18:45 seansı uygun. Saate göre işi erken terk etmem gerekiyor. Alandaki aksiyon ve vaad ettikleri de güzel ama kapitalizm de bir yere kadar! Mesafeyi tahmin eder bir saatte çıkıyorum evden. Bankamatikten biraz para çekiyor, Salih Usta'dan da bir poğaça alıyorum. Evden çıkarken, mini sırt çantama ne olur ne olmaz yağmurluğumu, pili değişmiş L23'ü atmış, birini bitirmek üzere olduğum, diğeri de o bitince başlayacağım iki ince kitabı da eklemişim.
Tren nispeten sakin, oturacak bir yer buluyorum. Akşamın yoğun çalışma anlarından evin huzuruna geçilecek, iş yeri mecburiyetleri ve disiplininden, okul, hoca, not sıkıntılarından ve baskısından kurtulma, bağımsızlıkların ilan edilme saatleri. İnsanların yüzleri günün sıkıntılarından yavaş yavaş sıyrılmış olsa da gelecek kaygılarının, belki de ödenmek zorunda kalınan borçların yorucu izlerini taşıyor olsa da; yine de mesai saatleri dışında olmanın anlık huzurunun, karanlıktan kaçılıp da sığınılan geçici aydınlığın içinde... Akıp giden manzaralara ve kitabıma sığınıyorum. Bir de küçüklerin kaygısız cıvıltılarına...
Nursel Duruel bilmediğim bir yazar; kısa biyografisi iyi sinyaller vermişti ama! Anlatım dili incelikli ve şiirsel. Öyküleri sıcak, insana dair... özellikle seslerin arşivlendiği bölümle ve oradaki görevli ile ilgili hikâye, farklı bir konuyu içeriden bir gözle okunuş manasında fark ettirdiği gibi, sevimli sevimli düşündürtüyor da, beni. Akşamın sakin ve telaşsız güzelliği eşliğinde, huzurlu ve ağır yükleri geride kalmış, yaşayacağı güzel saatlerinin ön izlemesini yapmış, tadını şimdiden hisseden bir canlı olarak trendeyim ve kitabın kalan kısmını zevkle okuyorum.
Samsunspor'da iniyorum, bir kez daha. Asansörü kullanarak üst geçide çıkıyor, yine asansörü kullanarak geçitten iniyorum. Oysa merdivenleri seven biriyim. Lakin inşaatlardan hatıra kalan ikinci dereceden bir menüsküs yırtığım var ve can arkadaşım, doktorum, muayene ve M.R sonrasında ameliyata gerek görmemişti ama merdiven inip çıkmayı yasak ettiği gibi 5-6 kilometreden fazla yürümemeyi de emretmişti! Merdiven konusuna uysam da yürüme konusunda asgari titizlik içindeyim!
Gişenin önündeyim... Önümse nispeten kalabalık; çoğunlukta bileti alacak birer kişi ama karar verecek olanlar çok kişi. Bir kaç salonda farklı animasyonlar var ve hangisi noktasındaki karar toplantıları bitmek bilmiyor. E bir de buna bilet gişelerinin promosyonlu mısır ve içecek satma çabaları eklenince, bekliyorum.
"Ve Sonra Dans Ettik için bir bilet lütfen."
"D-3 Lütfen."
"Ve Sonra Dans Ettik için D-3," diyerek, teyitleşmek için tekrar ediyor gişedeki genç kadın!
"Evet... lütfen."
Biletime bakmadan cüzdanıma koyup, 18.45 yazan filmin 19'da başlayacağını öğrenip, uzayan süreyi AVM'de gezerek değerlendirmeyi düşünüyorum. Gerçi bir şeyler yemek konusunda şimdi mi filmden sonra mı kararsızlığım var ama sonrayla bir şekilde anlaşıyoruz. Hayal Kahvesi bana daha yakın olmak için boşalttıktan sonra yerine gelen şu Lounge'da aklımı kışkırtıyor her seferinde ama?!!
En alt katta çocuklar için havaalanlarını ve uçuşları konu eden, çocukları da olaya katan bir oyun sergilenmekte. Bir süre tepeden cıvıltılarını izliyorum; çocukların bu katılımcı coşkusuna tebessümle... Sonra sinemanın yürüyen merdivenlerine yöneliyorum ki bu kez biletleri kontrol etmeden içeri almayan bir genç kadın var.
"Hoş geldiniz."
"Salon 6, G-3."
" İyi seyirler."
G.3'mü?!!!
Ah benim sesimin şırıl şırıl bir deredeki çakıl taşlarının üzerinden akan serin suyun tadında tuzaklar kuran şiirsel akıcılığı ve pırıltılı tonu... ve elbette benim cazibem; gişedeki genç kadının da aklını başından almış olmalı! E bu duruma biraz da keyfim sıkılıyor tabii ki, D-3'ü sevmişim sonuçta!
Rahat koltuklar ve şık puflarla düzenlenmiş kocaman ve hoş fuayede bir tur atıyor, sonra da terasa yöneliyorum. Manzara enfes lakin L23 duymasın, çıkan sonuçtan pek memnun kalmıyor, gece manzarası için bir sonrasında abisi ile geleyim, diye düşünüyorum. Terasın masalarından birine oturup, montumu da çıkarıp, güzel ve nispeten soğuk havayı bedenimde hissedip, okuduğum her hikayede ilgimin biraz daha katmerlendiği kitap Yazılı Kaya'nın, lezzetli satırları arasında yok oluyorum.
Ve salondayım. En arka sıradaki G-3'e oturuyorum. Alt yazıları okuyamayacağım endişem var! Nasılsa D-3'de boş, diye geçiriyorum içimden ki an itibari ile yalnızca bir kişi daha var salonda.
Sonrasında iki kişi daha ilave oluyor. Reklamlar ve fragmanlar başlayınca da görüyorum ki alt yazılar sorun yaratmıyor, yerimle kaynaşıyoruz, durumdan hoşnudum fakat perdede reklamlar var diye telefonuyla meşgul ve üç sıra aşağımda, ayaklarını ön koltuğun tepesine uzatmış genç kadına ayar olunca bir ayar vermek ihtiyacı hissediyorum. Elbette ki bu hisle kalıyorum ve bu akşamı ve filmi ennn sevdiğim kadına bir mektuptaki şu satırlarla anlatıyorum:
"Ay film güzeldi ya, hem de çok güzel! Levan Gelbakhiani müthiş oynuyor, öylesine sahiciki ve öylesine sevdiriyorki kendisini, sanki bir filmde değil de hayatın içindeymişçesine bir sahiplenmeyle ondan ve duygularından yana oluyor insan... Müzikler âlâ zaten, hakeza danslar da... Duygu resmetmelerse anlatılır gibi değil. Peki ya o güzel şehrin eskimiş, geleneksel ve bayıldığımız avlulu evlerine ne demeli?! Elbette ki kendimi çok ait hissettiğim ülkenin ve şehrin sokaklarına dört gözle baktım; fakat ilk kez izlediğim ve anlatım diline bayıldığım yönetmen Levan Akin, filmin önüne geçirmeden, incelikli bir dille sahnelere taşırken ülkenin belirgin renklerini, ana hikâyeyi yormadan, bazen flu fonlar şeklinde öyle güzel yerleştirmiş ki bütünün içine; gören birine işte sevdiğim ülke bu, dedirtiyor. Ve Ana Javakishvili, Mary karakterinde şahane; bir dans partneri olmaktan öte, sevmek ve dost, arkadaş ve sevgili olmak nedirin cevabını enfes veriyor; güzel oynuyor ve sevimli kılıyor kendini; tüm duygu renkleri ile.
Velhasıl-ı kelam yönetmen becermiş bu işi, hem de en katı yaklaşımların kalbinde dahi bir sıcaklığa sebep olabilecek bir şefkatle. Sinemadaki şahıslarsa şu şekildeydi: Bir adam; muhtemelen bu dünyadaki seks nasıl diye gelmiş olabilir, pornografik beklentilerle tabii ki, belki de sanatsever bir şahsiyetti; salonun ışıkları izlenimlerimi yanıltmış olabilir! Onun arka sırasında "türbanlı," spor ve hoş giyimli, ayaklarını ön koltuğun tepesine uzatan, sanatsever, çağın gereklerinin farkında, kendine ait bir dünyası da olan ama bunu biraz da dışa vurmayı -ki bu halini o kadar güzel anlayıp o kadar çok sevdim ki- genç kız... onun bir arkasında yine "türbanlı", türbanını iğne ile tutturtmuş, sinemayı seven, bu sanata ilgi duyan entelektüel bir genç kız daha... Ve bilet veren kızın sonradan D'yi G anladığını fark eden, önce biraz gerilen ama sonra da bundan şikayetçi olmayan, muhtemelen blog yazarı, çok tatlı ve hımmmm bi kadını çok sevdiğini düşündüğüm, ukala, magazin yazarı kılıklı, havalı bi adam. Terasta, göstere göstere kitap bile okudu o adam... ve sanırım bir kez daha bu saatte bir film izlerse, ardından, ışıklı manzara eşliğinde, Lounge'da bira içip bişiler atıştıracak. Üstelik, sanıyorum ki kendisi bu AVM ile ilgili bir inadı kırmak için sürekli taklalar atıyor. Bu ara gelecek çok güzel filmler var. Ken Loach bile son filmiyle geliyor yahu! Bu Lounge'da da bira içilip bir şeyler yenir valla! E manzara zaten süper... muhtemelen istemeye istemeye geldiğim -tabii ki sanat aşkına- bu mekana bundan sonra yine sanat için ve sanat aşkı sonrası o mekan için, isteye isteye gelebilirim! O zaman, bu adı batasıca AVM'nin, sadece bu alanları ve bu alanlardaki olanakları ile ilgili daha inançlı övgüler de yapabilirim sanki! Bakacağız artık!"
Aklımda iyi bir film izlemenin tadıyla filmi zihnimde çevire çevire dolaşıyorum AVM'de. Yeme içme mekânlarına göz atıyorum. Eğlenceli bir şeyler atıştırma fikri ağır basıyor. Biliyorum ki filmi bir süre yaşayacağım. AVM'nin ve gecenin sakin ve rahat saatleri. Kararımı verdim
"Bir dabıl köfte burger menü, kola şekersiz lütfen."
Tadını çıkarırken, eğleniyorum da. Filmden bana bulaşan, lezzetli bir huzur. Tüm mesajlarını kırıp dökmeden, hoş nüanslarla, tüm sert eleştirilerine rağmen sözel ve görsel tatlılıklarla anlatan filmin bünyemde yarattığı olumluluğun tadıyla son kalan patatesleri de kolayla sonlandırıyor, pek yapmadığım bir hareketle, kalan kolamı alarak usul adımlarla ve ara ara yudumlayarak alt katlara ve dolayısı ile çıkışa doğru yürüyorum.
Yine asansörü kullanarak durağa geçiyorum. Otomattan bir su alıyor ve trene biniyorum. Cam kenarı koltukta bu kez yine bilmediğim yazar Suzan Bilgen Özgün'ün kitabının ilk sayfasını açıyorum. İlk hikâyede de kendisine bayılıyorum. İki durak sonra yanıma alan kaplayan bir hanımefendi kap kacakla... onun karşısına da bir kız ve bir oğlan çocuğu, yine ellerinde yüklerle oturuyorlar... belli ki alışverişten dönüyorlar. Çok da hoş sohbetler, sürekli konuşuyorlar, evde gibi... sevimliler de, birbirleri ile iletişimleri sevimli, evin bir odasında gibi. Lakin bir süre sonra kitabımı kapatıyorum, ta ki onlar inene kadar.
Gölgede Kalanlar, insanı hikâyelerine katan, mahallemizde olan bitenlermişçesine sıcak, anlatımı ile yormayan ama değen, aynı günde ya da yolda okunup bitirilebilecek, lezzetli bir ara sıcak kanımca.
Her zamanki durakta iniyorum, kartımı okutup ödediğimin bir kısmını geri alıyorum. Eskiden bağ bahçe olan, şimdiyse bir yeni şehrin parçası caddeyi yürüyor, fırından sabah için bir ekmek alıp sahile ulaşıyor, güzel güzel mekânların ışıltılı seslerinin kenarından, Hayal Kahvesi'nin önünden eve doğru yürüyorum. Bahçe kapısını sessizce açıyorum. Amcalarının ve babasının gençlik hayalleri olan aynı ve tümüyle kendilerine ait bir binada oturma arzularını duymuş ve aklının bir köşesine not etmiş küçük ama küçücük bir çocuğun, o hayali gerçekleştirmiş olmasının tadını yaşıyorum.
Ve klavyemin başındayım; fırından yeni çıkmış, sıcacık haberlerimi tebessümle mektubumun içine yerleştiriyor, göndere basıyorum.