6 Mart 2024 Çarşamba

Gizemli Küre Ve Üzümsüz Pastalar

Öncesi

İlginç bir yaşam çizgim var benim. Kesişmeleri muhteşem. En büyük avantajım baba mesleği ki çok erken ölünce baba iş başa düşmüştü. Şahane insanlar dünyasındaydım, devrin adamları ise kaliteliydi. Çok farklı mesleklerden çok insan tanıdım. Elbette pek çok kamu kurumunun da işleyişini gördüm. Ve tanıdığım insanların pek çoğu yaşamla ilişkileri kuvvetli ve zarif insanlardı. Bir tıfıldım ama iyiyi anlama kabiliyetim yüksekti ve çocukluktan itibaren çok hikâye biriktirdim; güzel adamlar kuşağına dair.

Önemli müşterilerimizden biri o zamanki adıyla Rasathane Müdürlüğü idi ve ilginçtir oturduğumuz mahalle de Rasathane Mahallesi idi, ben ilkokulun başındaydım ve doğal olarak şehrin kısmen yüksek bir yerindeyik.


Sonra, kader işte, Rasathane şehrin dışına, bizim içine bir ev yaptırdığımız arsamızın yanına taşındı ve komşuluğumuz kaldığı yerden devam etti. Artık adı Meteoroloji Bölge Müdürlüğü'ydü.

Ben okula onların servisleri ile gitmeye başladım. Kolejde okuyan kızkardeşim ve en küçüğümüz erkek kardeşimse daha geç saatte babamla gitmeye... Sonra servisteki bir kızın ilgisi ilgimi çekti; babası kurumda mühendisti ve enfes bir ilişki gelişti aramızda ki ona dair uzun da bir yazı yazmıştım.

Yani sevgili dostlar ben alaylı bir meteorologum. Çocuklukta ve lise yıllarımda balonların en yakın arkadaşı, onlar görevlendirme ile göğe gönderilirken, çoğu zaman, el sıkışıp alkışlarla uğurlayanlardanım.


Elbette o yıllardan bu yıllara teknolojide çok şey gelişti, işin içine bilgisayarlar girdi. O yuvarlak odanın konuşlandığı binanın tabelasında Hidrojen Jenaratörü yazıyor artık. Ve balonlar onunla şişiriliyor. O zamanlar şöyle bir laf vardı ve biz çocuklar için bir macera tadındaydı. O balonun altındaki ölçüm aletlerinin çok kıymetli olduğu söylenirdi, çoğu tarlalara düşerdi ve bulup getirene de ödül verilirdi. Muhtemel şimdi o tür şeyler bir masal olarak arşivlere geçti, bilgisayarlar her şeyi şıppadanak kaydeder hale geldi ve işin romantizmi de makineleşti.


Elbette sadece bir fotoğraf diye yola çıkmışken, o yıllara ait ne abiler gözden geçti. Bir kantini vardı kurumun aynı alan içinde. Ve onun üst katı da kafeterya idi. Dışarıdan gelen tanıdık misafirler girebilir onun dışında kimse giremezdi. Alttaki kantinde alkollü içki bile satılırdı ve tüm çalışanlar bir ailenin ferdi gibi yaşardı. Kurumun arabaları ağırlıkla Amerikan'dı ve kurum bizim en iyi müşterlerimizden biriydi. Servis bazen çalışmazdı, pek çok yazımda söz ettiğim gibi servisteki tek araba kullanabilen ben olduğum için Dodge pikabın direksiyonuna geçer, onu otobüsün tamponuna dayar, iteklemeye başlardım ve yeteri kadar eter yemiş ve ısınmış Ünimog'un motoru debriajdan ayağını aniden çeken sürücünün vurdurması ile çalışır, sonrasında servis alkıştan yıkılırdı. Ve ben son derece havalı bir şekilde pikap'ı park eder, otobüse bindiğim anda kopan alkışlarla birlikte o tatlı kızın yanına oturur, onun tutmakta olduğu kitaplarımı kucağıma alırdım.

İşte dün akşam ben sevdiğim pastane Afiyet'de kitabımı okurken ve çayımı yudumlarken o günleri bir kez daha anmanın yanı sıra, artık bir doktor olan ve başka bir şehirde yaşayan ve lise çağında bana çok güzel anlar yaşatan o kızla geçen hoş zamanlarımı düşündüm.

İçinde onun olduğu yazılarımı okudum.

3 Mart 2024 Pazar

Avarelik Günlüğü

28 Şubat, 2.Avarelik Günü

Bir kaç gün önce yoğun saatlerde AVM'de geçirdiğim gün hoşuma gidiyor. Bugün de avarelik yapasım var.

Komiğim, çünkü burnumun dibinde eczane varken yıllardır 12 kilometre uzağımdaki eczaneye gidiyorum. Trendeyim ve sırt çantamda da mahallemdeki pastane Pastacım'dan aldığım gül böreklerim ve bir de üzümlü pastam var;

elbette okumakta olduğum bir de kitabım.

Varınca hedef coğrafyaya önce caminin bahçesindeki çay ocağından bir çay alıp onları güle oynaya yemeyi düşünüyorum.

Sonra bundan vazgeçiyorum;

börekçi abiye ayıp etmiş olmamak adına.

Şimdi geniş bulvarın geniş kaldırımındaki banklardan birindeyim. Yavaş yavaş yoğunlaşmaya başlayan trafiğin akışını izlerken götürüyorum börekleri. Sonra Piazza'ya doğru yürüyorum çünkü açılmak üzere. Üstelik amaçlarımdan biri çekemediğim gemi fotoğraflarını çekmek. O sırada köprünün hemen kenarındaki mini parkı fark ediyorum; yerleştirmelere seviniyor ve basıyorum deklanşöre.


Ve köprünün üzerindeyim. Açıkta gemiler, fakat günün ışığından gemiler adına memnun olmamanın yanı sıra mini makinenin de istediğim sonucu çıkaramayacağını düşünüyorum ve buna rağmen çekiyorum fotoğrafları ki sonuç benim için sevindirici olmuyor. Artık bir başka sefere diyor, hemen yakındaki Piazza'nın ilk kapısından içeri giriyorum.


Çalışanlar sabah mahmuru, ben dışında bir kaç kişi daha var. Migros'tan kuru pasta türevi atıştırmalık bir şeyler alıp yanına 22 TL'lik kapuçino eklemeyi düşünüyorum ve bir de enn sevdiğim kadına bir paket Etyopya'lı filtre kahve alıyorum raftan. Onları almış ve elim doluyken de telefonum çalıyor ve ben elimdekiler nedeniyle açana kadar kapanıyor.

Kız Kardeşim.

Geri arıyorum; benim mutfaktaki ocak üstü havalandırmanın modelini soruyor ki benim mutfak salona açık olduğu için sizinkilerden farklı diyorum.


AVM sabah mahmuru. An itibariyle çalışanlar dışında bir kaç kişi var. Bir kaç gün önceki aynı masama oturuyor, sırt çantamı bıraktıktan sonra da kahvemi almak üzere dönerciye doğru yürüyorum. Çalışan önündeki bir takım kağıtlarla meşgul, beni fark edince onları bırakıyor. Lütfen diyorum, siz devam edin, benim için bir sorun yok. O yine de bırakıyor ve benim kahvemi makinenin düğmesine basarak karton bardağıma dolduruyor. Teşekkür ediyorum, ödememi yapıyor ve masama dönüyorum. O sırada ön tarafı tamamen açık yan mağazadaki genç kızın beni izlediğini fark ediyorum ki önceki gelişimden de bir tanışıklığımız var. Ona günaydın diyorum. Gülümseyerek karşılık veriyor. Kahvem masamda, az sonra uzanıp da sırt çantamdan alacağım kitabım sabahın sakinliğinde.

Bu sakinliği terk etmek istemiyorum. Zaten iş saatlerim başlamış durumda ki umurumda değil. Yüreğimin götürdüğü yerdeyim ve onun peşine takılmak hoşuma gidiyor. İkinci kahve için bir kez daha araftayım. AVM hareketlenmeye başlıyor. Gün henüz öğlene varmadı. Usulca masamı terk ediyor, katların her birini ağır adımlarla yürüyerek zemine iniyor ve binadan çıkıyorum.

Trendeyim.




Gecenin Gizemli Saatleri




Havaların soğuması nedeniyle uzun zamandır gitmediğim, verandasına bayıldığım kitap okuma noktalarımdan Afiyet'e doğru evden çıkıyorum. Gün artık akşam karanlığında. Zihnimde kuru pastalar dönüyor. Sahile varıp sağa döndüğümde karanlığın içindeki bu cismi görüyorum. Yalnız şöyle enteresan bir durum var: Benim dışımdaki herkes duyarsız. Diyorum normal, sonuçta sen neredeyse bebeliğinden beri buradasın. Belki de sadece sana görünüyorlar!

Uzun süre kadim çamları siper alarak izliyor, bir kaç poz fotoğraf çekiyorum. O ara içimdeki benlerden biri, "Bir ziyaret etseydik," diyor. "Hem belki bir de tur attırırlardı bize." Ona diyorum ki ya geri getirmezlerse? Kalıyor.

Yola devam ediyorum. O sıra Afiyet'in kapalı bölümü geliyor aklıma. Giriyorum içeri ki sıcacık. Şu ışıklı küreyi çoktan unuttum.

İçeride başka memleketlerden gelmiş genç, siyahi çocuklar var, muhtemel ki üniversiteli. Konuştukları dili anlamıyorum. Bir de genç bir kızla öğretmen ki onlar hemen arka masamdalar ve öğretmen genç kıza İngilizce çalıştırıyor.

Mahallenin pastanesi ve bu kozmopolit hal çok hoşuma gidiyor.

Lakin gizemli küre de aklımın bir köşesinde. Sipariş pastalarım geliyor. Kitabı açmıyorum çünkü ortam çok hoşuma gidiyor ve az önce komşu masama görme engelli bir çift ve hiçbir engelleri olmayan, onların arkadaşı çift geldiler, yan masadaki siyahi ve tatlı gençler onlara yardımcı olmak için hemen ayaklandılar. Ve ben onların ve diğer çiftlerin neşeli sohbetlerine bayılmış durumdayım.

Bu hoş, renkli ve sıcacık ortamın keyfini çıkarıyorum. Elimdeki kitabı bile kenara bırakmış ve hatta gizemli küreyi bile unutmuş durumdaydım.

Lakin içimde pek yerinde duramayan bir haylaz da var; ve o sürekli bu konuyu önüme getiriyor ve soruyor:

Küre ne iş?

25 Şubat 2024 Pazar

Günün Işığı Güneşin Açısı

Sol diz kapağımı yine kendi keyfim için gayet güzel kitlemiştim, dört gün önce. Oysa o bana bütün sinyalleri göndermiş, tüm uyarıları da yapmıştı. Yalnız bu kez ayakta ve dizden aşağı ve yukarısı olmak üzere eziyetli bir durum yoktu. Bir ara doktora gitsem diye düşünmedim değil; eski tecrübemden kaynaklı olarak. Sonra, dedim artık doktor kadar ben de biliyorum.

Jel ile başladım, sonra eski olaylardan kalmış Dolorex aklıma geldi ve bir tane attım ondan da...

Ev içinde gayet iyiyim, mesafeler yakın dolayısı ile işim gücüme engel bir durum da yok.

Yatakta uzanıyor, laptop'u da kucağıma alıyorum ki çoğu zaman da öyle çalışıyorum. Sırtım sağlamda, gözüm hem oynaşta hem de işte güçte. Tek üzüntüm hafta sonuna dair; rakı içer miyiz demiştim, yanıt olumluydu.

Sonrasında ağrının usul usul terk etmeye başladığını hissettim; belli ki pılısını pırtısını toplama hazırlıklarındaydı. Fakat şımarmaya da hiç niyetim yoktu. İlaçlarımı disiplinli bir şekilde kullanıyordum ve sanırım o da yere basıldığında oluşan ağrıdan bir an önce kurtulmak istiyordu.

Çünkü benle takılmayı, gezip tozmayı seviyordu.

Cumartesi sabah itibariyle hadi, dedim, diz efendi. Gönüllü ama çekingen; kendinden emin ancak benim hoyratlığım konusunda şüpheci. Arabaya binince içi rahatladı sanırım, hatta takılacağımız yerleri şöyle bir gözden geçirdi ve sevincini fark etmedim sandı.

Ben kaççın kurasıyım, laf sokup da keyfini kaçırmadım yine de.

Şehire vardık, önce eczaneye uğradık ki kapalı, kardeşe dedim siz devam. Madem cumartesi ve iş yarım gün, çıkışta beni Piazza'dan alın. Üst geçit tarafındaki kapısında ol, dedi, oradan alalım.

Caminin hemen kapısını mekân tutan sakallı abiden poğaçalarımı aldım, caminin avlusundaki çay ocağından da çayımı söyledim; gözümü de eczaneyi gözlemesi için nöbetçi yaptım.

Poğaçalarımı ağır ağır ve yine keyifle yedim. Sonra bir baktım eczanenin yan kepenkleri açık. Çay ocağına ödememi yapıp abiye teşekkür ettim ve yolu karşıya geçip eczaneye vardım.

En tatlı eczacı ile günaydınlaştık; yedeğe alınan ilaçları da sırt çantama attım ve vedalaştım.

Ufak adımlarla yürüyerek Piazza'ya vardım lakin açılmasına bir saat var.

Güneş enfes, hava yazı kıskandıracak bir bahar tadında. Açtım kitabımı. Öyle bir aktı ki kitap açılış saati hoooopp diye geldi. Fikrimde kahve var. Az önce ben henüz AVM'ye girmemişken gariban bir beyaz kartal, belediye başkan adaylarından birinin lüks minibüsüne arkadan çarptı.

Bu anlara gelmeden aslında, henüz cami avlusundan yeni çıkmış ve yaklaşık iki yüz metre yürümüşken köprüye varmıştım; ırmağın denize döküldüğü noktada da bir gemi vardı. Sabahın ışığı muhteşemdi. Çantamdan mini fotoğraf makinesini çıkardım; çekeceğim fotoğrafın heyecanı ve sevinci ise göklerde.

Bastım düğmeye makinede tık yok, bi kez daha, yine yok. Anladım ki şarj etmemişim. Oysa günün ışığı, güneşin açısı muhteşem.

Biraz üzüldüm, yazı fotoğrafsız olacak diye.

Bir kaç dakika sonra AVM açıldı. Mini sırt çantam x ray'den sorunsuzca geçti. Gel Migros'ta bir tur atalım, dedim. Bir şey almadan çıktık çünkü fikrimde başka şeyler var.

Kahve içmeyi düşünüyorum; Penguen Kitapevi'nin deniz ve gemi manzaralı enfes terasında.

Giriyorum, kararım kapiçino, kitap yanına iyi gider diye düşünüyorum. Kahve fiyatlarına göz atıyorum ve 110,120 lira civarındaki fiyatlarına çüşşş diyorum. Hani marka kahvelerden birinin mekânı olsa anlaşılabilir sanki. Az önce dabıl köfte burger menüye ödediğim para canımı yakmış zaten, üstelik hiç de keyif vermemiş ve ilk gençliğime dönüp, şimdilerde butik üretim yapan ve marka olmayan burgercilerin enfes burgerleri ile kıyaslayarak "ne zevksiz salaklarmışız biz," demişim.

Yeme içme katında, sinemayı gören bir masada oturup kitabımı açıyor, kaldığım yerden devam ediyorum. İki masa önümde genç bir çift var ve çok ama çok tatlı da bebeleri. Bebe dediysem normal sandalyelerde oturabiliyor ve hamburgerini ve patateslerini çok keyifle yiyebiliyor.

Pek de şakacı ve güleryüzlü kendisi.

Beni fark etti ve aramızda bir iletişim kuruldu. Biraz sonra babası bizim kız kime el sallıyor acaba diyerek dönüyor, selamlaşıyoruz.

Benim kahve içmem lazım. O sırada pek çok yeme içme mekânının kahve sattığını görüyorum. Muhtemelen kahveciler makineleri de vermişler. Fiyatlar sudan ucuz. Kalkıyorum masamdan ve bir kapiçino lütfen, diyorum hanımefendiye, 22 TL ödüyorum ve masama döndüğüm ilk anda içtiğim yudumdan da büyük keyif alıyorum.

Banu Yıldıran Genç'in okuduklarından söz ettiği Geri Döndüğüm Yerler adlı kitabına ilave ettiğim az şekerli kapiçinomun ufak yudumları eşliğinde devam ediyorum. Ve bir süre sonra telefonum çalıyor. Kardeş, AVM'ye yanaştıklarını söylüyor. İniyorum çıkışa, biraz sonra araba yanaşıyor. Kardeş iniyor çünkü şehirde yürüyerek takılmayı planlamıştı o da.

Bizse eve doğru yola çıkıyoruz.

15 Şubat 2024 Perşembe

Zavallılar - Poor Things

Saate bakıyorum.

Bir kararsızlık içindeyim:

Ya şehire ineceğim, hem bir işi halledip Piazza'da izleyeceğim, ya da en yakınımdaki filme koşacağım.

Fikrimse yakına ve 15:30 seansına yetişmek. Sinema bizim mahallede sayılabilir ki trenle 5 istasyon; sahilden de yürüyebilirim ama şu anki saat buna uygun değil gibi geliyor bana ve kararsızlığım da o yüzden.

 

Film hakkında nötrüm, hiçbir yazıyı kurcalamadım. İnandığım oyuncular var, yönetmeni tanımıyorum.

Her şeyden önemlisi Öğle Güneşinde Yıldızlar filminde performansıyla beni benden almış olan Margaret Qualley'de var. Elbette Emma Stone ile aşık atamaz ama kendisini severim.




Fikrimi netleştiriyorum, her şeyi göze alıyor, trene atlıyorum ve sinemadayım.

Gişede Hatice'nin kız kardeşi; simsiyah saçları ile göz alıcı.

Film 3 nolu salonda ve günlerden halk matinesi, buna ilave olarak yaş avantajını da katınca 195TL'lik biletin maliyeti 80 TL. oluyor.

Buna rağmen salonda 7 kişiyiz.



Ve film başlıyor.


Başlangıçta pek bir sıkıntı yok, Willem Dafoe enteresan bir doktor.

Ya da bir yaratıcı demek daha doğru mu olur acaba?  Bizim sektörün motor ustaları gibi a insanın parçaları ile b insanının eksiklerini tamamlayıp yepyeni bir şey ortaya çıkarabiliyor.

İlginç!

İşte Emma başka parçalardan toparlanarak yapılmış kadın rolünde...

Filmin enfes de bir mizahı var.

Bir kara film denebilir mi?

Valla kişiye göre değişebilir.


Üstelik şöyle de bir sıkıntı var: Bir sinemaseverseniz iş biraz daha kolay, sıkılmadan izleme olasılığınız kısmen yüksek. Ama bir filmseverseniz ve tür seçiyorsanız izlediğiniz filme "Bu bir çorba," da, diyebilirsiniz.

Şükür ki film süresince bizim salondan çıkıp da filmi terk eden kimse olmuyor.

Başlangıç kısmı güzel ama biraz dikkat istiyor; hem karakterler arasındaki bağı kurmak hem de "Usta ya, bu izlediğimiz neyin nesidir?" i kavramak için.

Bu kısım sorunsuz geçilirse ve filmle hoş bir bağ kurulursa sonrası tam anlamıyla bir şölen, ve Emma Stone alıyor zaten sazı eline, Mark Ruffalo'nun da katılımıyla film boyut değiştirip, renklendikçe renkleniyor  ...

Vallahi şenlikli bir film, ama gerçek bir sinemaseverseniz! Değilseniz ve ödül meraklısıysanız da; bu filmin bir kaç ödül alacağı ihtimal dahilinde.

Fazla uzatmayacağım çünkü iki uçlu bir değnek bu: Tuttuğunuz ucu severseniz âlâ, öbür ucu tuttuysanız da verdiğim paraya yazık diyeceğiniz, belki de salonu erkenden terk edeceğiniz de kesin.

İşte bu kararları net oluşturabilmeniz için özellikle filmin başlangıçtan sonraki dönemlerini bir süre iyi takip etmeniz gerekiyor ki orayı kavrayarak geçtiğinizde "Ben bu filmi yerim," diyorsanız... film bitip de salondan çıktığınızda "Ne filmdi be!" diyeceğiniz de kesin.

Sanki biraz karışık ve dolambaçlı yollara sardım okuyanı. Vallahi bu benim suçum değil. Yönetmen ve senaryonun ortak yazarı Yorgos Lanthimos ile senaryonun diğer yazarı Tony McNamara'nın yedikleri haltın sonucu. Bu arada filmin müziklerini de es geçmemek lazım ki görüntü yönetimi de tek kelime ile muhteşem.

Şimdi diyelim ki bu filmi izlemeyen ama merak eden bir kişiyim ben. İzlemezsem doğal olarak kaybettiğimin ne olduğunu bilemeyeceğim. Ama izlersem en azından sinema sanatı üzerine bir şeyler kazanma ihtimalim var.

Kim bilir belki de "Ne filmdi be!" deme ihtimalim de...

Benden bir yardım uman sevgili okuyucu: Ben boyumun ölçüsünü aldım ve bayıldım, o nedenle bana sorma. "Ben filmsever değil sinemaseverim yahu," diyebiliyorsan bu filmi kesinlikle izle.

11 Şubat 2024 Pazar

Vur Kadehi Bi Tanem

Bu yazıda da yer bulacak ama her seferi benim için taptaze tekrarlarıma da bayılıyorum.


*

Sevdiğimiz bir mekân, eskinin enfes binalarına sahip bir sokağın içindeki enfes binalardan aynı bahçenin içinde bulunan ikisi; hani bir müteahite verilse kat kat üstüne çıkılacağı kesin. İyi ki bir derneğin elinde, iyi ki koruma altında ve iyi ki tam da eski çağlardaki zarafete sahip. Garsonları da küçüğünden büyüğüne eski zaman adamları gibi.

Yani daha önce de söz ettiğim ve bayıldıklarımızdan bir mekân.

O halde cumartesi orada buluşuyoruz.


Ben trenci, enn sevdiğim kadının tercihi otobüs. Günün en güzel saatleri; ay Şubat ama hava enfes bir yaz. Bir rakı masası için her şey şahane. Önce varan benim mekâna. O sırada büyük demir kapının devrilme sesi geliyor ve altında bir abi kalıyor; elbette telaş. Sonra ambulans. Çok şükür ki hasar az.

Ama o grubun tadı kaçıyor ve hep birlikte hastanenin yolunu tutuyorlar ve o sırada en bayıldığım kadını arıyorum ki o da varmak üzere.

İki enfes binanın arasından bir manken zarafetiyle süzülüyor. Şimdi ben bayılmayayım da kimler bayılsın. Bir deri pantolon kime bu kadar yakışabilir acaba, aksesuarları zaten can yakar. Abartısız bir şıklık. E bana da kasılmak düşer.

Olay yerini ve olayı kısaca özet geçiyorum, ve sonra iki kişilik masamıza oturuyoruz.

Hani hiç bir şey gelmese ve olmasa da masada,

ve ben saatlerce onu seyredip onu dinlesem,

arada bir de sohbete eşlik etsem bile yeter bana.


Lakin rakı da ısrarcı, çaktırmasa da masamızda olma arzusunu hissedebiliyoruz. O halde,"Bir 35'lik rakı lütfen."

"Yoğurtlu patlıcan kızartması, peynir, beyin ve Arnavut ciğeri lütfen."

Arnavut ciğeri henüz hazır değilmiş, ne gam.

Sonuçta onsuz kuruluyor masa.


Ve beş saat nasıl geçiyor, doyamıyoruz. Sıcacık Arnavut ciğeri tam da olması gereken anda masada oluyor. 35'lik dört saatte boşaldı, bir de duble o halde.

Yine akıp geçti zaman ve yine Çanakkale'de yaşamak arzumuz depreşiyor. İstanbul buluşmasını, dolayısı ile mevsimini de konuşuyoruz. Saat henüz 19 bile değil, caddeler ve alışveriş merkezleri canlı, bizim kafalar tam da olması gerektiği ayarda ve sanki buselik makamında.

O eski ve tarihi apartmanın önünden geçerken kısa zaman önce buluştuğumuz dostlarımızı anıyoruz, elbette Birtat'ta oturup keşküllerimizi de yiyor, limonatayı götürüyor, hâlâ günün canlı saatlerinde olmanın tadını çıkarıyoruz.

Kısa bir market alışverişi, Tahsin Amca ve Güngör Teyze'nin biz henüz lisenin başındayken oturdukları apartmanın önünden geçerken kısa hikâyeler ki biri Tahsin Amca'nın viskilerini ufak ufak götürmemiz ve oluşan boşlukları demli çay ile doldurmamız üzerine...

Gar İstasyonu, banklar, sarmaş dolaş bekleyiş ve tren.

Sonraki istasyonda yerlerimizi büyüklere bırakıyor, trenin en arkasında birbirimize sarılarak destek alıyor, benim başım onun saçlarının kokusunda dönüyor, sonra boşalan koltuklara oturuyor ve benim istasyonda vedalaşıp, el sallaşıyoruz.

Eve girdiğim andan itibaren onun telefonunu bekliyorum. Etrafta ve mekânlarda ise gece henüz yeni başlıyor.

Ve telefon çalıyor;

Enn Sevdiğim Kadın.

Kitabında aşık olmak diye bir cümle olmayan adam, bilmem kaçıncı kere daha, o kadına aşık oluyor.

8 Şubat 2024 Perşembe

İkinci Kez İzlemeyi Düşündürten Film

Çoğunlukla sinemanın Piazza AVM'deki salonlarına giderim ve standart salonum 6'dır; çünkü, Başka Sinema filmleri o salonda oynar ve salon adı özeldir.

Bu kez öyle bir şansım yok ve film Yeşilyurt AVM'de ve enteresan bir şekilde o da salon 6'da.

İstasyona yürürken fikrim mahalle esnafına para kazandıralım, buralarda bir şeyler atıştıralım, diyor; ancak benim niyetim belli ve net.

Trendeyim, mesafem yakın. Hava yaz tadında montum sırt çantamın askısında. Avrupa Filmleri Haftası'nda her gün aşındırdığım istasyondayım ve iniyorum.

Filme epeyi sürem var lakin kararsız başım nerede yesek konusunda fır dönüyor.

Işıkları geçip AVM'den içeri süzülüyorum. Fikrim çark etmiş durumda: Önce açlığımızın gönlünü yapalım, çıkışta da şımartalım kendimizi. Bir anda bünyemin tamamından kabul sesi geliyor ve Migros'tan kapıyoruz börekleri; bir de şekersiz, mavi kutulu, buz gibi yeni kolayı. Şimdi sinema katına ve önce bilet.

Halk günüymüş, o nedenle indirimli bilet. Bir indirim de sürekli müşteri hakkı için ve bir indirim de yaş haddinden... Üste para almama ramak kalmıştı ki yeter diyorum. Salonda 5, 6 kişiyiz ve ben bu sinemada da vazgeçilmez koltuğum D-4'deyim; az önce yeme içme katının hoş koltuklarında böreklerimizi götürdük.

Bir sürü reklâmın ardından "Ve film başlıyor," anonsu.

Hoş bir açılış sahnesi ve çok hoş bir öğretmen.

 
Filmin her saniyesine bayılıyorum. Küçük oyuncular muhteşem. Sistemin onlara sağladığı olanakları dibine kadar kullanıyorlar. Ve bir de okul gazeteleri var ki yayın kurulu pek cabbar. Okulda da demokrasinin kuralları sonuna kadar işliyor. Yönetmen İlker Çatak'ın izleyiciyi tüm olayların yakın tanığı, daha çok da tarafı yaparak filme katan yönetim anlayışına bayılmış durumdayım. Kamera açıları, yer yer aksiyonlar ve onların perdeye yansımaları şahane. Elbette içinde demokrasi rüzgârları esen, suça el koyan öğretmen rolündeki Leonie Benesch ve öğrenci Leonard Stettnisch arasındaki çekişme filme enfes de bir aksiyon katıyor.

Oysa görünüşte bu aksiyona sebep olan şey ne kadar basit bir olay! Ülkemizde yaşansa şıp diye çözülebilir!

Belki de görmezden gelinebilir...

Film arası reklam bombardımanı ki bu durumla ilk kez karşılaşıyorum; reklamlar bitmek bilmiyor ve o kadar beklememize rağmen ışıklar yanmadan, bize dışarı çıkma fırsatı vermeden filmin ikinci yarısı başlıyor.

Ben de bir yaşıma daha girmiş oluyorum.

Çünkü ışıkların yanmadığı, reklamların filmin ikinci yarısının öncesine bırakılmadığı bu hâl daha önce rastlamadığım bir durum.

Bunu da ekonomimizin geldiği noktaya bağlıyorum. Sonuçta salonlar maliyeti çıkarabilecek kadar dolmuyor. Ve muhtemeldir ki bir Türk şirketi olsa çoktan dükkânları kapatmıştı diye düşünüyorum.

Filmi çok ama çok beğeniyorum, filmdeki adıyla Carla Nowak'a hem bir kadın hem de bir öğretmen olarak zaten bayım bayım bayılmış durumdayım. Ve yönetmene ve de tüm oyuncu performanslarına da...

Tüm bunların toplamı da içimde bu filmi bir kez daha izleme duygusu yaratıyor ki bu hayatımdaki nadir durumlardan biridir.

Eğer gerçekleştirebilirsem bu hâli, kendimi o gün,

çok ama çok şımartacağım.

Filmin gözlerime göz yaşı damlaları sıraladığı iki kişilik bir final anı var ki tadından yenmiyor, iki kişilik sahnedeki oyuncu performansları muhteşem...

7 Şubat 2024 Çarşamba

Masaüstümdeki Fotoğraf

Hayatım boyunca, iş hayatım dahil, çalışma masamın üzerinde hiçbir fotoğraf olmadı.

Bugün bilgisayarımın açılış ekranındaki fotoğrafa bilmem kaçıncı kere ve hayranlıkla bakarken bu konuyu düşündüm,

neden?

Ekranımdaki fotoğraf bir kadın, sağ elinde kaldırılmış bir rakı kadehi, sol eli çenesinde ve yüzünde hiç solmayan enfes bir gülümseme,

gözleri pırıl pırıl...

Sakin bir deniz kadar huzurlu, duygusu ekrandan bana geçecek kadar mutlu.

2 Şubat 2024 Cuma

Bence De Oscar'da Yarışması Gereken Bir Film

Yatağımda uzanmışım, dizimde laptop, piyasaları takip ediyorum. Ne hikmet yağdıysa borsamız üç gündür uçuyor. Elbette profesyoneller farkında ama gaza gelenlerin bilmem kaçıncı kere bağırış çağırışları da yakında, diye düşünüyorum.

Bir film var kafamda; bir yanım "Hadi gidelim," diyor, bir yanımsa üşengeç. Yazı turayı, gidelim diyen yanım kazanıyor ki ben de ondan yanayım.

Kazanamamış olsak muhtemelen hile yapacaktık ama bunu sezen Rabbim'in melekleri günah defterim daha da kabarmasın diye, gerekeni yapıyorlar sanırım.

Mesafe ile uygun saatte hazırlanıp çıkıyorum evden, yeni açılan ve fotoğraf çekmeyi ve hakkında yazmayı düşündüğüm mekânda porsiyonu 35 TL. olan su böreği uygun geliyor ve onu sipariş ediyorum, çay hâlâ bedava!

Keyifle istasyona yürüyorum. İlk trene yol veriyorum.

Aslında üstteki hava atma cümlesi; çünkü benim ışıklarımın yeşili tam sönmüşken o kalkıyor ve ben yetişememiş oluyorum.

Peşindeki pek gecikmiyor ve bir koltuğa kuruluyorum.

AVM'deyim, önce biletim diyorum ve iki açık gişedeki sırayı görünce şaşırıyor, bileti internetten alma fikrimi "Boş ver ya," diyerek vazgeçiren öteki bene ayarı veriyorum. O ara üçüncü gişe de açılıyor. Yine çocukların seveceği bir film oynuyor ve benim filmin seansı onlarla çakışmış durumda. Velhasıl sabırsızlık etse de, kuyruktan çıkmayı düşünse de benlerden biri, sabredip bileti alıyorum.

Başka Sinema candan ötedir.

85 Türk Lirası, şu anki yüksekliğiyle bundan kısa süre önce bir film, özellikle de biletleri indirimli olan Başka Sinema filmi için hayal edilebilecek bir fiyat değilken, her şeyde olduğu gibi ona da alıştık diyorum.

Her zamanki koltuğumdayım, ona yaklaşırken sarmaş dolaş bir çifti rahatsız etmek zorunda kalıyorum ki hemen benim komşum koltukları almışlar. Özür dilemeyi düşünmüyor değilim; fırsat ânlarını bozduğum için.

Ve salon beni bugünkü -kısmen kalabalığı- ile şaşırtıyor.


Bir iki fragmanın, bolca reklâmın ardından film başlıyor.

Ohh ne güzel, Afrika coğrafyası, yoksulluk diz boyu ama neşe tavan.

İki genç var, hayalleri büyük.

Ve filmin müzikleri muhteşem.

Diyorum ne keyifli film. Lakin bir süre sonra, "Yaa çocuklar otursaydınız ya oturduğunuz yerde, Avrupa ne iş, ne güzel çalıp, söyleyip eğleniyorduk ve hatta komik sahnelerde ne güzel gülüyorduk. İyi de para biriktirmiştiniz," diye aklımdan geçiriyorum.

Ama gençlik işte, kan kaynıyor. Düşüyoruz mecburen onlarla birlikte yola. Ülkeler geçeceğiz, çöl sıcakları ile boğuşacağız falan ama henüz bunlardan haberimiz yok.

Sanırım kapılıp gidince yazıya, birazcık spoiler vermişim, özür dilerim. Ve yanılmıyorsam film Oscar'da da yarışacak.

Valla Sevgili Okurlarım bu filmle ilgili yazacaklarım bu kadar. Farkındaysanız yönetmen ismi, müzikleri yapanların kim olduğunu falan da yazmadım. Ama hassas izleyiciler için şunun altını çizeyim: Can yakan sahneleri falan da var filmin. Bu filmde bunlar gerekli miydi? Bence daha kısa tutulabilirdi. Peki o zaman film vermek istediği mesaj anlamında gereğini yapmış olur muydu?

Hımmmmmmmm?!

Hımmmmmm?!

"Yanıt veriyorum: Hayır."

Peki bir sinemasever ve dünya meseleleri ilgili biri olarak son tahlilde bu film için ne dersiniz, memnun kaldınız mı?

Muhteşem bir sinema günüydü ve muhteşem, meseleleri derinliğine anlatan ve sonuçta acıyla sevincin ve dostluğun, kısmen abartıların iç içe geçtiği bir film izledim ben.

Memnunum yani!

30 Ocak 2024 Salı

Basit Bir Gün

Üç gündür sanırım nevralji ile uğraşıyorum. Yıllardır görüşemedik kendisiyle ve sanırım özleyen taraf daha çok o.

Boynuma o nasıl sarılıştı dedim önce, sonra yanağıma o nasıl bir öpücük. Arada bir çene ayarı yapıp onun pozisyonunu ofsayta düşürsem de, o pusuda bekliyor ve öğün saatimde gol yağmuruna tutuyordu filelerimi.

Sonra dank etti bana. Yıllar önceyi anımsadım ve içtiğim dozun çocuklara önerilenden bile az olduğunu fark ettim. Elbette telefona sarıldım ve neredeyse bebeliğini bildiğim canım doktorumu aradım ki kendisi enn can arkadaşlarımdan birinin kuzenidir.

Dedi Abi doz bölmene gerek yok, istersen bir öğünde iç. Bu kez doz bölmedim ve üç öğünde birer doz, dedim. Sonra bir baktım ikinci doza kalmadan pılısını pırtısını toplamaya başlamış şahıs. Yemek çiğniyor olmanın dışındaki anlarda bir zararı yok bana, yemek yerken de sadece alnımın sağ noktasında ufacık bir ısırık....

İkinci dozda anladım ki lokantaya gidebilirim.

Gittim, bol çeşitli, tabildot usulü, biraz yokuş çıkmam gereken bir mekân. Mercimek çorbası lütfen, dedim, pirinç pilavı lütfen, dedim, tavuk kızartma lütfen, dedim ve yanlarına kabak tatlısı beni ayartsa ve ikilemde kalsam da cacık ekledim. İki günlük sıkıntı üzerine keyifle yedim. 120 TL'lik  ödememi yaptım ve çıktım.

Fikrimde geniş bir çevre turu atmak var. İşi biraz sallayabilirim yani! Fikrimin sözünü dinledim ve o yamaçtaki ilginç sokakları gezerek kendi mekân coğrafyamdan epeyi uzaklaştım. Sonra geri dönüş için yeteri kadar uzak bir noktadayım kararını vererek bu kez düzlük ve denize daha yakın bir coğrafyanın ara sokaklarının tadını çıkarmaya başladım. O sırada ezan başladı, ses anormal yüksekti ve dedim işte propaganda budur, lakin sesin tırmalayıcılığına ne demeli?! Camiye bir göz attım, görkemli. Hoş bir mimari, ama tüm bu güzelliklere ses ile uyum göstermeyen propagandist bir yönetim anlayışı. Oysa ses bir tık kısılsa, o ses çakıl taşları üzerinden serin serin akan bir ırmak tadına dönecek.

Oradan daha alt, denize en yakın-ana- caddeye indim. Bir türlü gitmek nasip olmayan ve yeni, ve evimize en yakın Migros'un önünden geçtim ve yeni açılan, vitrin buzdolabındaki tatlıları kışkırtıcı mekâna daldım.

Elbette hâlâ alışamadığımız fiyatlar el yakıyordu. O sırada soğuk bir espri zihnime izlerini bırakarak aklımdan geçip gitti ve ben kapıdan içeri girdim.

Çok tatlı bir genç adam karşıladı beni. Ben tatlılara bakarken o bana bilgiler veriyordu. Hakimiyetine ve duruşuna bayıldım ama bunu ona çaktırmadım.

Ve incirli muhallebide karar kıldım.

Porsiyonu küçük bulsam da tatlıya bayıldım. Çay yudumları ile uyumunu sevdim ve zaten eve, dolayısı ile çalışma alanıma çok yakındım ve avarelik için hâlâ zamanım vardı.

O sırada hanımefendi çay bardağımı almak için hamle yaptı. Gülümseyerek o son lokmanın önüne eklenecek son yudum, dedim. Ve o da buna gülümsedi.

Tatlım bitti, sondan bir önceki yudumu tatlımın son kaşığından önce içmiştim.

Kasaya geçtim, tatlı çocuk nasıl bulduğumu sordu, bayıldım dedim. Ödememi yaparken o bana bir lokum verdi.

Kafanızda canlanan tüm lokumları silin lütfen.

Bu bambaşka bir şeydi ve nasıl tarif edebileceğimi bilemiyorum şu an. Bir fotoğrafını çekene kadar sabır. Çaylara para almıyorlarmış, muhallebiye 80 TL. ödedim ve hey gidi günler hey, dedim.

Tüm bunlardan akşam telefonla enn bayıldığım gurmeye söz ettim.

Bu kez onun çekeceği fotoğraflara, konuşmalarımızdan da ilham alarak, daha güzel bir yazı yazarım belki, diye de düşündüm

Kim bilir?!

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP