18 Mayıs 2022 Çarşamba

Kendi Şiirini Aşkla Yazan Bir Gün

Enfes bir güneş perde aralığından sızıyor. İlkbahar yaza doğru yolculuk halindeyken camı tıklatıyor. Duyarsız kalamayacağım mükemmellikte bir sızma bu. Sadece vurduğu nokta itibariyle değil, kalın perdelerimin ardına döktüğü dizelerle de beni çağırıyor.

Kalkıp perdeleri öteliyorum.

Bana bıraktığı bir kaç cümleyi alıyor, balkondaki dizilişlerin bir işaret olduğunu çakıyor ve hazırlanmaya başlıyorum.

Gerçek bir fotoğraf makinesi, bir şiir kitabı, bir de ince trikoyu ekliyorum sırt çantama. Binanın dış kapısından çıktığım gün, enfes bir Cumartesi. Pırıl pırıl bir dünya ve bahçenin yeşili üzerinde şen şakrak sığırcıklar. Kahvaltı sofrasında âlâ bir menü, kulak kesilmek zorunda bırakıldığım, imrendirici bir sohbet. Huzur bozamaz adımlarla bahçe kapısını usulca açıyor, ağır adımlarla, baharın tadını çıkara çıkara kıyıyı yürüyorum.


Sığırcık sofrasına elbette davet edildim, ancak ben dizelerin esiriydim, ve buna bağlı bir söz vermiştim! Elbette sofralarına teşekkür edip, afiyetler diledim. O hayali gerçekleştirme adımlarıyla ve heyecanla yürürken meydandaki festivale göz atıyor, bir kaç poz fotoğraf çekiyor, denizin derinliklerine götürecek yolu usul dalgaların keyifli oynaşlarına gülümseyerek; martıların, havadaki uçakların, mavi tulumları içindeki gencecik havacıların ve biraz sonra okuyacağım dizelerin ufak adımlarıyla ve heyecanıyla İskele Kafe'ye ulaşıyorum.


Konuğum çok etkileyici. Kısa bir sohbet sonrasında geldiği uzun yol nedeniyle onu istirahate bırakmış, kelimelerimin uyumsuz gürültülerden azade olacağı, sadece rüzgârın ve denizin notalarından oluşmuş müziğin duyulacağı bir noktada onun kelimelerini duymak, o kelimelerin beni ne türden yolculuklara çıkaracağının merakıyla ve belki bencilce bir istekle bu sabahı planlamıştım. Ama o benim bu bencilliklerimi anlayacak kadar olgun, coşkulu ve sanırım bana oranla biraz daha tecrübeli ki sıcacık kelimeleri ile sadece kalbime değil, yanağıma da değiyor.

O sırada çok ama çok tatlı bir genç kız masama yanaşıyor. O kadar sıcak ve tatlı gülümsüyor ki. "Siparişiniz alındı mı?" diye soruyor. Gülümseyerek "Hayır," diyorum, sonra ekliyorum:

"Bir karışık tost lütfen,"

"Bir de çay, fincanla lütfen."



Kitabın kapağını açıyorum. İskelenin açık deniz kıyısındaki en kenar masasındayım. Kafamı sağa çevirdiğim anda uçsuz bucaksız deniz ve muhteşem satırlar dışında kimseler yok. Kitabımın içine bana atıfla yazılmış satırların rengi sanki bu an hayal edilmişçesine güzel.

Muhteşem bir el yazısı ile...

Elbette yazının tümünü kitabı ambalajından ilk çıkardığım anda okudum. Özen ve cümlelerin sıcaklığı, el yazısının zarafeti dikkatimi çekti. Ama bugünü şımartmak hakkım çerçevesinde, ortamla birlikte; hiç fark edilmemişçesine bir kaç kez daha okuyorum, altında tarih ve imza olan yazıyı.

Bunu çok görmeyin bana lütfen, bir abartı olarak da sakın almayın. Özellikle yazarken, duygularını ardına saklayan, onları içinden geldiğince, coşkusunun bir yansıması olarak ortaya dökmekten kaygı duyan biri hiç olmadım... olamadım ben. Üzgünüm...


Tostum enfesti, ikinci çayım da... Ama satırlar! Yol aldıkça zamanda sıçrıyorum. Özellikle B. şehrindeki yaş, bir karakteri saç kesimine kadar gözümün önüne getiriyor. Satırlardaki duygu, net resimler çiziyor zihnime.

Altını çizmek istediğim, sonra onları yazıma taşımayı düşündüğüm duygu sahneleri akıyor dizelerden. Bir gün bunları şairi ile yüzleşmek istiyorum. Kendimi kendime kanıtlamak için. Bir iddiam var hayatla; bana kelimeleri verin duyguya dair, resmini çizeyim kelimelerimle... Olmadı derseniz de çizin üzerimi. Bu öz güven nereden bilmiyorum: Oysa çok şiir okuyan, çok şiir kitabı olan biri olmadığım gibi şiir okurken de onu piç eden biriyim.

Beceremem!


Şu dizelerin olduğu şiiri okurken, birden kalıyorum.

Sen başka hayatlara öykünmelerinle,
ben, sevginin bayrağın yükseklere
         çeken insanlarla...
sonsuza kadar elveda...


1993

Kitabı bitiriyorum. Uzun bir süre denize bakarak iki şeyi düşünüyorum. Aynı insanın zaman dilimlerinden haraketle iki farklı zamandaki duygu dünyasının nasıl bir yol aldığını. Kanaatler oluşturuyorum elbette. Bu kez, evet işte ben yine bildim sevinci değil beklentim. Kumbarası belli ki dolu bir başka ve bence özel biriktirmişlikleri olan bir ruhu ne kadar anlayabildiğim iddiamın yüzdesini görmek istiyorum.

O sırada iki genç adam yanaşıyorlar. "15 yıllık arkadaşız ve birlikte bir fotoğrafımız yok, çeker misiniz?" diyorlar. Çok sevimli bir talep değil de nedir bu? Gülümsüyorum. Bir yandan da çekinceleri var, yöneticileri müşteri ile girdikleri diyaloğa ve isteklerine kızarsa diye. Öte yanda sürekli tekrar ettikleri cümle 15 yıl... ve bir fotoğrafları yok birlikte. Seve seve çekerim, diyorum, "Ben için de öyle güzel bir hikâye ki bu çocuklar," diye de ekliyorum ve 5 poz fotoğraflarını çekip e-mail adreslerini alıyorum. Öyle mutlular ki ben sayfalarca yazsam anlatamam.

Ama az önce bitirdiğim kitabın şairi iki cümleyle kesin anlatır!

Ödememi yapıyor, benimle ilgilenen genç kızı buluyor, "Şahanesin, çok teşekkür ederim," diyor, iskeleyi yürüyor, festivali geçiyor ve bu güzel zamanı kahve ile şımartmalıyım diyorum ve eve kıvrılmaktan vazgeçiyorum.

İyi ki de vazgeçiyorum?

Bir evlenme teklifi hazırlığı var. Bir genç kadın yakılacak ateşin odunlarını dizmekle meşgul. Kurulan düzenin profesyonel bir iş olduğunu düşünürken ben, fotoğraflarını çekebilir miyim? diye izin istiyorum. Elbette diyorlar, sonra bir fotoğrafçıları olmadığını öğreniyorum. Neden diyorum, dolu olduğunu söylüyorlar. Çektiğim fotoğraflar için e-posta adreslerini istiyorum. Evim şurası diyorum, ihtiyaç olursa bir telefon yeter diye de eklemiyorum.


Sende aramak bile güzel
            acının her zerresini,
avareliğin bir başına kişisini.

vurmak
her şeyi yerden yere,

Sonra yeniden dönmek
           şu şiirin başına

Ve demek:
Hep sevgiyle başlar her şey...


1983


Moena Books&Coffee'nin kısa merdivenlerini adımlarken kalbim sıcacık. Ayaklarım yerden kesik, ruhum havalarda. Mutluluk doz aşımı bir gün. Üstelik bunun bir de Pazar'ı var. Tarihe geçecek bir haftasonu.

Baristanın önündeyim.

"Bu kez tatlı bir şey istiyorum... beni iyice şımartsın ama!"

"Ne önerirsin?"


Enfes bir fincanla, enfes bir beyaz çikolatalı kahve, uzun süreye yayılmış bir keyifle şımartırken beni, şairin dünyasında ufak adımlarla, güzel satırlar çıkarmaya devam ederek, bir kez daha sessizce dolaşıyorum.

Bil ki:
          benim hüzünlerimden kocaman
bir dağı da yüklemek istemem.

Ama görüyorum ki...
           ıslak dağ çiçeklerinin
           çiğlerini taşıyan rüzgâr,
koştura koştura gelmiş de
                     göz pınarlarına oturmuş.


1993

 



*Üç şiirin de tamamı olmayıp içinden seçilmiş tadımlık dizeleridir, Sezer Özşen- Sevgili Momentos'a ulaşmak içinse buradan lütfen.

16 Mayıs 2022 Pazartesi

La Paparazzi

"Aslında kitabı okurken ve saat 19'dan sonrayken yanımda biri vardı, o da benim gibi kitap okuyordu. Denizdeki teknelerden sandık sandık balık kokusu geliyordu. O an ona döndüm. Biraz ileride küçük bir balıkçı lokantası tadında şık ama sade mekândaki deniz kokan masalardan birinde bir 35'lik rakı, beyaz peynir, kavun ama illaki Süheyla... Belki kalamar, belki karides güveç eşliğinde zorunlu olarak bu kez balıkların donakalacağı bir sabaha kadar değil de kapanma saatine dek sürecek, bir teklifte bulundum."





Kapalı bir gün. Bir sonbahar esintisi tadındaki ikindinin akşama yakın saatleri. Hayal edilip de kurulan cümlelerden dört yıl sonra mekâna doğru yürüyoruz. Tanınan ailelerden birinin aynı alandaki iki yazlığından birinin evrilmesi ile oluşmuş bahçeli, hoş bir lokanta; önünden geçerken sürekli çağırıyordu, etkilemişti, güzel sinyaller veriyordu ama yoğun bir iş döneminin tam da göbeği zamanlardı...

Giriyoruz içeriye, eski zaman tadında bir garson ve hoş bir karşılama. Sanki siyah-beyaz bir Yeşilçam filminin lokanta sahnelerinden birindeyiz. Yol kenarı dış masalardan birine karar veriyor, oturuyoruz. Yönetmen sinyali veriyor ve şahane bir yağmur başlıyor... Kapatılan üst yağmurluğa pıt pıt vuran damlalar, çalan şahane şarkılara eşlik ediyor. Günün en güzel saatlerindeyiz ve bizden başka kimse yok. Mekânla kaynaşma had safhada, sevdik birbirimizi.

"Bir beyaz peynir lütfen,"

"Bir kavun lütfen,"

"Ve bir 35'lik rakı lütfen."

Onlar masada yerini alırken mekânla ilgili izlenimlerimiz de olumlu yönde ilerliyor. Hımmmm hoş ve lezzetli bir meze tepsisi... Geleneksel mezeler ve zengin tepsisiyle biz varız ya, diyor mekân.




*

Dün sabahın erken saatlerinde, kimliği belirsiz, gizli bir numaradan bir mesaj düşüyor telefonuma. Küçük bir not ve iki farklı tarihli -yukarıdaki- iki belge ekli... Okuyorum, başlangıçta "Bu ne?!" diyorum. İlerledikçe ve tarih aralığı bünyeyi dürttükçe meraklanmaya başlıyorum. "Bir magazin değeri var mı?" diye düşünmüyor ama belgedeki kişileri merak ediyorum, ifadeler beni kışkırtıyor.

Bir de not var, verilen saat 16'nın tahmini olduğuna dair. Biraz zorlanacağımı düşünüyor olsam da merak gittikçe artıyor, zihnim heyecanlanıyor ve makineli tüfek hızında olasılıkları taramaya başlıyor. Mekânı zor da olsa bulabileceğimi düşünüyorken tam ben, bu kez yukarıdaki fotoğraf düşüyor telefonuma.

An itibariyle tek sorun saatin net olmaması ve kişiler...

Kastedilenin bir kadın ve bir erkek olduğu kanaatindeyim. Satırlardan aldığım his bu. Bu yeterli değil tabii ki, kendimi kandırmanın alemi yok, artık mekânı elimle koymuş gibi bulabilirim eyvallah da ya yanlış kişilere odaklanırsam, haberi tümüyle yanlış üzerinden kurarsam?! Ya cinsiyetler konusundaki öngörüm yanlışsa!



Fakat bu zorluklar bir yanıyla da kamçılıyor beni. Ama yeterli araştırmayı yapacak zamanım yok.

Ya şansımı denemeye kalkar ve boş atıp tutturamazsam?


İşte ben tüm karmaşaları iyice bulanıklaşan ve bir çıkış bulamayan zihnimde dolaştırırken, pat diye bir mesaj daha düşüyor ama bu kez başka bir endişe paçamdan çekiyor ve iki soru türüyor zihnimde:

"Yoksa biri beni izliyor mu?"

"Yoksa biri beni kullanıyor mu?"

Tedirginlikle etrafıma bakarken, ilgim ve meslek heyecanım ve tabii ki gittikçe artan merakım ve gelişen gizem sürekli beni olaya doğru iterken telefona bir mesaj daha düşüyor.

"Er kişinin kod adı BRNRS, fiziksel özellikleri: 1.85, 1.86 boylarında, şişman değil, kara kaşlı kara gözlü, benim kadar yakışıklı olmasa da eh işte... Ama çok uyanık biri ve takip edeni açığa çıkarma konusunda da maharetli... O bakımdan yakınında olma, kesinlikle tele objektif kullan, mümkün olduğunca rezil et ve açığa düşme, bir buluşma ayarlayacağız ve dolu bir zarfla memnun edileceksin. Ayrıca evine yakın yerdeki hiç bir ağacın yapraklarına güvenme, sürekli uzaktan izle, bugün önemli bir gün, önemli bir yıldönümünü kutlayacaklar ve o nedenle ana yol üzerindeki çiçekçiye mutlaka uğrayacaktır, orada ve uzakta bekle ki kuş önüne düşsün.

Gazan mübarek, Rabbim yar ve yardımcın olsun, La Paparazzi...

A-J 2..1"

Çiçekçinin komşusu kebapçının veranda camlarının arkasına, dar sokağın köşesine konuşlanıyorum. Biraz sonra tarife uygun, açık mavi kot pantolon, üzerinde beyaz kare çizgileri olan bir ton açık lacivert şık bir gömlek, koyu lacivert v yakalı bir kazak ve askısından mont geçirilmiş sırt çantası ile gözüküyor Kod Adı BRNRS, onun olmaması mümkün değil... Fakat içime de bir kurt düşüyor o an. Bu bir piyonsa? Beni açığa düşürmek için bir tedbirse? İçerideki hareketlerini izliyorum, önce başka bir çiçek soruyor anladığım ve o yok. Dükkânı dolaşıyor. Ve kır çiçekleri görüyor, açık mavi ve pembe gönlüm sende'lerden bir demet yaptırıyor; süslenmelerini istemiyor, sap boylarını biraz daha kısalttırıyor, sadece bağlatıyor ve hooppp sırt çantasına...

Ara sokağı dönüyor, ben dönmüyorum. Sahile inecek ve doğruca mekâna yürüyecek, saate baktı, biraz hızlandı; bu hatayı affetmem ben; hızla geri dönüyor, koşarak sahile onun önünde iniyor, mekânı buluyor ve cepheden görecek uzak bir noktaya, dondurmacının yanına konuşlanıyorum. O an avantajlı bir durumda olduğumu hissediyorum çünkü iskelenin meydanında uçaklar var, mini bir havacılık festivali, paparazzi pozisyonunda olsam da festivalle ilgili gazeteci rolünü rahatlıkla oynayabilirim.

Biraz sonra Kod Adı BRNRS görünüyor, doğrudan mekâna giriyor, etrafa bakınıyor, enn sevdiği kadını göremiyor çünkü henüz gelmedi ama ben bulunduğum yerden oraya yürüdüğünü görüyorum: Deri pantolonu, deri olmayan ve çok uyumlu siyah kot montu, bluzu, renkli fuları, bileğindeki şahane ve spor takıları, uzun, hafif dalgalı ve doğal saçları ile tam anlamıyla bir fıstık. İçeri kıvrıldı o da. İkisinin de mekân halkı tarafından çok sevildikleri belli... Özlenmişler. Her zamanki masalarındalar, tahminimce.

Bir dinleme cihazı yerleştirilmedi bildiğim fakat büyük olasılıkla dinleniyorlardır diye düşünüyorum. Meze tepsisi geliyor. Seçimlerini yaptılar. Bir 35'lik Yeni Rakı, dedi dudaklarını okuyabildiğim kadarıyla. Tele ile izliyor arada fotoğrafları çekiyorum. Nasıl coşkulu bir sohbet ama. Deli gibi merak ediyorum. Tek, iki parmak kalana kadar su ve iki buz. Kadehler tokuşuyor, delicesine bir keyifle ama yudum yudum içiyorlar ve uzun cümlelerle gülümseyerek, kimbilir neler neler konuşuyorlar.

O ara bir ışık yanıyor bende ve bir mizansen yaratıp, yakın masalarından birine oturup, konuşmalarını kaydetmeyi düşünüyorum; kendim için.


Üç saati geçtiler, biz sevgilimle 15 dakika konuşup susarken onlardaki bu boşluksuzluğa imreniyorum. O ara, ara çayları geliyor. Nasıl da canım çekiyor. Tam o esnada da yandaki dondurmacıdan bana bir kase dondurma geliyor. "Ben istememiştim, bir yanlışlık olmalı," diyorum. "Hayır, bize, özellikle tele objektifli bey için olduğu söylendi," diyor genç delikanlı. Durumu Aj-2..1'e bildiriyorum. Söylemiştim çok uyanıktır diyerek ayarı veriyor. Açığa düştüysem de umursamıyorum. Onlar bir 20'lik daha istiyorlar ve çok şık bir karafla geliyor. Artık dayanamıyorum. Açığa düştüğüm de sabit olduğuna göre sorun yok, direk karşıya geçiyorum, onlar enfes bir sohbetin derinindeler; birbirlerinin gözlerinde öyle kaybolmuşlar ki beni fark etmiyorlar.

Masalarında yaşam akıyor; gülümsüyorlar, her konuda konuşuyorlar, espri yapıyorlar; fakat, ikisinin de flörtöz göndermelerine paha biçemem. Muhteşem bir andayım. Besleniyorum.

Kod Adı BRNRS büyük bir laf ediyor tam o sırada; o lafın öncesinde geçmiş dönemden ilginç bazı ilişkilerinden ve karakterlerden söz etmişti, şu an söyleyeceklerini can kulağı ile dinliyorum: Geriye baktığımda sanki yüzyıl yaşamışım ve bu yüzyılın içindeki bölümler biribiri ile ilişkili değil, farklı zamanlarda başlayıp biten olaylar içinde özü aynı ama yine de farklı bir tür Dr. Who'ydum ben, anlamını çıkarttığım cümlelerini, sohbetlerde satmak üzere not alıyorum. Sonra diyor ki senle bir şekilde biterse, ben dükkanı kapatırım. Kadın gülümsüyor, olmazmış gibi düşünüyor. Abi o kadar tatlı, net ve hoş cümlelerle nedenler ortaya koyuyor ki içimden alkışlamak geliyor. Sonra pandemi nedeniyle yapamadıkları interrail'i konuşuyorlar. İskandinav coğrafyasında... Bir imrenme sebebi daha ben için... Sonra içinde Hopa geçen bir cümle kuruyor abi, oradaki bir çiftten söz ediyor. Ben bu abiyle bir gün oturup dertleşmek istiyorum. 15 dakikadan uzun konuşamasak da sevgilimi seviyorum. Abiden işin sırrını öğrenip, ilişkimi geliştirmek ve onlar gibi saatlerce bir rakı masasında oturabilmek, onlar gibi gezebilmek, hiç ses yükseltmemek, espriler, muzırlıklar yapmak, kıymet bilmek, yıllar yıllar geçse de aynı aşkı aynı aşkla sevmek istiyorum.


Ben kulak misafirliğimle gaz ve fikir aldığım hayallerimde sevgilimleyken... Tak diye bir kadeh rakı koyuluyor masama. Bir de bir tabakta bir kaç meze. Şaşkınlığımı fark eden garson, "Arka masadan afiyetle... Size." diyor. Mecburen dönüyorum. Saygıyla ve sevgiyle selamlıyor, ilişkilerine hayranlığımı ifade ediyor, kirli işim için özür diliyor, tüm fotoğrafları siliyorum. O sırada onlar masalarına yanaşan çok tatlı kediyi besliyorlar, işaret ediyorlar ve "Bir arnavut ciğeri daha lütfen," diyorlar; az önce sakilik yapan, en tatlı kadının güleryüzlü sözlerle iltifat ettiği genç kıza.


Karpuzlar müessesinin ikramı, öyle de serinler ki... muhteşem bir final yaptırıyorlar, karaftaki rakıyla.

7 saate yaklaşmışlarken, kalkıyor, herkese teşekkür ediyor, beni de selamlamadan geçmiyor, şans diliyor ve çıkıyorlar.


Çok sevdim onları, makineyi kapatıyor ama takip ediyorum; imrendim, evet ve işin sırrını öğrenmek istiyorum. Dipdibe yürüyorlar, hafif çakırlar, arada bir sallanıyorlar, bıcır bıcırlar, onlar geceye, gece onlara çok yakışıyor. Gökte ay. "Yaz geliyorr!.." dedirten bir hava... ve ertesi güne dönmeye hazır ışıl ışıl gece. Anlıyorum ki istasyona yürüyorlar, son sahneyi deli gibi görmek istiyorum. Turnikenin önündeler, dünya umurlarında değil. Birbirlerindeler. Kartı okuttu abi ve hanımefendi geçti, binene kadar bekliyor, şimdi dönebilir. Ayakları yerden kesik yürüyor. Eminim ki gittiğinde telefonu aranmış olacak. O da arayan numarayı geri arayacak. Yine unutulmaz bir geceyi kumbarasına atarken, karşıdan, evdeyim cümlesi gelecek. İyi geceler dilenecek ve yüzde muhteşem bir gülümseme ile uykuya gidilecek, cümlelerimi de içeren raporumu Aj-2..1'e yolluyorum ve telefona uykudan uyanacak olsa da sevgilimin numaralarını tuşluyorum, cümlelerim hazır, kalbim sıcacık... Uyandırdığıma belki kızacak ama geri dönüş cümleleleri muhteşem olacak.

Eminim!

La Paparazzi.

14 Mayıs 2022 Cumartesi

Giyinme Odamın Kapısındaki Güneş

12.05.2022 Per 18:27

Gönderdiğim minicik renklerden kocaman sevinçler yaşamana çok, pek çok mutlu oldum.

Sevgiler...


Buraneroz Z 12 Mayıs Per, 11:38 tarihinde şunları yazdı:

Sabah 9,20'de dağıtıma çıktığı haberi geldi önce, sonrasında mümkün olduğunca telefondan uzak durdum,

adresi bulamazsa arar diye dağıtıcı,

meşgul etmedim.

Kız kardeşim aradı, onla bile kısa konuştum,

niye soğuk konuşuyorsun? dedi,

uzanmıştım dedim.

Paketi açmanın tadını çıkardım elbette,

kapağın içini okudum.


Fazla uzatmayacağım çünkü önce...

ama şimdi değil,

özellikle iskeledeki kafede,

şiirleri okuyacağım...

Sonra da ödüle bağlı tüm hikâyemi blogda yazacağım.


Kitap imzalatmak gibi bir huyum yok,

bu, benim yazarı tarafından imzalanmış ilk kitabım...

ve ilk resim.



Öyle yani!

Çok ama çok teşekkür ederim,

Yıllar ama çok uzun yıllar sonra da bir soru yanıtlayarak kazandığım ikinci ödül aynı zamanda...


İkide iki yaptım yani,

ki yazıda öbür ödülümden de kısaca bahsedeceğim muhtemelen.

Yaşattığın keyif muhteşem...

İçimdeki çocuk zp zıp zıplıyor.


Tekrar tekrar teşekkürler, bir çocuk mutluluğu yaşamak süper!

Görüşmek üzere,

Sevgiler...


11 Mayıs 2022 Çarşamba

Bir İlkbahar Sabahına Güneşle Uyandın Mı Hiç?*

7.30'da çıkalım dedi kardeş. Mutabıkız. Günü yaşamak olunca niyet, üç harfliye dokunmuyoruz. Şirket aracı sokağa dönüyor. Sürücü arka koltuğa. Direksiyon kardeşte. Günün ilk fotoğrafı bahçeden.

İlkbahar!


Personel yanlış parktan muhtemel ki ceza yemiş. Çünkü not aldım demiş marketten çıkan Trafik Polisi. Belki de yazmamıştır, dedik. Güzel yollar geçtik, sohbetler ettik. Güldük, güldürdüm. Şimdi şehrin öte yakasında, sanki şehire bağlı ama hibrit bölge tadında, yakın tarihte yapılanmış coğrafyasındayız. İniyorum. Randevuma biraz vakit var. Başka bir şehirdeymişim, üstelik hayal şehir hissi veren sokaklarda usul, sessiz bir gezinti. Şimdi hoş mekânlarından birine süzülüyorum. Gün pırıl pırıl.

"Bir su böreği lütfen,"

"Bir de çay lütfen."

Çıkınca bir su alıyor. Hastaneden içeri giriyor, ödememi yapıyor, sekreter genç kadına günaydın deyip hâl hatır soruyorum. Bekleme koltuğunda kitabımın sayfalarındayken, doktorum selam verip geçiyor. Masaya uzanıyorum. Rutin kontrol, bir sıkıntı yok. Tahliller için bir not elimde. Bir ödeme evresi daha... Fakat bugün çok sakin. Nedenler ekonomik mi acaba?


Bir kaç dakika önce tatlı bir genç kadın kanımı aldı. Teşekkür edip, elinize sağlık dedim. Elimde bir küçük plastik kap ve bir de tüp var. Giriyor kapıyı kapatıyorum. Tüpe eviyede aktarma yapacakken çoğu gün hiç çalmayan cep telefonum çalıyor. Bilmediğim bir numara. Bir an açmamayı düşünüyorum. İyi ki de açıyorum. Sesi -uzak bir şehirden geliyor olsa da- çok iyi tanıyorum. Tonundaki keyfi, daha çok da tazecik heyecanını seviyorum. Tüpü bırakırken genç kadına bir kez daha teşekkür ediyor, iyi günler dileyip çıkıyorum. Yürümeye karar veriyorum, çünkü bu coğrafyanın, ırmak boyunda yürümeyi seviyorum.

Fakat yine bir şeyi eksik bırakıyor, yol kenarındaki şirin mekânın ırmağa inen yamaçtaki ağaç altı masalarından birine oturup sade kahve eşliğinde sabahı solumayı düşündüğüm halde es geçiyor ve banklardan birine oturup, kulağımdaki kuş sesleri eşliğinde kitabımı açıyorum.


Güneşin sıcağından yorganlara sarılmış köpeklerin koşu yolu üzerindeki keyiflerine gülümsüyor, ağaç altından az önce uyanan bir başkası için ırmağın yamacını iniyor, gelme diyen hırıltısına selam çakıyor, istemem yan cebime koy edasına ben yemem bu numaraları diyor, sonra da yayılıp uzanmasının başını okşarken, sohbeti koyultuyoruz.

Artık yıllarımı geçirdiğim sanayi sitesindeyim. Keresteciler kısmından giriyorum. Uzun süredir görmediğim bir arkadaşıma uğramayı düşünüyorum. O sıra bir başka arkadaşın mağazasının önünde bulunca kendimi, uzunca laflıyoruz. Diğer arkadaşımın koronaya yakalandığını, o nedenle bütün dişlerinin döküldüğünü, yoğun bakımda kaldığını, öteki dünyaya bir göz atıp geri döndüğünü öğreniyorum. Bolca da eski zamanları konuşuyoruz. Şimdi bizim caddedeyim: Ne şahane bir ekiptik, birbirimizin rakibi olmamıza rağmen birlikte yiyip içer, şehir dışından gelen meslektaşlarımızı bu birlikteliğimizle şaşırtırdık. Akşam saatlerinde caddeye minyatür kaleleri kurar, bol seyircili kıran kırana maçlar yapar, ardı gün maça dönük gazeteler çıkarırdık. O dönemin mağazalarının çoğu şimdi yok. Kalan bir kaçı da bırakma hazırlıkları içinde...

Sen haklıymışsın sözlerini duymak eskisi kadar mutlu etmiyor beni, evet öngörmüştüm, çokça da dile getirmiştim ama dinletememiştim.

Yine de çok keyifli sohbetler yapıyoruz, eskiyi anıyor yeniyle kıyaslıyoruz.

Bırakma hazırlıkları içinde olmalarına zararın neresinden dönülse kâr noktasından bakıyorum ve tam zamanında alınmış radikal kararlarımın ne kadar doğru olduğunu bir kez daha görmüş olsam da, bundan ne yazık ki bir övünç çıkaramıyorum. Çünkü bizden kat be kat güçlü ailelerin geldikleri noktalara ve yitirmiş olduklarına, ödenen bedellere baktıkça üzülüyorum.


Aklımda nerede ne yesem fikirleri dönerken kendimi cağ kebapçıya giderken buluyorum ama köprünün son çıkışına varmadan fikrim beni çeliyor ve geri dönüyorum. Şimdi trendeyim. Okuma gözlüğümü haşat ettim ve bir süredir de yenisini almadım; çıplak gözle okuyorum da sanki bir 0,75 alsam iyi olacak. O halde adı Yabancılar Çarşısı olsa da, dillerdeki haliyle Rus Pazarı'na. "Okuma gözlüğü, 0,75 lütfen," desem de 0.75 olmazmış, öyle diyorlar. Ben eski gözlüğümü öyle hatırlıyorum. Sonuçta uzatmıyayım bulamıyorum ve söz verdiğim üzere ilk baktığım dükkândaki 25 lira deyip de 20'ye bıraktığı 1 numara gözlüğü alıyorum.


Sonra Bandırma Vapuru'nun imitasyonunun önünden eski Yelken Kulübe ve liman yönüne kıvrılyor, deniz geçişli gölün üzerindeki köprüde takılıyor, bangır bangır Bergen çalan faytoncu kardeşle laflıyor, yıllar önce bir telefon konuşmamızda "Benim için o güzel şehrin havasından bir nefes alır mısın?" diyen Sayın Ekmel Denizer için ruhuna ulaşacak ve uzun kalacak kadar nefesi alıyor, bol bol fotoğraf çekiyorum. Elbette bölgenin fuar olduğu zamanlardan bir çok anıyı da hatırlayarak içinden geçen tren raylarının üzerinden çocukluğuma bakıyorum.


Keyifli bir yemek arzusu fikrimi sürekli tırmalıyor, bir an şehirde takılsam, buralarda bir şey yesemler arasında çelişkili fikirler içinde dolaşırken, çocukluğunda kalsan ve Birtat'a gitsen kendini öne atıyor. Ancak gün itibariyle hata yapıyor çünkü başka keyifler arıyorum ve istasyona yanaşırken de sonuca ulaşıyorum.


Irkçı biri değilim, insan ayırımı yapmam, iyi olsun, iyi niyetli olsun; o zaman isterse, gerekçesi ne olursa olsun, beni kıtır kıtır doğrasın. Lakin dilimizden çok başka bir dili çokça duymaya, üstelik özünde insani bir tavırdan ziyade başka hesaplar olan göz yummacılığa ve kabule, oradan çıkar evirmeye itirazım var. Ülke insanı açlık içinde kıvranırken, başka topraklardan gelip, üç otuza iş gücü yaratıp, bu ülke insanını her sektörde işsiz bırakan, sermayenin ve o sermayenin destekçisi iktidarın oy hesaplı çıkarlarına hizmet anlamında çağdaş köleler olarak çalıştırılan, her türlü güvenceden yoksunluklarıyla patronun maliyetlerini azaltan, yerli iş gücünün belini kıran bu gözü dönmüş köle ticaretine de isyanım var. İşte tüm bu nedenlerle, leylek heykellerinin fotoğraflarını çekmek için girdiğim yerdeki dillerini bilmediğim çoğu bebe, çoğu bebek anne kadınlar ve çocuklara bakınca, nasıl bir -rekabetçi- kölelik düzeninin ve vahşi kapitalizmin ve despotluğun bizi beklediğini görmek elbette ayarlarımı bozuyor.

Tek kare çekip kendimi nefes alanıma atıyorum. Bu düşüncelerden hızla uzaklaşıp istasyonda ayaklarımı yere basıyorum.


Rabbimin hikmeti işte... İspanyolum virajı dönünce düğün dernek oluyor yeniden hayat. Oturuyor, bir an kitaba niyetlensem de yolculuk tadı daha bir hoş geliyor. O arada coğrafyamda bir iki yer arasında dolaşırken zihnim, bünyem masaya elini vuruyor ve yemek noktası netleşiyor.


Elbetteki Mantucu! Mekân benim için kapatılmış. Bir tek şefimiz var ki bundan iyisi de Şam'da kayısı...

"Bir yoğurtlu mantı lütfen."

"Yoğurt sarımsaklı olsun lütfen."

Masaya önce altılı kuruluyor. Altılı masada altı tadımlık. Hepsi birbirinden leziz; renk farklılıklarından yarattıkları senfoni şimdilik çok uyumlu, bozuk ses yok. Usuldan çatal uzatıyor lokmayı hazır ediyorum ama sonra toplu fotoğraf için assolisti beklemeye karar veriyoruz.

Hoş geliyor, safalar getiriyor.

O sırada dışarıdan mekânı inceleyen hoş iki hanımefendi küçük çocukları ile içeri giriyorlar. Bir tanesi şefe yanaşıyor ve mantı fiyatını soruyor. Dışarıda ufak bir toplantı; çocuklarla birlikte hesap kitap ve çok haklı olarak yürümeye devam ediyorlar. Üzülüyorum. Çünkü bundan bir süre önce o hanımefendiler ve çocuklar bu masalarda güle oynaya, tasasızca oturuyorlardı. Kime küfretsem bilemiyorum. Çünkü Mantucu fiyatları ve verdikleri itibariyle civardaki esnaf lokantalarına göre dahi fiyatları açısından ucuz. Bir genç girişimci kaliteden taviz vermeden bu piyasa içinde var olma savaşında. Son derece iyi niyetli bir genç ama ne yazık ki ülkeyi yönettiklerini sananlar, bu gençlerin bilgilerinin, niyetlerinin ve yeteneklerinin çok ama çok gerisinde. Potansiyelleri ve niyetleri parlak ama umudu kırık bir sürü genç var, bunun yanı sıra da başka topraklardan kaçıp gelen "köleler" var!


Tüm bu karmaşıklıktan kolaylıkla çıkıyorum. Şamlı, güleryüzlü Şefim önüme çiçek bahçesini kuruyor. Özkan kardeşim yok, sanırım, ekmeğini kovalıyor. Önümdeki tablo, istasyona giren tren, kavşaktaki devinim beni yükseltiyor. Rengarenk tadımlıkların her bir rengi damağımdan ruhuma akıyorlarken dert ettiklerimi şöylece bir kenara iteliyorlar. Artık ayakları yerden kesik başka bir dünyanını renkleri içinde, hayallerim ve umutlarımla birlikte nefes alıyor, fikirler üretiyoruz. "Üzerine de Moena'da bir Americano ha! Nasıl ama?" sesleri gittikçe yükselse, bir an gaza getirip mutlu etse de, onca saattir ekran kapalı, "Dünya ne halde fikrin var mı?" sorusu, en azından durumu gözlemek, son verileri alana kadar çalışmak adına açmalısın dükkânı diyor bana. Moena'nın önünden geçiyorum yine de...

Açıyorum ekranı.


İşin son saatlerinde kısmen kaytararak, biraz daha nefes almak adına blogları geziyor, yorumlar yazıyorum. Bünyem, inceldiği yerden kopsun modunda "Hadi vurr kendini şaraba, şaraba ve aşka vurr," diye bir şarkı tutturmuş; fena halde koyvermiş ve elde var bir hayat çılgınlığında dışarı atacak kendisini. "Belasını nasılsa o çekecek," diyor, kitabımı, yeni okuma gözlüğümü, bir de mont alarak düşüyoruz, sırt çantamla yola. Babamın ağaçlarına varıyoruz. Kızlı erkekli karma takımlar halinde basketbol oynayan gençler içimizi ısıtıyorlar. İskeleyse zıplatıyor; çünkü kafe, yaz sezonunun ışıklarını yakmış.

Bir kaç gün sonra görüşürüz manasında el sallayıp, Lozan'daki mekâna kıvrılıyoruz.

Akşamları iş başı yapan, Sanat Tarihî bölümünden mezun olduğunu söyleyerek beni şaşırtmış genç adamla biraz lafladıktan sonra, içinde kestane olan kuru pastalarından istiyorum ama kalmamış. O halde...

"Bir Trileçe ve bir çay lütfen."


Soğuğa aldırmadan dışarıda oturuyorum, ilk kez okuduğum yazarla aramız iyi, kolay anlaştık. Suç dünyasında, inceden uyanık bir mizah eşliğinde, biraz fırlama, cin gibi zeki bir üslupla ilerliyoruz. Sıkmayan, zorlamayan, ciddiyetli kitapların ara sıcaklığına yakışır bir biçimde, şekersiz çay, enfes triliçe, ufak lokmalar acelesizliğinde günün finalini yapıyoruz.

Ödeme ve teşekkür. Biraz daha dışarıda kalmayı istiyorum. Küçük bir sokaktan, Kahve Dünyası'nın arasından inip eve değil de şehir yönüne dönüyorum. Mekânlar dolu. Sayılar çoğalıp çeşitlenince sanki Starbucks'ın popülaritesi düştü de butik mekânlar biraz daha öne çıktı gibi hissediyorum. Aynı durumu butik burgercilerde de görmek hoşuma gidiyor ki son Burger King felaketimden sonra hiç bir marka mekâna artık adım atmayacağım kesin.


Evdeyim, keyfim yerinde ve bloglardayım; Sevgili KuyruksuzKedi hummalı bir çalışma içinde, bir iki söz ediyorum, sayfada başka dostlar da var. Komşuluk eskiyi hatırlatacak kadar sıcak. Sonucu anlatacak yazısının heyecanı -şimdiden- paçalarımdan çekiştiriyor.

Uykuya gülümseyerek gidiyorum.


*Başlık, Dr.Bekir Mutlu'nun Bir ilkbahar sabahı güneşle uyandın mı hiç, ifadesinin de olduğu sözlerinden, Erdoğan Berker'in bestelediği şarkıya atıfla oluşturulmuştur.

5 Mayıs 2022 Perşembe

Bayram Seyran

Sırt çantama iki kitap, yağmurluk, minik fotoğraf makinesi atıyor, montumu sırt çantamın askısından geçiriyor, netleşmemiş "Nerede karnımı doyursam?" fikriyle birlikte kendimi dışarı atıyorum. O sırada Bay ve Bayan Kumru'ları biri arkada olmak şekliyle bizim eve doğru yürürken görüyorum. Önden yürüyenin Bey olduğunu düşünüyorum. Bahçe kapısının altından geçip aynı nizamla ilerlerken, giriş yolu kenarlarındaki çiçeklere yönelip teftiş ederek basamakları adımlamaya başlıyorlar... Sonra da gezinti adımlarından vazgeçmeksizin binanın giriş kapısına yöneliyorlar. Gençler belli ki bayramlaşıp el öpmeye gelmişler. Aynı çift geçen gün yatak odamın balkon korkulukları üzerinden, güneşin doğuşunu izliyorlardı. Bir an eve dönsem ve onları kabul edip bayramlaşsam, sonra devam etsem güne diye düşünmüyor değilim... Sonra diyorum kardeşten başlasınlar, diğer daireleri dolaşsınlar... O arada ben de yetişirim nasılsa diye geçiriyorum aklımdan.


Hamdolsun dondurma sezonunu açtım. Bayramdan önce, turlarken bir gün, kahve fikriyle girip Kahve Dünyası'na, dondurma keyfiyle çıktım. Üç top dondurmaya ödediğim para el yaksa da içimi yine de serin tuttum. Hakkaten yakıcı gelmiş olmalı ki, sonraki günlerde ayaklarım pek gitmiyor. Şu an bile sıcak değilim ama yaz bastırınca ne olur, bu protest tavır evrilir mi, bekleyip görelim?! Tabii ki dondurma keyifliydi... ama memleket hali sanki âna yine limonu sıktı.


Bayram enterasan bir buluşmaya vesile oldu. Yemek için mekân fikirleri aklımda dönerken evden çıktım. Et Lokantası'na yöneldim ama durumu hemen çaktım, ara duvarı yıkmış salonu büyütmeye başlamışlardı; demek bayram sonrasında menü de genişleyecekti.

Gördüğüm üzere, işler henüz bitmemişti ve dönerden başka bir şey yoktu.

Girmeden devam ediyorum ve fikirler içinden "Mantucu'ya gitsem?!" seçeneğinin baskısını yoğun biçimde hissediyorken, inisiyatifi de adımlarım ele geçirmişken bir anda kendimi Nişantaşı'nda börek çay keyfi yaparken buluyorum. Çok hızlı başlayarak kaptırıp gittiğim, sonra biraz gaz kestiğim, keşke iki kitaba bölerek yayınlasalardı dediğim kitabımı yeniden açıyor, manzaram eşliğinde, akan trafiği izlemeye bayılan çocuk tadında, bayramın hakkını vererek çayımı yudumluyorum.


Şimdi üst bulvar boyunda yürüyorum. Kumrular, güvercinler, martılar, kargalar hemen tren yolunun yanındaki ağaçların altında çevreden getirilmiş yiyeceklerin keyfini yaşıyorlar; görüntü enfes, renk renk çiçek açmış sıra sıra ağaçlar bahar tadında... Bir de ileriki virajı tren dönmesin mi o sırada?! Ah benim ahmak kafam diyor ama suçu kafaya değil kendime yüklüyorum, çünkü evden çıkarken gaza geleceğimi ve günü sürdüreceğimi hesap etmemiş, dolayısıyla yanıma fotoğraf makinesi almamıştım.

Bu etkiden çabuk sıyrılıyorum, kendime ayarı kesip normal moduma dönüyor, ana yoldan ayrılıp bayıldığım sokaklara sarıyorum. Elbette bir kaç noktada daha pişmanlık yaşıyorum.


"Bir Trileçe lütfen,"

"Bir de çay lütfen."

Lozan Caddesi'ndeki kitap okuma noktamdayım, tabii ki çalışanlarla bayramlaştım. Hımmmm Trileçe yine enfes, ama bu kez bir hoşluk yapmışlar; üzerinde Afiyet Unlu Gıda yazan, kendi yapımları bir minik kare çikolatayı köşesinden saplayarak yerleştirmişler ki görüntü pek hoş. Tabii ki onu son lokmalara saklıyorum. Ödememi yapıp, zaten sevdiğim çalışanlar için bayramın gereğini de zevkle yerine getiriyorum.

Daha az Türkçe konuşma duyarak, gittikçe artan Arap harfleri görerek sahile iniyor, İskeleden kıvrılıp eve doğru yürürken ve artık takılma zamanları gelen mekânımız Hut'u da geçmişken karşıdan gelen kişi dikkatimi çekiyor. Önünü kesiyorum ve gülerek sarılmaca: Ortaokul arkadaşım, en son, belki 20 yıldan aşkın bir süre önce karşılaşmış, İstanbul'da yaşadığını ve polis olduğunu öğrenmiştim..

Aslında bir kaç haftadır, markete falan gidip döndüğümde, onu Mavi Pub'ın karşısındaki kaldırımın banklarında, sırtı denize yüzü bana dönük şekilde otururken görüyordum. İki kez niyetlenmiş, sonra "Benzetiyor muyum?" diye düşünmüştüm. Sonraki günlerde gidip yanına oturmaya, tanımazsa da "Sen Oktay mısın?" diye sormaya karar vermiş ama rastlayamamıştım.

Laf lafı açıyor elbette, sohbet şeker gibi. Onun eşinden boşandıktan sonra Litvanyalı bir kadınla İstanbul'da tanışıp evlendiğini, 11 yıl Litvanya'da yaşadığını, eşi ölünce de oturma izni olmasına rağmen döndüğünü öğreniyorum. Sonra birlikte yürüyoruz ki bana çok yakın bir yerde oturuyor, uzun uzun konuşuyor, bizim evi gösteriyorum, telefonlarımızı kaydediyor ve vedalaşıyoruz.


Bayramın son günü. Hava ıslak. Soğuk. Öğlene doğru çıkıyorum evden, bugün dışarıda bir kahve içeceğim. Mekân kafamda son derece net!

O zaman diyorum ki coşkusu tavanda ben: "Hadi canlarım, bütün hücrelerim, heyecanlarım, sevinçlerim: kahveleeerr bendeeeennn!"

Hep birlikte, şen şakrak şarkılarla, dalıyoruz sokağa. Varıyoruz yeni açılan, gençlerin daha çok takıldığı kitap kafeye, ancak görüyoruz ki iğne atsak yere düşmez. Verandası ise soğuk.

Sesleniyorum yeniden:

"Peki millet üzülecek miyiz duruma?"

"Tabiii ki hayırrrr!!!

Martı Gölü Bale Suiti/22 Mart


Diyerek haftalar önce yazımda söz ettiğim, gözüme hoş gelmenin yanı sıra aklımı da başarıyla çelmiş kitap kafeye gideceğim; bugün sokağa çıkma nedenim O. Önce bir şeyler atıştırmalıyım. Ramazan boyunca kapalı olan Mavi açılmış. Heyecanlandırıyor. En sık kullandığım sokaktan kıvrılıyorum; öncesinde bir şeyler atıştırmak için... Üçüncü paragrafta söz ettiğim üzere bu işlem tamamlanınca ağır adımlarla yürüyorum, önce önünden geçerken içeri bir göz atıyorum. Tam hayal ettiğim sakinlikte! Hava da İrlandalı ki bu da güzel. Eksik olan kahve öncesi bir şat İrlanda viskisi... ve elbette kahve sonrası bir şat daha...


Sahile çıkınca sola kıvrılıyorum, sıra sıra ve tıka basa dolu kahve mekânlarının önünden geçiyor, yeni açılan, şık ama bana hitap etmeyen, geleceğim şimdilik şüpheli Happy Moon's'a da göz atıyor, oradan karşıya, deniz tarafına geçip geri dönüyor, fotoğraf çekiyor, az sonra geçip oturacağım kahvecinin sokak başında durup onun da paparazzi fotoğrafını uzaktan çekiyorum.


Biraz daha vakit geçsin ve havanın gri hali ve bahar gününde kış tadı kahvenin tadını körüklesin diye uzak gemiler ve iskele göz alanımdayken, ağır adımlarla ev yönüne doğru yürüyor, bir süre sonra geri dönüp sokağa kıvrılıyor, şirin mekân Moena'nın bir kaç basamaklı merdivenini keyif adımları ile çıkıyorum. Baristanın önündeyim. Hemen soldaki menüye göz atıyorum. Öncesinde gözüme kestirdiğim masama gittim, sırt çantamı karşı sandalyeme koydum.

"Bir Americano lütfen."

O nedense self servis olmadıklarını söyleme gereği duyuyor, oysa ben kitapların olduğu bölüme geçmeyi, onlara göz atmayı düşünüyorum kahvem hazır olana kadar.


Çok tatlı, kibar ve çalışkan bir genç kız, çok hoş bir fincan ve altlıkla getiriyor kahvemi. Teşekkür ediyorum. Görüntü, üzerinin köpüğü bana başarılı bir kahve olduğunu fısıldıyorlar. Bu kez çantamdan yeni başladığım 2019 yılında yayınlanmış İrlandalı yazar Kevin Baryy'nin polisiye tadındaki kitabını çıkarıyor, güzel müzik eşliğinde okumaya başlıyorum. Bir kaç dakika sonra tadının oturduğunu düşündüğüm anda kokusu cennetlik kahvemden ilk yudumu alıyorum. Gidip baristayı öpebilirim. David People'ın Americano'su kategorisine ekleyebilirim onu da.


Uzun zamanlara yayıyorum keyfimi. Hani bir kahve daha içsem yeri, çünkü andan çok mesudum, mekânı sevdim. Son yudumu da götürünce, toparlanıyorum. Ödememi yaparken "Ellerine sağlık, çok beğendim kahveyi, çok başarılıydı," diyorum, tip box bakınıyor, göremeyince soruyorum. O da bana Lösev'in kumbarasını işaret ediyor. Zaten bağışçıları olduğumu söylüyorum, ayrıca bahşiş kutuları olmamasını da takdir ediyorum. Onun da çocukluktan beri bu mahallede yaşadığını öğreniyorum, eski hallerini anlatıyorum, şaşırıyor biraz. Çıkarken Enn Sevdiğim Kadın'la adaş ve biriyle konuşmakta olan genç kızın sırtına dokunuyor ve teşekkür ediyorum. Mekânla ilişkimiz şimdilik sürecek gibi gözüküyor. Tabii ki akşam arayan Enn Gurme Kadın'a bahsediyorum. Onun tadımından sonra Moena Books & Coffee'nin kaderi çizilecek ve o zaman belki de ben ona dair özel bir yazı daha yazacağım.

2 Mayıs 2022 Pazartesi

Bayram Şekerlerim



Bayramın benim açımdan hoşluklarından biri de geleneksel mezarlık ziyaretleridir.

Küçücük bir çocukken hiç görmediğim ama adını ikinci adım olarak taşıdığım amcanın mezarıyla başladı her şey...

Sonra amcaya dede ilave oldu, sonra ona ilave baba, ona ilave öteki dede, ona ilave babaaanne, ona ilave dayı, ona ilave en amca, ona ilave anne, ona ilave pervazsız ilk gençliğimin enn sırdaş amcası, ona ilave bir yenge, ona ilave bir dayı daha...

Bir de ziyaret kafilesine ilave olanlar var tabii ki; bir sırık oğlan, sonra ona ilave bir sırık oğlan, sonra bir oğlan bir kız, sonra bir sırık oğlan daha, ikizler, daha küçükler falan diye uzayıp giden bir yeni nesil...

Artık eskisinden çok daha kalabalık bir kafileyle gidiyoruz mezarlıklara ve içimizde onların hiç birini görmemiş olanlar ağırlıkta...

Ama çok önemli bir şey var ki; anlatılanlar, kendi aralarımızdaki konuşmalar, fotoğraflar, yeni kuşaktan çocukların meraklı soruları, kendilerine koyulmuş adları, dolayısıyla sohbetlerimiz; onların hepsini canlı ve var kılıyor hayatlarımızda.

Ve belki de; hepimizin ortak fikri şu ki: Bizi etrafta gördüğümüz ailesel ilişkilerin ötesine taşıyan bu keyifli farklılık; iyi günleri paylaştığımız kadar kötü günlerde de sırt sırta verip birbirimize koşmamızın en önemli nedenlerinden biri...

Büyüklerimizden çok sevgi gördük biz, belki bunlar saçımıza, tenimize dokunan, sarılan eylemler değildi. Ama biz hep sarılıp sarmalandığımızı hissettik hayatımız boyunca... İlk kitaplarımızı onlar aldı, ilk filmimizi onların sayesinde izledik, yollara salınıp gizli gizli takip edilerek yollar bulmamız onlar sayesinde oldu, ilk plaklarımız onlarınkilerdi... Ve hâlâ onların şefkatinin, sevgisinin bize yüklediklerinden öğrendiklerimiz bu kadar kalabalık ve keyifli bir aile olarak bir arada tutuyor bizi...

Şimdi aynı kalabalıklığı ve keyfi bizim çocuklarımız yaşıyor. Küçülmüş, bencilleşmiş, yalnızlaşmış bir çok ilişkiye baktığımızda ne kadar şanslı olduğumuzu fark ediyoruz. Ve bu keyifli yaşamı, bu aile olmanın erdemini, keyfini bize yaşatanları da şükranla anıyoruz hep...

Mezar başlarında, küçüklerin mezarlığın üzerindeki içtenlikli çabalarını tebessümlü yüzlerle izlemek ne hoş! Pıtır pıtır elleriyle otları yolmaları, toprağı eşelemeleri... Sonra gözlerine hoş gelip bahçeden kopardıkları kendi çiçeklerini dikmeleri... Mezarlığın çeşmesine gidip doldurdukları pet şişelerden onları sulamaları, bunu zevkle ve sevgiyle yapıyor olmaları ne hoş!

Mezarlık içindeki yürüyüş esnasındaki esprilerimiz, en küçükken hep tufasına düştüğü şakalarla tufaya düşenler büyüdüklerinde aileye yeni katılan bir ufaklığı aynı şakayla tufaya düşürdüklerinde, bizim de onları başka bir şakayla tufaya düşürmemiz ve bu sürekliliğin keyfi çok hoş!..

Sonra ufaklıkların mezar başlarında iki ellerini açıp hiç bir kitaba bağlı kalmaksızın büyük babaanne, dede, babaanne, anneanne, büyük amcalar, büyük dedeler için dua etmeleri... Bazen yolları şaşırdığımızda mezarlığa dağılıp adres aramayı çok eğlenceli, keyifli bir bilgisayar oyununa çeviren çekirge sürüsünün şen kahkahaları...

Biz her mezarlık ziyaretinde inanılmaz bir biçimde tazeleniyoruz, bunu hissediyorum.

Çok kalabalık ve çok güzel bir aile olduğumuzu biliyorum, biliyoruz. Hiç bir kırgınlığı içinde barındırmayan, her bireyinin özgürlüğünün sınırlarını çizmeyen ama düşme ihtimali olan sınır çizgilerinde bekleyen, tam düşerken el uzatan bireyleri olan bir aile...

Ve biliyorum ki; dünyanın en iyi abileri, ablaları, kuzenleri, kardeşleri, halaları, yengeleri, dayıları, amcaları, enişteleri, ufaklıkları bizde...

Onun için; düğünlerimizin, yaş günlerinin, mangal partilerimizin, nişan törenlerinin bahçesi, ailemizin kâbesi bu evde olmak, burada bir yemeğe katılmak diğer insanlarda hiç yaşamadıklarının şaşkınlığına neden oluyor. Burada bizimle olmak onların hayatlarını fazlasıyla ısıtıyor. Onların gözlerindeki hayranlığı, ruhlarından ışıl ışıl dökülüp açığa çıkan güveni, bir farklılıkla karşılaşmış olmanın koyvermiş mutluluğunu görmek çok keyifli oluyor.

Küçük yaşlarda pek fark edemediğim bir gerçeklik var ki hayatımda, belki de bu ailenin aile olma değerini en fazla ortaya koyan, kanıtlayan şey o... Bir gün düşünürken fark ettim ki bizim babaanemize, halamıza, amcamıza; komşular, onların çocukları, bizim arkadaşlarımız da babaanne, amca, hala, yenge diyorlar. Ve yıllar sonra çok eski bir arkadaşla rastlaştığımda, onların anılarında hâlâ bizim ev ve orada yenmiş yemekler var.

Ben bu aileyi çok seviyorum. Bu hazzı bize yaşatan, bunun temellerini atan tüm geride kalanlarımızı, bu düzenin baş mimarı dede ve babaanneyi şükranla anıyorum. Ve biliyorum ki, biliyoruz ki; hiç birimiz ölmüyoruz, ölmeyeceğiz. Nasıl ki ben hiç görmediğim amcanın ziyeretlerine en güzel bayramlıklarıyla aileye yeni katılmış bir ufaklık olarak gittiysem; bizim hiç görmediklerimizde bizim başımızda olacaklar...

Kim bilir? Belki de babaannenin, sonra yeni nesil çocukların babaannesinin: ''Ayak ucunda durun dedeniz sizi görsün,'' dediği gibidir her şey... Orada tanışıp hasbihal edeceğiz onlarla; ve her yaşadıkları mutlu olayda sevinçlerini... yaşadıkları her acıda, başları sıkıştığı her anda onlar üzülmesin diye en yanı başlarındakiyle paylaşmak istemedikleri dertlerini bizimle paylaşacaklar... Ve orada ısıtıp ellerini salınacaklar hayata yeniden...

Biz görüşüyoruz efendim, babaannenin dediği doğru...

İlk yayın tarihi: 30.09.2008

29 Nisan 2022 Cuma

Bu Mucize Değilse Nedir?

"Sabahattin Ali adını görür görmez ilk aklıma o iki şiiri gelmişti,

şarkılarsa aklımda dönüyordu.

Nükhet Duru'nun sesinden...

Melankoli ve Ben Sana Vurgunum.

Şimdi plaklara koşacağım ama yağmalananlar içinde olduğundan eminim, yoksa çoktan yazmıştım," diye içimden geçiriyor ve bu cümleyi olduğu gibi yorum kısmına yazıyorum; bu ayın başında, Radyo Momentos'daki Sabahattin Ali yayınını dinlerken
.

Yokluğundan o kadar eminim ki gidip plaklara bakma ihtiyacı bile duymuyorum.

Oysa ben için çok özel bir plak.

Yıl 1978.

İçindeki iki şarkıyı plağı her çaldığımda, durmaksızın başa alıp, deli gibi dinliyorum.

Sonra aradan biraz zaman geçiyor ve başka bir şey için çalışma odasına geçince, şu plakları bir kurcala istersen teşviki geliyor bünyeden. Tık... Tık... giderken, buluyorum, kalbim zıplıyor. Bendeki nasıl bir sevinç! Hemen fotoğrafları çekiyor, bloga yerleştiriyorum... Ve bugün de oturup yazmaya başlıyorum.

Bir Nükhet Duru fanı değilim, hiç bir zaman da olmadım. Ama Ali Kocatepe bestesi bu iki şarkı dinlediğim ilk anda, "Bizi seversin, kafa dengiyiz," demiş ve bunun candan olduğuna beni ikna etmiş olmalılar ki ayartılıyorum. Artık plak parası için kimseyi tavlamam gerekmiyor; babam küçük amcamı öteki mağazaya şutladı. Benim okul yok, yıl sonu sınavlara girip, kalan dersleri halledip, son sınıfı da bir seferde geçerek mezun olacağım. Dolayısıyla tam mesai çalışıyorum, muhasebe tümüyle bende, haftalığım harçlıktan maaşa dönmüş durumda. Patronum performansımdan çok memnun. Uzunçaları iş çıkışı eve patron babayla dönmeyip plakçıya koşarak alıyorum.

Sürekli o iki şarkı ama!

Artık yeni evdeyiz ve pikabımız efsane marka Dual ve tabii ki stereo.


Bıkmadan usanmadan dinliyorum. Bununla yetinemiyorum, çünkü bir şey eksik.

Birisine deli gibi aşık olmak istiyorum. Bu iki şarkıyı ona dinletmek, onunla dinlemek istiyorum.

Ama yok!

Aslında her şey var, olmayan aşk.

Ya da o nedir, nasıl bir şeydir?
ben bilmiyorum.

Tabii ki hayal ettiklerimle yetiniyorum. Elimde sağlam bir senaryo var fakat bir türlü esas kızı bulamıyorum.

Tertemiz duygularla. Mış gibi hissederek değil, tiril tiril, ütülü, kandırmacıksız, en doğal haliyle içim ona aksın istiyorum.

Ama yok.

O zaman şarkı defalarca çalar, ben gözlerimi kapatır, enfes bir gerçekliği göz kapaklarımın arkasında yaşarım!


"Oysa "Joan Baez"'ın dizlerine yatıyorum küf kokulu bir izbede...

Oysa... ben kantinin en ücrasında, üst kata çıkan dip merdivenin boşluğunda ağlıyorum.

Aradayım.

Yaşamımın sonraki hiç bir döneminde bir kez bile tekrarı olmayacak şekilde hem de..."*


diyen cümleler sızdırıyorum, yıllar yıllar sonra yazılarımın içine...








*Yazının italik bölümünden...

26 Nisan 2022 Salı

Bu Da Böyle Bir Şey Rastgele

Sen neylersen güzel eylersin Buraneros.


Oh, sabah sabah deniz kenarı yürüyüşü, iskeleden deniz seyri... Keyfiniz daim olsun, her daim.


İyiyiz Pek Değerli Yazarımız, Çok keyifle okudum yazını, yer yer gülümsedim. Tabii ki bu gençte iş var demiş biri olarak kendimle yine gurur duydum. Yazın o kadar sağlıklı düşünebilen bir zihnin ürünü ki... bayılmamak, bunun yanı sıra da kıskanmamak elde değil. Su akar yolunu bulur demiş ya atalarımız... Güzel olan şu ki senin suyun bilinçsizce akmıyor, akışın kontrolü hep senin elinde, sorgulama ve gerçeklik anlayışın ve farkındalığın şahane. E bunların sonucunun da güzel olmaması imkansız ve sonuç ne olursa olsun, gerektiğinde yeni bir yol açma ve o yolda yürüme konusunda da yetenekli olduğun kesin. Yani ve biliyorum ki sonuçları ne olursa olsun, senin için hayat boyu her şey çok güzel olacak.


Pek hoştu, keyifler okura kadar ulaştı, onun için de gülümseyerek başlanmış bir gün oldu ki güneş de elinden gelen gayreti göstermiş durumda. Taklitçi ve kıskanç ben şimdi kendini dışarı atacak ve iskelenin ucuna kadar yürüyecek, hemen.


Yazının içinde o kadar çok kopyalayıp yoruma taşımak, bu vesileyle altını çizmek istediğim şey var ki, ben kendi heybeme, alacaklarımı aldım. Biraz daha geliştiğimi, ülke gençliğine ve onların ülkeye katacaklarına dair umutlarımın bir kez daha tazelenmekle kalmayıp iyice arttığını hissettim yine. Dalgalanmaların farkında olmak ve onlara rağmen durumların da... çok sağlıklı geldi bana. Farkındalık ve sorgulama becerisi (bence) iki şahane eylem, sahip olanlar çok şanslı.


Evet yazıyı dün okudum, çok keyifliydi, yemekler fotolardan bile olsa afiyetlikti, fakat işte: Bu ülkede yaşayıp bir de TL kullanmak zorunda olunca bu zamanda, insan kurduğu hayalin fermuarını anında çekiyor ve hemen kafasının içindeki Facit hesap makinesinden gelen tıkırtıları dinliyor, üstelik öyle bir tıkırtı ki bunlar, okyanusun dalgaları bile duyulmuyor...

Yani bu yazıyı yazarak, bu mübarek günlerde çok sevap kazandın, yoksa Şeyseller nere biz nere?


Geç vakit, uyanmış bloglarda takılıyordum... ve Boris Vian. Tetikledi. Üşenmedim kitaplığa koştum. İlk okuduğum ve Boris Vian'la tanıştırılma kitabımı bir an göremeyince nasıl olur ama dedim, oysa hava atacaktım. Onları da yeni kitapların arasına koymuşum meğer. Küçük dayım almıştı onu bana. Mezarlarınıza Tüküreceğim. Tarihe baktım 1989, 2.Baskı. Günlerin Köpüğü ile yanyanalar. Gözlerim ışıldadı, içim köpürdü, ben zıpladım. Öyle yani...


Canın sağolsun kardeş, biz ara ara gelip dinleyip sessizce çekiliyoruz. Placebo yetti gari, baharı çıkarttırır, sen keyfine bak.


Sevgili Buraneros azıcık bile uzunsa dişi beyin diyor hoca. Fena değil bence de.


Çok teşekkür ederim, senin kadar yazamasam da ben de yazıyorum işte. Yazıyı gündüz görmüş ama Sevgili Okul Arkadaşıma yazdığım yanıtta belirtiğim gibi sonraya bırakmıştım, dün gece okudum. Ama bu sabah derin okudum. Derin okumalar beni şöyle bir yolcularlar... Koştum ve buldum, yazıya bir başlık koymuşum; U ile başlatmamış, Y'yi seçmişim. Sonuna da bir ünlem. Bir kurmaca... Bugünden bakmak bir başka bakış gibi dursa da, dışımdan biri, sanki başkası yazmış gibi baksam da dedim derin, bir hayal, hani biri yaşasa ve yazsa, bence çok kıskanılası. Çok severek yazılmış belli, kıymetli. Sonuçta aynı ayın bebeleriyiz dedim, bir iyi ki doğdun daha ekle, paragrafı şöylece bırak dedim, iyi mi ettim bilemeden... işte bu bilememezlik yüzünden bildim. Paragrafı eklemedim.


Canım Buraneros, ben de Aksaray'dan Bir Perihan'ı dinledim, seni ziyarete gelecektim "bittii" diye ünlemek için, sen erken davranmışsın.

Açıkçası kitaplıklarımıza koşmak kadar güzel kaç eylem var bilmiyorum, kıskandım, eski kitapları çok çok severim. Kim bilir kaç kere geldi eline, gözüne... Daha kaç kere de gelir.


Benimki çok az uzun, fena bir sonuç değil sanki.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP