3 Aralık 2020 Perşembe

Kıyı Köşe Filmleri ve İki Kitap

"Bazen blogları okudukça ben hiç film izlemiyor muyum hissine kapılıyorum." diye bir cümle geçiriyorum: Pek tatlı insan hallerinden söz eden film izleme anlarının ve izlenenin etkisi ile kıpraşan  duyguların dile getirilişinin beni ele geçirip de gülümsettiği, içinde kaldığım kısa ama sıcak bir yazıya yazdığım yorumda*... Oysa ki izliyorum. Sanırım her ne kadar adapte olsak da içinden geçtiğimiz dönemin yönetilememesi yüzünden eski normalimizden yeni normale geçmemiz, ona daha yeni adapte olmuş hatta hep böyle yaşardık gibi kabul ederek ama tedbirlerden vazgeçmeyerek yine hayatımızı rüya zamanlardaki gibi renklendirdiğimiz bir evredeyken, öncekinin aynısı ama bu kez daha ürküten yeni yeninormalin normal olmasını hazmedemeyen bünyemin başı dönüyor ve ben aslı kısa ama değişkenliğin baş döndürücü hızı nedeniyle zaman mekân ilişkisindeki bağı kopartıyorum. Soğukkanlı bir ben de var çok şükür! "Hımmmm," yapıyor,  "yeni bir ayara ihtiyaç var sanırım." diye düşünüyor, sonra iki ağızlı anahtarları ve tornavida penseyi alıyor, gereğini yapıyorum. Takdir edersiniz ki çok uzunmuş gibi gelse de toplamda 8-9 aylık kısa zaman diliminde bir evreden bir evreye geçmek, sonra ondan unutulana dönmek; tuzu Saraylar olan yönetenlerin fır dönmeleri kadar kolay olamıyor. Alet edevata ihtiyaç var.

Ama insan her ne kadar düşmanı gibi davranıp onu yok etmeye çalışsa da yine de insana kıyamayıp onu mutlu etmek için  elinden geleni yapan Doğa işte! Rabbim tuzu Saray olanları bildiği gibi yapsın ama Ona zeval vermesin.

Köy insanlarının uyandığı bir saatteyim. Denize doğru bakıyorum. Oyun parkındaki kaydırak sokak lambasının sakin ışığında bağdaş kurmuş Buda gibi. Fotoğrafını bir çeksem diyorum sonra üşeniyorum. Nasılsa hep orada diye düşünüp tembelliğimi zamanın insafına bırakıyorum. "Bak aynı ışık olmaz, üzülürsün," diyor iç sesim. Gidip makineyi alıyor, dönüyorum. Fakat aklımı çelen bir değişkenlik oluşmuş o arada. Kafamı sağa çeviriyorum ki!


Ayarlarım tamam, hayat normalim geri dönmüş! 350 mililitrelik sıkı bir keyf kahvesi gerek; zevkle hazırlıyorum: Dokuz gram filtre kahve frenchprese, su kaynıyor ve durdu. Su biraz dinlenirken fırının çalar saatini ayarlıyorum. 350 mililitrelik suyun 50-60 ml.'sini ortada buluşacak bir daire çizerek kahvenin üzerine döküyor, dakika 4.30'dan dörde gelene kadar da frenchpresi çalkalamayıp sakince çevirerek suyla kahveyi kaynaştırıyor, kalan suyu aynı yöntemle ama biraz daha hızlıca ilave ederek tamamlayıp frenchpresle kahveyi dört dakikalığına başbaşa bırakıyorum. Dört dakika sonunda fırının saati seslenince, presi itekliyor, sonra usulca kahveyi 350 ml'lik sıcak suyla ısıtılmış enn sevdiğim kupama döküyorum. Eğer 250 ml. su  kullanırsam da kahveyi yedi grama düşüyorum.  İyi oluyor valla!


Üsteki iki fotoğrafı yazıdan önce koymuştum aslında; yazarken de filmlerin afişlerini koyarım, diye düşünmüştüm. Kahveden söz edeceğimse bana bile sürpriz. Yazarken öylesine döküldü işte! Her zamanki gibi kararlı yazma işini tembele bağlamıştım, kaç gündür giremiyordum yazıya sonra pattadanak girdim. İlk paragrafta zorlandım, ama sonra fark ettirmeden İlham geldi ve çenem akıp gitti sanırım. Rabbim yazının sadedine ulaşabilecekleri esirgesin!

Hımmm... Filmler diyorduk!

Aslında sinemasal anlamda, eleştirmen gözünde, bence hiç değerinde iki film bahsedeceklerim. Söz etmeye değmez aksiyonlar, mizahı olan, üzmeyecek insan hikâyeleri içeren, ısınıp mutlu olacağım "köpük" filmlerin peşindeyim. Bir yanıyla, şu pandemi yoğunluğunda nefes almalı, diye düşünüyorum. Daha önceleri -üşenmediğim bir zamanda- mesai sonrası kanepeye uzanmışken seçip listeme eklediğim filmler içinde dolaşıyorum.  O mu, bu mu falan derken ayırdıklarımdan cin bir film göz kırpıyor ve kafalıyor beni.  Tanıtımında şöyle yazıyordu: "Samir, 40 yaşlarında bir vinç operatörüdür. Bir gün kafede otururken Agathe adındaki bir kadına delicesine aşık olur. O andan sonra onun bir yüzme havuzunda cankurtaran olduğunu öğrenir. Sırf  O'na yakın olmak için yüzme derslerine katılır."

Türkçeye çevrilmiş hali Yüzme Dersleri olan filmin orjinal adıysa L'effet aquatique. Bana uyar!.. Tıklıyorum. Sanırım bir kaç dakikalık tereddütün ardından o da beni seviyor, ilk an çok kaynaşamasak, biraz mesafeli dursak da tanıdıkça seviyoruz birbirimizi. İki karakteri, Samir (Samir Guesmi) ve Agathe (Florence Loiret Caille) benimsiyorum. İkisi de bence sıcaklar. Fakat Agathe'de Florence Loiret Caille bir başka oynuyor. Sertliğindeki mizahı sempatik buluyorum. Fransa'dan İzlanda'ya geçeceğiz, e bunun bende heyecan yaratmaması mümkün değil. Bir de ilginç tiplerle tanışıyorum İzlanda'da. Manzara, şu bu derken bir bakıyorum zaten kısa olan film bitiyor. O ara içimdeki ukala, şu film yazıları yazan yani: "Neydi bu şimdi?" diye gaza getirmeye çalışsa da beni, hiiiçç oralı olmuyorum. 



"Eğlendim Oğlumm, güldümm, karakterleri sevdimm, içim ısındı mutlu oldumm."

 

 

"Uğraşmaaa, hiiiç tartışamam senle... "

 



"Sevdim yahu, anlamıyor musun?!"

 

Diyorum ...




Sonra yine listemdeki bir afiş dikkatimi çekiyor ve altındaki "Tek amacı normal bir insan olmak olan 30 yaşındaki Maria'nın yapması gereken yedi maddeli bir listenin hepsini tamamlamaktır. Tabii aslında normalin ne olduğunu sorgulamaya başlaması da an meselesidir" cümleleri de perdelerimi açıyor. İyi hisler aldığım filmin portalda Normal İnsan olan adının orjinali afişte de görüleceği üzere şöyle: Requisitos para ser una persona normal. Film kafadan vuruyor beni. Bu çok normal, çünkü Almodovar renkleri var. Leticia Dolera yazmış, yönetmiş ve oynamış. O, Maria. Bir de Borja'mız var, Manuel Burque ki onun entelektüel bir havası, olgun bir kişilik -gibi- duruşu var. Önce bir rastlantısal karşılaşma gerek sanırım. Sonra usuldan usuldan Maria'ya yürüyecek. Ama,  ya kabul görmezse ürkekliği var, çekingen, gözlüklü sakin bir kişilik. Biraz da içe dönük mü acaba? Bir de Gustavo!..

Maria'nın kendini arayışları ile daha kontrollü Borja arasındaki ilişki Maria tarafının kadınsı heyecanları ile pek örtüşmese de dostluğu ve sohbeti güzel. İşte bu nedenle de her romantik filme lazım olan Gustavo var. Bildik bir durum yani. Burnunun dibindekini, seni seveni, güzel vakit geçirdiğini boşlayıp, popüler görünümlü ota konma durumu. E sonuçta gençlik başta duman; golü kendi kalende görmeden olmaz!

Mekânlar ve coğrafya akıl çelebiliyor. Ukala, nedense bu filme çok müdahil olmuyor. Maria'nın annesi de enteresan.

Orta yaşa yürüyen, aslında genç ama "Yoksa... yoksa yaşlanıyor muyum? Tanrımm!" telaşlarındaki ergen halleri ile Maria bildik ama yine de onu sevimli ve ilginç buluyor, Borja'nın yüreği ve duyguları ile de sıcak dakikalar yaşıyorum. Tebessümlü bir seyir, seviyorum.



Pedersen Hoca'nın üzerine gül koklamam diyerek bir süre o türde bir kitap okumak istemiyorum. Kitaplıktayım, seçim yapmak zor derken birini alıyor, bir göz atayım şuna diyor, okumaya çekiliyor sonra da yok bu olmaz deyip geri bırakıyorum. Bir ara sıcak gerek bana... ama sıkı bir kitap olmalı. Bilmediğim bir yazarın 92 sayfalık kitabını çekiyorum bu kez raftan. B.Nihan Eren- Hayal Otel. Kitabı aslında Leylak Dalı'nın bir kaç ay önceki bir yazısında görmüştüm. O'na teşekkür etmeliyim. Güzel söz edilmişti ki ondan öte, fotoğraftaki kitapla etkileşimimiz iyiydi, gözüme girmişti. Severim bu halleri. Çoğunlukla, hatta %100 yakın bir oranda yanıltmaz beni hislerim. Hayal Otel'in üzerinde öykü yazıyor. Benim de niyetim öykü okumak zaten. Yazarın üslubu kıskanılası, karakterleri bol ve renkli, hikâyeleri enterasan. Bayıldım. En fazla üçüncü öyküye gelmişken, başka kitabını siparişe ekliyorum, geldi ve şu an sırasını bekliyor. Öykü yazıyor demiştim, değil mi? Aslında bir roman! Öykülerdeki karakterler gezgin, aynı mekandaki başka alanlarda ve başka öykülerin içinde buluşuyorlar. Gizemleri var!

Neyse uzatmayayım: Yazarı çok sevdim, üslubundaki kıvraklığı, o kıvraklığın bayılınası cümlelerini kıskandım. Tarzını çok iyi bildiğim insanlarım dışında çok kere tekrar ettiğim gibi, tavsiyeci biri değilimdir. Ama rastlandığında kesinlikle bir göz atılmasını tavsiye ederim!



Ve Richard Brautigan. Ben dışında herkes haberdarmış da haberim yokmuş. Bir kitabını almış, yazmıştım da. Yine bu kitapta iş vardır içgüdüsüyle bir seçimdi Sombrero. Farklı üslup hoşuma gitmiş övgüyle de söz etmiştim. Yine kitabının adıyla vurdu beni Richard: Tokyo-Montano Ekspresi. Sandım ki tren yolculuğu... Küçümsemişim. Oysa ki ne yolculuk! Roman. Öyle yazıyor. Birinci tekil şahıstan anlatılar... Kısa kısa... Ama ortada duran bir roman. Hani hayatım roman derler ya... Onun hayatı kaç roman? Gülümsetiyor da...

 

Tokyo-Montano Ekspres'ini okurken. Bir başka yazarı çağırdı aklım sürekli. Belki aynı iradeyle bu dünyadan göçmüş olmalarıydı bunun nedeni, bilmiyorum. Géza Csáth, Brautigan'dan  önce girmişti hayatıma, öykülerine bayılmıştım... Macar yazarlara zaafım olduğundan değil, afyon yutmuş hissettiren, 1888'de doğup 31 yıl sonra sona eren hayatına sığdırdığı öyküleri yüzünden. Merak edin!





*Sıcacık Yazı

28 Kasım 2020 Cumartesi

Günü Batırmayı İyi Biliriz

HES kodumu -Samkart numaralarımın bir kısmı silindiğinden- internet üzerinden yükleme işlemim yarım kalıyor. İstasyonda treni bekleme, kısa bir mesafe de olsa onu uzun yol tadına çevirme, tren epey yüksek ve uzun köprünün üzerinde göğe eriyorken denizi seyretme, sonra o yüksek köprünün üzerindeki ıssız durakta inip bir yanım deniz, diğer yanım orman içindeki -bugünkü senaryoma göre- eski sosyalist ve başka bir ülke hisli lojman görüntüleri, beni bekleyen çekik gözlü mavi kuş ve direksiyondaki tanıdığım ama sanki ilk kez göreceğim kadın ve bunun bayıldığım heyecanı iptal oluyor. O'nu cumartesinin kalabalık trafiğine sokmak istemiyorum. O hâlde üst bulvardan gelsin ve okulun arkasındaki zula sokakta buluşalım. Hımmmmmm, zevkli!  Elbette O evden almak konusunda ısrarcı ama ben de O'na yürümeyi ve bunun ergen tadını seviyorum. Heyecanlı! Daha dün gibi, taptaze.

Hava pırıl pırıl, balkona çıkıp bir ısı kontrolü yapıyorum ki âlâ. Bahar tadında bir sonbahar. Elbette jean, bir gömlek, lacivert v yakalı ince bir kazak, mini sırt çantasının askısından geçirilmiş bir mont, içinde fotoğraf makinesi, yedek maskeler, kolonya, ıslak mendil... Ve binadan çıkıyorum. Bahçe duvarının köşesinden dönüyorum ki kızkardeşim balkonundan sesleniyor. Kime yürüdüğümden emin!

"Nereye?"

"Kuş Cennetine."

"Selam söyleyecek misin kuşlara?"

"Söyle."



Yanaklarımı okşayan güneş zaten uçmakta olan ruhumu iyice uçuruyor. Sevinçle yürüyorum; ayaklarımın altında bir hava yastığı. Şu kapanılmış günlerin jelatini parça parça. Ne güzel! Hayat canlı, felekten çalınmış bir gün ve insanlar yaz şıklığında pırıl pırıl. Yüzler gülüyor. Pandemi yok hükmünde ve bugün kenarda durabilir. Bankamatiğe uğruyorum çünkü bugün oruç açacağız ve protesto kaynaklı bir inadımızı parça parça edeceğiz. Nakit gerekebilir! Belki çocukça bir inattı ama aynı oranda da çok tatlı!


Güneşi yürüyorum. Zevkle! Kalbimin ayakları yerden kesik, çiçek açmış yüzlerle ve tedbirli ama yaşamın elini bırakmamış her yaştan insanla karşılaşmak; siyah beyaz bir hayatın dijital ortamda ama eski halini düşündürtmeyen bir ustalıkla renklendirilmesi gibi... Sanki, şu an görüş alanımdaki tüm insanlar, karşılarından gelene gülümseyip, başarılarının tadını ellerini çakarak, belki de sarılarak kutlayacakmış hissi yaşatıyorlar. Eyy günü ve ayrıca ruhları pırıl pırıl yapan güneş, Sen nelere kadirsin!


İstasyona vardım. Kalp atışlarım normal. Işıkları geçtim ve okulun yüksek duvarının dibinden yürüyorum. Ama gün çok güzeeeelll!.. Henüz gelmemiş olabileceğini düşünüyorum ama hız kesmiyorum. Kalp atışlarım hızlanıyor mu yoksa? Yok canım, normalim. Mi?.. Köşeyse bana doğru hızla yaklaşıyor. Dönüyorum.

Algım yerle bir. Gelmiş, orada, arabasının kapısı açık. Ona yaslanmış ve dışarıda. Müzik dinliyor, sigara havasına ne de yakışıyor. Gözlerim hayta... O'na asılıyor. Uzun, pandemi sürecinde makas değmemiş hafif dalgalı siyah saçları, hımm bir tişört, önü açık ince bir ceket gibi, tişörtle ton uyumu mükemmel koyu bir gömlek, jean, spor ayakkabılar... Gülen bir yüz ki muhtemelen az önce müzikle kıpraşan, kremsi gerginlikte ve beden kıvrımları yürek hoplatan bir kadın. Ona asılmam gerek!

"Naber:)"


Ahhh benim dayanılmaz gülüşüm. Yan koltuktayım. Temassızca sarıldık. Bugün oruç bozma günü dedim ya, inanmayacaksınız ama son yazılarda sözünü ettiğim, yeni başkana saydığım, coğrafyayı düzene sokan, güzelleştiren ve takdir ettiğimiz üstelik aynı partili başkan döneminde yöre halkı belediye işbirliğindeyken şimdilerde peşkeş çekilen yerlerden birinde, yiyebiliriz! Ve artık araç sokulmayan ve ne yazık ki eski başkan olsa farklı ve çok kullanışlı olacak iç ulaşım an itibariyle yerle birken, uzun süredir girmediğimiz bölüme de gireceğiz ki çok özlediğimiz yerler var!

Telefonuna yeni yüklediği, ağırlıkla Gogol Bordello şarkıları olan seçkiyi telefonu entegre ettiği müzik setinden dinleyerek, heyecanı hiç yitmeyen sohbetlerle, sapıyoruz delta yoluna. İkinci kavşakta durup köyün bakkalında su alıyoruz. Ne olur ne olmaz!  Devam edebiliriz derken tam, köprüden sonra sağa sapıyor. Sevdiğimiz bir nokta var, saklı ve delta gezginlerinin pek bilmediği. Duruyor, park ediyor ve "Giriş çıkışlarda kapıyı kapatın, kapatmazsanız girmeyin." yazılı bahçe kapısından içeri geçiyoruz.* Ne güzel ki  gölette az da olsa  su var. Veeee kalabalık bir kaz sürüsü yamacında...


Biraz yürüyor, biraz fotoğraf çekiyor ve devam ediyoruz. Fakat o da ne? Enn sevdiğim şoför sol yerine sağa sapıyor. "Yanlış girdin," diyorum. Evet, bir keresinde arkadaşlarını deltayla tanıştırırken girmiş! İşin ilginç tarafı, iciğini ciciğini bildiğimi sandığım coğrafyada benim için bir ilk. Gizemli. Saklı ve seyrek evlerden bir mahalle...  Arabasını park etmiş, sakinliğin kıyısına mini sandalyesini atmış, ırmağa iki olta sallamış Abi süper. İkinci fotoğraftaki manzaraya hakim, sabırlı bir sessizlikte ve keyfin doruğunda. Hımmm, Abinin keyfine ve manzarasına gözlerimi dikmişken benim elimde ne var dersiniz? 

 




Enfes bir -havalı olsun diye şöyle yazayım- Focaccia. Havasız yazarsam da Fokaça Ekmeği. Hiç abartmıyorum ki bu konudaki açık sözlülüğüm tehlike arz eder. İlk kez yiyiyorum ve sorulmadan söylüyorum. Ba-yıl-dımmm. Üstelik nasıl bir güzel havada ve şu akan suyun yamacında, tatların ve baharatların dünyasında, kendimden geçiyorum. Bir yavru kedi şu an çimlerin üzerine oturmuş akan suya duman üfleyen kadının yanında, seviliyor ve mutlu. Birazını onunla paylaşıyorum, miss, ama miss kokulu ekmeğimin... Hımmmm kırmızı  şarap ve sadece Focaccia?


"Yazıyı mı uzatıyorum, fotoğraflar mı çok?" bilmiyorum. "Önce yazı sonra fotoğraflar yapmalıydım," diye düşünüyorum. "Ama o zaman akıp giden zamana fotoğraflar bırakamazdım çünkü azını kullanırdım ki mandalar olmadan asla! İlk üç fotoğraf  delta tarihimde bir ilk! Çoğunu kullanınca da anlarla fotoğraflar senkronize olamıyor! O zaman şöyle yapalım, şu noktanın öncesine kısa bir özet geçeyim:"

Çekik gözlüyü otoparka bırakıp elektrikli araç kiralıyoruz. İçeriye artık araç sokulmaması doğru bir karar ancak elektrikli araçlar yeterli değil ve zaman ücret noktasından bakınca da 150TL. pahallı, kredi kartı an itibariyle geçerli değil ve bir saatlik süre de yeterli değil. Bisiklet içinse alanın tamamını düşünürsek mesafe çok uzun. Oysa sevdiğimiz ve burayı dünya standartlarına taşıyan Başkan, yol üzerine duraklar yapmıştı; ahşap ve çok güzel. Bir ring otobüsü vardı, üst katı açık olanlardan, istenilen durakta inilip gezilip sonra tekrar istenen duraktan binilebilecekti. İçeri araç alındığı zamanlarda o otobüs insanları şehirden alıp, gezdirip geri bırakıyordu. 

Neyse!.. Araçla yola çıktıktan sonra enn sevdiğim kadın fark ediyor ki bir köpek bizimle koşmakta. Döner diye umuyoruz. Ama vazgeçmiyor. Aynadan onu gözlüyor, hızı artırmıyorum. Bir süre sonra da  kayboluyor. Sonra bir gümbürtü. Arka kasada. Eskiden işgal evlerin olduğu ve yıllar sonra yıkıldığı ama meyve ağaçlarının kaldığı bir noktada duruyor ve iniyoruz. O da iniyor. Sonra biniyoruz, yine bir süre koşuyor ve sonra da hooop kasaya. Bir yandan aracı kullanıyor bir yandan da onu kolluyorum. Bir ara yine yok oluyor. Aracın sağına soluna bakıyoruz ki yok. İndi ve mesafe epeyi uzak olsa da geri döndü diye düşünüyoruz. Muhtemelen iki yıldır araçla girilemediği için ve uzaklığından dolayı -çok kere gelsek de deltaya- gelmediğimiz Cernek Gölü'nün en güzel noktalarından birindeyiz. Tam park edip inerken bir gümbürtü kopuyor. İşte o zaman anlıyoruz ki bu afacan, gitti dediğimiz anlarda aracın tavanına çıkıyor.



Göl henüz yeteri kadar dolu değil, değil dediysem kıyıları... Kankamız da bizle dolaşıyor ki henüz adını bilmiyoruz. Fakat çok sevdi bizi. Biraz çekingen mi diye düşüneceğiz ama hiç de öyle gözükmüyor. Yoksa kime nasıl davranacağını bilen bir terbiyesi mi var? Araç girememesinin bir faydası var aslında, belki biraz da pandemi etkisi; çünkü enn bayıldığımız noktalarından biri an itibariyle bizim. Çekilen sularla açığa çıkan ve gölün içine uzayan incecik ve doğal kum yolların üzerinde yürüyen biri var ki kaçmaz. Kıyıdan 40-50 metre gölün içinde, silüeti berrak göle düşen bir kadın. Çok güzel...  Ve sessizliğe daktilo tıkırtısı gibi dokunan -kesintisiz- bir klik  sesi.  

 

Ve güneş, dolayısıyla günün ışığı? Muh-te-şem. Aküleri azami iki saatlik olduğu için bir saatliğine kiraya verilen araç nedeniyle dönmemiz gerek ki daha yarısında bile değiliz Cennetin. Çaresiz dönüyoruz, biraz da hızlanmamız ve hiç durmamamız gerek. Kanka atlıyor arkaya. Bir süre sonra bakıyorum yine yok ama tecrübeliyim artık!. Sol yana düşen gölgemize bakıyorum ki tavanın ortasında, yüzü gidiş yönünde, kafa dik, dört bacak dimdik, gözler ileride, kıpırtısız bir heykel. Ama ara ara rastladığımız bisikletli grupları ve özellikle çocukların şaşkın coşkusunu görmek lazım. Aracı teslim ederken adını öğreniyoruz: Turbo. Kan çekmiş. Biz daha çocukkenki Alman kurdumuzun adı. Etrafımızdayken ve gözü bizdeyken ona teşekkür ediyor, başını okşayıp seviyor ve -şimdilik. Vedalaşıyoruz...



Bu kez de büyük büyük bir özlemi giderme vakti, dile kolay neredeyse iki yıl ki burası çizilmiş sınırların dışında ve araç sokulmamasının bir manası yok. Bu kez yürüyoruz. Çok ihmal ettik kendisini. Oysa ucunda kahve içip kitaplarımızı okuduğumuz ne günler geçirdik. Günün ruhları dürtükleyen saatleri... Güneşin batış eyleminin başlamasına dakikalar var. O ara sığ sulardan göle ulaşmaya çalışan pat pat seslerini görüyoruz. Onu görünce Enver Abi geliyor akla. Yürüyoruz. Sazlıklardan kuşlar havalanıyor. Renkler, sessizliğin ve ıssızlığın müziği olağanüstü. İlhan İrem konuşuyoruz. İskele uzak bir hasretle bize bakıyor. O'na doğru uzarken yol üstünde yine Gelin çekimlerine rastlıyoruz; ama bu kez eleştirmiyor, kısmi bir anlayışla kabulleniyoruz.

Varıyoruz sevdiğimize... Onun altından, sol yanından sağ yanına bir Kırlangıçlar geçer, bir de Enn Sevdiğim Kadın. Şimdi öte tarafında ve günün renginin peşinde. Günün renginin ve güneşin perde kapanmadan önceki  performansıysa olağanüstü.


Gidemediğimiz Ada* karşıda ve biz iskelenin ucunda sandalyeleri atıp, yavru kırlangıçların jet hızındaki uçuş eğlenceleri eşliğinde kahve içip kitap okuduğumuz noktadayız. O da ne, bizim için mi yoksa! Ada'dan iki kayık, güneşin altına doğru kürek çekiyorlar... Usulca. Gün final sahnesinde adeta döktürüyor. Bir turuncu şov ki başka nüansları da var mı ki rengin diye düşündürüyor. Kayıklara zoom yapıyoruz. Turuncunun enn kızıl halinde şahane bir kaç fotoğraf çekiyor içlerinden birini çok beğeniyor ama buraya koymuyorum. Çünkü yaşamak, biraz da hayal kurmaktır!



Güneşi uykuya gönderene kadar kalıyoruz. Sessizliğin ve akşamın müziğine kulak vererek Çekik Gözlü'ye doğru yürüyoruz. Eve geç kalmış kuşlar görüyoruz. Ve uzaklardan gelip akşama karışan doğanın senfonisine kapılıyoruz. Fakat karınlarımız "Biz?" diyor. "Açıızz.!"

Aslında eski başkanın yarattığı ahşap küçük konaklama evleri ve yine ahşap kafesi, restoranı ve doğasıyla uyumu kusursuz, bayılınası noktada yöre halkı belediye işbirliği ne güzelken, yeterince mekânı olan bir işletmeciye verilmesini protesto ediyor olmamıza rağmen yemeğe karar vermiştik. Kaz tiridi yediğimiz noktalardan birinin açık olduğunu görünce de varsa dönüşte yeriz diyerek sevinmiş ve yine çizmiştik üstünü. Fakat vakit akıp gidince ve varınca önüne görüyoruz ki tiritçi kapalı. İşte o zaman  Enn Sevdiğim Kadın bir soru bırakıyor ortaya... öyle güzel kokuyor ki, hayır demek mümkün değil!



Hımmmmmm bu da alemin en temiz, en iyi ayıklanmış, en lezzetli ve eğlenceli kellesi!



Çok sevdiğimiz baba-oğulun şirin, salaş, minicik lokantasının menüsü aslında kuvvetli ama basit: Kelle paça çorbası, fırındaki tandırda pişmiş kelle, döner ve kuzu tandır. Sorunca... Hafta içi tandır olduğunu ama haftasonu özel sipariş olursa yaptıklarını söylüyor, Baba. 


Bir öğlen gelmeye karar veriyoruz!..




*Kapıdan bahis, kocaman bahçesi ve mini göletin dolu hali yazıdaki 3.fotoğraf

 

*Ada'ya gitme gayretli bir günden bahisse burada

22 Kasım 2020 Pazar

Lise Öğretmeni Pedersen'le Öğle Arası

Enn sevdiğim Gurme bir telefon konuşmasında ofise istedikleri makarnayı övünce ve ayrıca, yoldan arayıp bir başka ihtiyaçları varsa alıp getirebileceğini söyleyen kuryenin tatlı davranışından söz edince ve üstelik makarnayı öve öve bitiremeyince... Dedim ki "Yarın öğlen oradayım!"

Aslında bilmediğim bir mekân değil, açıldığı günden beri ilginç bulurum, hevesli bir emekle hazırlandığını gözlemlemişim, özellikle bulvara, tren yoluna ve ara sokağa cephe bahçesi ile ilgimi çekmiş, gençlerin ağırlıkta ama yetişkin insanların da geldiği kozmopolit şirinliği çoğu zaman şaşırtmış olsa da beni, uğramaktan uzak durmuştum.

Evden pandemi tebirlerimi alarak öğle arası çıkıyorum. Carrefoursa'ya yürüme niyetindeyim ve eksik olan birkaç şeyi alacağım. Makarna aklımda fakat önce yemeği yiyip mi markete gitsem yoksa tersini mi yapsam tereddütündeyim. Çok severek okumakta olduğum kitapla okuma gözlüğümü, minik de bir fotoğraf makinesini mini sırt çantama atıyor, bir an sahilden mi desem de ana yoldan yürümeye karar veriyorum.

Atakent Kavşağa vardığımda kafamdan bir başka öneri geliyor. Aklımı çelmek üzere!.. Sevdiğim ve güzel yemekler yapan ve pandemi kurallarına çok sadık, yolumun üzerinde -yeni bir yerde olsa da coğrafyanın eskisi- bir esnaf lokantası var; söz ettim mi daha önce bilmiyorum, yeşilin yanmasını beklerken bir an orada yemek istiyorum. Az yemek, az pilav, her yemekte getirdikleri mini salata, belki içecek bir şeyler falan... Mutfağı güzel, kadın elinden çıkmış lezzette tencere yemekleri geçiyor gözümün ucundan! Hatta bir gün mutfağa giren kadınları görünce, bu kadim patron çekmiştir elini mutfaktan diye düşünüp, bayılarak yediğim bezelyeli ve bir kaç sebzeli yemeğin keyfinden yola çıkarak düşündüğümü doğrulatmak adına  "Kim yapıyor yemekleri?" diye oğluna soruyorum. Yanıt Adem Usta olunca, "Sanmıştım ki" diyerek takdirlerimi ekstra beyan ediyorum.

Aklım çelindi gibi! Yaklaşıyorum... Kıvrılmam an meselesiyken bir ohh çekiyorum çünkü iradem ilk kararıma el koyuyor.

                                                                                    ........

Bizim istasyondayım. Işıkları geçtim. Trenin geçmesini bekliyorum. Yeşil alanda kurulmuş bir şemsiye ve masa var. Masada açık bir laptop, iki görevli ve önlerinde bir kuyruk. Neyin nesidir bu acaba? diye düşünüyorum ve sonra anlıyorum ki toplu taşım araçlarına binebilmek için kartlara HES kodu yüklenmesi gerekiyor.

Önce rayları sonra da ikinci ışıkları geçiyor, önce market mi makarna mı ikilemimi netleştiriyor ve keyfini çıkarmaya karar veriyorum öğlenin ve bayılmakta olduğum kitabın! İş ve dönüş için acele etmeyen okulu asmış kaytarıcı çocuk kıvamındayım. Üstüne bir de "Şu güzel havanın tadını çıkar dostum," deyip,  makas alıyorum yanaklarımdan.

Bulvarın ve ara sokağın kesiştiği köşedeki kaldırımdan bir basamakla inilerek girilen bahçe kapısı ilgimi çekiyordu zaten. Bu kez tadını çıkarıyorum. Hımmmmm çok güzel bir bahçe, üstelik bir sera gibi dış etkilerden korunaklı ama yine de dışarısı gibi. Sevdim yahu! Hatta kendime kızıyorum. Ne güzel bir bulvar kafesi ve ne de güzel bir okuma noktası! diye düşünerek.

İçeri girdiğimde mekân boş. Bir tatlı genç kız var: maskesi yerli yerinde ve önlüğü ile çok şirin. "Merhaba," diyorum, hoş geldinizine. Çiçekler içinde ama saklı haline bir göz atıyor,  oturuyorum sakin bulvara ve raylara cephe masalarından birine... Üstelik kendimi bir Fransız kafesinde sanıyorum. Loş bir sessizlik...

"Menü lütfen!"

Aslında ne için burada olduğumu biliyorum ama ambiyansın hakkını vermem gerek diye düşünüyor, o nedenle menüyü istiyorum. Mekânın açık mutfağı da olan kapalı kısmını şu an dışarıdan görsem de öncelikle kırmızı boyalı, aralarındaki kırmızı ince çıtalarla kare bölünmüş camlarında eski ve siyah- beyaz film yıldızlarının fotoğrafları olan kapısına bayılıyorum.

"Bir Et mantar soslu fettucine lütfen."

"Bir de şekersiz kola, birlikte getirin lütfen."


Genç kızın orjinal adıyla söylersem Fettuccine Alfredo hazırlanana kadar çay içmek ister misiniz? sorusuna hayır, teşekkür ederim, yemek sonrasında, diyor, ama kahve ve pastaları eşliğinde bir gün aynı masada uzun süre kitap okuyabileceğimi düşünüyorum.




Lise Öğretmeni Pedersen'le Lise Öğrencisi Fikirdaşlığımın Tanışması!

 



Kitabın ortalarındayım. Ortamı da bir Fransız kafesine çevirdim çoktan, İtalyan da olabilir, hatta Viyana'dan Cafe Landtman... da!*  Oysa kitap Norveçli, üstelik ben bir Kuzey aşığıyım ama sanırım bu havalar yüzünden şımarığım. Biraz da havalı mıyım yoksa?..

Açıyorum kaldığım sayfayı, alıyorum ayracı ve ileriki sayfaların arasına sıkıştırıyorum. Bir süre okuduktan sonra önündeki önlüğü ile çok şirin garsonum getiriyor makarnamı ve kolamı. Görüntü çok güzel, hımmm koku ve üzerindeki peynir rendesi harika, kremalı mantar ve minik bonfile parçaları da lezzetli görünüyor. İşte bu, çatalla birlikte kaşık!  Ben makarnamı bitirmek üzereyken O geliyor, geciktiği için özür diliyor. Tokalaşıyor, yemek teklif ediyorum, buraya gelmeden hallettiğini söylüyor.

Pedersen Hoca yaş olarak benden epey büyük, O Larvik'teki bir liseye öğretmen olarak tayin olduğunda, ben henüz kısa pantolonla mahallede çember çeviriyor, cicili oynuyor, iri harfli minik çocuk kitaplarını  heceleyebiliyorum.

"Fakat, dede, babanne, hala, üç kardeş ki biri bebe, anne- baba sekiz nüfuslu, mutfak camı bahçe tarabalarının altında kira evimizin kitaplığındaki kitaplar amcam ve henüz lise öğrencisi halamın ve bir kaç yıl sonra da okula başlayacak ve  okumayı çözecek benim. O yıllar gelip de okumaya başlayınca merakımın satır aralarından ve amcamdan kaynaklı olarak da sol tandanslı fikriyatlar zihnime usul usul giriyor. Dedem Demokrat Parti sonrasında Adalet Partili, namazında niyazında ve kendi gazetelerini alıyor. Atatürk'le pek arası yok. Kalabalık aile güzel, sevgi dolu, renkli. Evde fikir özgürlüğü var, fakat alanlara girilip de kavgayla sonuçlanacak tartışmalar olmuyor. Başlangıçta pek anlamıyorum ama bazı "anarşitlere" sempatim başlıyor. Mahallede sandıktan İşçi Partisine iki oy çıkıyor ve mahalledeki herkes biliyor ki o oylar kimin: Enn amcamla, oy için İstanbul'dan gelen bir Dev'in. Amcam banka müfettişi, evlenene kadar sabit bir adresi yok, oylarını buraya gelip de kullanıyor. Devse Türk Solunun en parlak isimlerinden Harun Karadeniz: Denizlerin kankası, yan komşunun ve şu gün bile aynı haliyle duran evin oğlu: Devlet eliyle öldülürdü! O günkü gazetelerde çıkan iz bırakıcı ölüm ilanı eşindendi ve izini ve de silüetini bu çocuğun yüreğine de bıraktı. İki kelime; Adı soyadı ve Öldü. Gözünüz aydın dercesine!"

Bütün bunları çaylarımızı içerken anlatıyorum. Gözlerimin nemlendiğini görünce şefkatle soruyor. "Ben biraz daha büyüyünce, evimiz değişince, ekononimiz güçlenince özümüz aynı kalsa da sosyal durumumuz gelişince... "Arkadaşlarım!" diyorum, "Dev'in yeğeni Osman," diyorum... "Henüz liseliyken ve kimi liseli bile değilken üstelik!.."



Kalıyorum...



Çaylar bitmiş, zaman nasıl akmış.

"Kahve?" diyorum... Sonuçta O bir Avrupalı. İnce belli bardağı, usulü ve özellikle tadını çok sevdiğini söylüyor. "O halde İki çay daha," diyorum. Gülüyor. Bir ara İsveçli ve Finlandiyalı penfriend'lerimden söz ediyor, Olof Palme, Bruno Kreisky, Felipe Gonzales, François Mitterand ve Willy Brandt hayranlığımın altını çiziyor, bizde solun 70'lerin ikinci yarısında, Ecevit'in gençliğinde %40'ları aştığından, toplumun örgütlü gücünden bahsediyorum. "Ve onun modellemesi de sizin ülkeleriniz gibi sosyal demokrasiydi," diyorum. Bu arada son derece akıcı kitabı okurken okulda ve örgütteki konuşmalara, şekilciliğe, ülkemizdeki benzerliklerine bayıldığımı ve son yirmi, yirmibeş sayfadaki düşüncülerin aynılarını o yıllarda kendi toplantılarımızda dile getirmiş olmanın sevincini yaşadığımı, kendimle gurur duyduğumu söylüyorum. Anlatımdaki mizahın tadını da es geçmiyorum elbette! Bir kahkaha atıyor. Biraz da kasılıyorum.

O aslında 1968'de göreve başladığında ideolojiye uzak ve Norveç'in iktidardaki İşçi Partisiyle bir sorunu yok. Sınıftaki gençlerse, davranış biçimleriyle hiç yabancı gelmiyorlar bana, Hoca'nın tavrı anlayışlı ve zaman ilerledikçe Hoca'nın pozisyonu ve sınıfın vardığı nokta -yaklaşık on yıl sonraki bir tarihte olsa da- bizim sınıfı hatırlatıyorlar: Yaptığımız tartışmaları, hocalarımıza karşı ve özellikle solcu havası atan -öğrenci dostu edalı- edebiyat hocamız H.T. ye karşı tavrımızı...

 

"Sizin bir avantajınız var yalnız Hocam," diyorum. "Bir tek fraksiyonla karşı karşıyasınız. Oysa bizim sınıfta ve ülkede her şey var. İçindeki ayrışmalardan hiç söz etmesem dahi üçbuçuk ana akım var! Lafa bakarsak hepsi özünde Marksist-Leninist. Fakat pratiklerini ve örneklemelerini ele alırsak: Mao'cu, Leninci, Enver Hocacı ve Stalinci fraksiyonlar diye ayırmamız gerekiyor. Siz tek bir örgütlenmeyle ve Norveç'de tek bir gazete çıkarıyorsunuz, düşünün ki bizim ülkedeki fraksiyon çeşitliliğinden bakarsak kaç gazete çıkıyor? Hımmmm silah mevzusu, tabii ki gazete satarken belde silah olmalı!"

 



Kitaptaki zamanla senkronize olmam gerektiği için liseli halimle dertleşiyorum Pedersen Hocayla. Sonra Nina Skåtøy konusunu açıyorum, kariyerden başlıyorum ki Hoca sessizleşiyor. Gözleri uzaklara dalarken nemleniyor. Onu anlıyorum. "Üzülmeyin," diyorum. Kendi N.'emden söz ediyorum. 22 yaşlık farkı görmezden gelirseniz, çocuk sevgimizi anlarsınız diyorum. "Gözü karaydım be Hocam, sonunda gençlik var, öğrencilik hali, kaybedecek bir şey yok, sırtım kaya gibi babaya dayalı, kollandığımı biliyorum ve bunu aslında eylemsel avantajlara çeviriyorum. Ve Hocam ideolojinin temel felsefesi ne kadar yüce ve doğruysa, ne yazık ki pratiği kişisel egoların çamurunda bozuluyor, başka türlü bir diktatörlüğe evriliyordu. Bir kitaptan söz edeceğim ki sizinle benzer düşünceler içinde olduğumu anlayın. İsmi ne de cazibeli gelirdi bana, bilirdim ama bilmezden gelirdim, ufkumu açtı, yerin dibine soktuklarını gördüm gözüm açıldı: Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı. Yazan: Stalin! İki türlü okumak mümkündü, tıpkı sizinkiler gibi, eleştirilecek kısımları zorunlulukmuş addedip doğru bularak ama yine de buna inanmayarak! Ya da şahsın gerçeğini görerek ve inkâr etmeyerek..."

"Pedersen Hocam... akşama kalsanız, aşkları, özel hayatları, ayrılığınızı, ülkenizin güzelliklerini ve diğerlerinin hikayelerini konuşsak; bir rakı masasına götürsem sizi, Enn Sevdiğim Kadın da katılsa bize?"


Anlıyorum ki dönmeye kararlı, Nina konusunu açmamalıydım. "Dag Solstad sağolsun, sayesinde sevenlerim çok," diyor."Yoruluyorsunuzdur," diyorum ama hissediyorum ki O halinden, kitabın okurlarıyla söyleşmekten memnun. "Tadı damağımda kaldı, Dag'ın diğer kitabını da alıyorum, selamımı söyleyin lütfen," diyorum, "Kitabın kişisel hayat kısmından, ülkenizin ve yönetiminizin anlayışından, yaşam standartınızın tepelerde olmasından da konuşsaydık keşke... Gerçi siz fazlasıyla eleştirel ama anlayışla baktığınızı olan bitene anlatıyor, sisteminizin hakkını da veriyorsunuz, fakat aynı tarafta olduğumuz kitlenin buralardaki karakterlerle ve davranış biçimleriyle benzerliklerine şaşırdığımı da söylemeliyim ki o yıllardaki yaşam ve demokrasi standartlarınızı, biliyorum." Gülümsüyor!

Bu gülümsemeyi anlıyor ve düşünüyorum: "O yıllardaki ideoloji ihracı değildi de taklitçi ve statükocu bir yayılmacılık mıydı acaba?"



Bu sorumun yanıtını da biliyorum?!
 



Ve Banu Gürsaler Syversten, enn severek okuduğum, en sevdiğim kitaplarımdan Kar Yağacak'la tanıdığım ve çeviri tadına bayıldığım çevirmen: Bir kez daha teşekkürler!


*Mussano'dan Cafe Landtman'lı  Viyana



**Dev'den de bahisli  bir yazı

 

17 Kasım 2020 Salı

Şölen Haftaları

Üçlemeyi baştan almak için buradan

Bir öncesi içinse buradan .


Tanıştırayım:"Masamız!"




Özene ve bunun yürekten oluşuna, göze sokulmamasına, çok sayıda olmalarına rağmen hiç bir şeyin gözümüzde ve gönlümüzde eleştiri odağı olamamasına, mekânla aramızdaki gittikçe kuvvetlenen, kuvvetlendikçe yeni duygu renkleri ile tanışmamıza vesile olan bağa, hayranız. Ve mekânı iki kardeşim dışında herkeslerden koruyoruz! Birazdan, üçüncü ama pide niyetiyle geldiğimiz ilk günden ve sonrasından bahsetmeden önceyse, izninizle zamanı biraz ileri alıyorum: 



Birgünlerden birinde, sabahken ve henüz varmışken mekânın önüne, balıktan dönen İsmail Bey'le karşılaşıyoruz. Gözler, henüz deniz ve kayık kokan tazecik balıklarda... Bir teklif geliyor İsmail Şef'den; yetişkin ninnisi tadında!

"Izgaramız var nasılsa, balık da pişiririz, size özel ama! İster Buğulama ister Izgara!" 



"Hımmm bir akşam üstü  güneş göl tarafındayken ve istirahata çekiliyorken, denizden yükselecek ay vaktinde mesela, balık ve masa? Olur mu acaba?"

"Fakat Ustam mekân, doğa, şu muhteşem saklanmışlığın sesi, denizin esintisi ve dalgaların kırıldıktan sonraki melodisi bir şey ister, çağırır ve vakti zamanı gelince de kaçınılmaz olarak çağırtır!" 



"Hâl yoluna koyarız O'nu da!"



Zıplayan fısıltılar... kısa bir muhakeme... muzurca iki tebessüm.... sevinç ve kısa bir hayal ânı.

"Şu masalarda mı?.. hımmmmm gün batarken... hımmmm!.."



"Yoksa, o masalarda mı?!!"



İlk Pide Günü

 

Minik ve şirin fırında İsmail Bey. Bir pazar sabahı geleneği olarak civar yazlıklardan gelen malzemelerle mahallenin fırını tadında pideler pişiriliyor. Günaydınlaşıyoruz. Dolores asistan pozisyonunda.



"İki kapalı pide lütfen, biri  kıymalı diğeri de peynirli olsun."



Bahçede dolaşıyor, kankamızla oynuyor, fırından gelen kokularla başımız dönüyor, miss kokulu taze çay içiyor, pidelerin vakti zamanından az önce de masamıza oturuyoruz. Hımmmmm tereyağı, bal, patıl ve pidenin vazgeçilmez eşlikçisi, yöre malzemeli ev yapımı turşular!

Mis kokan tereyağını sıcacık patıl lokmalarının üzerine sürüp ağzımız tatlansın, dilin hücreleri ayaklansın diye biraz da bal gezdirerek götürürken alemin kral ve kraliçesi masada yerlerini alıyorlar. Kokuya mı bayılsak yoksa pide yüzeyindeki çatlaklara mı? bilemiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var ki çeşit çeşit ve sevdiğimiz pek çok sanatçı elinden çıkmış, bazıları gerçek sanat eseri pideler konusunda Ünlü Gurme düzeyinde birikimimiz var. Bu minvalde söylemeliyim ki görüntü, koku, miktar ve sunum olarak ikimizden de alkışı alıyorlar. İçleri konusunda benim ölçüm iki şahane şeften: Babannem ve Annemden. Tatma noktasındaki gelişimim de zevk sahibi Enn Amcamdan.
 

 


Fakat pideler öyle kıpır kıpırlar ki: kendilerinin farkında, dünya güzellikleri garanti bir vakar içindeler. Alıyoruz kıymalılardan birer tane: İlk ısırıklar ve dünyanın tüm renklerine kapanan gözler! Nefeslerin kesildiği, sözlerin tıkandığı, tüm dış seslerin kapandığı bir an. Ve misler gibi, yöre yoğurdundan bir sürahi ayran. Bayılıyoruz; sunuma, içine, hamuruna, pişme düzeyine, her şeyine. Bu bir Bafra Pidesi ki ben bu konuda daha önceleri de yazdığım üzere Turan Usta'yı tek geçerdim. İsmail Usta daha özel ama! Bu bir butik üretim ve Usta mutfakta!  Üstelik minik yatırımlarla, el emeğiyle, mahalle fırını özünde içi evde yapılmış, hamuru Ustanın elinden, özel ve kıymetli bir Pide. O nedenle fena halde alkış! Hakeza yediğimiz en özel peynirden yapılmış peynirlisine de...


Sonraki haftalar farklı pideleri de deniyoruz, mesela pastırmalısını... Bu kez közde pişirilmiş domates ve biberler de konuk oluyor masaya. Pastırma çok özel, 1925'den beri üretip, kendi mekânlarında satan, inşallah yakın bir zamanda yazmayı umduğum, Bafra'daki çok özel ve nadide bir noktadan!

Yine baş döndürücü bir pazar sabahı ve dönsün başınız dedirten bir ustalık.

Bir Sürmeli Köyü Pazarı* dönüşü geleneksel pazar kadromuzla geliyoruz bu kez; Ben, Enn Sevdiğim Kadın, Kız Kardeşim ve Erkek Kardeşim. Onlar için ilk. İkisi de gurme, başarılı, el aldıkları ustalarının başını öne eğdirmeyecek beceride iç hazırlayıcısı ve aynı zamanda uzman pideseverler! Ve ikisinin de -Kız Kardeş bir kaç adım önde olmak üzere- mutfakları beş yıldızlı restoran kıvamında. Çeşit yapıyoruz bu kez masada! Hımmmm... hımmmm... sesleri havada,  çaylar demli, bitti pideler demesem parmakları gitmişti. Fakat ne yazık ki içimizden bir casus çıkıyor, ve kendi kendini ele veriyor: Erkek Kardeşim. Benim de tanıdığım, taze evlenmiş bir arkadaşlarına edince tavsiye, onlar da paylaşınca görüntülerini, bu da yine bir Sürmeli dönüşünde anlık fotoğrafı gösterince bize, sistemin dışına iteleniyor doğal olarak.




Kıymalı yumurtalı açık pideye gelin, gelin ki "Bu nasıl bir yumurta zamanlamasıdır Ustam," deyin. Çıtır ama içi yumuşak kenardan bir parça, yumurtayı usulca patlatmaca, kenardan koparılmış parçaya kıymasından almaca, yumurtaya dokundurmaca ve sonra göğe ermece... Üzerine de misss kokulu çaydan bir yudum.

 

 

 



Derken birgünlerden bir gün İsmail Usta Görele Pidesi öneriyor, özel peynirli üstelik. Kabulümüz! Sunum tabağı muhteşem. Ama daha muhteşem bir durum var ki aslına, geleneksele sadakat! Başka hiç bir yerde yok! Yumurtası son kertede içine kırılmış ve rafadan kalmış. Hamur diğer mekânlar gibi her modele aynı usulden değil, butik üretime yakışır, sanatçı duyarlılığında ve pideye, onun gelenekseline saygıyla ve aslına sadakatle hiç bir yerde rastlanamayacak kadar özel. Tanrım parmaklarımızı korusun!



Sonra birgünlerden bir gün hep gördüğümüz mangalda köfte ızgara ediyor İsmail Usta. Görmüştük ve bir fikir oluşturmuştuk daha önce. Çünkü mekân hafta içinde yörede çalışan işçilerin yemek noktası da aynı zamanda! Menemen yedik de Kuru Fasulye de tatmış mıydık acaba?

Fırında pişmiş tırnak pideler, közlenmiş domates, közlenmiş biberler, yakışır bir soğan salatası ile renkli, miss kokulu hoş bir tabak şeklinde geliyorlar; Usta tarafından yöreden seçilmiş, çekilmiş ya da çektirilmiş kıyma, kıvamında baharatlar ve özenle şekillendirilmiş, yine sanatçı duyarlılığına haiz köfteler öylesine lezzetli ki doğal olarak balık mevzusunu da köpürtüyorlar!




Aslında, şu yazıları yazan kişi, yani şu Buraneros, bu yazıyı bir üçleme olarak planlamıştı: fotoğrafları o kurgu çerçevesinde yerleştirmiş, ilk bölümdeki "Şu masalarda mı?.. hımmmmm gün batarken... hımmmm!..", "Yoksa, o masalarda mı?!!"  cümlelerinin olduğu paragrafı da son bölümle bağlayıp güzel, özel ve hatırlanası bir finalle bitirecekti yazıyı. Bilirim ki kendisi yazarken yaşar... yaşamazsa yazamaz. Ve okurlardan özür dileyerek  karar verdi ki: O son yazı tüm yazılanların etkisinden uzak ve o çok özel ânın saf, gelmiş geçmiş tüm yaşanmışlıklarından azade, gelmiş geçmiş dünyasından tümüyle steril duygularla anlatılmalıydı!



Anlatılacak...

 

Anlatıldı!..



*Sürmeli Köyü

12 Kasım 2020 Perşembe

Dışı mı Yakar İçi mi?

 Öncesi

 

 



Biz bir rüyanın içindeyiz, kesin. Dolores de rüyadaki  Almodovar kadınlarından biri sanki. Sanki olmasa, ilk anda henüz gerçek adını öğrenmemişken çıkar mıydı sanıyorsunuz ağzımdan! Çıktı, evet, ilk anda hem de. Henüz o yanımıza varmamışken ve sevinç çığlıkları içinde gıybet yapıyorken biz... Çıktı ve asıl adının üzerine yapışıp kaldı.

Servisi dış masaya yapıyor Dolores, biz mekâna baygın ve  flüt tınısında bir rüzgâr okşarken yanaklarımızı ve ferahlıyorken kolalarımızla, kıyıdaki masaların ardından sesleniyor Deniz: "Nerelerdeydiniz?"  Dalgaların köpüğü ve flüt tınısında yüzlerimizi sıyırıp geçen rüzgârla mutlu, sevinçten ve güzellikler karşısında şaşkın, gezegene hayran, dışarıdan bakınca küçük ama içine girince Doktor Who'nun Tardis'i gibi şaşırtıcı, hem de çok şaşırtıcı mekânın sokağa açılan bahçe kapısının ardındaki masamızdan yanıtlıyoruz: "Kusura bakmayın ve önyargılı ahmaklığımıza verin, lütfen."  



Fakat şaşırtıcı olan, bu saklı mekândan ikimizin de haberdar olmayışı! Bu çok enteresan: Hadi beni geçtim de Enn Sevdiğim Kadın'ın kulağına çalınmamış olması şaşırtıcı, çünkü Üniversite'den ve en yakın arkadaşlarından bir akademisyen ve yine tanıdığı pek çok kişi bu alanda kuşlar üzerine çalışıyor. Yoksa burayı keşfedenler, gelenleri çoğalırsa burayı bozarlar, popüler kılıp başkalarına benzemesine yol açarlar diye dillerine kilit mi vuruyorlar?!!!!

Hımmmm... şeffaf yeşil,  kalın ve kristalimsi halleri ile kolalarımızın servis edildikleri kadehlere, hadi gelin de bayılmayın. Keşif yapmış ve yaptıkları keşiften de büyük tat almış şu şirin ve gizemli mekânda toplu iğne görse bayılacak, gözleri dört dönen, sevinçli ânı zamandan uzak gizemli bir oyuna çeviren çocuk tadında, ve bayıldığımız kadehlerdeki uzaylı kolalarımızı keyfine çıkara çıkara yudumluyoruz.  Sonra içine geçip bayılınası obejeleri tek tek inceliyor, bu yürekten ve kocaman bir sevgiyle ve kelimenin tam anlamıyla ilmek ilmek işlenmiş derme çatma mekânın her bir hücresine sinmiş şefkatin ve karşılıklı sadakatin tüm hücrelerimize usul usul sirayat eden tadını çıkarıp verilen emeğe ve mekân-insan ilişkisinin kalp atışlarındaki miss kokulu sevgiye ortak oluyoruz.

 


45'lik plaklar, eski radyolar, yere serilmiş halı, çanak çömlekler, çiçekler, eski bir pikap, özenle seçilmiş fincanlar, ev tadında ve elbette çeyizlik tabaklar, ama... evet ama, özellikle sandalyeler ve masalar! Burada, bu mekânda farklı zamanlardan taşınmış pek çok hikâye bir arada. Bunu hissediyoruz. İçeriden miss gibi kahve kokusu geliyor, sonra da ev sunumunda bir özenle orta şekerli kahveler... Bu arada kahvaltı verdiklerini öğreniyor, mini mini bakkala bayılıyor, kendi elleri ile yaptıkları ve tıpkı eski zaman evlerindeki gibi neredeyse topraktan fırınlarına söyleyecek söz bulamıyor, bir sonraki gelişlerde de sırasıyla tüm üretimlerinin tadına bakmaya karar veriyoruz.



Ve onunla tanışıyoruz... Çok üzgünüz ki ikimiz de bir türlü adını hatırlayamıyoruz. Kendisi evin oğlu, çok tatlı, çok sıcak kanlı ve konuşkan bir çocuk: İnsan sarrafı. İnsan sarrafı olmasa anlar mıydı bizi ve gelir miydi sanırsınız masamızın dibine ve sonraları, taaa arabayı uzaktan seçtiğinde, kapının önünde kuyruk sallayarak, sevinçle, bir an önce boynumuza atlamak özlemiyle saniye saniye izler miydi, bizi? Öyleseni bir ilişkiydi işte... Çok üzüldük, günlerden bir gün göremeyince ve sorunca elbette; bir araba kazasıyla cennetinden bir başka cennete göçüp gitmesine...
 

 


Mekânın bir de Beyefendisi var ki kendisiyle ilk gittiğimiz gün, o alışverişten döndükten ve öteberileri yerleştirdikten hemen sonra tanıştık. Kapıdan girdiği anda ve bize doğru yaklaşırken belliydi medeniyet gördüğü... Uzun boylu,  filmlerinin unutulmaz oyuncusu, elbette yaş olarak yetişemediğimiz çağların Tarzan'ı, Johnny Weissmüller!  

 



Tanıştırayım: "İsmail Bey!"



Burayı fikir olarak üreten O. Şaşkınlığımızı ve takdirlerimizi beyan ediyoruz. Seviniyor, hevesle ve gururlu bir heyecanla anlatıyor. Ve anlıyoruz ki Gül-İsmail çifti en az birbirlerini sevdikleri kadar seviyorlar burayı. İlginç ve sevimli iki karakter. Almanya'da tanışmışlar ve evlenmişler, çalışma yıllarında bu derme çatma mekânın hemen arkasında ve aynı bahçe içinde biri İsmail Bey'in annesine ait olmak üzere iki güzel ev yapmışlar önce, sonra bir karar vermişler ve arada bir özellikle kışları gidip gelseler de  burayı mesken tutmuşlar.
Bir yüreğinin götürdüğü yere git ya da bir nevi emeklilik hikâyesi yani. Ve ne güzel ki aşıklar buraya, bu mekân bebeklikten çıkaramadıkları, hiç büyümeyen çocukları gibi. Hissediyoruz.

 

İleriki günlerden birinde ilk kez gördüğümüz bir genç kız ve bir genç erkek servisimizi yapıyorlar; üniversitelerin tatil dönemi ve belli ki öğrenciler. Sormuyoruz çifte elbette ama dedikodu kapsamında düşünüyoruz: "İkisinin önceki evliliklerinde birer çocukları var." İlk günkü tanışma faslından sonra şirin fırından gelen kokuların ortama yayıldığı bir esnada içimizden çıkan ama biz dışında kimsenin duymadığı bir ses "Haftaya kahvaltıda buradasınız," şeklinde ve keskin, kaçarı olmayan netlikte, komutan edasında ve dikte eder bir tonda  ricada bulunuyor. Hadi gelin de uymayın! 

 

 

Geliyoruz elbette! İçerideki, temizlik kokan örtüleri bayılınası ve sonrasında hep onu tercih edeceğimiz masaya oturuyoruz. Dolores kulağından eksik olmayan gülü ve şık elbisesi ile geliyor ki bu hâl ona çok yakışıyor. 



"Hoş geldiniz."



" Hoş bulduk." 

 



"İki kişilik kahvaltı lütfen."

 

 


Önce karşımızdaki çatıyı tutan tahta direklerden birine çakılan çivilere yukarıdan aşağı doğru asılmış kırkbeşliklere göz atıyoruz ve göbeklerinden anlıyorum ki bazıları  otomobil pikabı görmüşler. Burası bir kafe ama bir küçük müze de sanki. Ve o an bir gün yine çok özel yerlerden Nebiyan Dağına giderken bir köy kahvesinin bir odasında şaşırtıcı bir Müzeyle ve onu düzenleyen kişiyle karşılacağımızdan ve bayılacağımızdansa henüz haberimiz yok. 



Donanıyor masa...



Elbette tereyağı, kaymak, bal, reçel, süt bölgenin; hepsi bir kaç adım ötedeki sıra sıra ama seyrek köy evlerinden. Domatesler, biberler ve salatalıklar bahçeden. Yumurtalarsa bahçede dolaşmakta olan tavuklardan. Şahane bir kahvaltı, ardından kahve keyfi ve o...oooo dedirten bir zaman akışı. Sonrasında göle doğru uzayan gün. Bu arada kahvaltıya gelen köy ekmekleri, gözlemeler, İsmail Usta'dan. Ve elbette miss gibi ev tereyağının içine gömüldüğü çıtır pişmiş Tophaneler...  Tulum peyniri, şahane demlenmiş semaver: Dudak kenarlarından sızan iştaha serenad. 

Bu ilk gününde onca güzel pide yapan yer varken diye düşünerek açılışı Pide ile yapmıyoruz ama bir sonrasında deneyeceğimiz kesin. Fakat beklentimiz yüksek değil. Burası an itibari ile bir atıştırmalık, daha çok da kafe, en çok da kahvaltı noktasıydı biz için, taa ki bugünün sonuna kadar!



Biri pide mi dedi?




Devam yazısı Şölen Haftaları


İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP