11 Mayıs 2010 Salı

Görülen Lüzum Üzerine!

Çerçeve içindeki metni 2005 yılında uzunca bir mektubun içinde yazmıştım. Sonra ondan bir blog yazısı yapmıştım, geçen yıl... Yazıda kastettiğim, bütün görevlerinin dışındaki yalın bir insandı. Sadece yaşamındakilere karşı sorumlulukları olan bir insan... Yani yığınların gücünü arkasına alarak, onların umudu olarak bir takım makamlara gelmiş insan değil; kendi mahreminden sadece kendisi sorumlu, yanlışlarının verdiği zararlar sadece çevresi, ailesi ve kendisiyle sınırlı bir insan.

Kopan gürültüye baktığımda gördüğüm iki yüzlülüğe, kıvırtmaya, ahlaka dönük olarak; çok sert cümleler içeren bir yazı yazmayı düşünmüştüm. Sonra, " Aynı olay rakibiniz biri tarafından yaşanmış olsaydı, tutumunuz ve dillerinizden dökülenler ne olurdu? diye sormak geldi içimden, herkese... Yaşananın gerçek olduğunun altını çizerek.

Kendimizle ilgili yaşadıklarımıza, üzüntülerimize, yıkıntılarımıza ya da aldığımız kararlara yarattığımız gerekçeler: Kendi haklılıklarımızdan baktığımızda çoğu zaman bize doğru gelse de, bu kararları almamıza neden olan bilgiler, sonuçta kendi benliğimizin oluşturduğu duygularla yorumlanacağı için, onları çoğu zaman işimize geldiği gibi, ya da kendi haklılığımızı görmek istediğimiz pencerelerden bakarak, kendimize uygun elbiseleri yaratıp giye(bilir)iz. Bunların arkasındaki (doğru!) gerçek, bizim zannettiğimizden ve aslında bilip de görmek istemediğimizden çok farklı olabilir. Her zaman ve de çoğunlukla, yarattığımız gerçekliklerimizi onaylatacağımız, ruhumuzu sevip-okşayıp rahatlatacak bir insan kitlesini bulabiliriz. Aslında, çoğu zaman konuşmak için onları biz seçeriz. Bu hâl; bireysel olarak bizi tatmin edebilir ve bir rahatlama, lehimize bir kazanım sağla(yabili)r. Çünkü onaylanma duygusu bazen, (doğru) gerçeklerden daha değerli olabilir ve bu sonuca ulaşabilirlik kolaydır. Zor olan; doğruyla kendi yarattığımız gerçekliklerimiz arasında çelişkiler yaşarken (doğru) gerçekle yüzleşebilmektir. Yaşananları bir durum kabul edip, kendimizin de hatalı ve yanlış olabileceği tarafından bakabilmektir. Bütün olasılıkları didik didik edebilmektir. Konuşmaktır. Görüş ayrılıklarını, farklılıkları, bakış açılarının yaşanmışlıklarla doğru orantılı olarak değişiklikler gösterebileceğinin doğallığını kabul etmek, onlara saygı duymak, sessiz kalabilmeyi becerip, uygarca bir çözüm üretilemiyorsa kırıp dökmeden yolları ayırabilmek ya da çözümlere ulaşabilmektir. Karşıdakilerin de kendince doğruları, duyguları, sevgileri olan; en azından kanlı canlı insanlar olduğu gerçeğine saygı duyarak.


İlk günden itibaren, "en azından bu kez" diye beklemiştim. Bu kez gerçekten ötesinin hesabını yapmadan, çıkar ve adam gibi, onurlu bir insan gibi konuşur diye ummuştum. Bu güne kadar belagatine güvenip eğip büktüğü kelimelerle yıllarca oyaladığı, kandırdığı; sığınacak bir yer arayan, rejimin değişeceği algısı sürekli kafalarına çakılan, bu temel korkularla sürekli diken üstünde tutulan, yıllarca tüm saflıklarıyla ona inanmış insan kitlesinden özür diler; olayın iki yanındaki iki kadını savunur, onlara ve yaşadıklarına sahip çıkar, yayın ahlaksızlığını kullananların, mahremiyet üzerinden vuranların çirkinliğinin arkasına hiç saklanmadan, akıldışı suikast iddialarını hiç malzeme yapmadan, hayatının en delikanlı konuşmasını yaparak tarihte hiç değilse son hareketiyle olumlu bir yer tutma akılcılığını gösterir sanmıştım. Ama o, üzerinde oluşturduğum yargıların gereğini yaptı.

Kendi kariyer planlaması; ağzından dökülen her sözcükten buram buram anlaşılıyordu. Zaten tüm siyasi hayatı boyunca; ne yoksullar, ne gençler, ne işçiler, ne kadınlar, ne çocuklar, ne kimsesi onun derdi olmamıştı ki... Varsa yoksa kendisiydi. O bir yavuz hırsızdı. İki yüzlüydü. Yok ettiği rakiplerine uyguladığı metodlar, son kongrede rakibi olan kişiye eşinin ve çocuklarının yanında yaptığı kongre konuşması, yeteri kadar pornografik çirkinlikler taşımıyor muydu? Kendi burnunun ucundan ötesini görmeyen, umursamayan bir ahlakın temcilcisi olarak; o partiden umut bekleyen, varları yokları o parti olan insanların duygularını sürekli iğfal etmemiş miydi? Bari adam gibi, yiğitçe, inandırıcı, apaçık ve son kez bir konuşma yapsa da hayatımda ilk kez opsiyonsuzca, şerh koymaksızın alkışlasaydım kendini... Zaten yoktu, yok hali de ufalıp yok oldu. Onurmuş... Hıh!

Pensilvanyalıyla ona F tipi mutluluklar dilerim, çarşaf açılımından sonraki pratik çözümü başarıya ulaşır ve onların desteğiyle ve okey arkadaşlarıyla saltanatını devam ettirir umarım. Ben partinin adı ve tüzel kişiliği için üzülüyorum, o adam benim eğlencemdi ve hiç yanıltmadı beni.

İstifayı gerektiren bir şey yaşandıysa, "olayın açığa çıkmasına gerek var mıdır, ahlaklı ve 'dürüst' bir insan için?" diye, hala savunanlara ve onu parlatmaya çalışanlara sorası geliyor insanın!

Ben, bu kadarını beklememiş ve tahmin edememiş olsam da, genel tavrına hiç şaşırmadım. Üstelik çok da güzel bir esprim var -onu kastetmediğim halde- bir yanlış yoruma sebep olup da kadını incitmemek adına es geçiyorum.


Görsel: La Loba

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Öykü Çığırtkanı -ı-

Çok çok azı deha, çok azı usta, birazı yetenekli ve daha azı da yatkın doğar… ben sonuncu sınıf bir öykücüyüm. Alçakgönüllülük filan değil; okuduğum ve hala okumakta olduğum bunca kitap bunun böyle olduğunu söylüyor bana.

Yoksa masamın başında yaklaşan seçimler adına bir öykü yazmak için böylesine kafa yorup durur muydum?

İstediğim de; bana özgün düşünceler olsun yazdıklarım…

Gel gelelim, inadım inat; beni yaz beni yaz, diye kafamın etini yiyen “Kötü yöneticiler oy kullanmayan iyi yurttaşlarca seçilir” diyen o Fransız atasözünü yazmayacağım… Ama boşuna direnişim, kendime sık sık yinelediğimi söyledim yine: öykücü geçiniyorsun ama… ama da kalıp morarmaya başladım. Evet ben olsam olsam sonuncu sınıf bir öykücü olabilirim. O bile değil: öykü çığırtkanı… İşte bu, gerçek mi gerçek yakıştırma hoşuma gitti. Yakıştı, dedim. Bir eski çağ filozofunun “Oylar sayılmalı değil, tartılmalı” ve Platon’un “Siyasetle ilgilenmeyen aydınları bekleyen kaçınılmaz sonuç cahiller tarafından yönetilmeye razı olmaktır” sözlerini sıralayarak rahatça bağırabilirim:

“Duyduk duymadık demeyin… Ey, seçimlerden sorumlu kurullar, seçmenler, sandık başı görevlileri, seçimden önce “Sandık Gözlemcisinin Uzun Günü”*“Duyduk duymadık demeyin… Ey, seçimlerden sorumlu kurullar, seçmenler, sandık başı görevlileri, seçimden önce “Sandık Gözlemcisinin Uzun Günü”* birkaç kez okunacak!.. Okuyanlar okumayanlara okuyacaklar!..”

Şimdilik, (Öykü Çığırtkanlığı adına) o kitaptan sadece bir paragraflık alıntı yapacağım:

“Gerçekten de, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen sürede oy vermenin zorunlu olmasından sonra hastaneler ve yoksul yurtları Hıristiyan Demokrat Parti’nin oy depoları görevini yapmaktaydı; özellikle Cottolengo’daki seçim sırasında, doğuştan geri zekalılara, ölüm döşeğindeki yaşlı kadınlara, damar sertliğinden her tarafı tutulmuş felçli adamlara veya herhangi bir nedenle aklını kullanamayacak durumda olanlara oy verdirildiğine çok rastlanırdı. Bu olaylar yüzünden, gülünçten acıklıya kadar çeşitli fıkralar uydurulmuştu: Oy pusulasını yiyen seçmenler, elinde bir kağıt parçasıyla kabine girince kendini helada sanıp işini görenler ya da ‘Bir iki üç, Quadrello! Bir iki üç, Quadrello!’ diye liste numarasıyla adayın adını koro halinde yüksek sesle söyleyerek içeri giren azıcık daha kafası işleyenler…"


Ekmel DENİZER


*CALVİNO, İtalo, “Sandık Gözlemcisinin Uzun Günü”, YKY, Çeviren: SAYIT, Semin, s. 11,12

9 Mayıs 2010 Pazar

Ejderhanı Nasıl Eğitirsin

Sonda söyleyeceğimi başa almalıyım ki, filmin sonunda içimden gelen ve engel olunamaz alkışlama arzusunun önüne koyduğum fren, daha iyi anlaşılsın. Reklamın çok da hoşuma giden sloganını bu film için tekrarlarsam -ki bundan daha iyi bir ifade ediş bulmam olası değil- animasyon dünyasında "daha iyisi yapılana kadar en iyisi bu!"

Tüm animasyonlar içinde Ratatouille'un yeri gönlümde her zaman farklıdır, Yukarı Bak yani Up da, Oscar almadan önce gönlümüzde taht kurmuş, bizden hakettiği ödülü peşin peşin almış, çok başarılı bir filmdir. Her ikisinin de hikayesi sağlamdır ve gönül telini titretirler. Bir yandan yüzünüze tatlı tebessümler yerleştirip kahkahalar attırırken, bir yandan da anılarınızda dolaştırıp duygulandırırlar.

Bir sürü övgüyü ard arda sıralayıp gönlümüzün baş köşesine oturttuğumuz onca filmin önüne geçerek, ittifakla animasyon listemizde nasıl bir numara oldu bu film dersek: Öncelikle çok sağlam bir metin üzerine kondurulduğunu, filmin birinci sahnesinde anlıyorsunuz derim; daha önce yazılmış bir kitabı olduğunu ve filmin bir kitaptan uyarlandığını bilmiyordum açıkcası, dolayısıyla "sağlam bir metin üzerine oturtulmuş" gözlemim, tümüyle saf bir izleyici algısıdır. Öte yandan filmin son derece dinamik bir sinema dili, Avatardan daha muhteşem bir görselliği, ekstradan şahane bir hikayesi, diyaloglarında da olağanüstü bir ritm ve dolgunluk var.

TRT ekranlarından Vikingleri hatırlayanlar bilirler ki, akıl ve kaba güç arasındaki farkı ortaya koyan hikayeler üzerinedir dizi... Viki; sorgulayıcı olmanın, analitik düşünmenin, uzlaşarak ve akıl yoluyla çözüm üretmenin temsilcisidir. Baba da, hızlı kararlar alan, sorgulamayan, öfkeye teslim bir kaba gücü simgeler. Bu filmde de, yine Vikinglerin reisi bir baba ve geleneğin dayatmalarıyla kendi düşünce ve ruh yapısının seçimleri arasında sıkışmış, Viki benzeri, adı Hıçkıdık olan bir oğul var; ve bu yapı ister istemez -bilenlere- o benzetmeyi yaşatıyor.

Çizgi dizi Vikingleri çağrıştıran bu eksen yüzünden başlangıçta beni kışkırtan, aklımı çelmeye çalışan "Vikinglerin taklidi bu film" yargısını, bir noktadan sonra elimin tersiyle ittim ve illa da bir kusur arayan entellektüel ukalalığı aklımdan kovdum. Aslında bunu ben yapmadım, film yaptı. Çünkü, film başlayıp da akıl arşivim Vikingler örneğini seçerek önüme koyduğunda, burnumu dikleyip, üst perdeden ukalaca laflar geçirmedim değil içimden... Ama öyle bir tempo, öylesine dolgun diyaloglar ve öylesini enfes esprilerle bezenmişti ki film; bir ara eğilip bana bakan Tırtıl'a sordum, ""nooldu?" "Uyuyorsun sandım" dedi.

Bu güzel ve güneşli gününüzde, yazıyı uzatıp da daha fazla vakit çalmayayım, baharın size sunduğu güzelliklerden... İnsanı günlük hayatın keşmekeşliklerinden çekip alarak, başka şeyler düşünmesine hiç fırsat tanımayan bir ritm zenginliği ve aksiyonuyla çok güzel bir sinema keyfi yaşatıyor film.

Ejderhanı Nasıl Eğitirsin: Gitmemek için Tırtıl'a her numarayı çeken ve yemek konusunda şahane alternatifler sunan, tüm çabalarına rağmen onun Mc Donald's diretmesine yenik düşen bana; "iyi ki gelmişiz" dedirterek onca lafımı yediren, karın tokluğu yüzünden girişte almadığımız mısırları koştura koştura aldıran... Bir an, sanki filmlerin sonunda da alkışlamak gerekiyormuş gibi hamle yaptıran, bu güzelliği kim yaratmış diye son isime kadar koltuğumdan kaldırmayan şahane bir film. Çocukları ve kendinizi mahrum bırakmayın!


Not: Çok küçük çocukların(5 yaş altı), dinazorlardan ve gürültü patırtıdan ürkmesine neden olabilecek bir kaç yer var, bilginiz olsun!

6 Mayıs 2010 Perşembe

Güzel Şeyler de Oluyor!

Ulusal medyanın; olayların önü arkası ve bütününe bakmaksızın, olayın tüm aşamalarını haberleştirmeksizin, sadece toplumda infiale sebep olacak noktaları öne çıkararak; zaten sorgulamak gibi bir niyeti olmayan, işin aslını merak etmeyen, kendi düz ve ideolojik saplantılarıyla bu türden haberlerin üzerine atlayan, sapla samanı birbirine karıştıran insanlara zemin hazırlama haline oldum olası isyankarımdır.

Haberi de; tıpkı tüketim ekonomisinin herhangi bir ürünün pazarlamasında öne çıkardığı ve genel insan algısını hesap ederek reklamladığı türden bir meta haline getirmelerinin, toplumsal hassasiyetlerin tahribatına ne ölçüde katkı verdiğini ve yanlış bilinçlenmelere yol açarak yangınları körüklediğini gözlemlerim hep.

Bu tavır yüzünden toplumda gerilim artar, insanlar bir takım kamplara ayrılır. Zaten düşünce tembelli olduğumuzdan; belgeye ya da somut verilere dayalı kanaatlerden ziyade, söylentilere dayalı kanaatler oluşturan bir yapımız da olduğu için; her olay aynı kefeye koyulur ve söylenti edebiyatının çok bilmiş dillerinden hareketle olaylar çoğaltılır, algılar kirletilir. Her seferinde de olaya sebep olan kimlik üzerinden, aynı kimliği ya da aidiyetleri taşıyan insanlara topyekün bir tavır takınılır. Bir grup kendini bilmez yüreksiz de ortaya çıkar, hiç bir suçu olmayan savunmasız insanlara saldırır, onları hedefe koyar, bu çirkin ve serseri eylemselliğini de yiğitlik sanır.

Şu beş altı gün içinde iki şehit cenazesine tanık oldu bu şehir... Onbinlerce insan uğurladı cenazeleri... Şehirin değişik yerlerinde yolum bu insan kalabalıklarıyla kesiştiğinde farkettiğim şey şuydu: Samimiyet. Öğrenciler, işçiler, yaşlılar, gençler, kadınlar, erkekler hiç bir ideolojik tavrın tutsağı olmaksızın sloganlar atıyor ve gerçekten insani duygularla kortej kalabalığında yürüyorlardı. Elbette bu kalabalığın içinde yer tutan; alabildiğine önyargılı, "sallandıracaksın bir iki kişiyi mantığıyla" çözümler üretebilen akla sahip, bu örgütsüz tavrı kendine mal eden, bunun kaymağından yararlanmaya çalışan bir siyasi grup ve insanlar da vardı.

Akşam haberleri izlerken ve internette dolaşırken farkettim ki; Diyarbakır adı taşıyan işletmelere saldırılmaya çalışılmış. Emniyet de, kısa dönem önce bir siyasi partinin eski genel başkanına yapılan saldırıdaki zafiyetin farkındalığıyla ve bundan ders çıkardığı için, işletmelerin olduğu bölgelerde bu tür saldırıların olabileceğini öngörerek önlemini almış. Dolayısıyla fiziksel bir tahribat yaşanmamış. Gece boyunca, konvoy oluşturup, ellerinde bayraklarla maç kalabalıkları benzeri bir fanatizm örneği sergileyen bir grup; iki ana caddenin bu sokaklarla kesiştiği noktalara geldiğinde durarak, bu işletmelere ve sahiplerine dönük, küfürlerle beslenmiş sloganlar atmış.

Dün, küçük bir ameliyat geçirecek kızkardeş için gittiğim hastanede onu ve eşini beklerken, masanın üzerinde duran yerel gazetelere göz atıyordum. Her biri farklı siyasi fikirlere sahip, farklı çıkarsal amaçlarla kurulmuş o gazetelerde öne çıkan haberlerde; şehir insanlarının farkındalık yüklü, samimi, duyarlı demeçleri vardı. Bundan daha ötesi her gazetede, her biri tam sayfa olmak üzere Ticaret Odası, Borsa, esnaf dernekleri, Musiad, Kasiad gibi meslek örgütlerinin ve diğer sivil toplum kuruluşlarının, "Güneydoğu kökenli" insanlarına sahip çıkan ve eylemcileri kınayan ilanları vardı.

O ilanlarda yer alan ve özenle kaleme alınmış cümlelerde görülüyordu ki; bu şehrin sorumlu kişileri, "bu eylemleri yapanlar bir avuç insan, olan biten bir şehire mal edilemez" klişesine hiç sarılmaksızın, sorumluluk alarak, olan biteni halının altına süpürmeyerek, gerçek ve siyasallaşmamış insan duyarlılığı ile sahip çıkmışlardı vatandaşlarına. Fiziksel tahribatlardan çok daha zor olan manevi yıkımların onarılmasına çok önemli bir katkı yapmışlardı. Büyükşehir ve tüm alt belediyelerin farklı partilerden başkanları ortak bir karar alarak, hedef gösterilen lokantalardan birinde topluca yemek yemeye karar vermişlerdi.

Ulusal medya gerçek gazeteciliğin farkında olsa... Bir kentin insanlarının hedef gösterici bir azınlığın önüne ördüğü bu şık duvarı; olayın duyarlı ve sorumlu yanını öne çıkararak duyursa... Güzel bir örnek üzerinden toplumsal bilinçlenme, barış ve kardeşlik adına çok doğru bir iş yapmış olmaz mıydı?

Görsel: Widelec.org

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Üzeyir’in Emekliliği*

Lütfen biraz sessiz olalım beyler, dedim. Kimin umurunda. Bu kez lütfensiz, beylersiz ve biraz sertçe ve yineledim; sessiz olalım! Bunun üzerine bir duraklama oldu. Kimi; günün koşullarından söz etmemi istiyordu, kimi bana ne günün koşullarından, Süheyla’yı yazmalıyız, diyordu. Bazıları ciddi, bazıları da yeter ciddiyet biraz gülümser olmalı, şu olmalı, bu olmalı derken, Üzeyir’in emekliliğinde karar kıldık. Çünkü bu hepsinden çok önceliği olan bir konuydu.

Masamda, kalemim, kağıdım, kadehim ve “Yeni Rakı” amblemli kar gibi porselen bir tuzluk vardı. İkinci dubleden sonra Üzeyir’in emekliliği üzerine bir öyküye başlayacaktım. Öyle de yaptım. Ve ayrıntılarıyla geçen salı gününü gözümün önüne getirdim.

Birahanenin önüne geldiğimizde, -Üzeyirce kafayı çekmek anlamına- hadi süslenelim, dediler. Bu birahaneyi ilk kez görüyordum. Yanıbaşımdaki bir birahanenin bunca zaman kendini benden nasıl sakladığına şaşırdım. Sesimi yükseltip “jömör de suaf o pre dü la fonten”* dedim. Arkadaş arkadaşın ne bildiğini, ayni zamanda ne bilmediğini de bilir. Üçünün de İngilizceleri iyi fakat Fransızca bilmediklerini bilmez miydim? Çeşmenin yanında susuzluktan öldüğümü söyleyince, bir bravo’dur gitti. Meğer bu dize, böylesi özel bir günde, bu birahanenin önünde söylenmek üzere içmeye kıyılmayan, kıymetli bir şarap gibi kırk yıldır gizlenir, gizlendikçe güzelleşir dururmuş belleğimde. Böylece, içeri bir dublenin alkolü kanımıza karışmışçasına girdik. Daha yerlerimize yerleşmeden, ayakta bir süre kol saatine bakadurdu ve “Tamam” deyip kravatını çözdüğü gibi özenle katlayıp cebine koyduktan sonra, “İşte bitiii…şimdi tamamen emekliyim” dedi. Üçümüz de kadehlerimizi Üzeyir’in biz emeklilerin arasına “hoşgelişi”ne; yaşlanmış, kahverengi lekeler bürümüş ellerimiz ve neşeli ama titreyen parmaklarımızla kaldırdık. Süslendikçe hüznün üstünü bir güzel örtüp neşelendik.

Günün birinde yazdığım öykünün bir yerine yine Üzeyir’i getirip sıkıştırmıştım. O gün öyküde sıkışıp kalan Üzeyir’in isyanı üzerine hiçbir öyküme sokmayacağım diye söz vermiştim kendime. Üzeyir de Üzeyir değildi aslen. Aslen Zonguldaklıydı sanırım ve ona bu adı Şişman, Şişman’a da Şişman adını Üzeyir takmıştı. Birbirlerinin isim babalarıydılar yani. Şişman öldükten sonra bir tek ben Üzeyir diyordum. O da sadece öykülerimin zora düştüğüm yerlerinde. Bugün belki son kez yazacağım ve Üzeyir yazılarımdan da emekli olacak.

Bu arada Şişmanı da anmamak olmazdı. Yaşamı boyunca emekli olarak yaşamış ve yaşamdan da ilk o emekli olmuştu. Yaşasın arkadaşlık, dedik ve onu da andık.

Birahanenin sahibi gence, üzeri “Yeni rakı” amblemli tuzluğu gösterip, şundan bir tane verebilir misiniz, dedim. Biraz sonra bir peçeteye sarmış getirdi. Senin yaşındayken istemez, aşırırdım, dedim. Güldü…

Şimdi tuzluğa bakıp gülümsüyorum. Tuzluğa da gülümsenir, hatta konuşulur; günün anısı olarak gerçekten yakışıyorsun bu akşamki soframa, dedim…
Ataköy, 25 Nisan 2010, 23.00. (akşamı kafayı çekerken.)

Ben bunu hep yaparım; yazımın sonuna tarih atar, saatime bakar -şimdi yaptığım gibi- 23.30’sa, 23.30, parantez içine de ortamı yazdıktan sonra noktayı koyar ya gerinir ya da bir duble daha atarım.

Ekmel Denizer

*“Je meurs de soif au pres de la fontaine”. Eyuboğlu, Sabahattin, “Şiirle Fransızca” Çan Yayınları, 1964.

*Gerçek bir öyküdür.

30 Nisan 2010 Cuma

Dansın Ritmi

Bir izleyicinin mutluluğunu, izlediği temsilden aldığı keyfi en iyi yansıtan dışavurumun alkışlar, alkışlara eklenen "bravo" nidaları olduğunu göz önüne alırsak... Dün akşam, sezonun son prömiyeri Dansın Ritmi'nin izleyicilerinin sahnedekilerden daha çok yorulduğunu, bunun nedeninin de dur durak bilmeyen alkışlar olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

İnanın bu cümlede en ufak bir abartı yok. Sahnede ter döken oyuncudan daha çok ter döktü izleyici... Üstelik kendine zarar vererek... Hem birinci perdedeki Paquita'nın sonunda, hem her solonun ardında, hem de gecenin sonunda elleri kızarmamış, omuzları ağrımamış izleyici yoktu sanırım salonda... Dakikalarca süren bir alkış sağanağı vardı dün akşam.

Dünya dans günü çerçevesinde düzenlenmişti iki perdelik bu bale... Yine tamamı dolu bir salonda sergilendi gösteri. Paquita ve Bir Yaz Gecesi Rüyası seçilmişti; iki perdelik, Dansın Ritmi başlıklı bu gösteri için. İki farklı konseptteki her iki perde de keyifli dakikalar yaşattı izleyiciye... Birinci perdede sergilenen Paquita'ya hakim olan renk sıcaklıktı... Bir anlamda ders niteliği de taşıyan gösteri, bale adımlarından çeşitlemeler sunarken, solo olanağı tanıyan versiyonu sayesinde, başarılı solistlerin* her birinin danslarıyla zenginleştiriyordu kendini...

Bir öykü anlatma derdi de olan Bir Yaz Gecesi Rüyası'nın aksine Paquita, tümüyle danslarıyla öne çıkan ve bu anlamda izleyiciyi çok çok memnun eden bir bölüm oldu. Marius Petipa kareografisi üzerinden tek perdelik çok başarılı bir sahne uyarlaması yapan Zeynep Sunal Odabaşı, çok eğlenceli ve coşkulu bir ilk perde yaşattı seyirciye.
Filiz Dinç'in bordoya dönük kırmızıyı tercih ettiği pırıltılı perdeler ve tavana asılmış tek bir avizeyle oluşturduğu sade dekor, aynı zamanda görkem de yaratıyordu. Kıyafetlerdeki renkler, ışık ve dekor birbirleriyle şahane bir uyum sağlamıştı. Minkus'un dinlemesi keyifli ve kolay müziğinin neşeli haliyle bütünlenen tüm bu güzellikler, şahane bir keyif oldu izleyici için.

İkinci perdenin açılmasıyla arka sırada oturan kadın grubundan yükselen "aaa!" nidası, İsmail Dede'nin tasarladığı dekorun onaylandığını gösteriyordu. W.Shakespeare'in yazdığı, karaegrofisi Nugzar Magalashvili tarafından yapılan ve Medeia Magalashvili'nin sahneye koyduğu Bir Yaz Gecesi Rüyası, ağırlıkla ormanda geçiyordu ve tam da yazın gündönümünde yaşanıyordu olan biten... Gecenin rengini göz önüne aldığınızda, sık ve sahne boyu ağaçların turkuazı çok güzeldi. Sahneye düşen ağaç gölgelerinin arasından sızan ayışığının rengi yumuşacıktı. Ağaçların arasından çakan şimşek ve gecenin serinine vurgu yapan sis efektleri başarılıydı. Sihirlerin dağıtıldığı çiçeğin ışıkla simgelenmesi güzeldi. Yine İsmail Dede imzası taşıyan kostümler ve seçilen renkler şıktı.

Hikaye zaten güzeldi ve sergilenen tek perdelik gösteri, hikayesini anlatmakta başarılıydı. Kareografinin içine yerleştirilmiş şakalar ve oyuncu tavırları eserin mizahına vurgu yapıyor ve izleyicinin yüzüne tebessüm, hatta kahkahalar kondurmayı başarıyordu.

"Gecede kusurlar yok muydu?" derseniz. Evet, biraz yandaş bir tavrım olduğunu biliyorum. İzlerken gözüme çarpan detaylar olmuyor mu? Tabii ki oluyor. Hatta bazı noktalarda şiddetle de eleştiriyorum. Ama salondan çıkarken, tüm oyun boyunca aklımda oluşan iniş çıkışlara baskın çıkan şey, güzellikler oluyor. Ben bir eleştirmen değilim. Ben izlediğim her gösterinin bende yarattığı duyguyu ve salonda yarattığı genel havayı yansıtmayı, o salondaki keyfin yansımalarını kelimelere dökmeyi severim. İsterim ki güzel olan herneyse, daha çok kişiye ulaşsın ve o güzelliğe onca emek koyanlar, tek beklentileri olan alkışlarda çoğalsınlar.

Bu gecenin eleştirebileceğim, hatta özellikle eleştirmek istediğim yönü ses düzeniyle ilgiliydi. Tüm insanlar görevlerini başarıyla yapmışlardı. Bir kusur aranacaksa ve bu gösteriye herhangi bir izleyici tarafından bir ceza kesilecekse bunun sorumlusu cihazlardı. Müziğin canlı ve bizim orkestra tarafından çalınıyor olmaması zaten başlı başına bir dezavantajdı. Ama salona yayılan sesin metalik hali beni zaman zaman rahatsız etti. Özellikle kemanlar ve diğer yaylıların öne çıktığı anlarda hoparlörlerden gelen sesler, resmen tırmaladı beni. Belki de şahane orkestramızın, onun çok değerli ve gencecik elemanlarının doyumsuz çalışlarına alışkın kulaklarımızdı buna sebep, bilmiyorum.

Hatta, sadece o kısmı yani sesin bende yarattığı algıyı öne çıkarıp bir eleştiri yazsam kurmayı düşündüğüm paragrafın ilk cümlesi şuydu: Bir sinema salonundaki gibi...

Paquita'nın müziğinin daha kolay dinlenebilmesi ve en klasik müzik sevmeze bile kendini sevdirebilecek özellikler taşıyor olması, sahneye konma şekli itibariyle bir hikayeyi takip etmek zorunda bırakmaması, tümüyle dansların önde olduğu daha ritmik ve akışkan bir kurgu üzerinden ilerlemesi, ilk perdede çok da olumsuzluk duygusu yaratmadı; sesin duyulma biçimi anlamında... Ama bir öyküyü de anlatma derdi olan ve Mendelsshon'un müziğinin daha derin ve farklı ritmler de içeren bir zenginlikte olması nedeniyle, şahsen benim aklım bazen sahneden müziğe kaydı, Bir Yaz Gecesi Rüyasında... Ses çok öne çıktı ve sanki yer yer sahneye fon olmaktan ziyade baskın bir hal ortaya koyarak, ayrı gayrılık duygusu yarattı bende... Burada anlatmak istediğim şey sesin yüksekliği anlamında bir sorun değil, tonu anlamında bir sorundu. Belki de benim kulağımın oluşmuş algısındaydı sorun, müziği daha yumuşak ayarlarla dinlemeyi seviyordum. Üstelik, ekolayzerin orta kısmındaki düğmelere yaşamım boyunca hep soğuk durmuştum.

Zaman zaman dansların ve sunulanların güzelliğine kapılıp müziğin kulağıma takılan halinden uzağa düşsem de sahneye ilgim azaldığı anlarda, sesin bu haline dikkat kesilmeden duramadım. Zaman zaman da, bir televiyon ekranı var karşımda ve gelen sesler ekrandaki oyuncuların ağzından değil de yandan bir yerden geliyormuş gibi, ya da sanki bir başka yerde müzik çalıyormuş da insanlar bu sesin üzerine dans ediyormuş gibi, bir benzetmeyi eleştirel bir yazıya yerleştirmek fikrine kapılmadım dersem yalan olur. Şimdi bunları buraya yazmış olmam yazdım sayılmaz ama.. dedim ya duygularımla ifade etmeyi seviyorum yazılarımı diye, işte bu cümleler o kontenjandan bir ifade ediştir.

Tüm bu haller, sahnede sergilenin başarısını gölgeler mi? Tabii ki hayır. Tek tek baktığınızda dekorundan kostümüne, balet ve balerin başarılarından ışığa kadar herşey mükemmeldi. Seyirci coşkuluydu. Opera ve balenin tüm çalışanları her zamanki gibi cıvıl cıvıl ve güleryüzlüydü. O günkü oyun listesi, karakter isimleriyle birlikte yazılmış ve izleyici kimi izlediğini bilme anlamında bilgilendirilmişti. Yani, sezon başından beri altını çizdiğim anlamdaki başarısını yine devam ettirmişti, tüm Samsun Devlet Opera ve Balesi çalışanları ... Ve herşeyden önemlisi benim öne çıkardığım bu detay bile sorun yaratamamış, bu kentin şanslı izleyicileri yine çok keyifli bir gece yaşamışlardı. Şanslı izleyiciler de kendilerine bu keyfi yaşatan sanatçıların koyduğu emeğe ve gösterinin güzelliğine duyduğu memnuniyeti en güzel şekilde ifade etmiş, tam anlamıyla alkışa boğmuştu Samsun Devlet Opera ve Balesini... O zaman bana ne oluyordu ki.. eleştirdiğim durum göreceliydi ve benim dışımdaki herkes de bu tonda dinlemeyi seviyor olabilirdi.

Yani gece yine ve gerçekten muhteşemdi.

Bir de küçük dedikodu eklersem yazının sonuna, derim ki; balerinlerden birinin kıyafetinin etek ucundan ip sarkmıştı aşağıya, kiminki olduğunu söylemiyorum ama.

*Gece toptan bir başarıydı ve bu nedenle yazı içinde tek tek balerin adı ve balet adı vermedim. Gecenin kadrosu şöyleydi: Sülün Duyulur, Ekatarina Chubinidze, Ilgaz Erdağ, Arzu Kaya, İpek Özgüncü, Nazmiye Kıratlı, Merve Gürer, Damla Oktay, Elvan K. Eren, Zeynep Bengier, Buse Öztemiz, İdil Şengül, Lasha Khozashvili, David Khozashvili, Orçun Önal, Orkun Baydoğan, Y.Emre Örgüt

Ve, ışığıyla tüm bu güzellikleri parlatan: Oğuz Murat Yılmaz



.

28 Nisan 2010 Çarşamba

Kim bilir belki...

Trenden indikten sonraki güzergâhımız İstasyon Caddesi boyunca yürüyüp yalı boyu evlerinin arka sokağı üzerinden kral mezarlarıydı... Trende arkamızda oturan ve kente ilk kez gelen, trene bindikleri andan itibaren nerede ineceklerinin telaşı kelimelerine yansıyan, bu fark ediş üzerine "merak etmeyin çocuklar biz de orada ineceğiz, ben size yardımcı olacağım," diye rahatlattığım ama yine de yol boyu süren kaygılı hallerinden bir blog yazısı çıkarılabilecek çocuklarla birlikte yürüdük sokağın başına kadar. Onlara nereleri gezmeleri konusunda kısa bir rehberlik hizmeti verdikten sonra biz girdik sokağa...




İki tarafı eski evlerle çevrili, içinde cami ve hamamlar da bulunan, bir çok çıkmaz küçük sokağın birleştiği bu eski sokak; Hazeranlar Konağı mirasçılarının mülklerini müze olarak düzenleyip Kültür Bakanlığı'na devretmesiyle hızla gelişmeye başladı. Butik oteller ve kafeterya şekline bürünen birçok eski ev; hem kendilerini korumuş oldular hem de sahipleri için önemli kazançlar yaratmaya başladılar.






Bu yatırımların artmasıyla, gelen ve kentte konaklayan insan sayısı çoğalınca, kral mezarlarına çıkılan yolun hemen altındaki bu küçük meydan hediyelik eşya satan dükkânlarla dolarak oldukça keyifli ve canlı bir renk kattı sokağa... Bahsettiğim Hazeranlar Konağı da hemen bu meydanın yanında yer almakta... Kral mezarlarına çıktıktan sonra dönüşte ya da henüz mezarlara çıkmadan gezilebilir. Biz mezarlara çıkışın yorgunluğunu da göz önünde tuttuğumuz için dönüşe bıraktık konağı...


İki katlı ve çok odalı Konağı mutlaka gezmek gerekiyor. Altındaki, galeri işlevi de gören bölümünde Piri Reis haritalarının sergisi vardı o gün...


Sokağı ırmağın karşı kıysısındaki yola bağlayan pek çok köprü var. Bunlardan birini kullanarak karşıya geçip Sultan Beyazıt Camisi'ne ulaşabilmek mümkün... Biz yürümeyi sevdiğimiz için Beyazıt Camisi'ni sonraya bırakıp, çok keyifli zamanlarımın mekânlarından eski Orduevi'ne doğru yöneldik. Hedefimizde Pirler Parkı vardı. Pirler Parkının etrafındaki (evliyalarla dolu) camilerden birinin fotoğrafını çektikten sonra, parkın içindeki türbenin önünde bulunan minyatür tiyatro formundaki üç dört basamaklı kısmın tam ortasında durarak seslerimizin bize dönüşünü dinledik.




Pirler Parkı'ndan dönüşte Selağzı diye tanımlanan meydanın alt tarafında bulunan ve Tırtıl'ın fotoğrafını çektiği bu mekân aynı zamanda Şehir Kulübü, hemen yanında da Öğretmen Evi var.


Şehzadeler kenti diye adlandırılan çok katmanlı bir kültüre sahip Amasya'nın en önemli mekânlarından biri de; içinde kocaman bir medrese de barındıran Sultan Beyazıt Cami.








Sultan Beyazıt Camisi'nden çıktıktan sonra hemen müzeye ulaşmak mümkün... Biz, biraz da benim tarihimin izlerinde dolaştığımız için, komutanın "hadi bugün sahilden gidelim" dediği güzergahı izleyerek ve yolu uzatarak gitmeyi tercih ettik, Amasya Müzesine...


Duyarlı bir fotoğrafçı olduğu için Tırtıl ve de flaş kullanmak ihtiyacı hasıl olduğundan, çok az fotoğrafla yetinmek zorunda kaldı müzede... Şu meşhur sosyetik güzellerimizden birinin yargılandığı davadaki el yazması kuran buradan çalınmıştı... Müze kesinlikle gezilmeli, tüm dönemlere ait pek çok sayıda buluntudan uygarlık izlerini takip etmek mümkün... Tüm tarih katmanlarından çok değerli örneklerin sergilendiği müzenin yan tarafındaki bölümde bir kaç tane mumya da var.


O gün hafta sonu tatilinin 23 Nisan bayramıyla birleşmiş olmasının da avantajıyla pek çok farklı şehirden, ağırlıkla İstanbul'dan çok sayıda tur otobüsü gelmişti kentte... Bunun yanı sıra çokca da üniversite öğrencisi vardı, gittiğimiz her tarihi mekânda... Özellikle üniversitelerin tarih ve arkeoloji bölümlerinden meraklılara rastlamak güzeldi.


Burma Minareli Cami'ye müzeden çıktıktan sonra aynı caddeyi yürüyerek ulaşılabilir. Yol üzerindeki Taş Han'ın hemen arkasında cami. Taş Han'ın ön yüzündeki sokaktan yürünürse bakırcılar ve alem ustalarının dükkânları da ziyaret edilebilir.


Dönüşü trenle yapmayı tercih etmediği için Tırtıl, biz ırmak boyu yürüyüşümüzü sürdürerek fotoğrafın sol tarafındaki belediyeye ait, içinde farklı farklı yeme içme mekânlarının olduğu, hemen vilayetin yanındaki parkta mola verdik. Ama size Çakallar mevkindeki Ali Kaya'ya ait lokantada yemenizi öneririz; Germeç ya da özel sebzeli kebabını...


Oradan çıktığımızda karşı taraftaki, bir üst fotoğrafın sağındaki eski zamanlarda ruh hastalıklarının tedavi edildiği Bimarhane'ye geldik.


Oradan devamla ulaştığımız yer: Ulusal bağımsızlığın ilk sinyallerinin verildiği ve bir manifesto olan Amasya Genelgesi'ni Atatürk'ün imzaladığı Saraydüzü Kışlası'ydı.


Amasya tarihin çok eski yıllarında kurulmuş, pek çok farklı medeniyetin üzerinde izler bıraktığı önemli bir yerleşim yeri olmanın yanı sıra; yüksek kayaların çanağında, korunaklı ve saklı bir şehir olduğu için, yapılaşmaya da pek izin vermiyor. Bu nedenle de kendini korumayı başarıyor. Üzerine o kadar çok şey yazılıp çizilebilir ki aslında... Biz, Tırtıl'ın objektifinden tadımlık bir Amasya sunmaya çalıştık. Oysa, bu kentte yaşadıklarım üzerinden o kadar çok şey var ki anlatılacak.

Eğer yolunuz kenarından geçerse bu şehrin, direksiyonu kırın ona doğru... Ankara üzerinden Karadeniz'de herhangi bir yere uzanıyorsanız; Çorum'u geçtikten sonra Mecitözün'den sapın sağa doğru, Amasya'da bir iki saat geçirdikten sonra yol sizi bağlar tekrar ana güzergâhınıza... Kimbilir; belki otele dönmüş eski bir konağın lokantasında yemek yiyip şarap içersiniz. Sonra belki; kral mezarlarına ve onların bulunduğu kayalıkların üzerinden geçen tren raylarına bakan odada, gecenin dilsiz aydınlığında, bir otel müziği eşliğinde sigara içersiniz!

Directed by Tırtıl

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP