24 Aralık 2021 Cuma

Rakıya Su Katarım

*'Ben rakıyı içerim abi' hava atmaları, suyu yanında içmeler, sek rakıyı sadece buzla sulandırıp rezil etme çağlarından sonra demlenmeyi öğrenen yaşımdan beri teke düşen içmelerin ölçüsü artık standart. Yalnız dubleden teke düşmemin bir sebebi de masada kalınan süreleri uzatan ve daha da keyifli kılan güzel insanlar.

O halde, yarasın!


**İçki denip geçilemez... İçki içen ne yaptığını hatırlamaz ama, rakı içen unutulanları bile hatırlar... Acısıyla tatlısıyla hatıraları kaydeden harddisk'tir.

Kaç gündür rakı sayıklıyorum. Bir yandan da üşeniyorum. Dün burada bulamadığım yeni yıl ajandası için enn sevdiğim kadın önermese hiç haberim olmayacak şehrin kadim kırtasiyecilerinden birinin dört durak ötemde şube açtığını öğrenince atlıyorum trene ki vakiti de öğlene denk getiriyorum. Varıyorum Mimar Sinan durağına. Geçiyorum bulvarı ve bayılıyorum küçük ve şirin parkın hemen dibindeki ve onunla sarmaş dolaş dükkâna... Seçiyorum mavi renkli ve  spiralli ajandayı. Ödememi yapıp çıkıyorum ama aklım da beni çelmeye çalışıyor. Enfes bir kış soğuğu, pırıl pırıl bir güneş... Çok sakin ve binalarla boğulmamış, çok sevdiğim doğu bloğunun herhangi bir ülkesinin herhangi şehiri tadı veren bir zamanın  içindeyim ki  karşı köşedeki iki katlı, yeşillikler içinde, parka, geniş bulvara ve de onun içinden geçen tren yoluna bakan; dış oturma yerleri ve hatta ikinci kat balkonu da çok hoş  mekân göz kırpıyor. Kahve ve atıştırmalıklarla an itibariyle yandaş keyifse tahrik ediyor beni ki sırt çantamda da şahane bir kitap var. Üstelik ajanda için dökülsem de yola, günü yazarım sanki diyerek fotoğraf makinemi de çantama atmıştım.

Bu etki altındayken dahi çeliniyor aklım. Trendeyim. Bizim istasyonda iniyor, kartımı okutup iademi yüklüyor, sevdiğim pastaneyi kalabalık buluyor, Adem Usta'nın önüne gelince de benim masamın boş olduğunu görüyor ve içeri süzülüyorum. Hımmmmmm şahane, çünkü yemek tezgahında pırıl pırıl karnıyarıklar var. Aklımdan cacık da geçiyor ama hâlâ kararsızım.

Yemek, masama bir gelsin hele!

"Bir karnıyarık lütfen."

Geliyor bol kıymalı, bütün biber ve domates dilimleri ile göz okşayan, fırın gördüğü belli pırıl pırıl karnıyarık tabağım. Ekmekten bir lokmalık koparıyor ve suyuna banıyorum. Tam olarak ölmelik! Cacık hâlâ çağırıyor... O ara müessesemizin standart ikramı salata geliyor; teşekkür ediyorum ama masaya koydurmuyorum ve diyorum ki yiyemem, ziyan olur.

"Bu muhteşem tabloya ekmek dışında hiçbir şey katmamalısın," diyor içsesim. Saygı duyuyorum.

Çıkınca oradan, yeni açılan mekân adına üzümlü kek dese de anne kurabiyemden bir tane kahvemin hatırı için alıyorum. Keyif coştu bir kere...

Uzun zamandır ki bir yılı geçtiği kesin rakı bir kaç zamandır aklımda dönüyor; sürekli erteliyorum ama bugün fikrim net. Ancak onu, pandemide esnafımızı koruyalım etkinliğim çerçevesinde büyük marketler yerine mahallemizin mini marketinden almayı istiyorum. Girdim ve reyona gittim, üzgünüm ki kafamda günlerdir olan yok. Bu kez başka bir mahallemiz esnafına yönlendim ama o da kapalı. O zaman büyüğe..

"Bir İzmir rakısı; mavisinden lütfen."

Bir paket de beyaz leblebiyi reyona gelirken raftan almıştım zaten.


**Asildir rakı,

Bakın 1900'lü yıllardan bir davetiye aktarayım size...

"Muhterem efendim, teşrin'i saninin 21'inci gününe müsadif Cuma akşamı, Hristo'nun meyhanesinde taam eylemek ve husisi eğlence tertip ederek vakit geçirmek istiyoruz. Sizi pek seven cümle dostlarımız teşrif edeceklerdir. Binaenaleyh, icabetiniz bizim içün mücib-i şeref olacaktır. Bu lütfu bizden esirgemeyeceğiniz ümidi ile takdim-i ihtiram eyleriz efendim... Pera sahaflarından Şener Efendi"


Bu davetiye Yılmaz Özdil'in Ölmeme Günü'nde yazdığı ve bayıldığım makalesindendir ki beni bu akşama tetikleyen o oldu. Balkondan buz gibi suyumu aldım. En Sevdiğim Kadın'ın bana aldığı bardaklardan birini tezgâha koydum. Şişeyi açtım ve burnuma gelen kokuyla başım döndü. Rakıyı bardağımın içelim güzelleşelim satırına kadar doldurdum, ve bir parmak üstünde bıraktığım boşluğa kadar soğuk su ilave edip iki de minik buz attım. Beyaz lebebiler mini çanakta... Çilingiri Fransızın önüne kuruyor,  Denize ve Budha'ya bakıyoruz.  En Sevdiğim Kadın'ı arıyorum. İki yıl olduğunu düşünürken ben, o geçen yıl pandemide içtiğimizi söylüyor. Blogu tarıyorum çünkü hatırlıyorum ki bira takıntısı oluşmuştu bünyemde ve hep rakı içtiğimiz ve rakıya çok yakıştırdığımız ve geleneksel mezelerine paha biçilmez Hut'da Ay'ın ve Venüs'ün muhteşem gözüktüğü bir akşamda bira içmişiz. Eğer bu iki yılda hatırlamadığım bir gün varsa günahı benim. Bu durumda ben rakı içmeyeli bir yılı geçmiş diyerek de bunu tarihe not düşüyorum. Deniz, Budha, gece, serpiştiren kar ve rakı olunca... Müzik gerek!

Rakıya ve tekliğe en güzel kim eşlik eder?






*Şehrin Ara Sokağında Alemin Kralı

**Yılmaz Özdil'in Ölmeme Günü başlıklı yazısından...

22 Aralık 2021 Çarşamba

Bu Yakışıklı Benim Amcam

Hiç yüzyüze gelmediğiniz, fiziken yok bir insanı ne kadar sevebilirsiniz? Başkalarıyla, en yakınındakilerle bile sırf onlar üzülmesin diye paylaşmayacağı sıkıntıları içine atmaktan başka bir çare olmayan çaresizlikler içindeyken ne yapabilir insan? Kendiyle konuşur, o sıkıntılar beyinde dönüp dururken kendinin bile inanmadığı çözümlerle teselli bulur. Uykusuz geceler sıraya dizilir, radikal ve çözüm üreten kararlar alınır, alınır, bozulur. Dış faktörler fenadır, bir çıkış yolu vardır. Bu yol bilinse de ötelenir çünkü bedelini ödemesi gerekenden hariç, bedel ödemesi istenmeyenler de vardır ve şu alemin en yorucu işi bu durumda doğruluğu kesin ama zarar görecek masumları yüzünden ertelenmek zorunda kalınan kararlardır.


Yıl 2001

Çok daha beter krizlerden hep yükselerek çıkmış ben bu kez çaresizdim. Oysa sürekli çatışarak ve olması gerekenleri bağırarak, o günlere gelmiştik. Ve göz göre göre geldiğimiz nokta bir eylem gerektiriyordu. Kardeşim rahattı, "Neleri aşmadık ki," diye düşünüyor ve bunun altından da kalkacağımızı umuyordu. Oysa fikir birliği içinde olmadığımız bir düşünce yapısıyla da mücadale gerekiyordu ki bunun sonuçlarından zarar görecek çocuklar vardı bu kez. Süreç akarken öngördüğüm tüm olumsuzluklar bir bir gerçek oluyordu. Bizim işimizdeki pozisyonumuz sağlamdı çünkü yıllardır birlikte çalışıyorduk ve babanın kaybındaki ve sonrasındaki tüm krizler bizi teğet geçmiş, hepsinden de büyüyerek çıkmıştık.

Şimdi anlamayana anlatmak gibi şu dünyanın en beter işine soyunmak gerekiyordu ve alınacak radikal tavrın yan etkileri sürekli aklı çeliyor ve ne yazık ki doğrular üzerinden bir kararı sürekli öteliyordu.

Çözümsüz ve özel hayatı da içeren sorunları diğer insanı gözeterek genelde insanlarla konuşmayı sevmem. Ama konuşmam lazım, kardeşimi de üzmek istemiyorum çünkü abim bunu da aşırtır bizeden çok emin. Ama bu kez ben gidişin ne olduğunu görüyor, ertelemelerin de kaybı büyüteceğini biliyorum. Biriyle kesin konuşmam gerek. Bir yol çizmeyecek, fikir vermeyecek, konuşmayacak ama yanımda olduğunu ve kararlarımı tutarlı bulduğunu sessizce hissetirecek biri ile.

Her bayram mutlaka ziyaret ettiğimiz, hiç görmediğimiz ama yokmuş gibi davranılmayan amcamın mezarının başındayım. 15-20 metre ilerisinde de dedemin mezarı var, ona dularımı okuyup amcaya koştum. İçimde ne varsa döktüm. O beni, ben de O'nu can kulağı ile dinledim. Hiç konuşmasa da bildim ki fikirlerime destek. Netleştim. Ve sonrasında önce küçük çöpleri süpürdüm, sonra Yavaş Hayat'ta yazdığım gibi son derece radikal ve silbaştan kararlarımı bir bir hayata geçirmeye başladım.


Bu yakışıklı, bu sırdaşım, babamdan ve enn amcamdan küçük, çapkınlık derslerimi aldığım amcamdan büyük adamla adaşız da. Doğduktan sonra ölmüş ve benden büyük, aklımız ermeye başladığında mezarını çok aradığımız bir kuzenimiz de var. Ve adını bildiğimiz ama yazmayacağım bir de yengemiz var; hiç görmemiş olsak da benimseyip sevdiğimiz ve merak ettiğimiz...  Yengeyle tanışmayı ve görüşmeyi, ona sahip çıkmayı hep istedik, Halam bir şekilde haber uçurdu ancak o yeni ailesi nedeniyle -büyükler ilk evliliği ve kuzeni bilmedikleri için- bunu istemedi, saygı duyduk.

Geniş ailemi işte bu nedenlerle çok seviyorum. Bizde kimse ölmüyor. Hani şu slogan vardır ya özellikle siyasi cenazelerde çok kullanılır; falanca ölmedi kalbimizde yaşıyor. Bizimkiler hep hayatımızın içinde. Bu fotoğrafın arkasında da daktilo ile ve büyük harflerle  Z. ve Arkadaşı Y. yazıyor. Açık renk takım elbiseli yakışıklı adamla - hep ilk adım kullanılsa da- adaşız ki bu adların bana konulmasının, sonradan keşfettiğim daha farklı ve ilginç de bir hikâyesi var.

Günlerden bir gün, enn amcamın üniversite yıllığına bakıyorum. Tarabalarına bayıldığım, döşemenin tahta süpürgeliklerinde mantar yetişen kira evdeyiz. Henüz ilkokulun başlarındayım. Yıllığın hemen başındaki bir isim dikkatimi çekiyor. Göbek adı denilenle birlikte asıl adla da adaşız. Bir profesör. O an için bunu, bu benzerliği çok adlandıramıyorum ve bir özellik gibi de gelmiyor bana. Sonra bir gün, belki biraz daha büyüyünce dank ediyor ve ilk adımın da nereden geldiğini, göbek adımın ortak olduğunu böylece anlıyorum.. İlk ve kullanılan adım enn amcamın kariyeri pek parlak hocası Ordinaryüs Profesör Dr. B. Z. S.'dan, göbek adı denilense üçümüzde ortak... Sonra bu keşfimi onaylatmak için enn amcama soruyorum. Uzun uzun anlatıyor. O anlattıkça hayallerimin, enn amcamın içimizde en yetenekli dediği  benimle ilgili hayallerine, ne kadar uzak olduğunu anlıyorum.

19 Aralık 2021 Pazar

Şuraya Bir Link Bırakıyorum



En İyiler-4

 
 
+18


Bir Kitap Önerisi


Yanında Kullanma Kılavuzu İle!



**

Tadımlık

... ikinci kişiniz varsa, ki bu tercih edilendir; caz- blues karşımı bir şeyler yakışır diye düşünüyorum ve tercihimi Madeleine Peyroux'dan yana kullanıyorum. (Plase: Ali Farka Toure). Tek kişilik, bonusu da yalnızlık hissiyatı olan seçenek için de benim tercihim, Pink Floyd'dur. ...









16 Aralık 2021 Perşembe

Ne Hayal Kurmuştuk Ama

60'ların sonu ya da 70'lerin başı hatırladığım. Bir pastane açılıyor; şehirin trafiğe kapalı, en şık mağazalarının olduğu Mecidiye Caddesi'nin hemen girişinde. Adı Kilim olduğu gibi dekorasyonda da kilim hakimiyeti var. Gerçekten çok hoş pastane bir eğlence mekânı tadı da veriyor. Ama daha ilginç olan şey ilk kez karşılaştığımız müzik kutusu: Şu para atılıp tuşlarda adı yazılı şarkılardan biri seçildiğinde, kurulu mekanizmanın, ses kalitesi evdeki radyoya entegre pikaplardan çok çok yüksek sistemin içine yerleştirilmiş plaklar arasından seçileni alıp pikaba taşıyarak çaldığı, görüntüsü pek hoş cihaz.

O günün koşullarında muhteşem bir eğlence aracı!

Müşteriler ağırlıkla  genç kızlar ve erkekler. Biz tıfıllara bir an önce büyüsek dedirten, çok sempatik ve hoş yıllar. Erkeklerde uzun saçın, kızlarda mini eteğin, pantolanlarda İspanyol paçanın moda, Anadolu Rock'ın patladığı, Apaşlar'dan Dadaşlar'a, oradan Mavi Işıklar'a ve dahi Silüetler'e kadar uzayan sürüsüne bereket gruba ve kızılderili/ kovboy filmlerine bayıldığımız, yazlık sinemaların bol olduğu, tıfıllar olarak mahalle savaşları ve maçları yaparken bir yandan abilere özenip onlar kadar büyümeyi istediğimiz, gerçek kot pantolanların sadece Amerikan pazarlarından ya da limana yanaşan yabancı gemilerden alınabildiği, adına balıkçı pantolonu denilen yerlilerinin yıkandıkça mor'a döndüğü yıllar. Kilim Pastanesi'nin disko havası ise bize sadece hayaller kurduruyor. Hep genç Halam şahane bir çıtır ve taze bankacı ya da bir kaç yılı daha var, bense okumayı henüz rayına oturtmuş bir tıfıl. Evde radyoya entegre bir pikap var. Babaannem Murat Çobanaoğlu başta olmak üzere aşıkları dinliyor; dinlerken söyleyip söyleyip içleniyor, gözünden yaşlar süzülüyor.

Halamla bizse  dans edilen bir kulüp hayali kuruyoruz. Nasıl bir şey olduğu konusundaki fikrimiz filmlerden ve dergilerden. Mekânın bir Kızılderili çadırı şeklinde olmasını, tüm personelin de Kızılderililer gibi giyinmesini planlıyoruz. Günlerimiz artık bu kulüple dolu ki hayallerimizde bir gerçeği yaşıyoruz.

Sonra bir gün, aradan bir kaç yıl geçtikten sonra belki; artık bizim diyeceğimiz daireye taşınmış mıydık, yoksa taşınmak üzere miydik çok emin olmadığım dönemde yine spontane bir seçim için bir plakçıda Long Play'lere bakarken ben... Plağa kapağından ve tabii ki yazı karakterlerinden kaynaklı olarak vuruluyorum. Çünkü hayalini kurduğumuzun, kostümlerin ve fikirlerimizin somut hali şu an elimde.

Heyecanımın ete kemiğe büründüğü bir anda, kıpır kıpırım.


Çıkarıp kabından çiziği falan var mı diye inceliyorum plağı. O güne kadar bilmediğim grup, 1910 Fruitgum Company'nin bir iki şarkısını dinliyor, "Tamam alıyorum, bunu sarın ben finansman temin edip geliyorum," diyorum. Çok heyecanlıyım, telaşlıyım çünkü tek olan bu plağı kaçırmamalıyım. Sanki ona sahip olursak gerisi kolay. Eve koşa koşa gidiyorum. Hatta uçarak. Çünkü hayallerimde çoktan açtık kulübü ve insan kaynıyor içerisi. Finansör babaannem. Para elimde. Kulübümüzün müzik sorunu çözülmüştür ancak artık bir ortağımız daha var: Babaannem. Bir de şartı var: Kulüpte Manço şarkıları da çalınacak.

İşte Hendek İşte Deve'yi yoldan geçerken sokağa dökülen plakçı pikabından dinleyip, bayılıp koşarak eve gelmiştim. Parayı kapınca da geri koşmuş, alıp eve gelmiş ve sıcağı sıcağına dinlediğimiz andan itibaren de babannem bir Manço hayranı olmuştu.


Plak Amerika'da 1969'da çıkmış. Grup 1965'de kurulmuş. Ve bu albümle büyük çıkışını yapmış. Bir çok kırkbeşlikleri milyon sınırı aşmış ve ödüller almış. Sonra dağılmışlar, sonra yine kurulmuş ve Vikipedi'ye göre 1999 yılında bir kez daha toparlanmış. Plağı geçen gün ne tetiklediyse bir anda aklıma geldiği üzere aldım yerinden. Uzun yıllardır dinlememiştim. Bu yazıya karar verip yazarken de dinlemedim. İki şarkılarını kullanmayı düşündüğüm grubu yıllar sonra bu yazı yayındayken tıpkı ilk kez onunla karşılaşan bir okur gibi dinlerken, Halamın varlığının beni hep çocuk tutuyor olmasının sevinciyle hayali kulübümüzün kaç onuncu yılını kutlarken bir yandan da: O güzel, huzurlu, sıcacık mahallenin aynı evin insanlarıymış gibi olunan, ucuz ekmek kuyruklarında olunulmayan, bayramlarda çikolatanın likörle birlikte neredeyse her evde ikram edildiği, kahvehanelerde ve mahalle bakkalarında has Tekel Birası'nın satıldığı, kuran ve din eğitimini mahallemizin unutulmayacak, izi derin Mümin Hoca'sından aldığımız, bir evin duvarına bir başka evin film makinesinden yansıtılan filmleri tüm mahalleli olarak izlediğimiz yaz akşamlı o güzel yılların keyfini, beceriksizlerin elindeki şu  günlere inat, dibine kadar çıkarmayı düşünüyorum.

Lütfen buyurun.

Damsız girilebilir!



İlk Parça albümün A yüzünün ilk şarkısı ve grubun hitlerinden biri: Indian Giver.



İkinci parça ise albümün B yüzünün son şarkısı: 1910 Cotton Candy Castle.



12 Aralık 2021 Pazar

Ben Böyle Günü Yerim

Dün Ve Gün Cumartesi



Uyanıyorum. Bugün aşmışım. Çünkü perdenin kenarından gün sızıyor. Saate bakıyorum. Sekizi bulmuşum. Oysa gün ışımadan uyanmaya alışmıştım. Elim ayağıma dolanabilir ki dolanıyor. Bünyemse kısa sürede hayatla senkronize oluyor ve her şey sırasıyla ve telaşsızca halloluyor. O sırada beynim bir mesaj atıyor. Heyecan verici. Bir itiraz da var sanki. Ama bu aralar bir ben daha var ki bu tür ikilemlerde daha önce de belirttiğim gibi oldukça dirayetli. Tuttumu koparıyor... İnisiyatifi bir kez daha alıyor ele. Direktif direktif üstüne. İtiraz mâkamı ehh pehh etse de yine mağlup. Ve Çınarlık Pidesi galip.

Gidilecek!

Gidilmeli de...

Hava muhteşem. Oysa parçalı bulutlu gösteriyordu dün. Pencereden sızan bahar havası coşkulu, güneş piste davet ediyor.

"O halde dans!"

Ufacık bir ekmek arası yapıyorum.

Ama ufacık.

Aceleye gerek yok. An itibariyle her şey yolunda ve sakinlik yerini alıyor.

Evet evet, öğleden sonra ve hatta saat 13:30'dan sonra plan işleyebilir.

Kitap okuyor, nette dolaşıyor, yorumları yanıtlıyorum. Arada bir itiraz makamı "Off ya!" nidaları ile sızma harekâtları yapsa da anlıyor ki kendisini takan pek yok. Yine de hakimiyet bende havasını atacak ve tek karar merci benimin altını çizecek ki bünye alıştı artık buna. Yavaş yavaş beyaz bayrağı eline alıyor, sanki son noktayı yine o koyuyor ki varsın koysun.

O şimdi köşesinde. Artık bizimle değil!

Alaylı meteorolog şu an bulutlarla temas halinde. Görüşme olumlu. Belli bir saatten sonra güneşi perdeleyecekler ve doğal olarak da rakımı yüksek coğrafyada hava soğuyacak.

O halde ince, sıfır yaka bir tişört, gömlek, v yakalı bir kazak, sırt çantası kenarına asmalık da bir mont yeterli. Yedek maskelerimiz yerinde.

Haydi istasyona!

Rektörlük'de iniyorum. Otobüse aktarma için durağa gidiyorum. Bir köpek arkadaş boylu boyunca uyuyor. Battaniyesi, enfes bir güneş. İki karga yemyeşil ve güneş pırıltılı çimlerin üzerinde ve afiyette. Pek de neşeli bir sohbetin içindeler ki arada bir vals yapıyorlar.

Saat 13:30 civarı. Durakta otobüs yok. Dolaşalım o halde. Kültür Kafe dışarıdaki masaları toplamış. Neden ki acaba? Hımmmm, içeride de yoklar.

Aslında vakit geçirme halleri içindeyim çünkü az önce aktarma yapacağım otobüs durağa yanaştı ve şoför hareketin 14:00'de olacağını söylüyor. Bu biraz işime gelmedi tabii ki. Şaka değil, pandemi başlangıcından bugüne, iki yıldır yani, biraz sonra ulaşacağım coğrafyadan uzağım.

Aklıma düşünce oluşan ve karar sonrası zıp zıp zıplayan heyecanım şu an isyanda.

Sonra, içinde bulunduğum ortam ve şefkatli güneş sakinleştiriyorlar beni. "Sayılı dakika çabuk geçer," diyor iç sesim. Biraz dolaşıyor, yeşillikler ve ağaçlara karışıyorum. Ve 15 dakika kala da otobüsteyim. Elimde ilk kez okuyacağım, Rus Edebiyatı'nın önemli ve çağdaş yazarlarından Mihail Şişkin'in Mürekkep Lekesi adlı öykü kitabı... Üsluba ve kurmacalarına bayılmış durumdayım.

İstikamet yokuş yukarı ve varacağımız nokta -şimdinin mahallesi ama benim için hep- Büyük Oyumca Köyü.

Bir uçak gibi sürekli tırmanırken manzaraların tadını çıkarmalıyım.


Aşağı Oyumca'yı az önce geçiyoruz. Toparlanıyorum. İki kişi iniyoruz ve kapıdan süzülüyoruz. Bir köpek havasını atıyor ve simsiyah havlıyor. "Buralar benden sorulur," agalığında. Yanaşıyorum. O demirden ve ızgaralı bir kapının ardında. Hâlâ kabadayı. İyice yanaşıyorum ve arada laf atıyor, gülümsüyorum. Elimi uzattım, bir kez daha burnundan kıl aldırmadı... Ve artık kankayız.

Bu kapkara ve pırıl pırıl atla bir kaç adım sonra karşılaşıyoruz. Adı Şimşek olsa yakışır. Ateş gibi bir genç. Biraz sen kimsin havası atıyor bana. Bense Pony Kafe'ye doğru tırmanmakla meşgulüm. O sanki kızgın ve orada olmaktan memnun değil. Ahşap çite paralel biçimde en alttan en üste kadar son hızla koşuyor, sonra aynı hızla aşağı doğru. Duruyorum. Ben bu havaları yemem pozumu takınıyorum ve fotoğraf makinemi sırt çantamdan alıyorum. En alttan koşmaya başlıyor, kafam çitin üzerine paralel, hatta bir tık içeride. Seri şekilde fotoğraflarını çekiyorum. Yokuşu çıkan arabalar yavaşlıyor. Kim bu deli merakındalar sanırım. Bu kara şimşek her yanımdan geçişinde neredeyse nefeslerimiz tokuşuyor. O kadar yakınız... Şimdi alanın en tepesinde ve sanki duruşuna bakılırsa direncini kıracağım. Göz göze gelsek, bu yolla bir iletişimimiz olsa da tokalaşma fırsatı vermiyor bana. Kaç poz çektim sayamıyorum. Şimdi makine çantada. O az önce tam gaz indiği aşağıdan geliyor. İşte bu. Durdu. Aramızda şimdi bir ten teması var. Elim pırıl pırıl tüylerinin üzerinde geziniyor. Başını uzattı. Şimdi yanak yanağa bir kucaklaşma. Ve yeniden uça uça gidiyor.


Bir an bütün alanları dolaşsam sonra pidemin başına otursam diye düşünsem de bundan çabuk vazgeçiyorum ve Pony Kafe'den içeri süzülüp verandasında bir masayı gözüme kestiriyorum. Çok tatlı bir genç kadın gülümseyerek, menü ile geliyor. Menüyü alıyorum ama aslında kararım net. Fakat artık az rastlanır ve şık bir menü olduğu için dokunmadan bırakmak istemiyorum.

"Bir Çınarlık Pidesi lütfen"

Bir şekersiz kola ama birlikte getirin lütfen"



Hımmmmmmm misss. Görüntü ve yayılan koku muhteşem. Bir parçayı alıyorum elimle. Bir ısırık. Çıtır diye bir ses ve muhteşem bir kavurma kaşar peyniri işbirliği. İncecik ve çıtır bir hamur, susam ve çörek otuyla, beraber ve solo tatlar. Şahane, gizemli, kara mizah, ilginç karakterler, alışılmadık bir anlatımla Güzel Yazı Dersi adlı ilk öykünün finali.

Ve muhteşem bir manzara.

O halde ölebiliriz...


Epey süre ölüyoruz. Bir de çay içsem mi diye düşünmüyor değilim. Otobüs Rektörlük'ten saat başı kalkıyor ve 15 ila 18 dakika sonunda, hemen tesisin çıkışındaki durağa varıyor. Biraz fotoğraf çeksem ve gelecek otobüsle dönsem diye düşünüyorum ve istemeye istemeye de olsa ödememi yapıp verendayı terk ediyor hemen üst kısmına çıkıyorum. Küçük çocukların gözetim altında Pony'lere bindikleri alanda hoş görüntülerin tadını çıkarıyor ve çocukların olmayacağı bir anda fotoğraflar çekmek için bekliyorum. O sıra aşağıdaki ve uzak manejde iki genç kadının antreman yaptığını fark ediyorum. Bir süre izliyorum, sonra oraya yürüyüp, onlardan izin alarak fotoğraf çekmeyi düşünürken, bindiği at neye kızdıysa fren yapıyor ve genç kadın hooopp aşağıda; ve atın önünde. Bir süre kalkmayınca endişe ediyorum. O ara antrenörü görünüyor, yanaşıyor; bir şeyler soruyor, genç kadın ayağa kalkıyor ve atlar sahadan çekiliyor.


Bense ahırlara giriyorum. Flaş kullanmamak koşuluyla fotoğrafa izin var. Enfes bir enstantane yakalıyorum: Loş odasının penceresinden uzak ufuklara, gözlerinde bir hasret, özlenen bir özlem varmışçasına bakan simsiyah ve çok asil bir yetişkin at. Muhteşem bir açıdayım; arkasında, sol yanında ve kafanın duruşundan tek gözünü görsem de duygunun bütününü hissettiğim bir yerdeyim ki kendimi saklamayı becermişim. Beni hissetmiyor ya da umursamadı. Duygu yüklü fotoğraf için her şey müsait. Bir yandan havada uçuşan duygunun tadını çıkarmak istiyorum; bir yanda da yakaladığını bırakmak istemeyen blogger hevesinde fotoğraf arzum var. Çekiyorum peş peşe. "İşte bu tamam!" dediğim bir tane var içlerinde. Ancak bazı fotoğrafların öyle bir büyüsü vardır ki tüm sözcüklerin boyunu aşar. Bu fotoğrafa baktığımda anı canlı yaşadığım için bana duygu yüklü bir hikâye anlatıyor. Ama düşünüyorum ki bloga koyduğumda bir hiç olacak. Vazgeçiyorum.

Onu da, bir hapishane gününün son sayımı öncesi toplanılan avluda dolaşan, ve o anın öncesinde, getirdiğim savcılar ifade alırken takıldığım yazıcı odasında görülmüştür damgası basılmış mektubunu okuduğum Kumru Öğretmen'e baktığım andaki ve bana ait duygunun, bir yazımda kelimelere dökülmüş, bir kaç satırlık halinde bırakmaya karar veriyorum.


Tek kapıdan girilen, koğuş düzenindeki bu ahırdan çıkıyor, pencerelerin önünden uzayıp giden manzarada soluklanıyor; pencerelerden kafalarını uzatan atlarla fotoğraf çektiren, selfi yapan ya da pozu eşlerinin çektiği insanların, çocuklarının atlarla birlikte fotoğrafını çeken ebeveynlerin arasından geçip; biraz sonra söz edeceğim "vahşi" atın yanına gidiyorum. Oradan dönüşte de 1+1 tadında, muhtemelen özel kişilerin özel atlarına beli bir ücret karşılığı kiralanmış üst fotoğrafdaki daha konforlu mahalleye göz atıyorum ki bu bir tahmin. Gerçeği sorup öğrendiğimde de bu cümleyi muhtemelen değiştirmiş olacağım.


İşte benim ikinci kankam. Padokta tek. Sanırım stresini atma bölümü burası. Çitlere saldırıyor ki birinin bir tahtasını kırmış. Oradan oraya deli gibi koşuyor, sonrası da tahtaları zorluyor. Adamım. Bir türlü yakınlaşamıyoruz. Çılgın hali herkesin dikkatini çekmiş vaziyette ve ilgi odağı. Önce kendimi fark ettiriyor, ilişki kurmaya çalışıyor, sonra da en uzak köşeye gidiyor, oradan izliyorum onu. Ara ara da fotoğraflarını çekiyorum. Sanırım anlaşmak üzereyiz. Üsteki, üzeri giyinik olansa otobüsü kaçırınca turladığım esnada, alanın daha alt kesiminde ama elektrikli tellerle çevrilmiş ve uyarı işaretleri olan bölümde rastlaştığım, en espritüel at. Ne numaralar yapıyor. Bir star havası var. Ben atların yatınca kalkamadıkları, o nedenle ayakta uydukları gibi bir inanca sahiptim. Bu sırt üstü bile yatıyor. Kalıptan kalıba rahatlıkla geçiyor, arada bir narasını da ihmal etmiyor ve an itibariyle iki ayrı bölümde olan diğer atla birlikte sakin ve enfes bir bölgesindeler Atlı Spor Tesisler'inin. Muhabbeti koyultuyoruz, kahve içsek yeridir. O da kalan numaralarını fotoğrafa hapsetmem için peşi sıra sergiliyor. Kişiye özel enfes bir gösteri ki teşekkür edip, tokalaşarak vedalaşıyoruz. Sarılmamıza engelse, ne derece çarpıcı olduğunu test etmeyi aklımdan bile geçirmediğim elektrikli teller oluyor.


Bir sonraki otobüs için vakit yaklaşıyor. Usulca durağa doğru yürüyorum. Siyah köpekle vedalaşıyorum. O ara tepemden bir yolcu uçağı geçiyor. İnişte. Bir kaç pozunu, isteğini kırmayarak çekiyorum. Ve duraktayım.

Banka oturuyor, manzaramın enfes havasını soluyor, kitabımı açıyorum. Tam kitaba kapılmışken bir çıngırak sesi gözlerimi sesin geldiği yöne dikiyor ki ne göreyim. Bir inek. Üstelik yokuş aşağı inen bir inek. Asfaltta. Fotoğrafını çekiyorum tam, bir inek daha... ve bir fotoğraf daha. Böyle devam ederken, Teyzem görünüyor. Muhteşem. Sanki çocuklarıyla konuşuyor. O ara fotoğraf çeken beni fark ediyor. Tırsıyorum.

Fotoğraf makinem artık sırt çantamda. Sanki hiç çekmemiş rolünü oynuyorum. Çok mutluyum ama. Şahane günün finalinde sanki bana sunulan bir bonus bu. Köy akşamında eve dönen mallar ve muhteşem ötesi bir çoban. Teyzem. Çok tatlı! Hayal etsem olmazdı. Otobüsü kaçırma endişem olmasa yanındaydım. Çubuklarına hastayım. Orkestra yöneten, teyzemin sopa kullanışı yanında halt etmiş. Niye video çekmiyorum ki ben. Günü çıngırak sesleri ve teyzemle hayvanların sohbeti katmerliyor.


Otobüsteyim. Bu kez geldğimiz yoldan değil de daha geniş bir coğrafyayı dolaşarak, köyün merkezinden geçerek ve sonrasında yokuş aşağı inerek varıyoruz Rektörlük durağına.

Aslında daha önce yürüdüğüm ve enn sevdiğim kadına ballandırdığım bir yol. Caminin yanındaki mini meydana ve karşılıklı dizilmiş banklara ve bir arka sokaktaki ahşap konağa, evet konağa bir kez daha bayılıyorum; köyün merkezinden geçerken...

Durakta inince doğrudan trene geçiyorum, bir aktarma bu. Yoldayken fikrim dürtüyor. "Bu güzel, pek pastoral güne şık bir final yakışır," diyor iç sesim. Kırmıyorum ve trenden iner inmez fikri net ama seçimi şüpheli bir şahıs olarak pastaneden içeri süzülüyor, pastamı seçiyor, sonra da bulvarı gören her zamanki masama oturuyorum.


Daha önce denemediğim bir seçim: Karamelli Profiterollü Pasta.

Dışı yakıyor beni.

İlk lokma üzerindeki minik profiterol. Muhteşem. İçinden cevherler fışkırıyor. Çok eğlenceli. Sanki etrafı çevrili silindir bir kutu.

Acaba içinde neler saklı?

Keselim o halde... ve açıp bakalım Pandora'nın Kutusu'na: Profiteroller saklı, vişne dokunuşu var, kiminin içinde erimiş beyaz çikolata, kiminin içindeyse kakaolu çikolata var.

Üstelik baymıyor ve hayaller aleminde tura çıkarıyor; günün tadına kesinlikle tat katıyor.

Demi ve kokusu yerinde çayla birlikte pastoral güne şahane bir final, aferin içgüdülerime.



Ay tepemden gülümsüyor...

10 Aralık 2021 Cuma

İştah Açıcı



...

Yıllar geçti. Evrenin yaşı. Tapınaksız çağlar. Paslanan ince dallar arasından, her yıl cüretkâr termitlerin daha çok kemirdiği kubbe kirişleri arasından güneş doğdu, battı, tekrar doğdu; her şey pul pul döküldü, her şey soyuldu, her şey toprağa, çamura ve acı suya karışıp kayboldu, son bir hamleyle kendi içinde filizlenecek enerjiye sahip ne varsa, her şey onlarla karışmak ve yeniden biçimlenmek üzere şekilsiz bir kozaya dönüşüp ortadan kayboldu. Hepsini daha önce görmüştüm. Aynı uykudan uyanıştı, aynı uykuya dalıştı. Eğer gündüz vakti rüzgâr kuvvetli eser ve bataklıktaki otları çiğneyip dümdüz ederse, geceleyin rüzgârın kesileceğini ve havanın sakinleşeceğini, ya da sıcak bir günün ardından daima serin bir esintinin geleceğini ve pusu dağıtacağını ezbere biliyordum. Yine de elimden geleni yaptım. On yıllar boyunca ihmal ettiğim mektupları yazabilmek tam bir yılımı aldı, eski arkadaşlarım sonunda bana ne olduğunu, hayatımın ne hale geldiği, eski aynalar, karanlık halılar ve bitmek bilmeyen kamaralar arasında, kederli bir senfoni dinlemek için ayda bir kez bir limuzinle konser salonlarına götürüldüğüm büyük ve öfkeli bir şehrin en yüksek binasının tepesinde nasıl inzivaya çekildiğim konusunda fikir sahibi olabildiler; sürgünde, vahalarda, su kemerli ve fıskıyeli surların ve karmakarışık çinilerle kaplanmış duvarların arkasında, develeri gut hastası olan suratsız haydutlardan başka kimselerin oturmadığı alev alev yanan bir çölün ortasında nasıl yaşadım, develerini hurmalarla nasıl besledim, çocuklarına nasıl Fransızca öğrettim; ya da kuzey dağlarındaki hayatım, yılın dokuz ayı gövdeleri yarı yarıya karın içinde gömülü kalan çam ağaçlarının kilometrelerce uzandığı, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde kurulmuş oturan büyük taş ev, üst ve alt katlarda boydan boya kitaplarla kaplı duvarlar, okumalarım, hayatlarım, hepsine söylediğim yalanlarım. Çünkü denizden söz edemiyordum.

...

Bayan Unguentine'nin Seyir Defteri, Sayfa 88, ve 89'un bir kısmı...

Yazar, Stanley Crawford.

Çeviri ve dip notlar, Suat Kemal Angı




Üç Gün Önce Ben

*Kitabımı açıyor, denizdeki ilginç yolculuğa eşlik ediyorum. Bay ve Bayan Unguentine çok ilginç iki karakter, bense yazarın edebi ve şahane üslubu sayesinde onların mavnasında, heyecanlı, meraklı, gülümseten, çok keyifli bir yolculuktayım.

Velhasıl an itibariyle ortamımdan çok memnunum. Eski bir yazlıktan evrilmiş, dolayısıyla kadim ağaçları olan ve güzel düzenlenmiş bir mekândayım. Hava enfes, minik kedi çok tatlı, ve anında kankayız.

*Film Tapas Kitap FalanFilan


İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP