22 Ağustos 2022 Pazartesi

Günahım Var Boyumdan Büyük

Üç yıl önceden beri yapmayı çok istediğim bir şey var: Konuşmak.

Kadıköy'e ilk indiğim anda tost yediğim kafedeyim. Telefon çalıyor. Fark ediyorum ama telefonu açmıyorum. O'nu gördüm ve dışarıdayım.

                                                                                                           2012

                                                                                        Felekten Bir İstanbul Çaldım
                                                                                                                                                                                                               


Soğuk bir ilk an. Sanki onca kelimeyi tüketen biz değiliz. Bir yerden lafa girmeli de nereden? Üzen ve çok keyifli bir süreci yerle bir eden benim. Biraz kem kümle birlikte yürümeye devam. O halde hava ısınana kadar bizi bu âna getiren süreci gözden geçirebiliriz.

*

Yıl 2008'in ikinci yarısı, blog dünyasını nasıl keşfettim pek hatırlamıyorum. Bir sinema sitesinde film yorumları yazarken bir süre sonra bu blogu oluşturuyor ve yazmaya başlıyorum. O sırada Blograzzi adlı, blogların üye olduğu bir platformu fark ediyorum. Üye oluyorum ve bir kaç kez de La Paragas günün blogu seçiliyor. Bu benim ve blogun diğer bloggerlar tarafından daha çok fark edilmesini sağlıyor. Elbette platform sayesinde ben de başka blogları keşfediyor ve ilgimi çekenleri ya blogroluma ekliyor ya da takibe alıyorum. Dolayısıyla çok kalabalık olmayan, aynı çemberde, birbirleri ile daha önce tanışmış, içinden kitabı basılan yazarlar çıkaracak bir gruba bir taşralı olarak dahil oluyorum.

Yazmak ve bu platformdaki iletişim mutlu ediyor beni, duygusal anlamda zorlu bir süreçteyim ve daha çok çocukları düşünmekteyim. Onlar anneleri ile yaşarken, ben ayrı evde, şehrin karmaşasından uzak, erkek kardeşimle birlikte baba ocağımdayım.

Hayat böyle bir şey sanırım: eğer bu süreç yaşanmasa bugün Buraneros kimliği ile yazan bir blogger kesinlikle olmayacaktı.

Derken... günlerden bir gün Blograzzi'deki posta kutumda yazılarıma vurgunun yanı sıra "Sana kelimelerinden aşık olabilirim," yazan bir mesajı okuyorum.

Yazılarından çok etkilendiğim biri ve zaten çoookkkk keyifli ama bütünüyle yazılara dönük olsa da bir gaz birikmesi var aramızda ki bu çok cesur mesajla da ilk kibrit çakılıyor. Sonra bu keyif msn'e taşınıyor, mesajlar da e-posta yoluyla gelip gitmeye başlıyor. Ayaklarımsa gittikçe yerden kesiliyor. Medeni durumum, henüz boşanmamış ve ayrı yaşıyor olmam, mesafeler bütün açıklığıma rağmen sorun teşkil etmiyor.

Mutluyum. Bu bir düş. Ve bu ilişki Düş'e Alt Yazılar başlıklı, karşılıklı mesajlarımızdan oluşan bir seriyi başlatıyor ve bu iletişim bana çok iyi gelmekle kalmıyor dönemdeki bir çok yazıma da yansıyor.

İstanbul'da buluşma hayalleri kuruyoruz. Ve İstanbul'da buluşma hayallerim gittikçe yeşeriyor. İlk buluşma için mekânlar gözümden akıyor, O'na üzerine epey konuştuğumuz, Görünmez Kentler adlı kitabından çokça cümleyi yorumlarımıza taşıdığımız bir yazarın, Italo Calvino'nun çok özel, onu da şaşırtacak, belki de çok az insanın elinde olan, o günüm üzerine yazdığım yazıda* "Arabadan inildi yağmuru hissetmeksizin! O'nun için aramanın keyfi, telaşı, heyecanından öte ne yağmur görüldü, ne çamur, ne belirsizlikler, ne başka bir şey, ne sorular... Aslında kitabı ona gitme fikri kafasında oluştuğunda, haftalar öncesinden görmüştü... ''Daha özel bir şey bulur muyum?'' diye aranmıştı uzun bir süre daha... Hiç bir kitapçıdaki hiç bir kitap, o kitabı aşamadı. Tekti!" cümlelerini yazdığım kitabı ona götürmek üzere büyük bir heyecanla satın alıyorum ve her şey yolundayken de sanırım hayatımın en büyük hıyarlığını yapıyorum. Bir mailini yanlış yorumluyorum; hep yüz yüze görüşmeye alışmış ve yüz yüze görüşmeyi savunan biri olarak...

Aslında o süreçte bir serseri mayınım. Tecrübem olmayan bir havada flörtöz çiçek tohumları uçuşurken ben neymişim delisi oluyorum sanırım. Normalde gülüp geçeceğim cümlelerine kastını aşan anlamlar yüklüyorum belki ve bana hiç yakışmayan bir şey yapıp başka bir limana dümeni kırıyorum. Dedim ya gerçek hayatın kurdu, insanları görünmez bir alemde acemi bir çocuğa, serseri bir mayına dönüşmüş durumda. O limana gidiyorum, hoş zamanlar, unutulmaz anlar ama sorun olan mesafeler... derken liman bana kapanıyor ve o zaman benim ayaklarım, iyi bildiği ve döndüğü gerçek dünyasında yere basıyor.

Ve aradan yıllar geçiyor. O o günlerden sonra yazmıyor. Bir an sebebinin ben olduğumu düşünüyorum ki bu da üzüntümü katmerliyor. Ve 2012 geliyor. Normal hayatımdaki sorunlar tek tek çözülüyor, radikal kararlar birbir uygulanıyor, hayatım normale dönüyor, bir düzen oluşmuş durumda ve yükselme dönemi her alanda sürüyor. Enn sevdiğim kadınla henüz normal konularda ve yazışma düzeyinde bir iletişim olsa da aramızda tez zamanda karşılıklı kadeh kaldıracağımız kesin gibi. Hissediyorum. Ama öncesinde geçmişten bir kalbi tamir etmem, defterleri kapatıp zihnimde son noktaları koyup onları hayatımın güzel kadınları rafına yerleştirmem gerek, çünkü O'na tavrım dışındaki geçmişim pırıl pırıl.

Belki de hayatımın tek günah çıkartma eylemi için hazırım. Elbette İnciraltı Meyhanesi bir ukde olarak kalıyor.

Kafeden çıktığımda telefonum hâlâ çalıyor ama açmıyorum ve yanındayım. Gerçek alemde yüz yüze ilk an ve an itibariyle ne diyeceğini bilemeyen, fazlasıyla mahçup bir toyum ben. Bir husumet gütmediği belli ki teklifimi kabul etti... diye düşünüyorum.

Kem kümle başlayan birlikte yürüme aşaması... Gerçeği de kelimeleri kadar temiz, narin ve çok hoş.

Onun arkadaşları ile rastlaşıyoruz yolda, ayak üstü bir sohbet. Geç saatte buluşabildiğimiz ve günün tamamını kullanamadığımız için bir Kadıköy mekânına çöküyor, bira, patates ve midye tava siparişi veriyoruz. Doğrudan özür dilemesem de dolaylı yoldan bir takım gerekçeler sunuyorum. Kırgınlığının ve aslında çok haklı olarak kızgınlığının emarelerinin konuştukça yok olduğunu seziyorum. Uzun zamandır beklemekte olan ve çok severek aldığım, hayatımın enn güzel hisleri ile enn güzel süreçlerinden birini yaşatan kitabı O'na uzatıyorum. Yazarın ikimiz tarafından da bilinmeyen kitabına şaşırıyor, bunu ifade ediyor. Ve kitap hakkındaki yazımdan bir ânı hatırlayarak kalkıp bana doğru uzanıyor ve yanağıma hayatımın en güzel, en anlamlı öpücüklerinden birini konduruyor.

Elini tutuyorum ve özür diliyorum.

Mekân ve yiyecekler sarmadı bizi, sohbet koyu. Aramız da yumuşadığına göre başka bir yere.

Bu kez şarap söylüyoruz. Ve adam gibi yemek.

Aşkın önsözünü kağıt üzerinde de olsa çookkkk keyifle yaşamış iki insandan aslında yaş olgunluğunu da gözeterek daha serinkanlı davranması gereken ben, onunla yüz yüze olmasalar da yaşanmış güzel ânların anıları eşliğinde, daha çok bir günah çıkarma ve vicdan temizleme merasiminde onun gözlerinin derinlerine dalmışken, kaybettiğimin ne olduğunu da aslında anlıyorum. Ve bir anlık kararımla aramızdaki onca kelimeye yazık etmişliğimi düşünüyorum. Düş'e Alt Yazılar'dan O'nun öfkesi ve isteği üzerine cümleleri kopya almadan silmiş olmanın pişmanlığını yaşarken, fark etmeden bıraktıklarıma da sevinemiyorum. .

Şimdi Kadıköy Ulusoy'un önündeyiz, tebessümle birbirimize bakıyoruz. Sanki onca kelimeyi birbirlerine yazan biz değiliz. Ve şu an gerçeğiz. Oysa yazdıklarımız da gerçekti. O halde biz neyiz ve yaşadığımız neydi?

Bu bir son. Bir el sıkışma. Ve yanağıma bir enfes öpücük daha...

Otobüsün kalkma saatine var. Yanağımda da bir öpücük var. Yürüyorum tüm süreci zihnimde akıtarak ve denize bakan bir banka oturuyorum.

Uzunca karşı kıyıya bakıyorum.

Ruhum huzura eriyor.




*Kitabın Sadece Bir Kitap Olmadığı Durum Üzerine...

Günün Finali...

20 Ağustos 2022 Cumartesi

Hikâyesi Olan Objeler-2

Ben bayramdan tetiklenerek Nerede O Eski Bayramlar diye bir yazı yazınca, altına anılar içeren pek hoş yorumlar geldi. Bu da beni bir başka yazı için tetikledi ve ortaya Likörlü Fısıltılar çıktı.

Sonra Sevgili Öğretmenimiz Leylak Dalı çok şahane bir fikirle Hikâyesi Olan Objeler diye bir seri başlatalım önerisinde bulundu ve ikinci yazısını yazdı. Diğer blog arkadaşlarımız Sevgili Okul Arkadaşım, Sevgili Şule, Sevgili Sadece C. de katılınca; bir nostalji dalgası esmeye başladı ki bu pek hoş oldu.



***

Arayışta olduğum bir kaç objenin peşine düşüyorum hemen. Leylak Dalı öğretmenimizin yazısına "Ölüme sebebiyet vermesi kesin cam kül tablaları vardı, cam yerinde ağırdır denilesi ve fotoğraftakilerin rengine haiz, onların peşindeyim," cümlesini içeren bir yorum yazıyorum. Ve onları gökte ararken televizyonun arkasında buluyorum. Çünkü ben sigara içmiyorum.

Tavsiye ederim!



Önce bir ikileme düşüyorum; üçüncü evlerindeler mi, diye. Kızkardeşle kısa bir değerlendirme yapıyor ve ikinci evlerinde oldukları kararına varıyoruz ama ben henüz ikna olmuş değilim. Şimdi aklıma aynı camdan mavi renkli olanları geldi: İşte onların üç ev ve belki de benim doğduğumu da dahil edersek dört ev gördükleri kesin. Yazının ardından peşlerinde olacağım. Bu arada bir stok oluşturduğumun da altını çizebilirim. Bir kaç yazılık malzeme an itibariyle elimde.


*

Ben tıfılın tıfılıyım. Babam terzisine benim için, o yıllarda isyan ettirse de bugünden bakınca mavisi çok hoş, kumaşı baharlık bir takım elbise diktiriyor. İlkokulun en başlarındayım. Bir pazar günü sabahında, enn amcam içine bir de tişört dokusunda boğazlı beyaz kazağa benzer bir şey giydirerek, saçlarımı tarayıp neler söyleyeceğimi de tekrar ederek takım elbiseli beni nişanlısının evine gönderiyor. Çekingenim. Kapıyı açtıklarında neler söyleyeceğimi hem aklımda tutmaya hem de kendi üslubumca kibar bir sıraya koymaya çalışıyorum yol boyu. Enn amcam coğrafyanın en tanınan, çiftlikleri olan bir ailesinin kızıyla nişanlı ve onlar şehrin en sosyetik semtinde oturuyorlar. Sadece salon salamenjeleri bizim 8 kişi yaşadığımız sobalı evi en az ikiye katlar. Üstelik hem kaloriferli hem de  şömineleri var. Hatta dünya tatlısı yengem bizim fakirhaneye geldiğinde sadece bizim ev değil bütün  mahalle ışıldıyor. Ardından da ne kadar mütevazı, ne kadar cana yakın gibi kelimelerin geçtiği cümleler kuruyor komşular. Çok tatlı, çok esprili ve çok seviyoruz.

Şimdi, daha önce bir kaç kez anne babamla, halamla ve amcamla  gittiğim evin kapısındayım ve bu kez destek yok yanımda. Tek başıma ben. Bir an kaçsam, evde yoklardı gibi bir yalan uydursam, diye düşünüyorum. Ter bütün bedenimi çoktan basmış durumda. Son karar ve kaçarı olmayan bir çaresizlikle zile basıyorum. Kapıyı hiç ummadığım, plan dışı tuttuğum üzere abisi açıyor. Onunla hiç provamız yok.  Kibarca konuşma çabaları içinde kem küm ediyor, terle karışık kelimeleri bir şekilde sıralıyorum. O benim farkımda ve içeri sesleniyor ve kapıya Suat Teyze ya da yengem geliyor. Ben heyecandan ve kibarlık çabalarımla ne dediğimi pek bilmiyorum ama sanırım onlar konuyu anlıyorlar. Sırtından tonlarca yük kalkmış bir rahatlıkla asansöre biniyorum. İndiğimde ve kapı açıldığındaysa karşımda enn amcam. Tekrar yukarı. Şimdi işim daha zor. Fırsat verse asansör kabininin minicik aralığından boşluğuna sızacağım. Çünkü biraz önce düzgün ve güzel konuşma telaşlarıyla fena saçmaladığımın farkındayım. Belki de saçmalamadım bilmiyorum. Bunun amcam tarafından bana verilen -kasıntı değil- klas adam olma eğitiminin bir parçası olduğunuysa yıllar sonra çakıyorum. Bir özgüven yüklemesi bu.

Gün çookkk keyifli geçiyor. Evin yengemden hariç bir kızı daha var. Oğul genç bir mühendis ve evli. Günün 6-7 belki 8-9 yıl sonrasına sıçrar ve  küçük de bir not düşersem: Sevgili Okul Arkadaşımla aynı lisede okuduğumuz yıllarda -kendisiyle netleştiremesek de- mühendis abi ve eşiyle aynı apartmandalar ve tanışmamış olsalar da komşular! Kız ise Kolej'de okuyor ve şimdi benzerleri olmayan, ciltli, içinde bir çok çizgi roman olan Tina adlı bir dergi alıyor. Ve o dergiler benim de çok hoşuma gidiyor. Bazen eski sayılarını topluca alıp eve getiriyorum. Okuyunca da yenileri ile değiştiriyorum.



Biz bir ya da iki yıl sonra Suat Teyze'lerin caddesi üzerinde bir daire satın alıyoruz ve mahalleden ayrılıyoruz. O eve -en azından salonuna-yeni eşyalar alınmalı. Sormuştuk anneme: O mahallede de bunları mı giyeceğiz diye! Yine bu kez şehrin diğer yakasındaki ova coğrafyasından bir çiftlik sahibinin kızı, dünya iyisi, konaklarda büyümüş çok tatlı kadın, enn amcamın kayınvalidesi Suat Teyze'nin zevki ve fikirleri önemli. Salon mobilyaları için birlikte çıkıyorlar alışverişe.

Burada bir zaman sıçraması daha yapıyorum; madem genişlettim yazıyı, o halde hızla ileri sarıyoruz zamanı ve devam.

Ben Lise'nin en başındayım. Bir gün ev telefonu çalıyor. Annem açıyor. Karşı konuşurken annem şöyle bir toparlanıyor ve sesini heyecan kaplıyor. Sürekli sağolun, teşekkür ederiz ifadelerini kullanıyor ve konuşma bitiyor.

Annem bir su istiyor.

Bir süre kendi haline gülümseyen heyecanını yatıştırması gerek!  Hâlâ inanabilmiş değil.

Çünkü telefonda ilk konuşan sekreter, ikinci konuşan kişi ise dönemin başbakanı, o yıllarda adı dağlara taşlara yazılan Bülent Ecevit.

Baş sağlığı diliyor.

Fevzi Amca öldü. Enn amcamın kayınpederi. CHP Samsun Senatörü.

İşte ben bu küllüklerin Suat Teyze'nin yeni eve taşındığımızda onun seçimi olduğunu düşünüyordum. Kız kardeşimse benden evlerinin anahtarlarını hiçbir zaman esirgemeyen, ev halkını da alıp bize götüren, sırlarımı saklayan küçük amcamla yengemin caddedeki  ev için aldıkları hediyeleri olduğunu söylüyor. Ayrıca sigaranın köz ucunu söndürmek için tokmağa benzer parçalarının da olduğunu...

Ve hatta gazete kağıtlarından sigara ölçeğinde rulolar yaptığımızı. Bir iki nefes alıp o zarif tokmaklarla söndürdüğümüzü...

Çok genç ve diri duruyor olmaları şaşırtmıyor beni; tahminimce 50 yılı aşmış bir zamanı ikisi aynı noktada olmak üzere 3 evde huzurlu ve kıymetlerini bilen nesillerin güzel insanları arasında geçirdiler ve geçirmekteler...

17 Ağustos 2022 Çarşamba

Ekmeği Fırından Kitabı Kitapçıdan...

Almayı Ne Kadar Çok Seviyordum Oysa!



Ama bu garip ülke epeyi zamandır bu keyiften yoksun bırakıyor beni çünkü tersini yaptığımda bir enayi olduğumu düşünüyorum. Oysa ne kadar ve bir o kadar yürekten kollamak istiyordum hepsini.

Düşünüyorum da ülkemizin karar vericisi: eğitimli, müteahhitsever değil de kitapsever, muhalif olsak da oturup iki laf etmeye değer, kalender, kendi evinde oturan, ya da sembolik bir önemi olduğu için Çankaya da takılan biri olsaydı, nasıl olurdu?

Kesinlikle kültür bakanının kim olduğunu bilirdik...

Büyük sermayeli, her yere yayılmış kitapçılar değil kastım. Küçük, mütevazı dükkânlarda bu işi yürekten yapan, ilk dakikada size ahbaplık kapılarını açan, kitabı tanıtabilen, saatlerce konuşabildiğiniz, en iz bırakan öğretmeniniz, en yakın arkadaşınız kadar sevdiğiniz, elinde aradığınız kitap yoksa beklemekten zevk aldığınız, o enfes sohbet esnasında karşılıklı çay-kahve içtiğiniz abiler, amcalar, ablalar...

Şimdi yoklar!

O bakımdan çocukluğuma ve gençliğime şükrederim. Ve aslında hepsini isim isim bir gün anmak isterim. Elbette mesleği aynı tarzda sürdürmek isteyenler de var ki sayıları bir elin parmaklarının yarısı kadar.

Ve can çekişiyorlar.

Çünkü yeterli çeşit bulunduramıyorlar, taşrada oldukları için de müşterinin talebini yerine getirmek istediklerinde ödeyecekleri kargo parasını üzerine ilave etmek zorunda kalıyorlar!

Gelin görün ki bir de kitapseverin cüzdan meselesi var.

Mesela şu iki kitap arasındaki tek farkı bulun desem...


Tahmin ettiniz elbette.

Soldaki gönülden olmasa da cüzdandan kaynaklı olarak sıfır kargo ücreti ile D&R internet mağazasından alınan ki şu an bile fiyatı 43,20 TL.

Sıfır kargo içinse en az 100 TL'lik bir alışveriş yapmak gerek!

Ayrıca kredi kartına taksitle ve ayrıca bankanıza göre, onun bir kıyağı olarak al benden de şu kadar daha taksit promosyonuyla...

Diğeri de ülkenin pek çok yerinde şubeleri olan bir büyük kitap-kafeden ve ilk siparişte kitaptan emin olamadığım, sonra okuyup da bayılınca, ve ayaklarımın yerden kesik olduğu çok keyifli, dünya yansa umurumda değil bi ruh halindeyken, Penguen'den -bir hafta önce- alınan.

Gördüğünüze inanın, 72 TL. Üstelik barkoda rağmen etiketli!


Oysa bir yazıda okumuştum. Bütün gelişmiş batı ülkelerinde devlet tarafından kollanıyor hayallerimizdeki kitapçılar. Eğer yanlış hatırlamıyorsam, internet kitapçıları dahil aradaki fark Almanya'da %5 ve 18 ay kitap fiyatı değiştirilemiyor. Hadi yanlış hatırladığımı varsayalım ve olsun da %10, ya da İtalya gibi %15. Kapılarından içeri adım atarsam  yayılmacı ve internet kitapçılarının...

Namerdim.

15 Ağustos 2022 Pazartesi

Karadut Şerbeti Ve Bir Parmak Bal

Uzun zamandır almayı düşündüğüm, tam sipariş listesine eklemişken her seferinde çıkardığım kitabı sonunda alıyorum.

Sıkı, benim çok hoşlanarak ve keyifle okuduğum ama çoğu okuyanları tarafından pek sevilmemiş Sütçü gibi kitapların ardından lay lay lom bir okuma hafifletir beni diye düşünüyorum.

E biraz da erotizm -sosu- fena olmaz!

Okunmayanlar rafında yerini aldıktan 2 ay sonra okumaya başlıyorum.

Başlangıçta akıyor fakat bir kadının dilinden olmasını yadırgıyorum, sonra alışıyorum ama...

Ama işte!

Çünkü üslupta kadınsı bir lezzet yok. Belki de Ian Mc Ewan erkek dünyasındaki kadının profilini yaratmak istedi!

Ya da bende bir arıza vardı.


Kolay bir okuma, akıcı, casusluk meseleleri, edebiyatın casusluk işlerinde kullanılması, gizli servisin insanları, kısmen arızalı karakterler, yazarlar, restoranlar, alkol, aşklar, onlar bunlar derken yürüyoruz kitapla birlikte.

Yazar şırıl şırıl akan bir film tadı veriyor ki kendisini eleştirmek haddime değil ama onunla tanışma kitabımın tadı ve bendeki etkisi kalıcı.

Kendisiyle ahbaplığımız eskiye dayanır yani.

O kitabının gazıyla önce Solar'ı alıp okumuştum ardından da Cumartesi'yi.

Hakkını yiyemem, özellikle Cumartesi'de heyecanı hep diri tuttu ve okurken kelimeler yoktu!

Gelin görün ki okuma keyfi açısından güzel olsalar da  zaman geçirme tadı veriyorlardı.

Bir tortu kalıyor muydu peki?

O halde benim kazanımım ne?

Var mı?

Yok...

Yani hiçbiri bende *Masumiyet ya da Özel ilişki'nin tortusunu bırakmadığı gibi enn kitaplarım kategorisine de çıkamadılar.

Yermek değil gayem, olumsuzlamak da istemem, sonuçta akıp gidiyorlar, geriye bir şey bırakmasalar da eğlenmiş oluyorum, diye düşünüyorum.

Bir Parmak Bal da olsa damakta kalan, fena bir sonuç değil yine de.

Fakat 15-20 yaşlar aralığında okusaydım, günlerce anlatır dururdum. Kitaptaki erkek kahramanlardan birini atar, yerinde ben olurdum. Ve arkadaş sohbetlerinde ballandırmaktan bir hal olurdum

Hızlı başladım, sonra gazdan ayağımı bir tık çektim, 300'e kadar idare ettim ama sonrası ağızda büyüyen lokma gibi geldi.

Ve henüz kitabı bitirmiş değilim.

Bana karşı olan görevini tamamladığını düşünüyorum ve açıkçası burdan ötesi için de bir merakım yok.

Hedef kitlesini iyi tanıyor, diye düşünüyorum. Biraz da piyasa etkisi, arz talep meselesi, para çağı, görünür olmak ve kapitalist azgınlık nedeniyle hak da veriyorum.

Sonuçta ben de 310'a vardım.

Sonra da titreyip kendime döndüm demek ki...

 Kalan 56 sayfaya ayıp etmemek için;

belki bir ara yeniden elime alırım.


Tüm bunları Ian'a hissettirmedim sanırım. Belki soru işaretleri oluşturmuş olabilirim, kalp kırmanın da gereği yok diyerek aslında 250. sayfada gaz kesiyor, bitime 53 sayfa kala da el frenini tümüyle çekip park ediyorum.

Yine de yanlış anlayıp da alınmsasını istemiyorum ve bir kaç haftadır gitmediğim kitap okuma noktama davet ediyorum.

Olleyy... limonata!

Fakat yanında kırmızı renkli ve dibi kalmış bir şey daha var.

Önce vişne olduğunu düşünüyorum ve "Limonata lütfen," diyorum. Çünkü diğerinin vişne olduğunu sanıyorum hâlâ. Biraz dikkat kesilince, uzaktan akrabalık ilişkisi var gibi gözükse de pek benzetemiyorum.

Soruyorum.

Karadut şerbeti yanıtıyla da eriyorum.

İçim, gümbür gümbür.

"Granül mü?" tereddütü yaşıyorum ama atalar diyarımın göz bebeği olduğunu da anlıyorum.

"Bir karadut şerbeti, lütfen"

"Bir de Trileçe, lütfen."


Bu koca çatal neyin nesi demiyorum, çünkü yeni başlamış ve daha önce görmediğim genç kız çok tatlı ve üzülsün istemiyorum. Oysa eski çalışanlar bilirler ki ben tatlı kaşıkçıyım.

Aldığım her lokmayı tabağa sızmış sütle harmanlamak isterim.

İkinci karadut şerbeti içinse isyan var bünyede!

Söz konusu buz gibi, hakkı verilmiş karadut şerbetiyse, boynumuz kıldan ince.



*Masumiyet ya da Özel İlişki

13 Ağustos 2022 Cumartesi

Şuraya Bir Link Bırakıyorum



Derinler
 
 


Felekten Bir İstanbul Çaldım



Fakat!





Yazıda bu Odun'un 10 yıldır -defalarca- okumasına rağmen göremediği ve ancak dün fark ettiği çok kıymetli bir detay var: Hayatında çok çok özel yerleri olan üç insan aynı günün içinde ve yazıda.

 

Kocaman da bir hıyarlık...

Ve yazının son noktasının sonrasını kesinlikle yazacak.

Ve yazmalı da!

Çünkü yükünü yıllardır yüreğinde taşıdığı bir borcu var.

 

Şahane bir kalbi fena...

 

Çok fena -fütursuzca-  kırdı çünkü!


Ve Sevgili Momentos'a özel bir teşekkür.

Diş ağrısından söz etmese, ben minik bir yazıma, 14 yıl öncesine, Düşüm Ağrıyor'a gitmeyecek, tetiklenmeyecek, bu yazıya dönmeyecek ve 10 yıldır fark edemediğim detayı fark etmeyecek, o günü anlatan yazının son noktasından sonrasındaki saatleri de yazmam gerektiğini ve buna mecbur olduğumu asla düşünmeyecektim...

Çokk... ama çoookk teşekkürler Momentos.:)










İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP