23 Nisan 2011 Cumartesi

Bir Konferans

Son 20 günüm, Erasmusumun şimdiye kadar ki en yoğun dönemiydi. Yalnızca bir Auschwitz yazısıyla geçiştirmek olmazdı. Nitekim olmayacaktı da; ancak internete girecek bile vakit bulmakta zorlandım. Bugün cumartesi, Polonya'da Paskalya, ülkemde 23 Nisan kutlanıyor. Babam yazı girmem için sürekli dürtükleyip duruyor. Gelecekte buralara gelip bayrağı daha ileriye taşıyacak ülkem gençliği için elimden geldiğince tecrübelerimi paylaşmalıyım.

Olsztyn'e gitme konusunda bizi gazlayan şey, okulumuzun Erasmus Koordinatörü Iwona'nın attığı bir maildi: Olsztyn'de Polonya çapında erasmus öğrencilerinin de katılabileceği bir konferans var. Ayrıntılı bilgi Olsztyn ESN sayfasında..

Olsztyn ESN'den gerekli bilgileri edinip, konferansın organizatörleriyle Facebook'tan irtibata geçtikten sonra, toplam 3 gün için kalacağımız otelin ücreti dahil 130'ar zlotiyi cebimize koyup, 20'şer zlotiye de tren biletlerimizi alıp Olsztyn'in yolunu tuttuk.

Varış saatimizi önceden bildirdiğimiz için bizi tren garında ESN'den Ania karşıladı. Ania'nın üstün fiziği ve cazibesi karşısında kısa süreli bir şok geçirdikten sonra, ikinci şoku yiyip BMW'sine bindik. Böyle durumlarda soğukkanlı kalmayı bilen bir yapım olduğu için, risk alıp öne ben oturdum ve Ania'yla muhabbete başladık. Olsztyn tanıtımı ağırlıklı kısa bir şehir turundan sonra, kampüsün içinden geçip kalacağımız otele geldik. Odamız Varşova'da kaldığımız yerin standartlarına nazaran çok daha iyi olmasına rağmen Ania tam 3 kez: "Umarım memnun kalmışsındır, isterseniz odanızı değiştirebiliriz" dedi. Yok artık! Güzellik, endam bir de bu kadar ilgi!.. Aynı Ania, konferansın moderatörü olmasına rağmen, son gün resepsiyonda İngilizce bilen biri olmamasından dolayı yaşadığım sıkıntı üzerine, konferansı bırakıp koştur koştur yardıma gelip 10 dk dil döktükten sonra 50 zlotimin cebimde kalmasını sağlayacaktı.

Polonyalı kızların fizikselden öte, daha da önemli olan genel mental özelliklerini bir başka yazıya saklayıp, konferansın içeriğine geçelim: Lizbon Antlaşması'nın Polonya'ya etkileri kurumsal, ekonomik, adli ve yasama başlıkları altında dört ana oturumda anlatıldı ve tartışıldı. Türkiye'yi doğrudan ilgilendiren hemen hiçbir konu olmamasına rağmen konferansın İngilizce olması en azından bir ton yeni kelime öğrenmemizi sağladı. Konuşmacıların hemen hepsi alanında Polonya'nın ileri gelen akademisyenleri ve bürokratlarındandı ve işin garip tarafı lunch'ta biz bu adamlarla aynı masada yemek yedik, muhabbet ettik!

En az 150 kişinin katıldığı ve 10 farklı konuşmacının ağırlandığı konferansı yalnızca Ania, Kasia, Piotr ve Monica; yani toplam 4 kişi idare etti! Hiçbir problem çıkmadığı gibi sıklıkla verilen kahve araları, öğle yemekleri ve akşam eğlenceleri konferansı son derece keyifli bir hale de soktu. Son gün konferans biterken artık ağlayacaktım: Konferansta yeri geldiğinde moderatörlük, yeri geldiğinde konuşmacılık, yeri geldiğinde tercümanlık yapan bu kızlar, üşenmeden hep beraber bulaşıkları yıkamaya başladılar! Kusura bakmayın ama bunu yapacak Türk kızı çok azdır..

Kısacası tavsiyem, fırsatınız olursa bu tarz geniş çaplı, az biraz alanınızla ilgili İngilizce bir konferans bulursanız katılın.

İnanın bana, son derece güzel hazırlanmış ve Avrupa Birliği onaylı olmasına rağmen alacağınız sertifika, yaşayacağınız diğer tecrübelerin yanında hiçbir şey!

19 Nisan 2011 Salı

Auschwitz


Harenda'nın pub bölümünden atıldığımızda saat gece 2'yi gösteriyor. Atılmadan kastım, 1 saatten fazla sipariş vermeyince garson zırt pırt yanınıza gelip: "Birşey daha ister misiniz?" diye sormaya başlıyor. Hesap 75 zlotiye yaklaşınca, yapacak birşey kalmıyor. Sabah 6'da Krakow treni olan 6 tane Erasmus öğrencisi, kendilerine oyalanacak yeni bir sıcak yer bulmak zorunda. Hostele dönemezler; çünkü uzaklıktan dolayı oraya gidip gelmek en az 2 saat sürecek.. Peronda beklemek sıkıntı, çünkü soğuk.. Varşova Centralna'nın yer altına kurulu olması soğuğu engellemeye yetmiyor; güvercinlerin, tünellerin içinde fink atmasını da.. Üst kat Information'ın ve bekleme salonunun bulunduğu yer. Oradaki az sayıdaki bankı da Polonyalılar parsellemiş durumda. Bu bölüm daha sıcak, ancak oturacak yer yok: Tek yol gece otobüsüyle 3 saat şehir turu yapmak..

Sabah saat 4.30'da Praga tarafında bir otobüs durağındayız. Gece otobüsüyle 1 saat yolculuk yaptık. Praga yoksul kesimin yaşadığı semt olduğundan genelde korkulan bir yerdir; ama bu kez korku salan biziz. Bu saatte orada otobüs beklemek yürek ister çünkü..

Saat 6'da tren geliyor. Krakow'a doğru yola çıkıyoruz. Kompartımanlar şansımıza tıklım tıklım. Halbuki trene binmeden önce 3'er 3'er, 2 farklı kompartımana yayılma yönünde hayaller kuruyorduk. Şimdi bir kompartımanda 7 kişiyiz. Ayaklarımı uzatıp yayılma şansım yok..

9.30'da Krakow Glowny'deyiz. Akşam 10'da 3'ümüz buradan Prag turuna katılacağız. Krakow'da gezilecek yer çok vakit dar. Tuz madenine gitmek 1 saat, Auschwitz 1.30 saat, Old Town gara 5 dk.. Yorgunluksa hat safhada.. Tercih, Krakow Galeria'da Türk yemekleri yapan Merhaba adlı self servis restaurantta birşeyler yedikten sonra Auschwitz'in yolunu tutmak. 500 gramlık bir tabak 15 zloti tutuyor bu arada..
Saat 11.40'da Oswiecim trenine yer buluyoruz. Oswiecim, kampların kurulu olduğu küçük bir şehir. Burada bile kebapçı var! Gardan dışarı ayak basar basmaz karşımıza çıkıyor.. Saat 14.00'da Auschwitz Müzesi'nin kapısındayız. Uzun pazarlıklar sonucu kendimizi grup ve öğrenci yazdırıp kişi başı 30 zloti'ye içeri giriyoruz. Bizi öncelikle bir sinema salonuna alıp, Auschwitz'i anlatan kısa bir film seyrettiriyorlar.Saat 15'e doğru rehberimiz metin bir şekilde geliyor ve toplam 15 kişilik bir grubun içinde zorlu tura başlıyoruz. Burası Auschwitz..
Avrupa'nın her yanından toplanan 1 milyondan fazla kişi Naziler tarafından yakıldı, gaz odalarına atıldı, ölene kadar çalıştırıldı, kimyasal deneylerde kullanıldı. Günlerce kuyuların içinde bekletildi, kurşuna dizildi, elektrikli tellerde can verdi. Kadınların saçları kesildi, çocukların oyuncakları ellerinden alındı..
Ellerinde 25 kiloluk çantalarıyla kampa gelen trenler dolusu insan, 25 tonluk acı gördü. Çalıştılar, yaptılar; ancak özgür olamadılar. Kurtulan çocuklar adları ve milliyetleri sorulduğunda, kollarındaki numaraları gösterdi. Üzerine gelecek inşa edebilecekleri bir geçmişleri yoktu çünkü.. Fırsatınız olursa Auschwitz'e gidin. Savaşın, acının, bağımsızlığın, özgürlüğün ne demek olduğunu birkez daha görün..

13 Nisan 2011 Çarşamba

Olsztyn Diye Bir Yer


Polonya'da Erasmus yapmakta olan ya da yapacak öğrencilerin dikkatine! Olsztyn diye bir yer var gençlik! Burası Polonya'nın en büyük kampüsüne, en büyük öğrenci festivaline ve Avrupa'nın şehir sınırları dahilinde yer alan en büyük ormanına sahip.. Göllerini saymıyorum bile! Varşova Centralna'dan tren bileti öğrenciye 22 zloti.. Polonya'da bilet alırken kimlik kontrolü yok, ancak buna aldanıp sakın yanınıza kimliğinizi almayı unutmayın. Çünkü kontrol trenin içinde... Eğer kimliğiniz yanınızda değilse, normalde son derece sempatik olmalarına rağmen demiryolu çalışanları gözünüzün yaşına bakmıyor. Tren biletinizi mümkün olduğunca aktarmasız almaya çalışın. Aktarma yapmak mecburiyse, ayık olun. İstasyonun birinde vagonunuz başka bir lokomotife bağlanır ve gözünüzü komşu ülkelerden birinde dahi açabilirsiniz.

Asıl konumuza dönelim: Olsztyn'e vardığınızda genç bir nüfus, küçük ama kullanışlı bir şehir ve mükemmel bir kampüsle karşılaşacaksınız. Üniversitenin alanının içinde büyüklü küçüklü ve lükslük derecesine göre fiyat olarak değişkenlik gösteren 9 tane yurt var. En pahalısı aylık 500 zloti.. Varşova'daki orta halli hostellerin yanında Hilton.. Bu küçük ama gözlerini biraz açık tutana büyük fırsatlar sunan şehirde, yurdunuzun koridoruna biranızı elinize alıp çıkabilir, yeni insanlarla tanışabilir, müthiş çalışan ESN'inin peşine takılabilir, kısacası her an kendinizi yeni bir eğlencenin içinde bulabilirsiniz. Her türlü sporu yapabileceğiniz kullanımı ücretsiz olan spor komplekslerinde vakit geçirebilir, göllerde kano gezileri, kamping yapabilir, balık tutabilirsiniz. Her yurdun altında bir bar var: Daha ne diyeyim size! Eğer üniversitenizin anlaşması Olsztyn'leyse hiç düşünmeden gidin.. Varşova'yı da nasılsa bir ara gezersiniz! Çünkü Olsztyn'e trenle yalnızca 3 saat uzaklıkta olan Gdynia-Gdansk-Sopot üçlüsü bence başkent Varşova'dan çok daha gezilesi yerler.

30 Mart 2011 Çarşamba

Wisla, Paskalya ve Ulusa Sesleniş

Hava karardıktan sonra esen soğuk rüzgarları ve sabah uyandığınızda size kısa süreli bir şok yaşatan sürpriz kar yağışlarını saymazsak Varşova'ya bahar geldi diyebiliriz. Sokaklar, şu sıralar dini vecibelerini yerine getirmekte olan koyu Katolik Polonyalılar nedeniyle fazla dolu değil. Bu konuda çeşitli spekülasyonlar dolaşmakla birlikte, edinilen bilgilere göre Paskalya öncesi 40 gün, bir tür oruç tutuyorlar: Bu süre boyunca müzik dinlemiyorlar, içki içmiyorlar, kızın evinden “No sex!” diye azarlanarak atılabiliyorsunuz vs. Dolayısıyla barlarda ve clublarda Polonyalıdan çok diğer milletlerden insanlarla karşılaşıyorsunuz. Örneğin, Varşova'nın en çok tutulan öğrenci club'larından Remont'ta geçen salı gecesi rastlaşıp çeşitli vesilelerle lafladığım kişilerin tam dökümü 5 ispanyol, 1 Amerikalı, 1 İngiliz, 1 Hollandalı, 1 İtalyan ve yalnızca 3 Polonyalıydı. Hemen her gece kulübünde açık farkla en büyük azınlığı oluşturan ve bu alanda İspanya'yla çekişen Türkleri saymıyorum bile.

Bu arada fırsattan istifade bir ulusa sesleniş konuşması yapmak istiyorum: Varşova'da Erasmus yapmakta olan bazı Türk öğrencilerin (özellikle kızların) kendilerine çeki-düzen vermesi önemle rica olunur. Lütfen Türkiye'de yapamayacağımız bazı hareketleri, en azından sırf Türkiye'de yapamadığımız için Erasmus rahatlığı altında uygulamayalım, çok rica ediyorum! Ben bir köşede elin Polonyalı kızına Avrupa Birliği muhabbeti yaparken, Türkiye'yi tanıtırken, diğer köşede farklı tanıtımlar yapmak hiç hoş değil! Ayakta duracak halimiz yokken bara-cluba girmeyelim, başımıza iş almayalım. Herşeyi tadında bırakalım, daha sonra pişman olacağımız hareketlerde bulunmayalım. Sizin iyiliğiniz için söylüyorum. Yoksa umrumda değil, istesem "İtalyanım(!)" der geçerim, adım da Mussano zaten..
Pazartesi günü şehrin en ölü günü. Çoğu yer ya erken saatte kapanıyor ya da hiç açılmıyor. Eğer illa dışarıda dolanacağım diyorsanız; öğle saatlerinde Nowy Swiat'tan Old Town'a doğru yürüyebilir, Old Town'ın içindeki yerel Polish restaurantlarından birinde "lunch" yiyebilirsiniz. Old Town'ı tavaf ettikten sonra Wisla kenarında dolanabilir ya da hemen her aralığa planlı bir şekilde serpiştirilmiş parklardan birinde oturabilirsiniz. Old Town, şehrin en çok turist çeken yeri olması itibariyle haftanın her günü ve her saati size mutlaka birşeyler vaadedecektir.

Benim Pazartesi günü çizdiğim rota, Centrum Metro'da 1 aylık süresi dolan Karta Miejska'mı yeniden doldurttuktan sonra Novotel'in hemen karşısındaki, yani Jerozolimskie'yle Marshalkowska'nın kesiştiği kavşaktaki Bank Pekao Sa'dan Yapı Kredi kartımla Zloti olarak paramı çekmekle başladı. Jerozolimskie (Kudüs) Caddesi'nden Wisla tarafına doğru iki blok yürüyüp, %100 Türk sermayeli King Kebap restauranlar zincirinin Jerozolimskie şubesinin önünden tereddütsüz geçtim (ilk gidişimde çalışanlarının tavırlarından pek hoşlanmadığım ve Adana dürümden iyi bir kazık yediğim için gözümden düştü) ve Nowy Swiat'ın girişine kendimi attım. Burada önümde iki seçenek belirdi: Ya sola dönüp 36. kez Old Town'a kadar yürüyecektim ya da sağa sapıp Parlamento (Sejm) binası ve Sheraton'ın bulunduğu tarafa doğru yönelecektim. Tercihimi önce Adam Miskiewicz'i selamlayarak Old Town'a yürüyüp Restauracja Polska'da "lunch" yemek, daha sonra Basilica Katedrali'nin ve Castle Inn'in arka sokaklarından, tepeden Wisla'yı, Praga tarafını ve Euro 2012 için yapılmakta olan yeni stadı görüntülemekten yana kullandım
.
Sonraki hedefim Aleja Ujazdowskie tarafına yönelen bir otobüse atlayıp, Sheraton'ın önünde indikten sonra yürümek oldu. Macaristan, Litvanya, Bulgaristan gibi çeşitli ülkelerin büyükelçilik binalarının önünden geçip ilk bulduğum parka kendimi attım. Sağolsun ördekler de beni pek sevecen karşıladı.

13 Mart 2011 Pazar

Mutlu Bir Pazar

Bazı şarkılar vardır beni acaip yakalar... İçime hareket verip, coşkularıma motor derler. Şarkıyı dün ilk kez ve rastlantı sonucu dinlerken, bir anda, modumun volümü tavan yaptı. Hemencecik bir sürü plan kurdum aklımda... hepsi, alabildiğine coşkulu anlardan beslenmiş ve ileri bakan. Yani şarkı mahalleye baharın geldiğini haber veren konuk kuşların cıvıltısına renk katarken, bahçedeki bahar dallarının pembesini de parlattı. Deniz coşkun dalgalı ve en parlağından mavi... Güneş baharın ipuçlarını çoktandır atıyor üzerine... Sanırım Juliet'in Avalon'undan sonra beni en yakalayan ses, şarkı ve söyleyiş tarzı bu... Dolayısıyla klip. Paylaşmak istedim; bizim mahalledeki şahane pazarı.. Güneşli bir gün olsun.

8 Mart 2011 Salı

Karlar Erirken


Soğuk, ilk bir ay boyunca en büyük problemdi. Martla birlikte yavaş yavaş kırılmaya başladı. İki haftadır kar yağmıyor ve bu bizim için olduğu kadar kaldığımız hostelin alanının içinde bulunan ilkokulda okuyan minik meslektaşlarımız için de iyi bir haber. Koştururken, eskisi kadar kayıp düşmüyorlar.

Hostelle kontratımızı martın sonuna kadar uzattık. Ancak BBG evinden* ayrılanlarımız oldu. Villamızdaki Türk nüfusu 10'dan 3'e düştü. Söz meclisten dışarı; Varşova'ya indiğimizden beri bizi kompleksleriyle her anlamda yıpratan ve açıkcası Polonyalı rakipleri karşısında pek şansları da bulunmayan kızlar, daha önce tanıtımını yaptığım kebapçıdan edindikleri yardımlar sayesinde eve çıktı. Sadece Türkiye'de değil, dünyanın her yerinde kız öğrencilerin ev bulması daha kolaymış; bunu öğrenmiş olduk

Varşova'da kalacak yer konusunda pragmatik bir paragraf açmak iyi olacak. Burada kalacağınız yerin apartman dairesi mi, yoksa yurt ya da hostel mi olacağını öncelikle kalacağınız süreyi göz önüne alarak planlamalısınız. Erasmus hibesinden başka geliriniz yoksa ve 6 aydan kısa kalacaksanız evi hiç düşünmeyin derim ben. 3 kişinin sığabileceği, şehir merkezindeki bir dairenin aylık kirası 2350 zlotiden başlıyor. Zaten aracı bulmadan ve emlakçıya 600-700 zloti gibi bir hava parası ödemeden 6 aydan kısa süre için eve çıkmanız zor. Genelde 6 aydan aşağı evlerini kiraya vermiyor Polonyalılar. Burada Türk ticari zekası ara bir formül bulmuş tabi ki: Türkiye'den gelen Erasmus öğrencilerinin kaldığı evler genellikle bir Türk abi tarafından kontrol ediliyor. O da Erasmus süresi dolup memleketine dönen öğrencilerin yerine yeni gelen Türk öğrencileri yerleştiriyor. Böylece hem kiralama işlemi aralıksız devam etmiş oluyor ev sahibi kazanıyor; hem de bizim Türk abi depozito parasını (hatta mümkünse daha fazlasını) cebe indirmiş oluyor. Bu tezgah temkinli davrandığımız için bize sökmedi; ancak önümüzdeki yıllarda Varşova'ya gelecekler dikkatli olsunlar; çünkü yollarda maalesef “Dikkat Türk Çıkabilir” levhası yok!

Avrupa Birliği ülkesi olmak herşey demek değilmiş, bunu da gördüm. Yurt sistemi burada bizdeki gibi gelişmiş değil. Öğrencilere kalacak yer konusunda çok fazla imkan sağlanmıyor. Az sayıda uygun fiyatlı yurt var; ama çoğunun hali içler acısı. Odalarının mobilyaları eski ve mutfaklarından pis kokular yükseliyor. İyilerse boş kalmıyor. Uzun rezervasyon listeleri, resepsiyondan yurdun bahçesine yol oluyor. En son baktığımız yurdu, Türkiye'deki eğitim öğretim hayatı boyunca hiç devlet yurdunda kalmamış biri olarak bu tecrübeyi yaşamış bir arkadaşımdan değerlendirmesini istediğimde cevabı: “Yurtkur bunun yanında Novotel* kalır!” oldu. Yeri tam istediğimiz gibi, şehrin göbeğinde olmasına karşın arkamıza bile bakmadan oradan uzaklaştık.

Bu bir ay, kalacak yer konusundaki arayışlar ve özellikle güneşin batışıyla birlikte hiç zaman kaybetmeden 0'ın altına düşen hava sıcaklığı yüzünden maksimum verimli geçmedi. Neyseki hiç para kaptırmadım ve tüm alternatifler arasında, şehir merkezine uzaklığı dışında en iyi opsiyon olan mevcut hostelim Jazz-POL'de kalmaya devam ediyorum. Bardağın dolu tarafında biriken diğer gelişmeler ise bir şekilde muhabbet edilen onlarca insan, hemen hemen hepsine girip çıkılan undergroundlar ve Varşova'nın sokaklarının bir çok kez tavaf edilmesi... Artık yavaş yavaş Varşova dışına çıkma zamanı geliyor. Polonya dışındaki ilk durak ise hem yakınlığı hem de Erasmus bağlantıları göz önüne alındığında Litvanya gibi duruyor.

Erasmus'un tadını ders anlamında aldığım pek söylenemez. Haftada 1 ya da 2 gün dersim oluyor ve onlar da İngilizce seviyesi bizden çok da farklı olmayan hocalarımız Marcin ve Natalia sayesinde genelde laklakla geçiyor. Onlar bizle, biz de onlarla konuşup karşılıklı olarak İngilizcemizi geliştirmeye çalışıyoruz diyebilirim.

Bu hafta okulun rektörü bizimle buluşup sohbet etti. Daha önce Antalya'ya tatil için geldiğini ve Türkiye'yi çok gelişmiş bir ülke olarak gördüğünü söyledi. Bir ara aramızdan bir yüksek lisans öğrencisinin derdini yeterince anlaşılır anlatamaması sonucu gerilen ortamı toparlamak bana düştü. Ülkemin gururunu kurtarmış olmanın verdiği bu gaz beni günün sonuna kadar bayağı idare etti: Kamu hukuku hakkında yazması gereken tezin konusunun İslam ülkelerindeki kamu hukuku olacağını söyleyen yüksek lisansçıyı, rektörün şeriat üzerine tez yazacak gibi anlaması üzerine gerilen ortamı, diğer İslam ülkeleriyle Türkiye'nin arasında büyük farklar bulunduğunu ve Türkiye'nin laik bir devlet olduğunu belirterek yumuşattım ve Varşova'da bile Türk muhafazakarlarla Kemalistlerin çarpışabileceğini görmüş olduk. Bu da işin şakası tabi ki..


*BBG Evi: Geçtiğimiz günlerde başımıza gelen komik olaylar sonrası kaldığımız yere bu ismi verdik. Olaylar ne miydi? Bir sonraki yazıya..

*Novotel: Varşova Centrum'da bulunan şehrin en lüks otellerinden biri ve paramız kalırsa bizim ekip son gece orada kalmayı düşünüyoruz. Otobüse hergün onun önünden binip inmemiz, onu şimdiden Erasmus'umuzun simgelerinden biri yaptı.

1 Mart 2011 Salı

O Gün Kader miydi Yoksa İlahi Bir Adaletin Tecellisi miydi

Yazma konusunda bir tembellik sürecine girmemiş olsaydım, muhtemelen aile tarihimize not düşmek adına, çok önceden yazmış olurdum bu yazıya konu olan rastlantıyı... Bugünden baktığımda rastlantı dediğim o anı, hayatın tatlı bir ironisi olarak görüp, başka bir halin tercümesi olarak tanımlıyorum.

Bir kaç gündür kafamda şekillenmiş bir iki yazı vardı. Yürürken, iş için bir yere seyir halindeyken, yazmayı düşündüğüm konularla ilgili "maşşallah" derya gibi akan cümlelerin gazıyla tamam diyordum, yarınki yazım hazır... Zaman içinde şunu da halledim, bu da aradan çıksın diye spontan bir şekilde sıraya koyduğum ufak tefek işleri hallettikten sonraya ertelediğim yazma keyfine geldiğinde sıra, tembelliğin cazibesi aklımı başımdan alıyor, "aman sonra yazarım"ı kendime siper edip, arkasına saklanıyordum.

Fakat Necmettin Erbakan'ın ölümü, kendi tarihimize not düşmek adına, aslında daha önce yazmam gereken bir olayı gündemime oturttu ve yazmak; özellikle geçmişi ailenin yarınına taşıyacak çoluk çocuk takımı adına elzem oldu. Olur a içlerinden biri bir gün yazar olmaya karar verir. Elinde irili ufaklı malzemeleri olsun, alsın hikayelerden hikayeler kurgulasın isterim.

Bundan epey bir süre önce; kesin tarih için tembelliğim sağı solu kurcalamaya pek varmadığından, diyeyim 14-15 yıl önce, benim pek çok yazıda altını "en amcam" diye çizdiğim amcam, şu meşhur melun hastalığın karaciğerine isabet etmiş olması dolayısıyla, özellikle ikimiz açısından -uzun bir suskunluk dönemini de göz önüne alınca- birbirimize söylenmemişlerin büyük bir keyifle söylendiği, böylesine berbat bir hastalığı ve herkesin malumu sonu bekleyişi keyifli bir hale getiren ve üzerine pek de güzel bir roman yazılabilecek, yaklaşık 3 aylık, iş-güç nedeniyle ufak aralıklar verilmek zorunda kalınan nehir sohbetler sürecinin sonunda öldü. Özellikle benim için çok özel olan "en amcam"; önceliği zirai kesimlere, özellikle köylülere kaynak yaratmak olması gereken bir bankanın, gençlik yıllarında müfettişliğini, daha sonra evlenip de yerleşik düzene geçince "ülkenin orası neresi ben gitmem" demeksizin, bir çok yöresinde şube müdürlüklerini yaptı. Onun sayesinde biz de yaz tatillerimizde ülkemizin özellikle doğu ve güneydoğusundaki pek çok kentini gezme şansına sahip olduk. Son derece birikimli bir amca ile o kentlerin ücralarını gezmenin, doğru bilgilenmenin; onun özellikle kırsaldaki insanlarla kurduğu samimi dostlukların kır sofralarında oturmanın keyfini çokca yaşadık... Pek çok da maceramız oldu amca sayesinde: Mesela Kars'ta arabamızın dört lastiği bir gece bankanın kapalı garajındayken kesildi. O lastiklerden ikisine yenilerini bulamadığımız için dikiş attırmak zorunda kaldık. O lastiklerden biri yolda balon etti, bir anda araba jantın üzerine düşüp sağa sola yalpalamaya başladı. Üç kardeş, anne babadan oluşan ailemiz, babanın usta şöförlüğü ve soğukkanlılığı sayesinde ölümün eşiğinden döndü. O kadar korkmuştum ki gözüme inen kan uzun süre orayı terk etmedi. Aslında o yılki yolculuğu özellikle rekor derecedeki lastik problemleri ışığında, başından sonuna yazmak gerek; içine olağanüstü Kars, Muş, Bingöl, Bitlis, Tatvan ve uzaktan uzağa görülebilen Aras'ın öte yakası ve Erivan manzaralarını ve çok özel, şaşkınlığa neden olan ilginç insanları ve öykülerini de katarak..

Amca Malatya'da görev yaparken, daha sonra bir suikast sonucu ölen ülkenin en önemli aşiret reislerinden Hamido tarafından olmadık tehditler almadı, olmadık şeyler gelmedi başına, başımıza.. Sebepler hep aynıydı: Bir takım siyasi partilere, siyasetçilere, başbakanlara sırtlarını dayayarak bu ülkenin yoksuluna, köylüsüne, çiftçisine gidecek kaynakları -kitabına uydurarak- kendi paraları gibi kullananan tüccar insanların musluğunu kesip, kaynakları gerçek sahiplerine doğru akıtıyor olmasıydı... Ülkede iktidarlar değiştiğinde, özellikle yönetim erki sağ iktidarlara geçtiğinde, ağırlıkla Erbakan'ın MSP'sininde ortak olduğu Milliyetçi Cephe dönemlerinde, devlet bankalarından sorumlu bakanlıklar onlarda olduğundan mutlak bir sürgün yerdi.

Darbenin hemen önündeki dönemde, mevcut iktidar tarafından görev yaptığı ve iktidara çok yakın Hamido'nun ili Malatya'dan alınıp, genel müdürlükte baş müfettiş olarak kızağa çekilmişken; darbenin ardı günlerde kendisinden bir albay vasıtasıyla banka hakkında ayrıntılı rapor isteyen 12 eylül cuntası tarafından da "evet bu bankayı çok iyi biliyor ama solcu" denilerek ve tehlikeli addedilerek haksız yere, onca emeği görülmeksizin resen emekli edilmişti. İki çocuklu bir aile babası olarak, o yaştan sonra kapı kapı dolaşıp kitap satmaya başladı, onca emek, genel müdürlüğe taşınacak onca parlak kariyer bir anda yerle bir oldu. Aslında en amcayla ilişkimiz üzerine daha önce de dediğim gibi; onun yaşamını fon yaparak gerçekten bir Türkiye dönem romanı yazılabilir; ülkenin yoksul dönemlerine ait olağanüstü siyah beyaz fotoğraflarla birlikte.

Biliyorum yine alıp başımı gittim. Şu hazzın altını çizmeden yazıyı kesemiyeceğim ama; olur a bu tembellik halinden bir türlü çıkamam ve konu üzerine bir yazıyı daha sonra asla yazamam... Amca bekar ve gençken Samsun'a teftişe geldiğinde, bankanın ana binasına entegre ve arka tarafında kalan misafirhanesinde, müfettişlere tahsis edilen lojmanda kalırdı. Biz küvetle ilk kez orada tanıştık. Samsun'da olduğu sürenin haftasonlarında beni ve küçük kardeşimi alır, o lojmana götürürdü; o ara babamla küs idiler ama bu hiçbir şekilde evimize gelmesine, bizim onunla görüşmemize engel teşkil etmiyordu. Biz masal bir aileydik, küslükler bile birbirimize olan sevgimizi, saygımızı azaltamazdı. Sobalı ve banyo kazanlı bir evden bankanın kaloriferli ve sıcak sulu lojmanına geçmenin lezzeti kelimelerle anlatılamaz. Amca küveti doldurur, kardeşimi ve beni sıra ile o küvette müthiş bir titizlikle ve kelimenin tam anlamıyla köpük köpük yıkardı. Ertesi gün şehrin en güzel ve Cumhuriyetle yaşıt lokantası Cumhuriyet'te şahane bir yemek yerdik. Bizzat mutfağa girer, gurme edalarıyla kuzinelerin üzerindeki yemekleri tek tek inceler, öyle seçer ve afiyetle yerdik. Yaşama sanatını bize en amca öğretti, ya da şöyle desem daha doğru olur: Ailenin her büyüğünden birşeyler öğrendik, amca bunların kalite çıtasını yükselten kişi oldu.

Pazar günleri bomboş bankadaki odasında o raporlarını yazarken, ben şimdi bir ucubeye döndürülmüş olan klasik Ziraat Bankası mimarisine haiz o muhteşem binanın koridorlarında koşturup çocukca oyunlar oynar, kendimi Atatürk'lü filmlerde oraya buraya koşturan Ülkü gibi hissederdim. Farkındayım ki ben, geçmişte bir anın içine girdim mi, artık yazmaktan öte bir boyuta geçiyor ve birebir yaşıyorum anları... Bu yüzden daha fazla uzatmadan bugüne dönüp klavyeye dur demem ve aslında bu yazıya sebep olan "güncel" konuya geçmem gerek.

Hani amca öldü demiştim ya yazının baş tarafında.. Amca ölünce cenazesini eve yakınlığını da göz önüne alarak Kocatepe'den kaldırmaya karar verdik. Günlerden Cuma idi... Biz, musalla taşına koyulmuş cenazemizin başında bekliyorduk. Caminin kalabalığını, sivil, kulaklı ve de gözlüklü polislerin varlığını Cumaya yormakla meşguldük. Çatılara yerleşmiş keskin nişancı özel harekat polisleri pek gösterişli duruyorlardı. Havada helikopterlerin fır döndüğü bir anda caminin ön tarafında bir hareketlenme oldu. Kalabalık bir koruma grubunun ortasındaki dönemin başbakanı Erbakan, koruma prosedürlerinin gereği bir hızla ve etrafındaki etten duvarla birlikte caminin avlusundan girdi. Aynı kalabalık grupla birlikte namaz için camiye yöneldiler. Biz durumu anlayıp da bu hengameye eleştirel göndermeler yaparken; namaz bitip cemaat dışarı çıktığında, Başbakan Erbakan ve etrafındakilerin bizim olduğumuz bölüme yöneldiklerini gördük. Erbakan'ın herbirimizin elini sıkarak bize başsağlığı dilemesini bir türlü anlamlandıramadık. Gerçi yıllar önce Bülent Ecevit'in amcamın kayınpederinin ölümü üzerine bizim evi arayıp başsağlığı dilemesini ve bu konuşmanın annem ile yapılmış olmasını nesillerdir kelimesi kelimesine anlatıp dururuz; yani başbakan ilgilerine bir alışkanlığımız da vardır. Bir gün birileri amcama sen öldüğünde tabutunun başında Erbakan olacak deseler, hiç ölmemek için elinden geleni yapardı şüpheniz olmasın... Ama bu kader miydi, ya da ülkesi için bir ömür tüketmiş, haktan adaletten bir milim ayrılmamış, elindeki olanaklar yüzünden onu satın almak adına yapılmadık şey kalmamış, hepsini elinin tersiyle itip adalete teslim etmiş idealist bir bankacıya, kendilerinin ve 12 eylül cuntasının yaşattığı zor günlerin iade-i itibarı mıydı bunlar bilmiyorum.

Bildiğim şu ki; amcamın cenaze namazını, bizzat dönemin başbakanı Erbakan kıldırmıştı. Amcam bir başbakanın cenaze namazını kıldırmış olmasından mutlu olabilirdi. Ama bunun en muhalif olduğu kişi olmasından haz eder miydi? Kesinlikle elinin tersiyle iterdi. Yoksa kader denen şey bu mu idi... Elbette Erbakan oraya bizim için gelmemişti, hemen yandaki tabutta onların dava arkadaşlarından biri yatmaktaydı. O gün, onun için oradaydılar. Ve her anlamda muhalif olduğumuz bir siyasetin temsilcisi o gün orada en insan, en sıcak, en samimi, en sevimli yüzüyle namazın sözcüklerini telafuz ederken yüzüme bakarak, merhumun adını sormuştu ve duasının içine yerleştirmişti onun adını. Hakları helal ettirmişti tüm kalabalığa... O gün gördüğüm "insan hali" tüm önyargılarımı yıkmıştı. Sanırım siyaset, ona özgü hırs ve kimya başka bir şey... Keşke siyasetin içinde insan haliyle kalabilse herkes... Ben o yanın tanığıyım. Oradan bakıyor ve tüm öte yanları görmezden geliyorum bugün.

25 Şubat 2011 Cuma

Varşova'da İki Hafta


Öyle iki-üç duraklık yol için bile taşıt kullanma gereksinimi duyan tiplerden değilimdir. Ancak ilk günler, daha çok çevreyi keşfetmek amaçlı Varşova'da yürümeye çalışmanın bedeli ağır oldu: İlk 20 dakikası kaçırılan bir ders ve son 1 saatine zar zor yetişilebilen bir Language Exchange Evening.. Giydiğim kalın kıyafetlere rağmen, bir boşluk arayarak tenime ısrarla dokunmaya çalışan soğuk da cabası.

Sevgili Erasmus koordinatörüm İvona'nın bize ayarladığı hostel, ne okula ne de Varşova'nın merkezine yakın sağ olsun. Sanki babasının yeri! Şehrin güneydoğusunda Falenica denen (Lehçede Falenitsa diye telaffuz ediliyor), müstakil evlerin yoğunlukta olduğu, şehir merkezine otobüsle yarım saat uzaklıkta bulunan, hemen hiç yabancının yaşamadığı, İngilizce bilinmeyen bir semt burası. Bizden 2-3 km sonra şehir sınırının sona erdiğine dair bir tabela var. Okulum da işte bu tabeladan sonra varılan Jozefow'da.

Bizden bir önceki semt ise, edindiğim bilgilere göre Polonya'nın ünlülerinin yaşadığı Miedszyln.. (umarım doğru yazdım) Evlerin ve önünde duran arabaların lüksünden işkillenmiştim zaten.

Hostel'dan okula yürümek yarım saat. Otobüse binmek, 3 durak için 3 zloty... Otobüse binseniz bile 10 dk'lık bir yolu yürümek zorundasınız. Karşıdan karşıya geçerken, yoldan gelen arabanın ne kadar hızlı gelirse gelsin durarak size yol vermesinin yarattığı haz ise kesinlikle paha biçilemez! Türkiye gibi yayaların arabalara yol verdiği bir memleketten gelip, işlerin olması gerektiği gibi yürüdüğü bir Avrupa Birliği ülkesinde yaşamaya çalışmak benim için zor bir durum. Hem arabanın hem de benim durarak ikimizin de bir türlü geçmeye yeltenmediği durumlar, özellikle ilk günler çok oldu.

Kurallar demişken, daha bindiğim ilk otobüste bilet kontrolü oldu. Polonya Spor Bakanı'nın arabasının yanlış park yaptığı için çekildiğini öğrendim. Kendisi Galatasaray'ın eski santraforlarından olur bu arada..

İlk iki hafta itibariyle önemli bir sorunum yok. Karta Miesjka(öğrenciler için aylık otobüs kartı) ve Orange (cep telefonu) gibi bazı standart Polonya prosedürlerini hallettim. Hostel'ımdan; başka milletten erasmus öğrencisi bulunmaması, dolayısıyla Türkçe dışında bir dil konuşamama ve her yere uzak olma sorunu dışında memnunum. Toplam 10 Türk iki katlı bir villada kalıyoruz. Burası Hostel'ın ana binasından bağımsız özel bir bina... Soğuktan çemkirince, bizi geçici bir süre için aynı fiyata (aylık 500 zloty) buraya aldılar. Aramızda mümkün olduğunca İngilizce konuşarak ve resepsiyonda gece duran abiyi sürekli rahatsız ederek pratik yapmaya çalışıyoruz.

Hostel'a en yakın otobüs durağı 10, market 20 dk. uzaklıkta. Teknik direktör olsam takımımı kamp yapmak için buraya getirmeyi düşünürdüm. Etrafımız orman, havası müthiş temiz. Zaten 2012 Avrupa Şampiyonası için yapılan yeni stadyum hemen yol üstü. Centrum'a inerken yanından geçiyorsunuz. İlginç ama Varşova o kadar planlı bir şehir ki, şehrin merkezinde stadyum yapacak alan hala bulabiliyorlar. Palace of Culture'a uzaklığı hemen hemen Taksim-İnönü kadardır. Aralarındaki bir benzerlikte İnönü'nün boğaza, National Stadium'un Wisla'ya bakıyor olması.

Geniş parklar ve göller şehrin her tarafına yayılmış. Bizdeki gibi nefes darlığı yaşamadan her bölgede rahatça dolaşabiliyorsunuz. Zaten şehrin kapladığı alan nüfüsuna oranla aşırı fazla. Bunda kuşkusuz Polonya'nın düz topografyasının da etkisi büyük.

Varşova Chopin'in, Marie Curie'nin ve Papa II. Jean Paul'un şehri. Şu sıralar kebapçıların şehri yalnız. Bir Polonyalıya Turkish Kebap ısmarlamanız durumunda, kollarınıza düşüp bayılma olasılığı yüksek. O kadar seviyorlar. Dolayısıyla bizi de seviyorlar. Şimdiye kadar Türk olduğumu söylediğimde olumsuz bir tepkiyle karşılaşmadım. Genelde -özellikle kızlar tarafından- iyi anlamda şaşkınlıkla karşılandım.

Varşova aynı zamanda soğuğun, bu soğuktan kaçmak için girdiğiniz undergroundların ve düzenin şehri. İnsanlara dair herşey makine gibi işliyor. Kaos kültüründen gelip, düzenin içinde yalpalamak garip bir duygu. Elinizde Tourist Information'dan edindiğiniz herhangi bir harita varsa kaybolma olasılığınız, Türkiye'de Cumhuriyet Meydanı bulamama olasılığınızdan daha az. O derece düzenli caddeleri ve yer tarif eden levhaları var. Ancak cadde ismini okumaya çalışırken kalp krizi geçirme riskiniz yüksek. Banliyölerinde dolanırken "çok sessizli" ara sokaklara düştüğünüzde bir evin bahçesinden size havlayan vahşi bir köpek tarafından taciz edilirken de, ne yazık ki bu risk mevcut. En fenası ise bar çıkışı gece otobüsünde bir sarhoş tarafından yarım saat rehin alınmanız. Geçende şansıma bir de değil, iki tane birden düştüğünde hostelın merkeze uzaklığına uzun süre lanet okudum. Allahtan adamların Türk arkadaşları varmış da, sadece yarı Lehçe yarı İngilizce, anlamakta zorlandığım bir futbol muhabbetiyle işi kotardık

Varşova otobüsleri her anlamda hayat dersi sunuyor adama. Bavula da bilet kesilebildiğini öğreniyorsunuz. Arka kapının önünde öpüşen liseli çiftler yüzünden otobüsten bir durak geç iniyorsunuz. Ya da karşınızda oturan teyze inene kadar size ters ters bakıyor: Uzaylı olabileceğiniz ihtimali üzerine kafa yoruyorsunuz.

Lehçe birkaç kelime öğrendim. Telaffuzum iyi olsa gerek, İngilizce'nin arasına birkaç lehçe sözcük sıkıştırmak çok işime yarıyor. Soğukkanlı Polonyalılarla aramdaki duvarın tamamen yıkıldığını hissediyorum. Derse geç kaldığımda dersin hocasına “pşepraşam” (özür dilerim) dedim. Derste sorduğu bir soruyu da doğru cevaplayınca göze girme bağlamında çok işime yaradı.

Alfabeleri 36 harf, zaman zaman 39'u bulduğuna dair de rivayetler var. Kelimelerin telaffuzunda ş,ç ve p gibi harfler yoğun ve konuşmaya çalışırken adamı dumur ediyor. Ama bu bize engel değil, ne de olsa Fıstıkçışahap'ın çocuklarıyız..

Danstan ve müzikten adam akıllı konuşmaya pek fırsat bulanamasa da, ne kadar kişinin hotmailini alabilirseniz kar olan Erasmus partileri ve haftada bir gün olan tanışma gecelerine gitmek önemli. Dans edemiyorum diye üzülmeyin; çünkü Zubrowka nasılsa ettirir! Üç tekten sonra hayatımda konuşmadığım İngilizceyi 15 dk boyunca hiç susmadan ve duraksamadan konuştuğum oldu. Fiyatlar gerçek manada sudan ucuz: Bira 2.5, vodka ve tekila shot 5 zloty! Bu fiyatların iki katıyla bile yırtabilmeniz, herhangi bir popüler Varşova barında mümkün değil.

Önümüzdeki hafta benim için önemli. Şehir merkezinde, Erasmus öğrencilerinin yoğunlukta yaşadığı bir hostela yerleşmeyi düşünüyorum. Fiyatı biraz tuzlu, ancak en azından bir ay kalabileceğimi sanıyorum. Bana katacağı çok fazla şey olduğunu hissediyorum. Haftada yalnızca bir gün, salı günleri dersim var ve bu okula daha yakın bir yer yerine, merkezde bir yerde kalmam için yeterli bir neden gibi duruyor.

Kusura bakmasınlar; size yardım edeceğini, ev bulacağını söyleyip daha sonra bir dedikleri diğerini tutmayan ve yıllardır burada yaşadığını iddia eden Türk simsarlardan gına geldi. Polonyalılara daha fazla güveniyorum.

Erasmus benim için her gün yeniden başlıyor gibi.. Herşey için acele etsem de, günün sonunda aslında daha hiçbir şey yaşamadığımı farkediyorum..


20 Şubat 2011 Pazar

Varşova'da Bir Türk Lokantası


Varşova'da ilk günleriniz yol yordam bilmediğiniz için zor geçebilir. İngilizceniz pek iyi değilse, ya da derdinizi anlatacak kadar İngilizceniz olmasına rağmen, İngilizce bilmeyen Lehlerle bir türlü anlaşamıyorsanız mutlaka uğramanız gereken adres Centrum'da Emilii Plater Caddesi'nde yer alan Türk Restoranı olmalı. Stadı bilenler için söylüyorum: Palace of Culture'ın yanındaki büyük parkın karşı çaprazı yani.. Hemen yanında da Intercontinental Hotel bulunmakta..

Polonyalılar, onlarla yapacağınız birebir konuşmalardan da öğrenebileceğiniz üzere, kebaplarımızı çok sevdiğinden, hemen her semtte bir kebapçıya rastlamanız olası; ancak birçoğunu araplar başta olmak üzere diğer müslümanlar işletmekte. O kadar ki Bengladeş usulü türk döneri yediğimiz bile oldu!

Her neyse.. Bizim gururumuzu kurtaran kebapçılardan biri işte burası. Mercimek çorbasından, tas kebabına; iskenderden dönere her türlü damak tadı özleminizi, dil problemi olmadığından kazıklanma endişesi de taşımadan dindirebileceğiniz bir yer. Genç çalışanları gece hayatı, kalacak yer ve ulaşım gibi çeşitli konularda size yardımcı olacaklardır.

19 Şubat 2011 Cumartesi

Varşova'da Uyanmak



Bir hafta gecikmeli bir yazı oluyor; ancak gerek kaldığımız yerde yaşadığımız bazı problemler (özellikle İngilizce bilen biri bulma konusunda yaşadığımız zorluklar), gerekse çevreyi çok hızlı keşfetme isteğim zamanında yazı eklemeye yönelik daha önce yaptığım planları baltaladı. Aslında yazacak çok fazla şey biriktirdim ve muhtemelen hepsini tek bir posta sığdıramayacağım. Kaldığımız hostelde 3-4 gündür yaşadığımız internet problemi nedeniyle, bu yazıyı ilk gün gördüklerimle sınırlayıp pratik bilgilere yarından itibaren daha sık yer vereceğim.

Varşova'daki ilk sabahımız muhtemelen Polonyalıların aralarında "Yazdan kalma bir gün!" şeklinde konuştuğu kadar güzeldi. Entresan; ama beklentilerimizin aksine görünürde kar falan yoktu, hava 5 dereceydi ve bu sayede ilk günden bayağı bir yer gezme fırsatı bulduk.

Varşova'nın kalbinin attığı yer "Centrum", Palace of Culture'ın etrafını oluşturuyor. Çevresinde açlık, parasızlık, kalacak yer gibi hemen her türlü ihtiyacınızı giderebileceğiniz barlar, restaurantlar, bankalar ve oteller mevcut. Her tarafı "Turkish Kebab" levhalı lokantaların çevrelemiş olması sizi ilk başta Varşova'da olduğunuza inandırmaya yetmeyebilir. Ancak Palace of Culture'ın ihtişamı sizi kesinlikle ikna edecektir.

İlk gün için karnınızı özellikle domuz etine karşıysanız kebapla ya da McDonald's, KFC ya da Burger King'de doyurabilirsiniz. Bizim tercihimiz KFC oldu. Menü isimleri bizdekilerden biraz farklı olmakla birlikte, Big Box menü 18 zloty karşılığında sizi 1 gün boyunca tok tutmaya yetecektir.
Nowy Swiat:

Centrum'un Wisla tarafına doğru 2 sokak gerisinde kalan Nowy Swiat, onu dümdüz arşınlamanız halinde sizi doğruca Old Town'a, (Stare Miasto ve Nowe Miasto'nun oluşturduğu bölge) götürecektir. Nowy Swiat'ı arka sokaklara bağlayan pasajları kullanarak çeşitli barlar keşfedebilirsiniz. Ancak caddenin üzerindeki mekanlarda fiyatlar Polonya standartlarına göre biraz tuzlu. Sipariş vermeden önce menü listesini iyice kolaçan etmeniz yararınıza..

Nowy Swiat ve onu takip eden Krakowskie üzerinde birçok heykel, katedral, kilise ile Varşova Üniversitesi ve Başkanlık Sarayı bulunuyor.

12 Şubat 2011 Cumartesi

Varşova'ya Giderken..

Varşova Uçağının Kalkışından Bir Gün Önce:

Doğmaya denizi aydınlatarak başlayan güneşle birlikte uyanıyorum. İstanbul uçağım sabah saat 9'da çünkü. Bu kadar erken kalkmaya pek alışık olmayan bünyem için pek sevindirici bir olay değil açıkcası.

Annemi ve kardeşimi son kez koklayıp, şehrimin doğup büyüdüğüm sahiline son bir selam çaktıktan sonra babamla birlikte havaalanına doğru yola koyuluyoruz. Henüz pek bir heyecan yok, en azından Varşova'yla ilgili olan kısım konusunda. Çünkü ilk kez uçağa binecek olmanın yarattığı tedirginlik, bilinçaltımda daha egemen konumda.

Bu tedirginlik yüzünden havaalanı tuvaletinde unutulan bir telefonu daha sonra pişman olacağım bir hareketle danışmaya teslim etmeden uçağımın yolunu tutuyorum. Uçağa binmeden önce salonda beklerken gördüğüm son şey, otomatik kapının camından dışarıya bakan anne ve çocuğun hareketleri. Kapının açılmasıyla küçük çocuk büyük bir tehdit altına giriyor; kapı tam suratına çarpmak üzereyken, olabilecekleri daha önceden tahmin edemeyen annenin kuvvetli refleksleri son anda imdada yetişiyor. Ancak anne bu tecrübeye rağmen kapının önünden -biraz daha uzaklaşmakla birlikte- tam olarak ayrılmamakta ısrarlı..


THY-Lufthansa ortaklığı Sun Express'in Samsun-İstanbul uçağına binerken bizi güleryüzlü hostesleri karşılıyor. Bu stresimi azaltan ilk aşama. Artık koltuklarımıza kurulup havalanma zamanı..

Güzel bir havada gerçekleşen sorunsuz bir uçuşun ardından Sabiha Gökçen'e iniyoruz. Yolu yarıladığımızda tüm yolculara güven veren bir konuşma yapan kaptan pilotumuz yine iş başında. İlk uçuşum olmasına rağmen mükemmel bir iniş yaptığını düşündüğüm için onu alkışlayasım geliyor. Eski zamanlarda olsa alkışlardım!..

Sabiha Gökçen ve Atatürk'ün resimlerinin süslediği koridorlardan geçip bavullarımızı alıyoruz. Sırada Polonya için Avrupa'ya ilk adımı atmak var. Havaş'ın Taksim otobüsüyle kişi başı 13 lira ödeyerek boğazın karşı yakasına geçiyoruz. Küçüklüğümden bu yana çok uzun zamandır gelmediğim İstanbul'un o bilindik, kelimelere dökülmeyen mükemmelliği karşısında başka zaman donakalabilecekken, onu yalnızca bir geçiş noktası olarak kullanacak olmam biraz içimi burkuyor. Yine önümde 24 saatlik bir zaman dilimi var ve elimden geldiğince tadını çıkarıyorum. Uzun zamandır görüşülemeyen akrabalarla yenen keyifli bir akşam yemeği ve her yazımızı Atakum sahilinde geçirdiğimiz kuzenle bu kez Yeşilköy sahilinde yapılan kısa süreli bir kaçamak. Güzel bir barda önümüze konan lezzetli aperatifler ve yaza kadar bir daha birlikte tadamayacağımız son bira yudumları.. Gün boyu gezdiğimiz son model bir Mercedes'te cabası.. Tatlı tesadüfler bana mükemmel bir veda programı sunuyor.

Varşova Uçağı:

Atatürk Havalimanı Dış Hatlar'a halam, eniştem, kuzenler ve tabii ki Mercedes'le vedalaştıktan sonra B Kapısından babamla birlikte giriş yapıyoruz. Sırada Erasmus arkadaşlarımı beklemek var. İkisi check-in açılmadan önce havaalanına varıyor. Fırsattan istifade İstanbul kaçamağı yapan diğer ikisini ise, Ayasofya'nın kapısından çevirip acele etmeleri konusunda uyarıyoruz. Yurtdışı çıkış harcını ödeyip devletimizden son kazığı yedikten sonra saat 15.30'da, uçuş saatinden 2 saat önce check-in açılıyor. Biz üçümüz check-in'e girip yanyana yerlerimizi seçiyoruz. 20.6 kilo gelerek sınırı 600 gram aşan büyük bavulum uçağın yolunu benden önce tutuyor. El bagajım ise 10 kilo civarı ve olması gereken sınırın 2 katı. Onu tartıya koymuyorum. Güleryüzlü LOT çalışanı dönüp bakmıyor bile. Bunlara ilaveten omuzdan askılı, içine cüzdanım, fotoğraf makinam, cep telefonum, kalınca üç kitap, bir takım evraklar, pasaport ve olası bir hastalık için sağlık ocağında aile hekimime yazdırdığım soğuk algınlığı, ağrı kesici ve grip ilaçları* doldurulmuş küçük bir çanta ve elbette yine içine bere, atkı, eldiven ve ufak tefek evraklar yerleştirilmiş laptop çantam da var. Bagaj konusunda stres yapacak birşey yok yani..

Yarım saat sonra gelen diğer iki erasmusçumuz da check-in'ini yaptırdıktan sonra dış hatlarda biraz daha oturup, salona gidiniz yazısını okuyunca artık ayrılık vakti geliyor. Bizi havaalanına uğurlamaya gelenlerle son kez vedalaşıp pasaport kontrolüne giriyoruz. Çıkışımızı yaptırıp, Free Shop'ta biraz oyalandıktan sonra 202 nolu kapının yolunu tutuyoruz. Kapıdaki son kontrollerin ardından botlarım dahil hiçbir şeyi unutmadığıma emin oluyorum ve sıra Varşova'ya ayak basmadan önceki son aşamaya geliyor: 2.5 saatlik bir uçak yolculuğuna..

Varşova'yla İlk Karşılaşma:

Varşova'yla ilk karşılaşmam havadan gece ışıkları altındaki güzel görüntüsü. Şehrin ışıkları Wisla'nın üzerine yansıyor. Ancak Polonyalı pilot Sun Express'in Türk pilotu kadar güzel bir iniş yapmayı başaramıyor. Biraz sarsılıyoruz. Hislerimde yanılmamışım. İlk uçuşumun hatrına olmalı, Türk pilot bizi gerçekten güzel indirmiş.

Uçaktan inince "Non-Schengen" yazan kısımdan pasaport ve vize kontrolüne giriyoruz. Bizim gruptan ayrı başka iki Türk erasmus öğrencisi ilk İngilizce deneyimlerinden başarısızlıkla ayrılıyorlar. Polonyalı memur onlara geliş nedenlerini soruyor ve belgelerini istiyor. Sonunda çeşitli yardımlarla kabul kağıtlarını pasaportlarının yanına koyup, ayakta beklemekten dolayı arka sıralarda baş göstermeye başlayan sızlanmaları dindiriyorlar.

Varşova Chopin Havalimanı'nın, Atatürk Havalimanı'nın ancak yarısı büyüklüğünde olduğu gözüme çarpıyor.

Pasaport ve vize kontrolünden geçip, havaalanının döviz bürosunda kazık yeme pahasına Zloty edinmek için mecburen 20'şer Euro çevirttikten sonra, bizi havaalanının çıkışında karşılamak için bekleyen misafir üniversitenin Erasmus koordinatörü Iwona'nın yanına gidiyoruz. Daha önce Facebook'tan birbirimizi ekleyip konuştuğumuz için birbirimizi tanımak pek sorun olmuyor. Minibüse atlayıp bizim için ayarladıkları hostelin yolunu tutuyoruz.

Okulumuz ve kalacağımız hostel şehrin biraz dışında. Bu yüzden Varşova'yla karadan ilk karşılaşmamız otoyollardan ibaret ve havadaki kadar görkemli değil. Yapı olarak yalnızca Avrupa Şampiyonası için hazırlanan yeni stadını görebiliyoruz. Yolda sorduğumuz tüm sorulara Iwona güleryüzle cevap veriyor. Ancak Türk misafirperverliği tabiki yok. Açmıyız, susuzmuyuz sormak yok! Bizi Hostel'a bırakıp ödeme koşullarını anlattıktan sonra basıp gidiyor.

Resepsiyonda çalışan kızdan yakındaki marketlerin akşam 8'de kapandığını öğrenince kısa süreli bir şok geçiriyoruz. Saat 9 ve ertesi sabaha kadar yalnızca lobideki kahve makinasına talimiz. Karşılıklı odalara yerleştikten sonra biraz laklak edip, tıpkı Amerikan filmlerindeki klasik motellere benzeyen hostelimızı keşfe çıkıyoruz. Kapıda pitbulluyla birlikte bekleyen bekçi ısrarla bize Lehçe birşeyler anlatıyor; ancak tabi ki anlaşamıyoruz. Hostel'ın çevresinde biraz turlayıp gece karanlığı el verdikçe keşfe çıkıyoruz. Etrafımız ağaçlık ve sakin bir yer.. Çevrede oturanların evleri müstakil ve hemen her evin bahçesinde bize havlayan bir köpek var. Şehrin bu yakasında anlaşılan hayat biraz erken bitiyor ve çaresiz uyumak üzere odalarımıza dönüyoruz.

*İlaçlar reçetesi yanınızda olmak koşuluyla doğal hakkınız. Kimse açıp da bakmıyor ama işinizi şansa bırakmayın reçetenizi yanınıza alın.

Sonraki Bölüm: Varşova'da Uyanmak

27 Ocak 2011 Perşembe

Bilette Record Locator Olayı!

Elinizde, bir seyahat acentasından biletiniz diye size verilen, uçuş bilgilerinizi içeren antetsiz bir beyaz kağıt var.

Ucuza maledeyim diye düşünüp, tarihleriniz de kesin olduğu için erkenden aldınız, o gün için belki de üzerinde durmadınız ama bir an geldiğinde; bir üçkağıda getirilmiş olabilir miyim ya da bir yanlış giriş yüzünden tam uçağa binecekken başıma bir iş gelebilir mi diye endişelendiniz... içinize bir şüphe düştü ve an itibariyle bilet olduğunu düşündüğünüz belge kağıt parçasından öte bir anlam taşımamaya başladı sizin için...

Siz de şüphelerinizi gidermek, içinizi ferahlatmak amacıyla havayolunun sitesine girip Booking Number yazan yere "muhtemelen budur" diyerek, elinizdeki kağıtta yazılı olan Record Locator sözcüklerinin karşısına denk gelen ve muhtemelen harflerden oluşan karakterleri girdiniz. Name yazan kısma da tıpkı elinizdeki kağıtta yazılı olduğu şekliyle soyadınızı yazdınız. Hadi bakalım bul dediniz ve beklemeye başladınız. Fakat o da ne?

Ekrandaki yanıt endişelerinizi diken diken edip, vücudunuzun kimyasını bozdu. Çünkü; "böyle bir kayıt yok" ibaresiyle yüz yüze geldiniz. Sonra kağıt üzerindeki tüm rakamları bir bir girerek defalarca denediniz. Ne yapsanız ne etseniz de bozulmuş kimyanızın ateşini düşürüp içinizi rahatlatacak sonuca bir türlü ulaşamadınız. Başka çareler aramaya, bu konuda bir deneyim var mıdır acaba diye Google'da sözcükleri taratmaya, onun yardımıyla bu konudaki bilgilere ulaşmaya çalıştınız. Emin olun bu yazı yazılana kadar Record Locator ya da "elimdeki biletimsinin numaralarını giriyorum ama bir sonuç alamıyorumla" ilgili bir bilgi yoktu. Deneyle sabittir:))

Aslında son derece soğukkanlı ve telaşsız olan ben geçen gün kendim için uçak bileti alırken ve doğal olarak sistem kimlik numarası sorunca, bir anda acaba Mussano'nun biletini alırken kimlik numarasını yanlış söylemiş olabilir miyim endişesine kapıldım. Kesinlikle yanlış söylediğime karar verdim. Hatta bileti verecek görevli kadına cüzdanımdan kendi kimliğimi çıkararak numaraları söylediğim sahne geldi gözümün önüne. Doğal olarak oğul için endişelendim. Elimdeki a4 çıktıdaki bilgilerden yola çıkarak bileti havayolunun sitesinden kontrol etmek istedim. Ne yapsam ne etsem, hangi numarayı girsem kapı duvardı. Bileti direk havayolunun sitesinden aldığımızda elimizde e- bilet oluyordu ve doğal olarak bu bir soruna sebebiyet vermiyordu. Ki masanın üzerinde kendi bilgisayarımdan kendi ellerimle aldığım üç bilet vardı. Onlar gayet sağlıklı duruyorlardı.

Özellikle daha küçük ve burada merkezleri olmayan yabancı havayolu şirketlerinin biletlerini seyahat acentalarından almak zorunda kaldığınızdan, elinize düz bir çıktı veriliyor. Muhtemeldir ki derdinize çare ararken bu yazıya ulaştınız ve elinizde bu türden bir belge var.

Şimdi durum şu: Seyahat acentalarının, bilgisayar sistemi üzerinde ortak bir çalışma alanları var. Biletleri o sistem üzerinden alıyorlar. Dolayısıyla sizin elinizdeki belgede yazılı olan Record Locator karşılığına denk gelen numara o sisteme ait ve siz ulaşamıyorsunuz.

Yapmanız gereken, bileti aldığınız seyahat acentasından -bir telefonla- biletinizin ait olduğu havayolu şirketindeki pnr kodunuzu istemek. Onunla sisteme girdiğinizde bilgilerinize kolayca ulaşıyorsunuz ve içiniz rahat ediyor. Genelde endişeli biri iseniz ve illa da biletimi havayolu şirketinin sitesinde görmek istiyorum diy0rsanız benim tavsiyem; özellikle seyahat acentaları üzerinden yaptığınız yurt dışı bilet alışlarınızda, biletinize ait pnr numarasını verilen çıktıya yazdırmanız.

Ha benimki bir endişeli hal yanılsamasıymış. Kimlik numarası zaten sorulmamış, doğal olarak ben de söylememişim.:)) İnsan kendi için telaşsız olsa da çocuklar söz konusu olduğunda başka biri oluyor zannımca...

19 Ocak 2011 Çarşamba

Asansör Meselesi

Bugün yaygın olarak kullanılan asansörler, hidrolik ve ipli olmak üzere ikiye ayrılır. Çok katlı bir binada kullanılan tipik halatlı asansörü kabaca ele alalım. Yöntem basittir. Kabin çelik halatlara, halatlar da apartmanların üst katındaki asansör dairesinde makaraya, makara elektrik motoruna bağlıdır. Motor bir yöne döndüğünde makara asansörü kaldırır, diğer bir yöne döndüğünde asansörü indirir. Makara motor ve kontrol sistemi asansörün omurgasıdır. Ayrıca kabini kaldıran halatlar bir karşı ağırlığa bağlıdır. Asansörün yüzde kırkının dolması dahilinde karşı ağırlık ile kabin dengeye gelir. Dengenin amacı enerjiyi korumaktır. Denge halindeki bir sistemi herhangi bir yönde bozmak için daha az kuvvet gerekir. Ayrıca rehber yaylar hareket halindeki kabinin ve karşı ağırlıkların ileri geri sallanmasını engeller. Bu sistem dahilinde, bir apartmana asansör sistemini döşeyebilirim. Elbette ilerde…

Her neyse...

Demek istediğim; işleyişin belki farkında belki bihaber bizim, asansör kullanırken çektiğimiz çile. Bir binanın katları arasındaki yolcuğunuzu kolaylaştıran bu icadın herkes için ayrı bir anlam teşkil ettiğini hadi saklamayalım birbirimizden.

Asansörü olmadığı için bir binada daire bile tutmayabilirsiniz. Asansör bozulduğunda merdivenlerle pek bir haşır neşir oluşun verdiği sıkıntı küçümsenecek değildir.

Çoğu zaman sizin bulunduğunuz katta değildir kabin. Kabini çağırdığınız birkaç dakikalık zaman diliminin içinde önce, kat kapısının ortalanarak üst kısmına yerleştirilmiş 4-5….8 kişiliktir yazısını görür, ve kabinin dolu olmaması ihtimalini düşünürsünüz. Bu bekleme süresinin ne kadar gereksiz ve zaman kaybı olduğunu beyniniz çokça kez dile getirir. Eğer katta yalnız siz asansör bekliyorsanız yapacak çok şey yoktur. Elinizdeki poşetlerin ağırlığından şikayetçi olup, onları yere bırakabilirsiniz. Elinizde bir evrak varsa kontrol edebilir, hiç olmadı elleriniz boşsa burnunuzu kurcalayıp, çıkan pisliği kapıya yapıştırabilirsiniz.

Asansörün birkaç dakika sonra geldiğini varsayalım, iki ihtimal vardır: Birincisi sizin için yer yoktur; asansörde olması gerektiğinden hep bir fazla kişi bulunur ama sizin için yer yoktur, kapı açılır ve kabin içindekiler meraklı gözlerle size bakıp ceketinizi, ayakkabılarınızı, küpelerinizi veya pantolonunuzu o kısacık anda inceleyiverir. Bunun için de iki ihtimal vardır: Sizin katınızda bir iki kişi inmezse kapı kapanır ve o dayanılmaz birkaç dakikalık bekleme süresi yeniden başlar, diğeri ise kapı açılıp bir iki kişi indiğinde, sizin için kabinin en lüx kısmı yani süiti hazır demektir. Çünkü kalabalık bir asansörde en önde olmak hep daha iyidir. İnsanlara kıçınızı döner ve sizinle muhatap bile değilim bakışını atarsınız. Aynı zamanda ineceğiniz kata geldiğinizde rahatlıkla hareket edebilirsiniz. İner, arkanızdaki sümsüklere bakmadan koridor boyunca ilerlersiniz, ama eğer yanlış katta indiyseniz ve kapı kapanmadan asansöre yetişmek zorundaysanız; bunu fark ettiğinizi hiç kimseye çaktırmayın ve kesinlikle yapmayın derim.

En başa dönelim; bir apartmandasınız, asansörü beklediniz ve geldi. Bindiniz ve içeride bir sürtükle birliktesiniz, o dokunmatik ekran telefonuyla uğraşıyordur, muhtemel olarak sevgilisinin sevişelim mi, yiyişelim mi gibi sorularına karşılık bulmakla meşguldür. Telefonla meşgul değilse, bluzunu düzeltiyordur ya da çantasında bir şeyler arıyordur. Siz, o, orda yokmuş gibi davranamazsınız. Bir bayansanız ilk yapacağınız şey yüzünün güzelliğine bakmaktır, değilse önemi yoktur, ama güzelse kendinizi onunla kıyaslayacak onlarca şey bulabilirsiniz. Saçları sarı ama kesinlikle boya. Ayakkabıları güzel ama çakma vb. Bir erkekseniz önce kilosuna ardından yüzünün güzelliğine odaklanabilirsiniz. O an içinde aklınızdan hatunu nasıl götürebilirim, ya da gideri var bunun gibisinden pek çok şey de kurabilirsiniz. Her ne olursanız olun yapılacak en önemli şey sizin ona baktığınızı fark etmemesidir. O da sizi elbette kesecektir, yaşınız ne olursa olsun 2 metrekarelik bir alanda onun özel sahasına girmiş biri elbette dikkatini çekecektir.

Asansör yolculuğu boyunca elinizde telefonunuz ya da benzeri meşguliyet verecek bir şeyiniz yoksa etrafa bakınır, kendinizi aynada izler ve kabindeki ışıklandırmanın yüzünüzü ne kadar çirkin gösterdiğini düşünürsünüz. Çünkü ışıklandırma üsttendir, bu şekilde yüze vuran bir ışık demeti ne var ne yoksa açığa çıkarır.

Asansörde aşık bile olabilir insan. Gerçi bu bir kız yurdu için ne kadar doğrudur bilinmese de, bir apartman asansöründe veya yüksek bir iş hanının kabinindeyseniz içeri giren adam/kadın sizin aşkınız olabilir. Asansör aşkları varacağınız kata ne kadar uzakta olduğunuzla doğru orantılıdır.

Asansörde sevişilebilir de... Eğer azgın iki gençseniz ve etrafta sinema dışında öpüşüp koklaşacak hiçbir yer yoksa, güvenlik sistemi basit, ucuz veya devre dışı bir binanın asansörü bu iş için en ideal yerdir.

Asansör de hasta olabilirsiniz. Eğer bir panik atak hastası iseniz veya kapalı alan korkunuz varsa, yine de bunu göze alarak merdiven çıkma derdi var diye bindiyseniz, ani bir biçimde kabinin düşme ya da kat arasında kalma ihtimallerini aklınızda çoğaltabilir, kan ter içinde kalabilir, yolculuğun bir an önce hayırlısıyla bitmesi için Fatiha suresini hatırınıza getirmeye uğraşabilirsiniz . Süreci yarıda kesip inebilme olasılığınız da vardır.

Asansör bir işkencedir. Bir asalak ile aynı kabini paylaşmak zorundaysanız o an kendi ayakkabılarınıza bakmaktan başka çareniz yoktur; size iyi akşamlar diyen bir tanıdığa, cevap vermekten başka seçeneğiniz de yoktur. Ya da kapıdan girdiğinizde içerdekilerin tanıdık olup olmadıklarını sezmeniz, onların pahalı ya da bir süpermarketten alınmış parfüm kokularını koklamanız gerekmektedir; en kötü ihtimalle ter koklarsınız. Asansör ömürden çalar. Asansör stres yapar. Asansör seslidir. Asansör düşündürür. Asansör yuva yıkar( o kadar da değil)
Asansör eğlencelidir.:)

18 Ocak 2011 Salı

Erasmus Kullanım Kılavuzu 2... Frengistan'a ayak basmadan önceki son viraj: VİZE

Vize başvurunuzu finalleriniz başlamadan önce yapabilmeniz, otobüs yolculukları sırasında değil, evinizin sıcak ortamında rahatça sınavlara çalışmanızı sağlar. Sizi sabah 7'de yollara düşüp, 12'ye kadar vize başvurunuzu halledip, öğleden sonra 3'teki sınavınıza yetişme çabası gibi sıkıntılardan kurtarır. Oldu ya, bir aksilik halinde vize başvurunuzun ertesi güne sarkması gibi durumlarda manevra kabiliyetinizi arttırır.

Polonya Büyükelçiliği için böyle bir durum söz konusu değil gerçi, kağıt üstünde son vize başvurusu kabul saati 12.00 olarak gözükse de, 12'den önce elçiliğin kapısında beklemeye başladıysanız, sizi içeri kabul ediyorlar. Vize sırasında tek sıkıntı, Ankara'nın ayazında 2 saat civarı ayakta dikilmek. Bu çok tatlı bir dert; eğer evraklarınız tamamsa, sıcak bir gülümseme karşılığı Polonya'dan vize almak kadar kolay bir şey yok çünkü. Pasaportunuzun dolu sayfalarının, tüm Schengen ülkelerinde geçerli Sağlık Sigorta Poliçe'nizin ilk sayfasının, gideceğiniz okuldan edindiğiniz kabul belgesinin ve kendi okulunuzun elçiliğe hitaben yazmış olduğu Erasmus öğrencisi olduğunuza ve hibe aldığınıza dair belgelerin asılları ve fotokopileri ile; daha önceden elçiliğin internet sitesinden çıktısını aldığınız D tipi vize başvuru formunu doldurmanız yeterli.. Bir de iki adet biometrik resim teslim etmeniz gerekiyor.

Polonya belli ki bu Erasmus işini milli gelire ciddi bir katkı olarak görüyor ve Erasmus öğrencilerine karşı oldukça sıcak davranıyor. Vize başvurunuz sırasında yetkili konsolosa Erasmus öğrencisiyim demeniz, sadece Polonya değil "Avrupa'ya" giriş biletinizi cebinize koyuyor. Çünkü en fazla 10 gün sonra adresinize geri gönderilen pasaportunuzun vize kısmında, "D tipi, Çok Girişli" gibi ifadeler yer alıyor. Bu, son Avrupa Konseyi kararına göre, 6 aylık Erasmus Öğrenim süreniz boyunca tüm Schengen ülkelerinde 90 gün bulunabileceğiniz anlamına geliyor. Burada sanırım önemli olan konu sigortanızın süresi; çünkü ben sonradan farkına vardığım bir dangalaklığa imza atıp, vize başvuru formuna Polonya'da bulunma süremin aralığını uçak biletlerimin tarihine göre işaretlememe karşın, (10 şubat-22 Temmuz) vizemdeki süre aralığı sigorta poliçemin tarihine göre geldi. (10 Ağustos'a kadar) Dolayısıyla sigorta poliçenizin süresini en az 6 aylık yaptırmaya bakın derim ben..

Nihayet vizeniz de elinize geçtikten sonra, 2-3 gün boyunca pasaportunuzla birlikte uyuyup sürekli vizenize bakma ihtiyacınızı da giderince, sıra yolculuk öncesi son adımlara, gerekli belgelerin AB Ofisi'ne götürülüp fotokopilerinin bırakılmasına geliyor. Şahsen bizim okul sağlık sigortamızın, Euro hesap cüzdanımızın ve pasaportumuzun birer fotokopisini istedi. Diğer okullarda sistem daha farklı işleyebilir tabii ki..

Sonrasında sıra, velinimetiniz devletinizin Erasmus öğreniminiz dolayısıyla vereceği hibe için onunla bir anlaşma yapmanıza geliyor. Başbakanın tıpkı Türk Telekom Arena'yı yaparken ve basketbolculara prim dağıtırken olduğu gibi, bizzat cebinden ödediği (!) ve gideceğiniz ülkeye göre değişen miktarlardaki hibeniz karşılığı en az 3 ay yurtdışında bulunmayı, dersleri savsaklamamayı ve belli bir not ortalamasını tutturmayı taahhüt ediyorsunuz. Söylemesi ayıp, bu rakam, örneğin Polonya için aylık 403 Euro gibi bir ücrete denk geliyor. Bu rakamın %20'si ise yurtdışında bulunmanız gereken süreyi doldurduktan sonra elinize geçmek kaydıyla sanırım TOKİ'lerin yapımında falan kullanılıyor...

Yazının 1. bölümü: Hazırlık süreci

Yararlı Linkler:

Ankara Polonya Büyükelçiliği (Yeri çok kolay Kuğulu Parkın hemen karşı köşesi, Tunalı'nın girişinde kime sorsanız gösterir)

Erasmusum.com (Erasmus yapan ya da yapacak öğrencilerin yer aldığı bir forum, hemen her konuda bir topic mevcut)

17 Ocak 2011 Pazartesi

Erasmus Kullanım Kılavuzu (Frengistan'a ayak basmadan önce yapılması gerekenler)

İşi Kolaylaştırıcı Faktörler: Önceden edinilmiş İngilizce, sabır ve sizden daha hevesli bir baba..

Yaklaşık 2 yıl önce..

Baba: Şu Erasmus işiyle ilgilen, gerçi ders bırakırsan gidemezsin..

Oğul: Baba alttan dersle ilgisi yok. Sadece dil sınavından yüksek not almak ve not ortalamanın 2.50'nin üstünde olması gerekiyor.

Baba: Olur mu öyle şey.. Ders bırakmış olan adamı almazlar..

Yaklaşık 1 yıl önce..

Baba(telefonda):
Dil sınavından 90 almışssın, bölüm 1.'si olmuşssun..

Oğul: Sizin nerden haberiniz oldu?.. (içten içe bir gülümseme)

Ardından Polonya geyikleri ve gidilecek okul seçimi üzerine tatlı tartışmalarla geçen bir yaz.. Megalomanlık fırsatını değerlendirmek isteyen oğulun, sürekli internetten Erasmus'la ilgili birşeyler öğrenip önüne koyan babaya, "abartacak bir şey yok, daha erken, bunalıyorum" tarzındaki artist hareketleri...

Bu süreçte bütün eş-dost, akrabanın durumdan haberdar olması ve omuzlardaki yükün artması..

4 ay önce, okulların açılmasıyla birlikte:

Öğrenci: Hocam şu işlemleri bir an önce başlatsak, tarihler belli olsa da uçak biletini ucuzken alsak. Hehe..

Erasmus Bölüm Koordinatörü: Hiç bu kadar erken başlamamıştık.. Siz zaten 2. dönem gideceksiniz, daha var. Kasım'ın ilk haftası gibi hallederiz işlemleri..

(Bu olay 1 ay boyunca 4-5 kez tekrarlanır ve her seferinde hocanın kapısından bir sonuca ulaşılamadan dönülür)

Kasım'ın ilk haftası ise, aksilik bu ya, vize haftasıdır ve bu yoğunlukta hocanın yüzünü gören cennetliktir!.. Peşi de bayram tatilidir. Yine de pes edilmez ve hocanın yakalandığı bir aralıkta gidilecek okulun açılış tarihi mail attırılarak öğrenilir..Biletler Lot'tan en fiyakalı uçaklardan, İstanbul-Varşova gidiş-dönüş 470 lira gibi gayet cüzi bir miktara alınır..

2 ay önce:

Şimdi doldurulması gereken formlara gelir sıra. Application Form (Gidilecek okula gönderilmesi gereken başvuru formu), Learning Agreement (Seçilecek dersleri kapsayan bir nevi öğrenim anlaşması, seçilebilecek dersler size gideceğiniz okul tarafından bildirilir, öyle her dersi alayım okul kolayca bitsin yok! 30 kredilik bir sınır var) ve Recognition Sheet (Tam çevirisi konusunda tartışmalar yaşanmakla birlikte, sanırım akademik tanınırlık belgesi diyebiliriz).. Formlar hoca tarafından öğrencilerin eline tutuşturulur. Pardon mail yoluyla atılır. Bir ihtimal -yüksek ihtimal- yazıcınız yoktur da, çıktı masrafları falan sizin cebinizden çıksın diye!

Siz de bunun üzerine avanak avanak gidip 10 sayfa civarı renkli çıktı alırsınız ( yaklaşık 5 lira tutuyor) Hatta centilmenlik yapıp 2 arkadaşınız için daha çıktı almanız, cebinizden 15 lira çıkmasına yol açar. 15 lira bizden bir öğrenci için, Ankara'ya gidiş-geliş otobüs ve 2 kullanımlık ego parasıdır!

Formları bir şekilde doldurup bölüm koordinatörünüze götürmek üzere güle oynaya odasının yolunu tutarsınız. Ancak sevincin kursakta kalma hali bir tokat gibi çarpar suratınıza.

-Bu formlar bilgisayarda doldurulup sonra çıktı alınacaktı. Siz önce çıktı alıp, sonra kalemle doldurmuşssunuz, olmamış!

Formların üzerinde “siyah kalemle doldurulmalıdır” gibi bir ibare bulunmasına karşın itiraz hakkınız vicdanen yoktur. Çünkü karşısınızdaki adam, okul boyunca aldığınız ve alacağınız en zor dersleri veren hocalardan biridir. Önünüzdeki sınavları riske atmak istemezsiniz. O bir heykele ucube derse, çok büyükmüş, güzelmiş diyemezsiniz. Derseniz eğer, basından kayıtların silinmesini rica etmek zorunda kalırsınız.

Böylece eve dönülür. Formlar sıfırdan başlanarak bilgisayardan yeniden doldurulur ve cepten bir 15 lira daha çıkar..

Ancak sürprizler bununla sınırlı değildir. Karşı okuldan alacağınız “Polish Language” dersinin doğal olarak sizin okulunuzda bir karşılığı bulunmamaktadır. Durumu Recognition Sheet'i doldurmadan önce farkedip bölüm koordinatörünüze sormanız: “Ne akıllılık ettim be!”, gibi bir böbürlenmeye yol açabilir. “Türkçe yazın” cevabını alarak hocanın odasından 150. kere ayrılırsınız. O odaya sahibinden sonra en çok girip-çıkanlardan biri olmuşsunuzdur ve artık odayla aranızda duygusal bir bağ oluşur.

Bölüm koordinatörünüzün odasına 151. girişiniz, Erasmus sürecinde yaşanan tatsızlıklar listenize yeni bir çentik atacaktır. Çünkü “Çocuklar ben size dersin karşılığı olarak Türkçe yazın dedim; ama Lehçe olacakmış” cevabı formları bugün de teslim edemeyeceğinizin habercisidir. “Bu hafta çok yoğunum konferanslarım var, haftaya gelin” şeklinde devam eden kara haberler zinciri Aralık'ın 15'ine kadar formları karşıdaki okula gönderemeyeceğinizi tescil eder. Siz olayın şokunu atlatamayıp “Lehçe mi yazılacakmış?” diye afallarken, karşıdan gelen cevap psikolojik dayanıklılığınızı test etmeniz için önemli bir fırsattır: “Polonyaca mı olacaktı? Hahaha...”

Formları teslim edemeseniz de, bu bir haftalık süreyi -eğer halletmediyseniz- pasaport başvurusu yaparak, hibenizin yatacağı bir Euro hesabı açtırarak (Bizim okul Ziraat Bankası'ndan açmamızı istedi), sağlık sigortanızı yaptırarak (tüm Schengen ülkelerinde geçerli ve minimum 30.000 euro teminatlı olmalı, maksimum 45 euro gibi bir fiyat tutuyor) değerlendirebilirsiniz. Pasaport başvurusu yaklaşık 10 dk sürmekte ve e-pasaportunuz 3 gün içinde aps'yle adresinize gelmektedir. Başvurunuzu tercihen küçük şehirlerde yapmanız lehinizedir. Bu süreçte “Almışken Ankara'dan alalım” deyip, 1 hafta randevu sırası bekleyeni çok gördüm ben..

Bu arada, pasaport başvurunuza gitmeden önce AB Ofisi'ne uğrayıp sekretere, Vergi Dairesi'ne onaylatıldıktan sonra başvuru sırasında Emniyet Müdürlüğü'ne verilecek Harçsız Öğrenci Pasaportu dilekçenizi yazdırın. 50 lira cüzdan bedelinin yanında 95 lira harç ödememek için.. İki büyük parasından fazla bir meblağ sonuçta.. Gerçi 24 yaşın altındaysanız içemezsiniz, unutmuşum..

Biz asıl sorunsalımıza dönelim. Formları en sonunda kusursuz bir biçimde doldurduktan sonra, bölüm koordinatörünüze imzalatmanız gerekiyor. Bu 3 formu (Application Form, Learning Agreement ve Recognition Sheet) bölüm koordinatörünüz en sonunda imzaladıktan sonra sıra AB Ofisi'ne teslim etmenize gelir. AB Ofisi'nde çalışan amcalarla iyi ilişkiler kurmanız, sizin İngilizce bilginizi test etmek için sordukları sorulara tüm zorluğuna rağmen gülümseyerek cevap vermeye çalışmanız lehinize sonuç verir. Gideceğiniz okula gönderilecek Application Form ve Learning Agreement kopyalarının posta masrafından kurtulmanızı sağlar. "Bu ay su faturası da 30 lira geldi, hehe.." şeklinde araya sıkıştıracağınız ajitasyonlar önemli.. "Tamam, tamam biz Rektör Yardımcısına da imzalatıp, postaya veririz" cevabını alıp içinizde bir rahatlama yaratır.

Gerekli formları gideceğiniz okula gönderdikten sonra sıra vize öncesi son aşamaya gelir. Karşıdaki okuldan gelecek adınıza hitaben yazılmış kabul belgesi "Acceptence Letter"'ı beklemeye başlarsınız. Bu işlemin Noel Tatili civarına denk gelmesi cevabın gelmesini geciktirebilir. Bizde bir sorun olmadı, kabul belgelerimiz 1 hafta içinde geldi. Ancak diğer okula gitmeyi tercih edenler öğrendiğim kadarıyla "sabır testlerini" henüz sonuçlandırabilmiş değil. Biz şu sıralar vizemizi bağrımıza basarken, onlar gergin bekleyişlerini sürdürmekte.

2.bölüm:Vize alma süreci ...

15 Ocak 2011 Cumartesi

Sokak-tan

Cephelerini, Sülfür dolu yağmur sularının kirletip soldurduğu, 70 li yıllardan kalma sokağına nostalji katan binanın eski, koyu yeşil zeytin rengine çalan çerçevelerden metal pencereleri ve balkon kapıları vardı. Renk uyumunu takiben külüstür ve basıldığında zangır zangır titreyen yangın merdiveninin 4. Kata denk gelen basamaklarında oturmuş, tüm evrenin kendisinden bihaber olduğunu varsaymaya çalışıyordu. Tüm evren kafasının içindeyken…

Dizlerinin üzerine çöküp oturdu, kollarını parmaklıklardan aşağı salıp yerçekiminin hala yerinde olup olmadığını kontrol etti. Kendine neden burada olduğunu soracakken beyninden nikotin uyarıları alıp, elleri ceplerini kurcaladı. Parmaklarının arasında, tütüne sarılı kimyasalı aleve verdi ve şehrin daha yeni sisten kalkmış dev cüssesi üzerine ciğerlerinden duman üfledi.

Dumanla birlikte; günlerin yorgunluğunu, uykusuzluğunu, işinden ötürü bilgisayarda ne kadar vakit geçirdiğini, ev kirasının boktan bir muhitte oturmasına rağmen gereğinden yüksek olduğunu, üstüne üstün işi ile dairesinin arasında iki vesait değiştirmesi gerektiğini, karısının artık ne kadar ruhsuz seviştiğini, eskisi kadar romantik, heyecanlı akşamlar geçirmediklerini, boyattığı saçlarının kızıllığının ona hiç yakışmadığını ama bunu ona söyleyemediğini, sabahlarının tatsızlığını, akşam yemeklerinin zevksizliğini hatta paketinde kaç dal kaldığı düşüncesini de üfledi.

Sanki kocaman, geri dönüşü olmayan bir hata yapmıştı. Günlerdir, hedefsiz sonunu bilmediği bir şeyi bekliyor gibiydi. Yaralarını sarsa da izleri kalmış gibi.

Bense bir binanın önünden geçiyordum. Bu şehirde havanın ne kadar kirli olduğunu düşünürken…

10 Ocak 2011 Pazartesi

Pazar Gezmesi

Behzat Ç. en severek izlediğim televizyon dizisidir. Onunla birlikte özellikle seyrettiklerim Sakarya-Fırat ve Kurtlar Vadisi'dir.

Kurtlar Vadisi izliyor olmam beni tanıyanlarda bir şaşkınlığa sebep olsa da, güncel olayları kendi bakış açılarıyla yorumlamalarından beslenirim, beni yormaz, merak ettirir. Oyunculuk yeteneklerini ve kalitelerini başarılı bulmasam da samimi çabalarını kabul eder ve o hallerinden dolayı izlemeyi severim.

Ama Behzat Ç. benim vazgeçilmezimdir. Hani derler ya iki elim kanda olsa... Tam anlamıyla o derece de bir izleyicisiyimdir. Bütün bir haftanın, kafa içi sohbetlerin en şahane dağıtıcısıdır. Müthiş eğlenir, bazen kahkahalarla güler ve rengarenk bir keyif alırım ondan.

Bir polisiye roman serisi olarak zaten piyasada yer tuttuğunu, kendine özel bir kitlesi olduğunu sonradan öğrendiğim dizi ilk bölümlerinden itibaren içine çekse de beni; zaman zaman, lanlı lunlu konuşmaların, ana kahramanların her cümlesinde kendine mutlak yer bulan küfürlerin ve alkolün fazla kaçtığı konusunda, "acabalı itirazlar" da oluşmuştur kafamda...

Fakat sonra, her bölümünde farklı bir olay ve karakterlere de yer veren, ama bütününde ana kahramanlarının öykülerini de sürdüren sağlam bir metne dayanması, görüntü anlamında 80'li yılların film renklerini ve kamera açılarını kullanıyor olması, film jeneriği tadındaki girişi beni ona bağlayan en önemli etkenler oldu. Sağlam müziği, keyifli diyalogları, oyuncuların başarıyla canlandırdıkları kendine münhasır karakterlerinin yanısıra... İçine kasmayan türden bir mizah yerleştirilmiş, parodisel bir abartıyla lezzetlendirilmiş, şahane göndermeleri de olan, tümüyle insan kokan masalımsı tadı nedeniyle benim için olmazsa olmaz bir dizi olmuştur Behzat Ç.

Bir ara reyting sorunları yüzünden yayından kalkacağı gibi bir söylenti çıktığında çok üzülmüştüm. Tıpkı en sevdiği oyuncağı elinden alınacak bir çocuk gibi hissetmiştim kendimi... Neyse ki sonrasında Behzat Ç. kitlesi bir takım alanlarda baskı yarattı ve dizi eski saatine dönerek, üstelik reytinglerini de artırarak yayına devam etti.

Ve fakat dün; Tırtıl'ı kursa bırakmanın ardında geçirdiğim sürede kahveme katık ettiğim gazetedeki bir haberi okuyunca, koşup Behzatıma sarılmak, onu alıp evin en bulunmayacak yerine saklamaktı istediğim. O meşhur darbenin ertesi günlerinde daha tımtıfıl bir çocukken, annem ağlamasın diye ağlaya ağlaya yaktığım kitaplarımı uzun süre sakladığım yeri uygun gördüm önce...

Sonra kahveden bir yudum aldım, gazetedeki başbakan ve bir bakana televizyon programlarıyla ilgili yetki veren düzenlemeyi okudum. Çocuklarına sadece önerilerde bulunan, doğru olduğuna inandığı alanları bir çeşitlilik içinde sunan, gösteren, tanımalarına olanak yaratan ama farklı kararlarına çoğu zaman -mesela Mussano'nun Galatasaraylı olması, Tırtıl'ın da gitara ya da bir başka enstrümana hiç bulaşmaması gibi durumlara- bağrına "taş basarak" saygı duyan bir baba olarak, benim çocuklarımın ve benim neyi izleyip neyi izlemeyeceklerine bir başbakanın karar verecek olmasından haz etmedim. Bir de çok iyi anla(ma)dığım şöyle bir şey var: Misal en erotik yayınlardan şikayet edenler sayesinde haberdar oluyorum. Muhteşem Yüzyıl, benim oyuncularının bazılarından dolayı kenarından bile dolanmayacağım bir dizi... Ama çok şükür ki farketmeme, merak etmeme, onla ilgili tartışmaları izlememe imkan sağlandı. Neden karşı fikirler sunulup, saygılı bir tartışma ortamı yaratılıp kamuoyu bilgilendirilmeye çalışılmaz da, illa ki bir yasak gerekir?

Sonrasında dışarı, caddeye çıkıp yürüdüm. Bir pasajdaki sinemanın afişlerine, bir iki mağazanın vitrinine göz atıp, Fenerium'un önünde bir süre kaldım. Pasajdan çıkıp caddeye yöneldiğimde, koltuğunun altına sıkıştırdığı gazeteleriyle pazar keyfine koşar adım giden Ümit abiyle karşılaştım. Ümit abiye bir parantez açarsam; kendisi "Ufacık Bir Dokunuş" başlıklı yazıda bahsettiğim Selahattin Amcanın oğludur. Orada yaşamış olmayı tanrının bir lutfu olarak gördüğüm, 12 yaşımdayken ayrıldığımız mahallenin en şık abilerinden* en şık olanıdır. Onun şu an "Anneler Parkı" olan eski Modern Pazarın henüz pazar olmadan önceki halinde oluşturulmuş küçük toprak sahada, mahalle takımımız Rasattepe'nin şampiyon olduğu final maçında taç çizgisinin korner çizgisine yakın noktasından rövaşatayla attığı golünü; o genç milli takıma gittiğinde, uluslararası bir turnuvadaki maçta tüm mahallenin radyo başındaki heyecanını, onun adının geçtiği her anda kopan alkış kıyameti, ondan gelmesi arzulanan golün kıpır kıpır beklentisini hiç unutamam.

11 numaralı formanın en çok yakıştığı Ümit abiye kısa bir hal hatırın ardından, babasının sağ olup olmadığını sordum. Sağ olduğunu öğrenince inanılmaz sevindim. Çok selam söylemesini tekrar tekrar istedim. Selahattin Amca hakkında bir yazı yazdığımdan söz ettim. Sonra, o yazının linkini not alıp bir başka karşılaşmada Ümit abiye vermek üzere yanımda taşımaya karar verdim. O amcanın büyük bir zevkle ve içtenlikle, hesapsızca yaptığı bir davranışın en azından bir çocukta bıraktığı olumlu izleri görsün, pek çok ünvan sahibi önemli adamla yolu kesişmiş, dost olmuş o çocuğun pek çok bürokrat, "cemiyet insanı", işadamı yerine neden onu kahramanlarından biri yaptığını bilsin istedim. Belki de ona olan borcumu yüzüne konduracağım bir tebessümle ödemek istedim.

Şehirin ve kendimin sokaklarında bir süre daha yürüdükten sonra okulun bahçe kapısından geçip, hemen komşu bahçedeki, uzun süre adı Cumhuriyet İlkokulu şimdilerde Sosyal Bilimler Anadolu Lisesi olan kendi ilkokulumun binasına, kendi sınıflarıma bir süre baktım. Tırtıl'ın okulunun ana kapısından geçip salonda bir banka oturdum. Bacak bacak üstüne atıp tekrar gazeteye göz atmaya başladım. Bu kez bir başka ucubeyle karşılaştım. İnsanların kişisel bakışlarıyla, bir şeyi istememelerine, beğenmemelerine hep saygı duydum. Hiç bir zaman bir lokantada yemek yerken, ne yemeğin tuzuna, ne soğukluğuna ne de lezzetine lafım olmadı. Elbette fikrim ve itirazlarım oldu. Ama o alanların kollektif yerler olduğunu, oralara farklı zevklere sahip, tad alma duyguları birbirinden farklı çeşit çeşit insanın geldiğini hep bildim. Sonuçta lokanta insanlara "sunan" bir yerdi. Her insanın da kendi beğenisi doğrultusunda yemeklerle ilgili kararlar oluşturma ve ona göre seçimler yapma hakkı vardı. Ben yemeklerini beğendiğim lokantaya gidebilir, istediğim yemeği seçebilirdim. Aslında bunu bana çok küçük yaşlardayken öğreten, bir lokanta aşçısı olmuştu; yemeklerini eleştiren bir ukalaya verdiği cevapla. "Ben bir sanatçıyım demişti... benim duygularım ve görüşlerimden, sevgimden, işime saygımdan çıkan yemek bu! Sizin de istediğiniz yemeği ve sanatçıyı seçme şansınız var... Burayı beğenmiyorsanız, kendi damak tadınıza, beğenilerinize uygun bir yeri seçin. Ama benden her nabza göre şerbet vermemi beklemeyin..."

Şahsen ben bir başbakanın herhangi bir şeyi ucubelikle niteleme hakkı olduğunu düşünürüm, buna saygı duyarım. Sonuçta kendine özgü bakış açısı ve zevkleri olan bir insandır o da.... İtirazları olabilir her birey gibi, bir takım şeylere... Ama şunu kişisel düşüncem ve tavrım olarak uygun bulmam: Toplumun tamamını kendi aklınca terbiye etme düşüncesi içinde olmasını, onlara kendi zevkince ve düşüncesince yönler çizmesini, toplumu tektipleştirmeye çalışmasını... En önemlisi de bunu başkalarını hiçleyen bir saygısızlıkla yapmasını... Özellikle halkın hizmetkarı olduğunu sıklıkla vurgulayan birinin. Sonra şunu da çok anlamlı bulmam: Vatandaşın oylarıyla seçilmiş, herhangi bir kentin sorumlusu olan bir Belediye Başkanına, o şehrin tüm yaşayanlarının oy haklarını, düşüncelerini hiçe sayarak "şunu şunu yapın, bunu yapmayın" türünden emirler vermesini, üstelik bunu tüm ülke kamuoyu önünde yapmasını... Bir de daha önceki bir yazımda kullandığım şu cümleyi severim:"...Tıpkı YÖK sisteminin cumhurbaşkanına verdiği yetkiler kendi düşünceleri doğrultusunda kullanıldığında sessiz kalanların, o yetki bir başkasına geçtiğinde bağırıyor olmaları gibi..."

Ben Yaşar Kemal olarak hatırlıyorum ama yanılabilirim de, sık tekrarladığım bir söz vardır; geçmişte ki kitap yasaklamalarını ve toplatmaları kastederek söylenmiştir: "Eğer insanların kendi rızalarıyla satın aldıkları bu kitaplar onları fikren zehirleyip bir yere taşıyorsa, bu kitapları yasaklamak için okuyan insanların çoktan o kitapların etkisine girmiş birer asi olmaları gerekirdi."

Haftayı Behzat Ç. ile kapattım. Dün geceki yakıcı soğuğun tersi bir güneş var bu sabah. Çocuklarımın hallerine gülümsüyorum. Mussano'nun profiline koyduğu son fotoğrafına bayılıyorum. Aklımdan geçirip de söylemediğim şeyi yapmış olmasına sevindim. Onu en güzel anlatanın o fotoğraf olacağını düşünmüştüm.:))

Edit:))... Dün gece nerede Kültür Bakanı demiştim, açıkcası ondan bir tavır beklemiştim. Buradaymış dedim az önce. Haberlerde Ertuğrul Günay'ın "ortalığı toparlamaya çalışan" konuşmalarını görünce!

*'mahallenin en şık abileri' Hakan Dilek'in kitabının adıdır.

9 Ocak 2011 Pazar

Hey Dostuum!

İnsana, hayvana, doğaya, bitkiye... kısaca bu dünyadaki her şeye karşı o kadar hesapsız, o kadar kocaman bir yüreğin var ki...


Bir doğum günü pastasından kocaman keyifler çıkarıp, üzerlerine bir sürü anlam yüklediği öpücüklerle, anlatılabilmesi için kocaman kocaman sayfalara ihtiyaç duyulası çeşit çeşit duyguyu en kısa yoldan ama alabildiğine derinlikle suratıma boca edip, bana kocaman keyifler yaşatan şahane çocuk...

Doğum Günün Kutlu Olsun.

7 Ocak 2011 Cuma

Dokundu/m

ODTÜ'de "kötü çocukların" yaptığı eylemin akşamında, Can Dündar'ın Canlı Haber'ine -ertesi günkü köşk davetine çağrılı oldukları için- konuk olan biri Gazi Üniversitesi'nden diğeri Bilkent'ten iki "cici" üniversiteliye baktığımda, o yaşları daha farklı koşullarda yaşamış biri olarak tebessüm ettim.

Daha önceki bir kaç yazımda bu "cici" çocukları şu hoşgörü ve anlayış cümlelerimle savunmuştum:

Bu ülkede yakın tarihli bir nokta koyma (12 eylül) döneminin ardından, farklı oyuncaklarla düşünmekten uzaklaştırılan, evcilleştirilmeye çalışılan, biçimlendirilen, düşünme ve tartışma alanları daraltılan ve bunda hiç bir sorumluluğu olmayan bir nesil bu... Ve hepimiz de biliriz ki insan algısı (merak duygusuyla eleştirel ve sorgulayıcı bakmayı öğrenemediği sürece) sunulanlarla biçimlendirilebilir bir şeydir.

Sevgili Arzu'nun bir yazıma yorum yaparken kullandığı, okuduğumda çok hoşlandığım, çocuk sevinçlerimi zıplatan "Sen de haddini bilmeyen yaramaz çocuklardan biriymişsin." tanımlamasındaki ben yine de "seçilmiş cici çocukların" o yemeğe, ceket ilikleyip kravat takmayan yaramaz akranlarının başkaldıran eylemleri dolayısıyla katılabildiklerini fark edemeyecek kadar evcilleş/tirilebil/miş olmalarına üzüldüm.

Dizlerime yatırıp saçlarını okşamak istedim.

Bu ülkede tüm olumlu hakların kötü çocukların mücadeleleri ve kavgalarıyla elde edilmiş olduğunu anlamıyor olmaları açıkçası bana dokundu. O yemek masasında; akıllara bal çalmayı seven popülist siyasetin, bir imaj yaratımının "şeyleri" olarak yeraldıklarını anlamamalarına içim acıdı.

Pornografik ve yetişkin bir kurgunun "varlıklarını" topluma mesaj olarak sattığını, bu halin, cici çocuğunu sevip yüceltişini diğerlerinin gözüne sokan "terbiyeci" bir ebeveyn tavrı olduğunu görememelerine şaşır(ma)dım!

Yemek sonrası ekranlara yansıyan, o yemekte olmakla onurlandırılmış olmanın hazzını dudak kenarlarından akıtan, kullanıldıklarının farkında olmaksızın giyindikler büyük adam halli cümlelerini görünce de, ruhumda bir sisli hava oluştu.

Oluşan bu sisli havayı Elif Ş. U.'nun, yani şu üniversitedeki porno filmin kahramanı kızın:

"Bu yaptığım benim genel kişilik yapıma aykırı değil. Küçüklüğümden beri farklıydım ve bu farklılıktan hiç rahatsız olmadım. Ama hayatımda ilk kez anne ve babamdan habersiz bir şey yaptım. Akademik bir çalışma olsa da kabul edilmesi zor. Şunu söyleyemezdim değil mi: "Merhaba baba, ben bugün porno çektim, haberin olsun!" Bunu Türkiye'deki hiçbir aile kaldıramaz. Benimkiler bile. Ama özel olarak onlardan saklamıyorum da...Ben kendimi sadece kendime ait hissediyorum. Bir şey yapıyorsam, bunu kendim için ve kişisel olarak değer verdiğim başka bir insana yardımcı olmak için yapıyorum. Başka biri sorsa asla kabul etmezdim. Ama D.'ye "Tamam" dediğim andan itibaren bu benim için işti. Bu filmden pişman da olmadım. Yaptığımız yasak değil, buna rağmen çok fazla insanı çok rahatsız edebilir. Edecektir. Gelecek tepkilerden çekinmiyoruz." cümlelerindeki derinlik, farkındalık, diklik ve yere basış ve elbette ki köşkte ağırlanmayıp dışarıda kalan kötü çocukların televizyon haberlerine yansıyan, öğrenci sorunlarına tam da içeriden dokunan, şirinlik kaygısı taşımayan, kasıntısız ve damardan cümleleri dağıttı.

Ülkeye olan umudum artarak devam ediyor.

Teşekkürler "Kötü ve Yaramaz Çocuklar"

4 Ocak 2011 Salı

Bu Yazın Esprisi...

Eskiden beri uçaklara ilgimiz yoğundur. Bunda, çok küçük yaşlardayken bir yakınımızın eski havaalanında -haftada bir ya da iki kez sefer yapan uçakların bakımlarından, iniş kalkışlarından sorumlu olmasının... Bir çok pazar gününde, çok istediğimiz ve merak ettiğimiz için baba tarafından havaalanına götürülmemizin... Kuleye çıkıp o anda gelmekte olan uçakla yapılan konuşmaları dinleme olanağına sahip olmamızın etkisi çoktur.

Bizlerin büyüklerin, çocukların da bizim yerimizi aldığı bu aralar; ailenin kâbesi olarak tanımladığım evin üzerindeki hava koridorunu kullanan, Avrupa'dan Uzakdoğu'ya giden ve elbette o noktalardan batıya dönen uçakları izlerken içlerindeki hallere uydurduğumuz espriler, ufaklıkların "şunların bagajları bir açılsa da kolalar düşse" cümleleri çoğu yaz gecemize damgasını vurur, sonra o kolaların düşme hızlarıyla birlikte düşecek diğer yiyecek, içecekler üzerine bir sürü fantazi üretilir.

Özellikle istanbul ve Ankara istikametinden gelen uçaklar dağdan hemen sonra iyice alçalarak, evin sol ya da sağ tarafından geçip deniz ulaşırlar. Deniz seviyesine geldikleri ve havaalanına kadar onun üzerinde devam edecekleri için, geçiş esnasındaki hızları oldukça düşük ve yükseklikleri çok yakındır bize... Tam anlamıyla süzülürler. Özelikle gece görüntüleri muhteşemdir.

Üç yıl önce evin arka bahçesine kurunca büyükçe bir havuz... Ve bu havuz (portatif olması sebebiyle) çekince ilgisini pekçok kişinin... Kaçınılmaz bir şekilde, havuz geyikleri de başladı bizde. Kalabalık pek çok masada, o anlarda geçen uçakları kastederek "bunlar havuzu göstermek için özellikle burayı tercih ediyorlar ve biletleri daha pahalı satıyorlar..."

Ya da;

THY dışındaki uçaklar yolu kısaltmak maksadıyla daha erken kıvrıldıkları için, üzerimizden geçerken hafif sağa yattıklarında "soldaki yolcular havuzu görebilmek için yine ayağa kalkıp sağ pencereye yığıldılar " benzeri pek çok espri ve o esprilerin parodisini yaparız.

Bu yaz, okuyucuya geçip geçmeyeceğinde emin olamadığım ama o anı tüm jest ve mimikleriyle yaşayan bizleri, Mussano'nun kendine has uslubuyla ortaya bıraktığı bir bomba dakikalarca gülmekten kırıp geçirmişti. Bunu hep birlikte yazın esprisi seçmiştik. Yazıp yazmamak konusunda çok tereddüt geçirdiğim bu hali, ailenin tarihine bir not düşmek adına, anı yaşayanların hatırlayıp da gülmesi için yazmaya karar verdim.

Yine bir kahvaltı sabahında uçak dağın üzerinden süzülüp tam üzerimizden geçerken aynı espriye başlamıştım ki, Mussano'nun uçakta pilotun yolculara yaptığı anonsu kasteden cümlesi geldi: " Aşağıda, üç yıldır aynı espriyi yapan adam var, şimdi onu izliyoruz"

Hazır uçaklardan söz etmişken, olur ya bizim gibi yıllarca yukarıdan geçen uçakların telsiz konuşmalarını dinlemeyi merak etmiş birileri çıkabilir. Onlar için geçenlerde bulduğum bir sitenin adresini vereyim hemen... Siteye girdiğinizde İstanbul Atatürk Havalimanının uçaklarla yaptığı konuşmaları dinleyebiliyor, harita üzerindeki uçakları takip edebiliyorsunuz. Uçakların üzerini tıkladığınızda, nereden gelip nereye gittikleri, hangi havayoluna ait oldukları, hızları, yükseklikleri hakkında bilgi sahibi oluyorsunuz. Hatta biz bir oyun icad ettik... "O anki konuşmanın yapıldığı uçağı ilk kim bulacak" oyunu... Site sayesinde sevdiklerinizin uçaklarını takip etme olanağınız da var. Meraklısı için buradan lütfen

Görsel: Ön taraftaki Nar ile çok yüksekten ve uzağa giden bir uçak

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP