7 Ekim 2023 Cumartesi

Kapıldım Gidiyorum Seyrine

Neo-noir belirgin bir biçimde kara film unsurlarından faydalanan ama 1940'ların ve 1950'lerin kara filmlerinde bulunmayan, yenilenmiş konuları, içeriği, görsel efektleri veya medyayı içinde barındıran, genellikle modern sinemada ortaya çıkan bir tür.

Neo-noir terimi ilk defa eleştirmen Nino Frank tarafından ortaya atılmıştır, fakat başta yapımcılar, eleştirmenler veya izleyiciler tarafından nadiren kullanılmıştır. Kara-filmlerin klasik dönemi 1940'ların başı ile 1950'lerin sonları arasında tarihlenir. Tipik Amerikan suç draması veya psikolojik gerilimleri ile kara filmler çok sayıda ortak konu ve tema içerirler. Aynı zamanda kendine özgü görsel unsurlar barındırırlar. Karakterler genellikle zorlu bir durumla karşı karşıya kalmış, seçimler yapmak zorunda olan anti-kahramanlardır. Görsel unsurlar low-key lighting tekniği, ışık ve gölgenin ustaca kullanımı ve alışılmışın dışında kamera açılarıdır.

1960'ların başından bu yana, klasik kara-film türünde önemli filmler yapılmasına rağmen, yine de diğer türler üzerinde önemli bir etkisi vardır. Bu filmler genelde kara-filmi andıran tema ve görsel unsurları içerirler. Hem klasik, hem de neo-noir filmler sıklıkla bağımsız filmler olarak karşımıza çıkarlar.

Vikipedi


Televizyondan film ve dizi izleme özürlü olduğumu çevrem bilir, muhtemel ki sevgili okurlarım da...

Elbette kurak bir çöl de değildim ki geçmişte o beyaz cam denen ekranın peşine takılıp gittiğim dönemler de olmuştur.

Lakin yaş kemâle vardıkça ve -daha çok- kitaba yönelmemle birlikte de ekrandan izleme oranlarım yok sayılacak düzeylere düşmüş ve bu süreç sinemalar yeniden ayağa kalkana kadar da sürmüştür.

Bazı kadim sinemalar kapanırken -son kurumsal sponsoru ile- adı Paribu Cineverse olan yapı finansal gücünü de kullanarak ve elbette reklâm alma potansiyeli ile yaşamını sürdürüp beni de sinemaya çekmeyi başarınca...

Ben de bu yeni sinema evrimi ile birlikte televizyonla olan ilişkimin dizi ve film boyutunu soğuttukça soğutmuş ve eski ve kıymetli bir sevgiliyi yeniden bulmanın heyecanını tutkuyla ve coşkuyla, taptaze bir aşk gibi -yeniden- sinemada yaşamaya başlamıştım.

Derken günlerden epeyi yakın bir günde, yani bir iki gün önce, abonesi olduğumuz portalı öylesine kurcalarken Bablyon Berlin ile rastlaşmış, önce afişi ve adı, sonra da yönetmen hanesinde yazılı olan isimlerden biri, o referansla şöyle bir göz atayım derken de dizi, beni benden almıştı.

Çünkü o ad başlangıcı Run Lola Run olmak üzere pek çok filmini izlediğim ve tarzına bayıldığım Tom Tykwer'dır!

Her bir bölümü sinema tadı veren ve senaryosunun temelinin bir roman olduğunu ve yazar Volker Kutscher'in senaristlere her türlü yaratıcı özgürlüğü verdiğini ve dizinin bazı noktalarda romandan ayrıldığını, bunun da izleyiciye kendi kahramanını yaratma fırsatı verdiğini de anlıyorum ilk bölüme göz atarken.

Babylon Berlin izlediğim ve dönemini en iyi yaşatan enfes bir dizidir benim için. Nokta!

Başroldeki iki genç oyuncu Volker Bruch ve sempatik Liv Lisa Fries'in yanı sıra tüm oyuncu kadrosunun oyun güçleri ve nitelikleri açsısından da muhteşemdir dizi. İzlerken ve sürekli ağzımın kenarından sular akarken bir yandan da soruyorum zevkten ölmüş kendime: "Bu kadar iyisini daha önce izlemiş miydin?"

İçimdeki ukala bile sessiz.

Dizilerini uzun süre ihmal ettiğim ve görmezden geldiğim kanal Epic Drama'yı kurcalamaya başlıyorum ve neler nelerle karşılaşıyorum sonrasında... Her bir bölümü film tadında ve genelde geçmiş zamana dair ne diziler ne diziler...

Velhasıl çok mutluyum, bir televizyonkolik olarak da görmüyor ve hissetmiyorum kendimi. Ve ilk kez televizyon ekranı, ekran olmaktan çıkıyor ve kocaman bir film perdesi oluyor benim için.

Keşfimden dolayı çok mutluyum.



Enfes bir polisiye ve acılı ama bir izleyici olarak da bayılınası bir savaş dönemi içinde...

Oyuncusu olduğum bir film tadında...

Orjinal dillerde, alt yazılı bir sinema şöleni yaşıyorum velhasıl!


5 Ekim 2023 Perşembe

Ama Ne Bakkal

05/02/2016

...
Kesinlikle bir rüya. Henüz sabahın erkeni ve sanki kırpıştırmak gerek gözleri. Olamaz. Ama oldu! Yalnız cami ve ev birlikte çok hoş. Çekmeden bırakılmaz. Onların hemen yanında ise "işte budur" dedirten ev. Mavileri asla kaçırmayan, mavi aşkı tavanda birisinin deklanşöründen olmalı kesinlikle. Önce bakkala mı girsek acaba?

Hiç bir müzede, hiç bir objenin önünde olmadığımız kadar vitrininde kalıyoruz. Ne garip ki Karadeniz'in ücra bir köşesindeki de bu da mavi.* Eski bakkalların hepsinde mutlaka mavi var mıdır ki?


Bir masalın kapısını aralayıp da içine girer gibi giriyoruz dükkâna. Kapının hemen yanındaki sobanın başında ısınan bir genç adam var. Üzerindeki montun ambleminden anlaşılıyor ki dışarıdaki araç onun.  Abiyi sevdiği belli. Sobanın üzerinde çay.

Abi çok kibar, ayağa kalktı.

"Bir su lütfen."

İki de meyve suyu alıyorum raftan. Çocukluk gibi. Muhteşem bi an. Daha çok şey almak geliyor içimizden. Bütün paramızı buraya döksek mutlu olacağız gibi. O an duruyorum. İki duygu bir arada.  İnayet kısmına fren yaptırıyorum. An'a yakışmadı.

 "Ne  kadar?"

Şu an hatırlamıyorum ama şaşırtıcı gelecek kadar düşük bir fiyat. 2.25'di, hatırladım. Bir liraları veriyorum ve küsurat için bozuk arıyoruz. İstemiyor. "Misafirsiniz," diyor. Almamakta ısrarcı. Masasının üzerine bırakıyoruz.


"Adın ne abi.?"

"Vahit."

"Abi sakın bu dükkânı bozma, sakın ama."

Gülümsüyor. Niyet etmiş gibi. Sanki sonra vazgeçmiş. İlgi odağı olduğunun farkında. "Fotoğrafını çekebilir miyiz?" diye soruyoruz. Kabul ediyor, alışkın sanki. "Bir yazıda kullanacağım ama! Yayımlayacağım." Havasını atıyor: "Turuncu Dergisi çekti, dergiyi göndereceklerdi güya. TRT çekim yaptı, uğrayan çok oluyor." Amblemli montu olan genci de çağırdı yanına "Gel, sen de çık." dedi, poz verirken. Çekingen geldi diğeri, biraz utangaç. Ama istekli de. Şöhret olmanın dayanılmaz sevinci.

Raflar rengârenk. Bilmediğim markada kekler, bisküviler, çikolatalar, meyve suları.

Acaba lokum ile açık bisküvi de var mıydı?
...



Yazının tamamı: Sen kaç yüzyıldır burada bakkalsın be Vahit Abi

3 Ekim 2023 Salı

Toplu Gösteri

Bulutların üzerinde bir haftaydı sanki...

Yeni insanlar tanıdığım, sonra alıştığım, bir haftanın tamamında rastlaştığım, sohbet ettiğim, çok keyif aldığım, ülke gündeminden sıyrılıp da kendimi İskandinavya'da sandığım...

Ve gündemden baktığımda da cennette bir rüyaydı sanki yaşadığım.


Sadece enfes biletler biriktirmekle kalmadım. Notos'dan okuduğum Epepe üzerinden konuşmalarımız mıydı sebep hatırlamıyorum.

Laf lafı açmıştı muhtemelen, ki ben bir rüya haftadaydım;

Enn Sevdiğim Kadın bana kitaplar öneriyordu Ege'den...

Ve ben yazarların hiçbirini tanımıyordum.

Bir kültür haftasının içinde saklanmış; yaşadığımız hayatın hem ekonomik hem siyasal, hem de mutsuz ortamından azade; üstelik paranın kullanılmadığı, biletlerin bedava olduğu sosyalist bir keyif ve huzur ortamındaydım.

Hafta bitti, cadı püff dedi ve ülkemizin acı gündemine geri döndüm.

Lakin ruhum hâlâ güzel.


Yaşasın panzehirler!

Yaşasın mücadelemiz!

Yaşasın Müzik!



30 Eylül 2023 Cumartesi

Ve Rüya Hafta Biter

Perşembe


Güzel bir akşamüstü ve bir veda gecesi. Spor bir şıklık. İşi kapatıyor, dışarıda atıştırmayı düşünüyor ve biraz erken çıkıyorum yola. Fikrim "Ne yesem?!" diye fırdönüyor. Önce doğrudan trene atlayıp yeme içme işini AVM'de halletmeyi düşünüyorum. İstasyona yürürken de fikrim beni sokak aralarına yönlendiriyor ve "Vakit var!" diyor. Az önce tereyağlı simit ve dereotlu poğaça aldım ve minik poşeti sırt çantama attım.

İstasyona dolana dolana ve ağır aksak adımlarla gitmeyi planlıyorum.

Pazar kurulu, çünkü gün onun günü. Önce kenarından geçiyorum tezgâh yüklü sokakların. Hoş seslerini dinliyorum pazarcıların, istasyondan uzaklaşırken, dağdan gelip denize akan derenin kenarından ana caddeye yönleniyor, ona varmadan da sola ve geriye dönüp pazar şenliğinin içine dalıyorum. Çığırtkan sesler, pazarlıklar, meyvalar, sebzeler arasından aynı ağır adımlarla geçerken; akşamın güzelliğine, kalabalığın enfes senfonisine öpücükler yolluyorum.

Pazar yeri ile vedalaşıp bulvara kıvrılınca da markete girip kendime bir çikolatalı gofret ile kutu Pepsi alıyorum. Sallana sallana, adeta dans eder adımlarla onları götürürken de ışıklardan karşıya geçip istasyona varıyorum.

Ruhum tüy hafifliğinde, ayaklarım yerden kesik, adımlarım avare...

Ve tren gözüküyor.

Enn sevdiğim...

Trenden iniyor, pırıl pırıl akşamüstünün altından ağır adımlarla geçiyor, AVM'ye de sallana sallana varıyorum. Sırt çantam x ray'den geçerken, bana gülümseyen güvenlik görevlisi genç hanımefendi ile iki lafın belini kırıyoruz.

Filme hâlâ vaktim var, sırt çantamda da bir öykü kitabı var. Sinema katında oturuyorum; yuvarlak masalardan birinin, onu çevreleyen deri koltuğuna.

Filme bayılıyorum. Bu kez Malta'dayız. Genç bir çift. Evin erkeği balıkçı; baba yadigarı bir kayığı var. Bir de minik bebeleri lâkin bebenin de ciddi bir bakıma ihtiyacı var; ilaçlar el yakıyor. Genç adam gururlu, minnetsiz ancak ekmek de aslanın ağzında.

Velhasıl şu satırları yazan adam, genç yönetmen ve senarist Alex Camilleri'nin elinden çıkmış, Jesmark Scicluna ve Michaela Farrugia'nın başrolü paylaştığı, görüntü yönetmeni Léo Lefèvre'in çok hoş sahneleri ve John Natchez'in enfes müzikleri eşliğinde bu sıcacık, sevimli, denizli ve hayat gaileli enfes filmin içinde -zevkten dört köşe bir şekilde- eriyor.



Luzzu çok kararında bir film, süresi de ona göre... Dolayısıyla diğer film öncesi bir boşluk bırakıyor ve ben kahve mi içsem noktasındayım.

Düşünürken düşünürken bundan vazgeçiyorum.

Ve bu akşamın ertesi akşamı -yani bugün- için şahsıma hem enfes bir Türk filmi hem de enfes bir film öncesi ya da film sonrası planlıyorum.

Ve o ân için de az sonra izleyeceğim filmin başdöndürücü ritmine ve tadına bayılacağımı henüz bilmiyorum.

Ve hakkında bir kaç cümleden öte kelâm etmeyi de düşünmüyorum.

Çünkü çok katmanlı, karakterleri ilginç, görüntüleri ve mekânları hoş, ritmi güzel, şaşırtıcı, seksi, çarpık, belki çok eleştirilecek, ahlaki anlamda sorgulanacak, belki üzerine uzun uzun düşünülecek...

Kara mizahı; enfes hazırlanlanmış, az süt ve çok az şeker ilaveli koyu kahve tadında bu filme, yani Bir Daha Asla Kar Yağmayacak'a, senaryoya ve anlatıma sanırım sadece ben bayılmıyorum. Çünkü bir kaç kişi dışında filmden kimse rahatsız olmuyor ve uzun süresine rağmen ara dışında da kimse koltuğunu terk etmiyor.


Çok keyifle tadını çıkarıyorum filmin; bir sinemasever olarak... Ve yönetmenler Malgorzata Szumowska ile Michal Englert tarafından senaryosu da yazılmış bu enfes Polonya yapımı filmin keyiften ölmüş ama tavsiye konusunda ceset seyircisi olarak, Avrupa Filmleri Haftası'ndaki seçkiye çok ama çok yakıştığını düşünüyorum ve son isim geçene kadar salonda kalıyorum ki müzik de enfes. Mutlu bir haftanın mutlu son akşamının, oldukça geç bir vaktinde salonu terk ederken; gösterimlerin başından beri sürecin iyi işlemesi için çaba gösteren, takdirlerimi daha önce de yazdığım ve bizzat kendisine de söylediğim hanımefendiye, harikaydınız ilavesi ile teşekkür edip, bu kez elini de sıkarken, enfes bir sinema haftasını geride bırakmış ama tadı hâlâ gülümsemesinde saklı kendime de: "İyi ki sinemaseversin ve bu enfes akşam dahil mükemmel bir haftayı bana yaşattın," diyerek teşekkür ediyor ve ayakta alkışlıyorum.

28 Eylül 2023 Perşembe

Boşuna Kadınlar Gümbür Gümbür Geliyor Demiyoruz

Çarşamba


Ne giyeceğime bir türlü karar veremeyince ve yayına hazırladığım yazının son düzeltmelerini yaparken vaktin daraldığını fark ediyorum. Yazıyı toparlayıp, duş ve traş işini halletikten sonra kendimi sokakta ve hızlı adımlarla istasyona yürürken buluyorum. Bugün gömlek giymeye karar verdim. Trenin üç dakikası var ve istasyondayım. Saati sürekli kontrol ediyorum çünkü film başlamışken salona girmeyi sevmiyorum. Tren göründü ve kısa sürede önümde. Bindim ve meleklerin benim yanımda olduğunu hissettim, yetişebileceğime inancım tam. Çünkü kapılar kapandığında trafik lambası yeşile döndü. Ve şansım her kavşakta benden yana. İneceğim istasyona vardığımızda filme yarım saat var. Yaşasın!

AVM'ye yaklaştım ve bulvarı karşıya geçmek üzereyken alçaktaki ayı fark ediyorum. Yusyuvarlak ve harika görünüyor. Bir an orta refrüjde kalıp fotoğraf çekmek istiyorum ancak kırmızıya takılıp da zaman kaybetme ihtimalini göze alamıyorum. Karşıya geçince daha güzel bir açı yakalıyorum. Bu kez de çantaya attığım küçük makine için hayıflanıyorum; ciddi bir zuma ihtiyacım var. Elbette bunu küçüğe hissettirmiyorum ve görüntüde oluşacak aksaklıkları da umursamıyorum çünkü ay ve bulunduğu yer çok güzel ve bu bir fırsat.

Kader kısmet deyip makinenin kapasitesi kadar zumluyorum ve basıyorum deklanşöre: üç kere...

Nokta kadar da olsa varlığı, hoş bir ânı olarak belki de yıllarca kalacak bu gecede.


İki filme de bayılıyorum, hatta şu ana kadar izlediğim filmler içinde bam teline dokunan, kendilerini soluksuz bir keyifle izleten iki film diyerek ön sıralara çekiyorum onları.

Okul Kızları'nı Pilar Palomero kadın duyarlılığı ile hem yazmış hem yönetmiş. Elleri dert görmesin.

Ben çok ama çok beğendim ki üzerine uzun cümleler kurmayı ne izlerken düşündüm ne de şimdi yazarken. Velhasıl kısa keseceğim: Enfes bir sinema tadı yaşatan, derdini kısa, kestirme bir yoldan derin derin anlatan, normalleşme potansiyeli olan Odun'lara da faydası dokunacak bir kadın filmi.

Giriş, gelişme ve finali müthiş bence! Ergen Andrea Fandos din eğitimi veren, bizdeki İmam Hatip'lerin muadili bir kızlar okulunda öğrenci rolünde ve oyunculuğu müthiş... Ve Annesi rolünde Natalia De Molina var ki başlangıçta kendisine -kızı gibi- kızıyordum lakin ikinci yarıda beni ters köşeye yatırmakla kalmadı, kendisine de hayran bıraktı.

Kadın yönetmen Pilar'sa kelimenin tam anlamıyla ilmek ilmek örüyor filmini ve muhteşem bir finalle de sonlandırıyor.


Ve Signe Baumane. Tanımazdım bilmezdim. Letonyalı bir animatör ve yazar olduğunu film sonrası Wikipedia'dan öğreniyorum. Ve akşamın geç vaktinde ve üstelik enfes bir filmin ardından -yine kadın elinden çıkmış- bu kez muhteşem bir animasyon izliyorum ki standartlara vurduğumuzda süresi bayağı uzun. Gelin görün ki ince mizahı, bilimsel açıklamaları beyin üzerinden esprili bir şekilde anlatıp aynı zamanda beynin içindeki kimyasal değişimleri de gösteren enfes bir akışı var filmin. Komik üstelik. Ve kadın erkek ilişkilerini ve hallerini pek güzel anlatmakla kalmıyor, bizi Sovyetler Birliği'ne dahi götürürken finalde de tam anlamı ile ters köşeye yatırıyor ki şu âna kadar yazdıklarımın içinde filme dair pek çok güzel ân, espri ve olay yok. Çünkü iki film üzerine kısa da olsa yazmayı düşünmemiştim. Afişlerinin arasına tek bir cümle yazıp bırakacaktım ki yine durduramadım klavyeyi...



27 Eylül 2023 Çarşamba

Belgeselin Tadı Ve Molenbeek Tanrıları

Salı


Bu kez başarıyor ve yola biraz vakitli çıkıyorum. Tren keyifli ve uygun istasyonda bir kez daha iniyorum. Çünkü akşam sinema çıkışlarında kapalı bulduğum Derin Pastanesi'ni zorunlu olarak -hayal ettiğim tadı alamayacak olsam da- gündüz yaşamak zorundayım ve bunu istiyorum. Bu ben için yeterli mi? Tabii ki hayır. Sinema keyfiyle çıkılmış ve geceye varan saatte ay ışığının altında, sokak lambalarının sıcaklığı ile uykuya sönmüş ev ışıklarının gölgesinde ve özellikle, onun ancak bir tane olmak kaydıyla dışarı atılacak masasında, sadece ama sadece bir köpüklü Türk kahvesi hayalim var. Onu höpürdetirken ay, küçük ahşap masa, gecenin sessizliği ile uykuya sönmüş evler ve kahve ile sohbet edip, izlediğim filmleri onlara da anlatmak istiyorum.

Gecenin serini özgür; istediği anda konuya girebilir.

Lakin bu hayalin gerçekleşemeyeceğini net olarak anlamış ve deneyimlemiş ben bu kez Tren'den iner inmez ona yöneliyorum. Müşteri beklemekten sıkılmış bir genç kız, telefonda. Beni fark edince ara veriyor ki o arada ben de minik pastanenin ürünlerine göz atıyorum.

Bir butik üretim diyebiliriz, ekmek çeşitleri de o tarz.

"İki elmalı pasta lütfen,"


Onları sokak aralarının keyfiyle götürüyorum. Kıvrıldığım iki taraflı olup da 25 metre aşağıda birleşen yol ilginç. Çünkü aralarında her türlü meyva ve sebzenin olduğu alçak tel örgülerle çevrili tam anlamıyla köy tadında bir bahçe var. Muhtemel ki tapulu ve muhtemel ki belediye ile de mahkemelik. Derme çatma çardaklı masada da iki abi; sürekli rastlaşıyoruz ve bir sohbet çok uzak da değil ve sanki semaverden çayları eşliğinde konuşacağız meseleyi.

Sallana sallana, D.S.İ'nin kadim, tertemiz, çiçekli ve ağaçlı ve kocaman bahçesinin kenarındaki kaldırımdan gittikçe denize yaklaşarak yürüyorum. Işıkları geçtim, AVM'ye yaklaşırken de x ray'de ötecek her şeyi sırt çantama tıkıştırdım ve sinemaya giriş; görevli genç hanımefendi ile klasik ve gülümseyen selamlaşma.

Filme vakit var, ayak sürüyerek çıkıyorum katları.

Ve işte, önceki yazıda kısa bir paragrafla gözlemlerim üzerinden kendisinden söz ettiğim hanımefendi orada.

Gülümseyerek yaklaşıyorum, blogdaki cümlelerimi bu kez düzelterek ve ek iltifatlarla birlikte kendisine söylüyorum. Çünkü öncesinde kendisinin Samsun Sinema Topluluğu adına mı burada olduğunu sordum ve bizim Ticaret Odası'ında müdür muavini olduğunu öğrendim; bu çok başarılı etkinliği onlar, yani Samsun Ticaret Odası olarak üstlenmişler ve bence çok doğru bir tercihle de hanımefendiyi görevlendirmişler. Sürekli gülümseyen ve her soruna yetişen tavrının hoşluğunun altını bir kez daha çizerek, şahsında bu etkinliğe katkı veren herkese teşekkür ediyorum.


Film tadında bir belgesel Wild Amsterdam! Olağanüstü keyifli, gümbür gümbür müzikler gösterim boyunca aralıksız var. Filmin egemen oyuncuları aklınıza gelebilecek her türden hayvan. Bize şehri gezdiren rehberimiz, bir anlamda sunucumuz, bir kedi. Çok tatlı, konuşkan. Çok da başarılı bir rehber; ne var ne ne yok, kim kimdir her şeyi ama her şeyi o anlatıyor. Bir yanda enfes Amsterdam manzaraları, öte yanda yüzlerce çeşit hayvan manzaraları... Kamera inlerine bile giriyor desem yeridir. Ve kimbilir ne kadar da zahmetlidir bu çekimler diye düşünmeden durmak da mümkün değil. Salonda çıt yok. İki genç arkadaşım arka sıramda, yazılarımı okuduğunu söylüyor. Kendilerinden söz etmiş olmamın altını da çiziyor. O arada nehre giren kepçeler çok sayıda hatta ardı kesilmeyen sayıda bisiklet çıkarıyorlar ki sunucumuz bunun yıllık toplamının 12.500'ü geçtiğini söylüyor. Zaman nasıl geçiyor anlamıyoruz, elbette bu enfes Amsterdam gezisine hepimiz bayılıyoruz. Ama en hoş tarafı hayvanlara tanınmış özgürlük, sanırım dünyanın bir başka kalabalık şehrinde, insanlarla içiçe bu türden bir çeşitliliğe rastlamak olası değil derken müziklerin altını bir kez daha çiziyorum ve bu muhteşem işi -başarıyla- çıkaran başta yönetmen Mark Werkerk olmak üzere, yazım ekibindeki Trui van de Burg, Slyvia Witteman, Mark Werkerk özelinde emeği geçen herkesi yürekten alkışlıyorum.


Bu kez iki film arası 20 dakikayı buluyor. O halde ufak çapta bir atıştırma uyar. El yakan fiyatlar nerede durur meçhul. Mekânlar o yüksek kiralara dayanabilir mi? Çok uluslular hariç yerellerin şansı bence zor. Çünkü her zaman tıkış tıkış olan, masa bulunamayan kattta iğne atsam, canı nereyi isterse oraya düşer.

Ve yeniden salon. Bir kez daha göçmenler ve ilticacılar meselesi. Kaçınılmaz olarak düşünüyorum, acaba Avrupa'lılar nasıl etsek de -en azından- bunların işimize yaramazlarından kurtulsak tavrıyla mı bu filmleri yapıyorlar diye... Çünkü kötücül yanım bunların güleryüzlü bir ayartma olduğunu söylüyor bana... Lakin derdim filmi yapanlar değil, onların gerçekten insan odaklı baktıklarını ve niyetlerinde samimi olduklarını düşünüyorum. Siyasilerin de bu nimetten güleryüzlü bir tavırla ama inceden inceden halklarını -en azından bir kesimini- kışkırtmak ve mülteci karşıtı bir ortam yaratmak adına yararlandıklarını varsayıyorum.

Bu arada genç arkadaşlarımla antrakta hangi filmleri daha çok sevdiğimizi konuşuyoruz.

Açıkcası bu film benzer konudan üçüncü film olması sebebiyle beni heyecanlandıramıyor. Molenbeek Tanrıları bir ortak yapım, Finlandiyalı yönetmen Reetta Huhtenen aslında başarılı ve iyi bir film yapmış, hakkını yememek lazım... Lakin arızalı olan benim!

Tüm bu kötücül düşünceler çiçek açmasaydı zihnimde, belki farklı cümleler de kurabilirdim. Ancak biliyorum ki bu dünya, siyaset yapıcıları ve politikacıları nedeniyle o eski hümanist dünya değil.

Tahmin ettiğiniz üzere yoldayım... Güzel sözler söyletecek filmler umuyorum!

26 Eylül 2023 Salı

Kehribarla Çıkmak Ve Soğuk Savaş

Pazartesi


Filmin orjinal adı Dating Amber. Bir fikrimse yok. Açıkcası merak da etmiyorum! Etki altına alınmamış saf bir akılla ilişki kurarken, filmlerden aldığım hissi saf kelimelerimle yazıya dökmeyi seviyorum. Bu filmin de beni çeken yanı İrlandalı olması. Sevdiğimiz bir ülke. Misal bilet alma aşamasına geldiğimiz dünyanın en özel beş tren yolu hattından İsveç-Norveç coğrafyasında olanına karar verdiğimizde başlayan, karantina zorunlulukları nedeniyle de iptal etmek zorunda kaldığımız, Danimarka üzerinden İrlanda'ya da varacak bir planımız vardı. W.B. Yeats'in derlediği İrlanda Masalları, Anna Burns'ün tarafımdan çok beğenilen romanı Sütçü, Enrique Vila-Matas'ın Dublinesk'i bu sevginin bir ürünü olarak okunan kitaplardı.

Ne şanslıyım ki enn sevdiğim kadın da içimizdeki bir "İrlandalı"!..

Yeşilyurt'a vardığımda filme vakit var, üstelik sokak aralarının tadını çıkararak gelmişim. Migros'tan bir kola ve tatlı atıştırmalıklar alıyorum. Elbette sırt çantamı x ray'dan geçirirken görevli hanımefendiye gülümsüyor, kolay gelsin diyor ve hoş geldiniz'ine hoş bulduk yanıtını veriyorum.

Salona geçmeden hoş masalardan birine oturup kolamı içtim. Üç gündür dikkatimi çeken bir hanımefendi var, Samsun Sinema Topluluğu'ndan mı acaba diye düşünüyorum. Son derece güler yüzlü ve her soruna yetişmek için müthiş bir çaba gösteriyor. Kimsenin üzülmesini istemeyen bir bakış açısına sahip. Müthiş bir şefkatle herkese yetişiyor, insanları bir misafir gibi karşılıyor ve yüzünde asla bir yorgunluk ve bıkkınlık emaresi yok. Sanırım bu samimi ve serzeniş içermeyen hoşgörülü tavır gelen herkesi de etkiliyor.


Film genç. Henüz lise öğrencileri. Pek enteresan ergen örnekleri desem alınırlar mı bilmiyorum. Yeni nesil çocuklar ve doğal olarak da pek çok engeli kendi dünyalarında aşmışlar. Komikler. Elbette cinsellik başta duman. İki ana karakterimiz var: Eddie (Fionn O Shea) ve Amber (Lola Petticrew).

İkisine de bayılıyorum.

Aralarındaki ilişkiye de...


Filmin ana teması gençlik sorunları, lakin cinsiyet ve cinsel tercihler durumu da söz konusu. Elbette filmde bazen aşırıya kaçan gençlik şaklabanlıkları da mevcut. Doğa zaten çok güzel. Yönetmen David Freyne müthiş yazmış ve yönetmiş.

Konuya yaklaşımı muhteşem.

Film genel izleyici tarafından nasıl nitelenir bilmiyorum. Dünyanın her toplumu için netameli bir gerçekliği dozunda kullanmakla kalmayıp mizahla da sevimli kılan, gerçekliğin altını ortalığı pek ayağa kaldırmadan ama muhafazakâr bazı insanları da düşünmek zorunda bırakacak bir üslupla çizen ve yöneten David, ölesiye alkışlanır.

Ve kendisi tüm bunlara rağmen -muhtemelen- dünyadaki her toplumun önemli bir kesimi tarafından da elden gelse yakılır.

Ancak bir yanıyla da öyle ince ve güzel bir senaryo, filme öyle güzel aktarılmış ki izleyecek -en azından- daha aklı selim kesimleri durup bir düşündürteceği, bu hali bir gerçeklik olarak görüp kısmen de kabullenip hoş görebilme noktasına taşıyabileceği olasılığı da var.

Bence erkek dünyasına dair sertlikleri, bazı durumlarda anne baba olmanın zorluklarını ortaya koyarken çıkış yollarını da gösteriyor David. Yalnızca doğanın güzelliklerini, çocukların çok eğlenceli çılgın tavırlarını bir fon olarak kullanmıyor filminde, geleneksel erkek sertliğini askerler üzerinden de pek güzel seriyor, gözler önüne. Bazı simgeleri, mekânları kullanarak o kadar da değil noktasında yaptığı göndermeleri, etkili ve etkileyici.

Velhasıl-ı diyeceğim o dur ki, içinde pek çok öğrenci, daha doğrusu genç uçuklukları ve çılgınlıkları barındıran bu filmi izlemek bir zaman kaybı değil bence... Aksine bazı zihinlerin anormal buldukları doğuştan gelen bir hali; onların da insan, hem de normal bir insan oldukları noktasında anlamaları açısından bir adım da olabilir!

Özellikle çocukları olan anne babaların bazen sert, bazen nahif, bazen komik, bazen hüzünlü bu filmden alacakları epeyi de ders var; hayat bu kime neyi göstereceği belli olmaz!


Cold Case Hammarskjöld Mads Brügger tarafından yazılmış ve yönetilmiş, muhteşem görüntülere sahip ve soğuk savaş yıllarındaki önemli bir olayı anlatan, içeriğini bildiğim ama kendisinden haberdar olmadığım etkili bir belgesel. Fakat ilk yarıyı zar zor bitirdim, çünkü kendimi uyurken yakalıyordum. Konuyu ve uzun yıllar önce yaşanmış olayı ve tüm siyasal gelişmeleri bildiğim için ikinci yarı öncesindeki arada sinemadan ayrıldım. Uçak yolcularından biri çok önemli bir şahsiyet, adını ve ünvanını vermiyorum. S.S.C.B, A.B.D çekişmelerini bilen ve soğuk savaş yıllarına ilgi duyanların Afrika coğrafyasındaki bu düşen mi düşürülen mi uçak ve ardındakiler meselesini, okumalarını ve bulurlarsa film olan bu belgeseli izlemelerini öneririm.

Bense şu anda sinemaya doğru yürüyorum.

Görüşmek üzere...

25 Eylül 2023 Pazartesi

ÜçüBirYerde

Pazar


Bu kez endişem son trene yetişememek; film haftası başladığından beri zaman konusunda bir tereddütüm var. Üstelik kurumların çalışma saatleri göz önüne alınarak hoş da bir düzenleme yapılmış; çalışma günlerinde 18:30 ve 20:30 olmak üzere iki, hafta sonları için de 16:30 ilavesi ile birlikte üç seans var.

İlk gün sondaki filmi trene yetişemem düşüncesiyle bırakmış, sonrasında pişman olmakla birlikte üzülmüştüm de... Durumu filmlerle birlikte çok renkli ve keyifli bir telefon konuşması esnasında anlattığımda, filmin bitiş saati itibariyle trene rahatlıkla yetişebileceğimi anlıyorum. Aslında sinemadan eve kadar yürüyebilirim de...

Ve bu akşam için kararlıyım!

Günün ilk filmine ucu ucuna yetişiyorum, çünkü evde oyalanıyorum. Karnım aç ve izleyeceğim üç film var. Film araları da çok kısa, o halde AVM'deki Migros'a hücum, nevaleler sırt çantasına. İlk ürünü, ödemeyi yapmanın ardından ve Migros'dan çıkar çıkmaz tıkınmaya başlıyor ve hızlı adımlarla yürüyen merdivenlere ulaşıyor, her katta aktarmalar yaparak, bir sonrakine hızlı adımlarla vararak en üste, sinema katına ayak basıyorum. Bu süreçte ancak bir böreği götürebiliyorum, ikincinin de üçte birini... Artık salondayım, D-6'ya konuşlanıyorum.

Ve ilk film başlıyor.


Oskar & Lilli güzel film ancak bana bir festival filmi tadı vermiyor. Yine de öyle hissetme modumu devreye alıyorum. Yanlış anlaşılmak da istemem, filmi seviyorum; küçük oyuncuların performansını alkışlıyor, kendilerini sevimli de buluyorum. Ama evde bir nine var ki içinde bulunduğu hastalıklı duruma ve yaşına rağmen klas bir kadın olduğunu göze sokuyor ve muhteşem çılgınlıkları yaramaz çocuk tadında. Çok satan bir roman uyarlaması olduğu konusunda bilgim de var ve kitabı okumamış olmam izlemem noktasında film lehine bir avantaj; çünkü Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'nin dışında suyunu sıksam kitabını okuduğum 5 roman uyarlaması film sayamam. Başarılı bir uyarlama olduğunu bana hissettiren filmi günün sonunda, ikircikli bir hâl içinde olsam da, Avrupa Filmleri Haftası'na yakıştırıyorum ve ikinci film öncesi verilen temizlik arasında da sırt çantama el atıp açlığımı pek güzel yatıştırıyorum.

Oynayacak filmse -daha başlamadan- coğrafyası ve geçtiği kadim dönem itibariyle beni benden almış durumda!


Hayallerim büyük ve yere basıyor. Beni bana mahcup etmeyeceklerinden adım kadar eminim ve diğer Baltık ülkeleri gibi onun da hayranıyım. Afişi görene kadar da filmden haberim olmadığı gibi içerik konusunda da tam takırım.

Fikren böyleyim ama kendime yakın insanlarda olduğu gibi eşyalara, kitaplara, filmlere karşı da tavrım her zaman net. O nedenle de bana herhangi bir konuda danışıldığında ne ile karşılacaklarını bilir ve göze alır sevdiklerim.

Filmse benden bir şekilde haberdardı, açılış sahnesiyle birlikte beni salonda aradı, buldu ve göz göze geldik. O ilk bakışmayla da bütün geriliminden sıyrıldığını ve rahatladığını hissettim.

Sonrası çorap söküğü gibi bir neşeydi.

Bir eczacı genç adam. Usta çırak ilişkisini tatmış, yakışıklı. Ve eczacılığın yanı sıra da şerif yardımcısı. Muhtemelen siz de şerif tanımlamasının zaman, mekân ve geçtiği çağ itibariyle bu filmde işi ne diye düşüneceksiniz. Bir çeviri hatası mıydı bilemedim; süreç içinde de benimsedim. Sanırım bu arada bir polisiye olduğunu da açık ettim.

Mekânlara bayılıyorum. Görüntü yönetimi muhteşem. Filmin her ânına -kıyafetler dahil- hakim olan renkler, tonları, binalar, evler, geniş açılı çekimler, ışık dahil her şey bayılınacak derecede güzeldi ki şüpheye de düştüm.

Gördüğüm alanların tamamı gerçek miydi?

Yoksa bir takım teknik hileler mi kullanılmıştı diye derinlemesine inceledim ama anlayamadım. O kadar dahildim ki filme... ve aldığım keyif o kadar zirveydi ki bahsettiğim şeylerin hiç biri süreç boyunca umurum bile olmadı. Ama tüm bunlar fena bir şeye sebep oldu: o ülkede olma isteği.

Elbette bu filmde aşk olmalıydı; vardı ve pek hoştu. İçimdeki ukala "Ama bunlardan daha önce gördük, masal ve öykü kitaplarında okuduk," diye baş kaldırsa da onu iki kelâmla gömdüm.

Eski Estonya'yı da çok sevdim. Kadınları ne güzel dedim mi emin değilim, ama demiş olabilirim!

İlk kez bir filmini izlediğim Elmo Nüganen'in tarzını ve oyuncu yönetimi ile birlikte kullandığı kamera açılarını, özellikle filmin ışığını ve renklerini, çok çok beğendim. Ve akabinde de coğrafyadan çok uzaklaşmayarak üçüncü film için ânılarımdaki yeri çok özel penfriend'im Anne nedeniyle kıymeti çok çok fazla Finlandiya'ya doğru yola çıkıyorum. Aradan sonra ve film başlamadan önce varıyorum.

Yarının (yani bugünün) biletlerini almalıyım.

"18:30 için D.2, 20:30 için D-6 lütfen."


Mevsim kış. Salon serin. Dışarıda yaz. Konu seçkideki bir kaç filmle benzer; göçmenler ve ilticacılar meselesi. Sanıyorum Avrupa Filmleri Haftası gösterimlerinin temel amacı bu. Gaye bir farkındalık yaratmak mı yoksa bakın biz ne kadar iyi insanlarız göndermesi mi, pek anlayamadım ama duruma yine de razıyım.

Bir baba kız, İran'dan uzamışlar. Yolları bir şekilde Finli abla ile kesişiyor; bir rastlaşma. Finli abilerin yabancı ile ilişkileri başlangıçta soğuk olsa da sonrasında anlayışlı ve iyi kalbi. Bu arada senaryo bu iki kitleyi birbirine yaklaştırıyor. Bir de sauna keyfi yapıyorlar. Aslında ilk filmde de koruyucu anneler var, çocuklar için evlerindeki adamı kapıya koyacak kadar iyiler.

O filmlere dönmüşken, en üsteki filmin final bölümünün çok şahane olduğunun altını da çizeyim.

Tekrar Finlandiya'ya dönersek, valla hayatları bizden fakir, bir iş bulup da çalışmazlarsa eyvah. Ama kadınlarının özellikle, -bazı- başka ülke erkeklerine karşı ilgili, tanıyıp güvendiklerinde de nasıl tutkulu olduklarının altını çizebilirim. Hatta şahidim bizzat film bile olabilir.

Bu ne şimdi denebilme olasılığı olan Aurora'yı ben beğendim; genç kadının ruh halini sevdim ve anladım; ama her odun bünye böyle bir karakteri benimseyip taşır mı emin değilim. Yönetmenin ve senaryonun oluşturduğu ve bende bile kaygı ve heyecan yaratan finali çok çok beğendim: Resmen içimizi önce yakıp sonra tongaya bastırdılar.

Sonuç itibariyle güzel bir sinema akşamı daha kattım bünyeme. Tren taymingimse süperdi, sanki randevulaşmıştık, uzun düzlüğü yürüyüp sola dönüp de istasyonu gördüğümde o yanaşmakta ve durmak üzereydi, kartımı okuttum, turnikeden geçtim ve ilk kapıdan bindim; o hareket ettiğinde ben hiç zaman kaybetmemiş oldum. Üstelik bir genç ondan uzakta olmama rağmen beni fark etmediği için özür dileyerek yerini vermek istedi; dedim emekçi genç sen yorgunsun benim yolum yakın, çok teşekkür ederim. O ısrarcı oldu ve belki kırılır diye kabul edip oturdum. İnerken de -bu zamanda az bulunur- tavrı nedeniyle teşekkür ettim.

Akşam sinemadayım. Yarın görüşmek üzere...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP