlemlerin bir araya geldiği paydaş duyguların, sıcak bir sohbetiydi sanki...

Bu yazı için beni tetikleyense grubun en genci, cıvıltısına, hayat duruşuna, bunu yazıya döküşüne bayıldığım Sevgili Ceren'in "Corona bitse ilk hedefim uzun bir tren yolculuğu. Demek ki kitaplarımdan biri de hazır," cümlesi oldu. Ve kitaplığa koştum. Trenli kitapları alıp döndüm. Önce fotoğraflarını çektim. Yerleştirdim ama yazmaya başlayamadım! İçimde bir profesyonel türedi ve "Ard arda kitap yazılır mı ha!" dedi. Direnmeye çalıştım ama iki satır yazıp kaldım. Bunu bir kitap yazısı olmaktan çıkaracak dili bulamadım. Bir kaç gün üst üste taslağı açtım. Sadece bakakaldım. Beceremedim. Duygularımı hissediyor ama onu dilime taşıyıp da yazıya aktaramıyordum. İşime döndüm. Sonra, Radyo Z'de önceden tanıdığım, bayıldığım Rus kanalı RT Documentery'de izlediğim Lyubov Morechodova* ile karşılaşıp iki de güzel şarkı dinleyince kıvama geldim, üstüne de Sevgili Okul Arkadaşım'ın yeni blogunda* yeni tarzdaki yazısını okuyunca fabrika ayarlarıma iyice döndüm ve Ceren'in cümlesi üzerinden haraketle, eşlikçi olabilecek kitaplara dair ilk satırlar dökülmeye başladı.

Demir Raylar'dan daha önce söz etmiştim. Yeni cümlelere ihtiyaç yok diye düşünüp, "Kitabı çok beğendim: içinde tren var, üstelik istasyon istasyon geziyoruz ve bu istasyonlarda büfeler var, ayrıca tren restoranlarında takılıyoruz, gittiğimiz mekanlarda bahşiş veriyor klasik müzik çaldırıyoruz, bazı otellerde kalıyoruz ve iz sürüyoruz, anılar da var elbet! Bir de 131 sayfalık bir kitapta bunları anlatmadaki lezzet önemli! Haa, konuya ilgisi olmayan, içinden trenler geçmeyen biri ne der, onu da bilemem!" cümlelerimi kopyalayıp yapıştırıyorum. Bununla yetinmek istemiyorum öte yandan. O zaman da bir polisiye tadındaki kitabın arka kapağından -fazlasıyla katıldığım- bir kaç cümle taşımalı diye düşünüyorum:

Aharon Appelfeld, yapıtları yıllar geçtikçe durulan, saflık kazanan, şaşırtıcı derecede incelikli ve hassas bir yazar. Demir Raylar'ın hemen her cümlesi mücevher parıltısında.- The Chicago Tribüne.


Tren Geçti, Murathan Mungan tarafından oluşturulmuş şahane bir seçki! Kendi yazdığı Makas adlı öykü ve bir tür önsözle birlikte tam 32 öykü var içinde. Ama kimlerin ne öyküleri!  Gönül hepsini tek tek yazmak istese de bir çoğundan özür dileyerek, kışkırtıcı bir kaç ismi kitaptaki sıraya göre sıralamaya karar veriyorum: Demiryolu Hikayecileri/Bir Rüya- Oğuz Atay, Bir Tren Yolculuğu- A. Hamdi Tanpınar, Üçüncü Mevki, Müthiş Bir Tren- Sait Faik, Konuşmadan Geçen Tren Yolculuğu- Leyla Erbil, Kuklacı- Erdal Öz, Yaz Suyu-Tomris Uyar, Kar Yolcusu-Ayfer Tunç, Çift Çizgi-H. Ali Toptaş, Bir Trende Gidenler- S. Kudret Aksal, Trenlere Bakmak- Oktay Akbal, Ayran- Sabahattin Ali.

                                                                                       ***

Trenler Kalkar Haydarpaşa'dan da bir seçki, bu kez derleyen Haydar Ergülen. Murathan Mungan'ın seçkisiyle sadece bir öykü çakışıyor ki o da Hüsnü Arkan'ın Nisa'sı. Kitap Haydar Ergülen'in Hareket Memuru Dedi ki'si ile başlıyor. Nursel Duruel'in Sular-Köprüler'inin de olduğu  21 yazarın toplam 22 öyküsü ile devam ediyor...


Trenler de Ahşaptır'sa bir tren tutkunu olan yazarın farklı yerlerde yayımlanmış tren ve yolculuğuna dair yazılarının topluca yer aldığı  bir kitap ki o kendini şu cümlelerle anlatıyor:
Trenler de Ahşaptır'da dört bölümde toplanan yazılar trenleri, tren yolculuğunu, istasyonları, garları özellikle yazarının hayatında önemli yer tutan Eskişehir, Haydarpaşa, Ankara garlarını ve bu mekânların kendisinde bıraktığı izlenimleri, anılarıyla birlikte anlatıyor. Bir şair olan Haydar Ergülen sevdiği bütün şairlerin şiirlerinden alıntılarla zenginleştirmiş yazılarını. Cemal Süreya'dan Behçet Necatigil'e, Mehmet Âkif Ersoy'dan Nâzım Hikmet'e kadar pek çok şair ve dizeleri yer alıyor kitapta. Yazar bizi 30-40 yıl öncesinden başlayarak nostaljik yolculuklara çıkarıyor, trenle yapılan yolculukları neden çok sevdiğini anekdotlar, anılar, gözlemler kanalıyla, özlemle ve şiirsel bir dille anlatıyor.


                                                                                        ***

Platonov, can dostum güzel insan. Onu Mutlu Moskova ile tanıdım, sevdim. Sonra da dostluğumuz derinleşti. Kendinden daha önce söz etmiştim ki oradaki cümlelerimle  harman ederek devam edersem ve altını çizersem: Çevengur, -Mutlu Moskova'nın yeri ayrı olmak üzere- bir adım öndedir benim için. Çünkü onun ilk yirmi sayfasında makinistler, şahane bir baş makinist ve lokomotifler var. Ve Platonov ya! dedirtir... Sovyet Devrimine ideolojinin özüne olmasa da pratiğine başka bir taraftan, muhalif bir gözden bakması güzeldir, ufuklar açar. Dili çok ama çok sevimlidir, ince de bir mizahı vardır ki tadından yenmez. İnsanın elini omuzuna atıp O' nunla öyle konuşası gelir. Bir de hep trenler, istasyonlar işte!.. Bir de Rusya yahu!


Av Dönüşleri benim Faruk Duman'la tanışma ve ilk cümlesi ile de bayılma kitabım. Çünkü şu cümleyle başlamıştı, 90 sayfa 6 öykülük kitabının Pancar Vagonları adlı öyküsüne: "Yüksek tavanlı evimiz vardı. Demiryolu işçileri öylesine büyük taşlarla örmüşlerdi ki, duvarların kalınlığı insanı hayrete düşürürdü. Evimizin duvarları. İçinde devasa tüneller barındırıyordu da haberimiz yoktu."

Ve şu cümle: "Pancar vagonları gelirdi. Gelir, evimizin açıklarında biraz bekler, sonra giderdi. Apansız. Nereye giderdi? Şeker Fabrikası İşletmelerine gittiğini duymuştuk." "Yol kenarında bekçilerin kulübeleri bulunurdu. Gece bekçileri. Yük vagonlarını kollarlardı, makas değiştirirlerdi."

 




Gabriel Garcia Marquez, Yüz Yıllık Yalnızlık demektir. Onunla tanıdım, sonra yıllar süren yol arkadaşlığımız oldu. Doğu Avrupa'da Yolculuk nispeten taze bir okuma. Yoğun inşaat, az okuma döneminin sonlarında, gezmelerin ufaktan ufaktan başladığı süreçte çıkmıştı ülkemizde ve şahane bir tren yolculuğundan yeni dönmüş, onun gazıyla da hedefe Trans Sibirya'yı koymuştum. Bu bir gezi kitabı, kapak içinde öyle yazıyor. Üstelik Doğu Avrupa'da ve üstelik 1950 yılında Sosyalist ülkelere yapılmış bir gezinin kitabı! Ara başlıklarından biri, SSCB: Tek Bir Coca Cola İlanı Bulunmayan 22.400.000 Kilometrekare...

Okunmaz mıydı?

Okumadım ben de!..

Bizzati yazarın yol arkadaşı oldum, gezdim. Onunla trende, restoranlarda, müzelerde hem okuduğum kitaplarını hem ideolojiyi konuştum. O bir Latindi ve benim Latin Devrimcilerim, onların içinde de idollerim vardı! Ne renkli sohbetlerimiz oldu, uçsuz bucaksız yollarda... Ve ne yanıtlar aldım daha dünyada bile olacağımın belli olmadığı yıllara dair...

Kitap okumaya karar verdiğim bir tren yolculuğunda bir kez daha okunacağı kesin.

Lakin şöyle de bir laf etmiş kişiyim ben: "Film falan izler, kitap okurum diyorsanız işiniz zor. Manzaralar ve fotoğraf çekme arzunuz diğer eğlence seçeneklerinize hep galip geliyor."

 




* Lyubov Morechodova ile tanışmak ve iki güzel şarkı dinlemek için lütfen buradan.



*Her Güne Üç Güzel Şey içinse buradan lütfen.


*Ceren'in Günlüğü içinse buradan lütfen.

7 Ocak 2021 Perşembe

Yine mi Büyük İkramiye!

Oysa yeni yıl başlangıcındaki ilk yazı: yılbaşı hindisi, bir kaç kadeh şarap, bir yılbaşı olmazsa olmazı olarak Türkan'ın PastaHane'sinden alınmış, bal kabağı peynir uyumunun arşa erdiği üst malzemenin, tat dokunuşlarıyla çeşnilendirilip neredeyse krokan kıvamında pişirilen incecik tabanla birleştirildiği ve elbette üzeri kıvamlı ama zar kalınlığındaki kabak turuncusu sosla kaplandıktan sonra, her zamanki sadeliği ve sanat işi bir zarafetle süslenenen kekinden ayrı ayrı söz eden ve yılın son akşamını biraz da ballandırarak anlatan bir yazı olmalıydı...

Ama bir kitap!

Trene ilk bindiğimde okula bile başlamamıştım, son bindiğim uzun yol treniyse bir efsane!* Bir de planda olan, belli bir noktasına kadar defalarca gittiğim ve ardını hep merak ettiğim ama şu zamanlarda pandemiye yenildiği için bekleyen -biri nispeten popüler- diğeri belli bir noktadan ötesi ıpıssız, medeniyet öncesi ama upuzun iki hat var. Dolayısı ile içinden trenler geçen bir çocuk olarak kitabın adından hareketle heyecanlanmış, "Hep trenler hep istasyonlar ne güzel," diyerek zıp zıp zıplamış, kavuşmayı heyecanla beklemiştim!

İlk sayfada ve ilk satırlardayken, garda ve kalkmasına henüz bir saat olan bir trenle karşılaşınca  kendimi kompartımanda sanmış, şu cümlelerle de iyice heyecanlanmıştım: "Tren hızlandıkça bir sevinç dalgası yükseliyordu içimde. Ama her an daha da kararan bir ormanda dikenli bitkilerin, böceklerin, gececillerin arasına fütursuz dalışımın ödeyemeyeceğim bir bedeli olduğu duygusuna da kapılıyordum."

Bilinir ki içinde trene dair vurgular olan dergilerin, filmlerin, kitapların, sohbetlerin ve elbette yolculukların gönüllü tutsağıyım. Sonlarda söyleyeceğimi baştan söylersem: İstasyon kısa kitapların  koskocaman olanlarından! Yeni yılın ilk sabahında bir aldım elime, son sayfayı çevirip arka kapağını kapatana kadar bırakamadım!

Yaşadım...

Okumadım!

Kar'ı buzu, soğuğu, mekânları, eczaneyi, adanın plajlarının kış yalnızlığını sevdim... Arada bir çakarıyla rastlaştığım polis arabasını gördükçe ürksem de, dahi eczacı ablaya bayıldım.

Küçük şehirlerin, kasabaların gazino, lokanta, pavyon, meyhane şekline bürünebilen, gündüzünde kadınlar matinesi dahi yapılabilen, illaki bar tezgahında kadın olan, yegâne ama işlevsel alkol mekânlarına ve farklı zamanlardaki müdavimlerin kozmopolit yapısına ölürüm... Mekândayken sıklıkla gülümsedim; bu yazar da ben gibi ölenlerden olmalı, diye düşündüm. Bayıldım. Pop yıldızı unvanları elinin tersiyle itişini, çok genç ama reklamcı bir yeniyetme olmayışını, dilindeki ve kelimelerindeki ince mizahı çok sevdim.

Kitaba ad olan İstasyon çok işlevli bir sözcük kitapta, -sağaltıcı- bir metafor...  Tren, vapur, sürpriz konuk, doğa, market, kasaba insanları, sokaklar, soğuk, soba sıcağı, eczane, bira, şarap, şarhoş, kar, tipi, polis, telefon, Çocuk, Arkadaş... Hepsi, ama hepsi başrol bu kitapta. Üstelik Arkadaş bilge bir kişilik, duyarlılık noktasında dersler veriyor. 

 
Fark ediyorum ki esas kadından hiç söz etmedim: Trene binen ve yolculuğa çıkıp anlatıcı olan Kadın. Kasıtlı bir tavır değildi. Şu yazıları yazan adam yerine ben yazsaydım, kesinlikle söz ederdim! Görmezden mi geldi, yoksa onun derdi kitabı yazmak mıydı bilmiyorum.  Ama yazmamakla iyi ettiğini düşünüyorum.

                                                                                         .........



Ruhumun coşkun mutluluğu, içimdeki heyecan, okuma süresince beni yalnız bırakmayan korku, merak, Birgül Oğuz'un akıcı ve çok ama çok tatlı, çapraz sorgu tadındaki oyunbaz üslubuyla sürekli yükseliyor, olayların yarattığı duygu değişimleri nedeniyle de gerilimle ferahlık arasında gidip geliyordum. Bir okur daha ne ister ki diye düşünüyor, elimin altında keşke ödül aldığı romanı da olsaydı diye hayıflanıyordum.

Derken... damakta bir lezzetle kitabı bitirdim ve kapattım. "Bu gencecik yazar ne kitaplar yazar daha," diye düşündüm, "Böyle de bir yazarımız var yahu!" sevinçlerimle zıp zıp zıpladım. Şükrettim. Yeni yılın ilk gününde bana koskocaman ama koskocaman bir okuma keyfi, daha ötesi yaşam zevki yaşatan, yüzüme missler gibi  bir gülücük kondurup yıla dair heveslerime, heyecanlarıma, planlarlarıma istim vererek beni ıraklara baktıran yazara bu büyük ikramiye için çok teşekkür ettim.


*Doğu Ekspresi ve Kars

31 Aralık 2020 Perşembe

Büyük İkramiye Bana Çıktı

Yılın son haftası. Kuzey'deyim ve Kuzeyli olduğunu muhteşem imzasıyla kanıtlayan bir sabahta!

Zaten yaşamakta olduğum Kuzey'de değil ama!

Hımmmm... Durumu yanlış anlattığımı hemen fark ettim; cümleyi dönüp düzeltmek de istemiyorum.
Cümle derken başlangıç ifademde bir anlam kaybı olduğunu gördüm. Şimdi baştan almalıyım:

Ülkemizin güzel ve yaşamaktan mutlu olduğum şehrinde, kanepeye yayılmış vaziyetteyken elimdeki kitabın dünyasına buyur edilen ben onu okumuyor da yaşıyorken bir başka Kuzey'de, benimki gibi yine S ile başlayan ama bu kez küçük ve ormanlık bir kasabada, karlar altındaki Suomussalmi'deyim.

Bir yandan da bedenimle olağan günlük yaşamıma devam ediyorum. Kahvemi elime alıp da işe ara verdiğim anlardaysa kitabı elime alıyor, gözlerim kelimelerle buluşur buluşmaz kapağı üzerime kapanıyor, dış dünya ile bağım kopuyor ve ben artık kitabın içindeki dünyada yaşamaya başlıyorum.

Finlandiya sevdiğim bir ülke, onu iyi tanıyorum, seviyorum ve çok sevdiğim, hayatımın çok kıymetli bir döneminde aklımı, fikrimi, kalbimi doldurmuş bir kız arkadaşım orada, Turku şehrinde yaşıyor. Blogu takip eden ve o yazıyı okuyanlar bilirler.* Hiç gitmediğim bir ülke ama gidenlere nal toplatabilirim. Hatta gittiğimi bile sanırlar. O kadar iyi biliyorum.

Roy Jacobsen'se ilk kez okuduğum bir yazar, Oslo doğumlu. Kitapla kitaplarımı sürekli satın almakta olduğum yayımevinin internet sitesinde dolaşırken karşılaştık. Kuzeyli yazarlara zaten zaafım vardı ama kitap da beni görüntüsüyle ve tanıtım yazısındaki bir kaç cümleyle etkilemişti. Uzatmayayım yine, çünkü meylim var! 

Göz göze gelince olağan kıvılcım çaktı, kalbim sevdi, ilk görüşte aşk ve kavuştuk birbirimize.

Yine kısa, 125 sayfalık ama koskocaman bir kitap. Güçlü karakterler, zorlu ama bembeyaz ve pırıl pırıl bir doğa... Üstelik beni kafalaması çok kolay bir iki yem vardı: Kasabanın bir noktasında toplanan tanklar, terk edilmiş bir kasaba, kuzeye özgü huş ağaçları, kar ve ikinci dünya savaşında küçük bir coğrafyada olan bitenler... Ruslar. Ve savaş tarihinde yeri olan literatürlük bir muharebe...

Fakat şunu kesinlikle söyleyebilir, hatta altını çizerim ki bu akıcı ve "naif", sıcacık insan hâlleri anlatan, alengirli meseleler de barındıran kitap kocaman bir okuma tadı barındırıyor. Çünkü içinde doğa, insan, düşman ama yine de insan, hâlleri var. Savaş bir fon; kitabın derdiyse kalbiyle, koşulların gereği hâlleriyle, özüyle sözüyle insan. Doğa.

Elbette adından anlaşıldığı üzere baş kahramanları oduncular. Onlar üzerinden gelişse de roman yan hikâyeler göz alıcı. Bir de baş karakter var: Timmo. Bir oduncu. Plancı, bir stratejisi var: İşine bakarken ilmek ilmek, sıcacık, kurnaz insan hâlleriyle örüyor onu. Çok sevdim. Hatta kitabı Enn Sevdiğim Kadın'a överken "Nemeçek'ten sonra bir dostum daha oldu, bayıldım kendisine. Tanıştırayım: Oduncu Timmo," dedim.

Ve ambiyans yaratmakta üstüne olmayan, hayalle gerçeği birleştirip naif olanda uyuyan bana bu güzel ikramiyeyi yılın son haftasında sağlayan tüm ulvi varlıklara şükrettim.  Fakat onlar bununla yetinmemişler ve ikramiyemdeki değeri ikiye katlamayı düşünmüşler!


Bir kitap siparişi daha yapıyorum, bir iki bankom var;  dolaşırken raflarda yeni rastlaştığım bir yazarın kitabı dikkatimi çekiyor ve ilave ediyorum. O da, yani Tove Jansson da bir Kuzeyli. Bu kez İsveç'te ve yüzlerle ifade edilecek insana sahip küçük bir köy olan Västerby'deyim. Kar muhteşem, göl buz tutmuş, bahar yaklaşmakta. Market'le ve Marketçiyle tanışıyorum. Katri Kling sayesinde.

Şirin insanları olan, ormanlık, balıkçılık yapılan, kayıkhaneleri olan ve tekne imal edilen sevimli bir yer. Katri'nin kardeşi Mats okumayı, denizi ve tekneleri seven genç bir çocuk. Ve bir de Bayan Anna Aemelin var, tanıştığıma memnum olduğum kişilerden biri... Bir de Mats'ın çalıştığı kayıkhanenin sahibi iki kardeş. Bir kaç yan karakter daha... Ama benim için baş karakter Katri oluyor. Bir de köpekleri var, kusura bakmasın şu an adını hatırlayamadım ve dönüp de kitapta aramaya niyetim yok.

Kitap merak ettirerek akıp giderken, sonlara doğru gidişattan çekiniyorum.

"Yılın şu son gününde ve sabahında mı?" diyor. Bırakıyorum.

Öyle dost olmuştum ki karakterlerle ve öyle sevmiştim ki Katri'yi, Anna ve Mats'ı, ürkmüştüm. Her şey yolunda ve hoşken, tadım zirveye ermişken, üzülmek istememiştim. Yazarın gidişatı "Aman amann, sakın?!" dedirtmişti.

Anna da bir yazar... daha doğrusu çizer. Bu durum ilginç! Kitapları var. Tavşanlar bir de... ki kitabın önemli karakterlerindenler?! Okunan, çok satan bir çocuk kitapları "yazarı" O... Bir de mektuplar var; okuyucularından gelen ve geçmişinden...

Anna, Katri ve Mats ilişkisi enteresan ve bir o kadar da muhteşem.

Tove Jansson'la tanışınca öğreniyorum ki O çocuk kitapları yazmış hep ve çok tanınır bir yazarmış. Bu yetişkinler için yazdığı ilk romanıymış.

Bu bilgilerden yola çıkarak mı yoksa Anna ile Mats'ın kitap sohbetlerinden kaynaklı olarak mı bu hisse kapıldım bilmiyorum ama Dürüst Yalancı'yı okurken ondan Korkusuz Kaptan, jack London, Define Adası gibi kitapların ve yazarların tadını alıyordum. Çok severek, ve neredeyse elimden bırakmadan -son sayfaları cesaret kuşanarak- okudum. İçimi ısıttı, süreç boyunca dinlediğim sohbetleri yaşadım, katıldım. Hatta bir ara şöyle düşündüm ve kitabı şöyle tanımlamak istedim ve dedim ki tıpkı yılbaşı akşamları gösterilen filmler gibi. Bir roman eleştirmeni kasıntılığı ile onu yorumlamak hiçbir an içimden gelmedi. Aklımı çelmeye çalışan o karakterimi kovdum ve kitapla ben başbaşa kaldım. Çok sevdim. Ne sevindim bir de: "Bir eski yıl uğurlamak ve yeni yıl karşılamak böyle güzel, sıcak ve sürprizli olmalı," dedim. Mutlu, çok mutlu hissettim sabahın erkeninde kendimi.

Sonra eski yılla yeni yılın buluşma noktasında bana çıkmış, hatta çıkarılmış iki büyük ikramiye olarak, kalbimin enn sevilenleri kasasına kilitledim onları. Gökyüzünün sabahıma sunduklarına bakıp, bir kez daha şükrettim. Yaşadığım yeri sevdim.

Şimdi de kalbimin kasasındaki çok özel bir Kadını düşünüyor ve hınzırca gülümsüyorum!??



*O Yazı

27 Aralık 2020 Pazar

Sıkıntıdaki Bir Okurun Garip Halleri 3

Sondan bir önceki siparişte, nihayet, dedim ve koli gelir gelmez ilk onu elime aldım. Şöyle bir göz attım, sonra diğer kitaplarla birlikte okunacaklar bölümüne yerleştirdim. Yazarı tanıyordum: O'nunla tanışmama sebep olan enn bayıldığım kadındı. Yıllar önce, çok uzun zaman önce değil ama, yoğun bir iş sürecindeyken ve ben O'nunla sosyalleşip nefes alıyorken, bana bilmediğim mizah dergileri Ot ve Kafa'yı alır ve gelirken getirirdi. Ve bir de çok nitelikli spor dergisi Socrates'i... Di'li geçmiş zaman yanıltmasın, O hep getiriyordu da ben yeteri kadar okuyamıyordum; çünkü hayatım O ve inşaat olmuştu. Almamasını, parasını boşa harcamış olmamasını ben istedim; iş yoğunlaşmış ve tüm zamanımı alır olmuştu. O dergiler sayesinde yazarla tanıştım. Kaleminden akan mizaha bayıldım. Uzun yazıyordu ve beni çok eğlendiriyordu. Sevilenler hanesine üst sıralardan girmişti. Tasavvuruma göre orta yaşın üzerindeydi ve bir fotoğraf da oluşmuştu kafamda. Ünlü bir yazar değildi, dolayısıyla onunla ilgili bir görsel düşmüyordu önüme. Merak da etmiyordum. Adı ve yazdıkları yeterliydi.

Sonraları bir kitabı çıktı, sonra bir tane daha, sonra bir tane daha... Bir seri üretim! Bir durdum. Merak edip de bir kitabını alayım diye düşünmedim. Oysa yazılarını çok severek okuyordum! Kasılmayan, olgun ve kendi halinde kaleminden, mizahı güzel, cin gibi bir yazar tadı alıyordum. Normal hayatıma döndüğüm evrede okuma hızım normallerime dönse de O'nun bir kitabını yine düşünmüyordum.

Nihayetinde ve şu yakın zamanda perdelerimi yıkıp bir kitabını almıştım!

Yine de, kitaplığa her gittiğimde okunmayanlar kısmındaki başka bir kitapla dönüyor, onu sonraya bırakıyordum. Ürküyordum. Şu seri üretim korkutuyordu beni. Hafızamdaki tadı bozulur, en sevdiklerim listesindeki yeri değişir, diye korkuyordum. Popülerlik fena bir şey değildi, bazısında hoş durur bir durumdu ve bana dahi şirin gelirdi. Önemli olan köpürtmemek ve bir yapaylık tadı hissettiren aşırılığa kaçmamaktı. Yani kısacası bir çıtam vardı, onu aşınca tadım, ne kadar beğenirsem beğenim uzaklaşıyordu.

Sonunda kitabını aldığıma göre, onu diğer vazgeçtiklerimle aynı kategoriye sokmamış o da hissiyatımdaki çıtayı aşmamış, geçmişten gelen sevgim de tükenmemişti. Üzerine ve kitapları hakkında zaman zaman Enn Sevdiğim Kadın'la konuşuyorduk. Bir kaç kitabını önermişti de. Sosyal Medya'da olmadığım, magazine de pek takılmadığım için ne yapar ne eder bilmiyor, düşünmüyordum da... Geçmişte sevdiğim sonra da sildiğim sanat insanları vardı: popülerleştikçe tüccarlaşan, paranın tadını aldıkça doğal hallerini soyunup inkâr eder bir dönüşümle başka türden bir rekabetin içine girerek yapaylaşan, reklamın kötüsü olmaz şiarı ile çakma yıldızlarla aynı düzlemde takılan... Aslında çok katı biri değilim, yakıştırarak yapana eyvallahım var.  Fakat şuramda, "Olmadı bu yaa!" hissi yaratanlara güle güle derim...


Bitirdiğim enfes bir kitabın ardından çekip alıyorum onu raftan. Saklı Bahçeler Haritası'nın okuru kitaba hazırlayan, merak noktalarını uyaran, iki zarftan söz eden ve okuru kitabın ana karakterlerinden biriyle tanıştıran ilk iki sayfası ve -şimdiki zamanda- zekice bir açılışı var.

Sonrasında açılan zarflardan çıkan her biri novella tadında, zengin, soluk kesen mektuplar...

Şimdiki zamandan mektuplara geçince oluşan zaman değişimini ve üslup tadını başlangıçta yadırgıyorum. İki farklı renk arasındaki ton uyumsuzluğu gibi! O kısımlarda kalitem düşüyor. Ama sonra roman, mektuplarda coşkuyla çağıldıyor ve akıp gidiyor. Elimden bırakamaz hale geliyor, zaten sevdiğim yazara beni yanıltmadığı için sürekli teşekkür ediyor ve hissiyatlarımı Enn Sevdiğim Kadın'la paylaştığım gibi ondan hatırımda tutmadığım kitaplarından bir kaçını önermesini istiyorum. Mektuplarda geçen döneme ait siyasal olaylara, savaş dönemlerine, bunların batının yanısıra ülkemizdeki yansımalarına değinen satırları okudukça da yazarı sürekli takdir ediyor, bilgisini, dönemi araştırmış, okumuş olmasını ve bunları kendi eleştirileri ile birlikte öyküye yedirişini alkışlıyorum. Mektuplaşan iki kadın karakter zaten müthiş! İçeriklerde dönemin siyasal gelişmeleri ve savaş ortamı yer alıyor olsa da iki karakterin birbirleriyle ilişkileri de zengin, merak ettirici ve sürprizlerle dolu.  

Okumaktan müthiş tat alıyor, mektuplardaki tüm karakterleri ilginç buluyor, acaba ne olacak merakım sürekli yükseliyor, kitabı elimden bırakamıyordum. Yazarı yücelttikçe yüceltiyor, romanın dünya çapında olduğu inancımı köpürttükçe köpürtüyordum. Özellikle Avrupa'da okur bulacağı noktasında tereddüt etmiyor fakat, tüm bu güzelliklerin dışında ne kadar gayret etsem, görmezden gelmeye çalışsam da bir problemi yaşıyordum!

Şimdiki zamana geçtiğimiz anlarda bir gizem tadıyla verilen ve kim yolluyor bunları noktasında merak yaratmak isteyen satırlardaki zorlama modumu yerle yeksan ediyor, az önce mektuplardaki izlenimlerimi parçalıyor, gülü seviyorsan dikenine katlan noktasına getiriyordu beni. Mümkün olduğunca hızla geçiyordum, o bölümleri. Sonra mektuplarda ve oradaki karakterlerle tekrar yükseliyor, sayfaların içinden geçip her şeyi birebir yaşıyor, her bir anın tanığı oluyordum. İstanbul ve 6-7 Eylül kısmında bir kez daha kaderin kıyağına şükrediyordum. Çünkü Babam  Komutan şoförü olarak o gün onunla olay mahallerine gelmiş, bütün durumu gözleriyle görmüştü ve annemle evlenip biz dünyaya geldikten ve aklımızın erdiği yaşlarda anlatmıştı.

Kitabın 318.sayfadan sonrasıysa bir felaket benim için. Kocaman bir düş kırıklığı; daha ziyade lezzet eksikliği; başta mektuplar olmak üzere gizlerin açığa çıktığı finaldeyse çöküyorum. Atlayarak ama yanıtları alarak ve hızla geçiyorum kalan 26 sayfayı... Sonra, şu şimdiki zamanlı ara bölümler ve finalle ilgili olarak şöyle düşünüyorum: Yazar mektuplarda anlatılan bölümleri önce yazdı. Onlara göre de şimdiye bağladığı ara bölümler düşündü, bağlaç gibi. 

 

Yayınevinin ilgili kişileri ile oturup konuştular, işin ticari kısmı mevzuya katıldı, okur profili ve şimdilerde ne satar meselesi, piyasa, tartışmaya dahil oldu ve onun sonucunda da yarı profesyonellerin etkisiyle bu lezzetsiz, acaba yazarın içine sindi mi diye düşündüğüm, bendeki kalite etkisi negatif, alelacale yazıldığı hissi aldığım bölümler oluştu. 

Aslında kızdım, sevdiğim ve daha büyük bir yaşta tasavvur ettiğim yazarı bu kez aradım nette, buldum. Fotoğrafını ilk kez gördüm ve hımmm diyerek ve  80 sonrası, liberal dönemin talihsiz  kuşağı  halinden bakarak anladım O'nu. Pal Sokağı Çocukları'nın peşine düşme hikâyesinin olduğu bir videodaki düşüncelerine, gençliğine ve coşkusuna gülümsedim. Kıyamadım.

Diğer kitaplarıyla ilgilenmekteyim!..

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP