22 Mayıs 2009 Cuma

Zamanın Ötesinden Berisinden Rastgelesinden ''Romanımsı'' Bir Gün: Dominant Gözlerinde Okyanus Mavisi Kadınla Gecenin Bi Yarısı

Yatağa girip keyifli, hayalli bir uykuya kendini emanet etmişken, saat 24 civarı telefon sesiyle uyandı. ''Senle konuşmam lazım,'' diyen bir eski arkadaşının ''bunaldım!'' cümlelerinin ardından, iki kadeh rakı içmiş olmanın trafikte başına açabilecekleri karmaşasıyla kendini direksiyonda buldu. Sonra, aklının çok telaşsız olduğunu fark etti. Ruhunun gecenin sessiz haline, kaloriferin yüze vuran sıcaklığı ile radyoda çalan şarkılara gösterdiği uyumu sevdi. Lastiklerin sokak ışıklı asfalt üzerindeki çoşkulu sesleri eşliğinde, zamanın keyfini çıkaran bir hızda yol alırken de düşündü!.. İçinde neler olursa olsun, hayat güzeldi.

Şu anda bile, sabahın beş buçuğunda, bir gün önce erken yatacağım derken sabahı ettiği sürenin içine koca bir hayat sığmıştı.

Telefondaki ses çok eskide kalmış bir arkadaşlığın ötekisiydi. İkisinin de kendi evlilikleri süresince karşılaştıkları sosyal ortamların dışında merhabanın ötesine geçmeyen konuşmaları vardı. Adamın ayrı yaşamaya başladığı süreçte ve bu geceden bir kaç yıl önce, bir gün öğle vakti karşılaştıkları bir restoranda aynı masada oturmak zorunda kaldıkları bir yemekte, günlük hayata dair, temelinde havadan sudan sayılabilecek şeyler konuşmuşlardı.

Dün gece telefonu çaldığında duyduğu ses bütünüyle sürprizdi. Geçmişte çokca şey paylaştığı, arkadaş grupları içinde birlikte zaman geçirdiği bu okyanus gözlü kadın, yanaşılamaz ve yanaştırmaz güzelliği ve dominant duruşu yüzünden, aslında kendi şeçimi bu tavrın yalnızlığını da yaşıyor gibiydi. Eski yıllarda daha birer liseliyken, ortak arkadaşlarından birinin doğum gününde aralarında oluşan yakınlığın nedeni, o gün için getirdiği plaklar olmuştu.

Plaklar üzerinden başlayan o günkü yakınlaşma, kadının avizenin tavanda oluşturduğu renkleri anlamlandırması, kendi yaptığı resimlerden söz etmesiyle doğum günü kalabalığından balkona çıkan yalnızlaşmaları; kitaplara, sinemaya, siyasete kadar uzamıştı. Ortamda başka heveslerle bulunanları rahatsız etse de aralarındaki ilişki; derin ve uzun süreli olamamıştı. İkisi de, temelde duygularının farkında ve onların karşılıklarını arayan ama aynı zamanda özgür, denemeye cesaretli, sınırda yaşamanın heyecanını seven karakterler olmasına rağmen adamın önceliği henüz bir bedenden öte geçemediği yıllar olduğu için, uzun süreli bir bağlanmayı gerçekleştirememişlerdi.

Telefondaki ses alkol ve gözyaşı kokuyordu; ve onu görmek istediğini söylüyordu. Evinin kapısına gittiğinde zile uzanmasıyla onun aşağı gelmesi arasındaki sürede hiç de şaşkın olmadığını fark etti. Yaşam çok şey öğretmiş olmalı ki, aşağı yukarı ne olduğunu sezmişti. Arabaya bindiğinde usul bir nasılsın sonrasında kadının yüzündeki ruhun sınır çizgisinden geçip geri dönmeye başladığını fark etti. Alkole bulanmış yüzün beyaz tenindeki kırmız ruj, göz kapaklarındaki mavilik, simsiyah kirpikler, iri okyanus gözler, zeytin kara boyanmış saçlar, üzerindeki siyah kürk mantosunun parlak tüyleri, siyah, desenli tül çorapları, yanağındaki allık, parfüm kokusu, göze değmiş yaşların parlağı; aslında başka bir yüzde abartı gibi duracak tüm bu renkler ona, o an'a, o ruh haline fazlasıyla yakışmıştı.

''Deniz kenarı bir yere gidelim,'' dedi kadın. Adamın sığınaklarından, gara giden rayların altındaki sahile doğru yürümeye başladılar. Gecenin o vaktinde, ayrı ayrı kendi sıcaklarına sığınarak raylar boyu sessiz bir tonda karanlığa saklanırken; kadının, yalnızlıktan sıyrılmış olmanın getirdiği güvenle konuşmakla konuşmamak arasındaki tereddütleri yaşadığını hissetti. Onu aramadan önce kendi kendine konuştuğu ve büyük olasılık kafasının içinde ona sarfettiği tüm cümleleri, tüm sıkıntılarını tekrar etmekten, ona anlatmaktan vazgeçtiğini sezdi. Soğuğun uzun süre hareket halinde olmanın verdiği ısıyla yer değiştirmesinin ardından gar binasına vardılar. Bir süre perondaki banklardan birinde oturarak; aldıkları kanyak ve çikolatalarla okulu kırdıkları bir gün atladıkları trenle eski kente gidip dönüşlerini konuştular. Gece vardiyasına gidecek trenin demire sürten fren sesinin geceyi kalabalıklaştıran gıcırtılarıyla gara girişini dinlediler. Getirdiği işçileri bırakıp, yenilerini alarak usul gıcırtılar ve güçlü bir motor sesiyle yol almaya başlayan treni bir süre izledikten sonra, biraz da üşümeye başlayınca, gar binasından içeri girip bekleme salonun görkemli yalnızlığının banklarından birine oturdular bu kez... İkisi aynı anda, ayyaşlar gibi, "İçtiklerimize cila olsun,'' deyip, gazete kağıdına sarılmış bira içme isteklerine güldüler. İstasyon binasının hemen karşısındaki dolmuş durağının dibindeki büfeye sıçrayıp gazetelere sarılmış dört şişe bira aldı adam.

Bütünüyle ısssızlığın çöktüğü yüksek tavanlı kocaman bekleme salonunda, mekânın o anına tezat iki insandılar. Temelde ilişkiler, daha çok kadının anlattıklarına erkek dilinden tercümeler yaparak insanı konuştular. Bunları konuşurken de her cümlede kadının biraz daha sıyrıldığını gördü üzerine giydiği karanlıktan...


O ''Bağlanma korkusu var,'' derken... Adam, kendince bir ilişkiyi daha sağlamlaştırmak için, daha net ve tamam şimdi denilen bir noktada olma arzusundan ya da kendi dip duygularının, bilinçaltından olası sonuçlara karşı korumacı uyaranlarının dile, düşüncelere yansımalarından; bazen bir ilişkideki yerle ilgili tereddütler yaşayıp bazı alt duyguların insanı dürten, karıştıran, dedikodu ağızlı hıyarca uyaranlarının anlık ele geçirmeleriyle düşünüyor olmak gibi insani bi zaaf yaşıyor olmaktan, bu anlarda kendini koruma reflekslerinin dilinden cümleler kurulmasından, bunların kadın algısındaki yanlış değerlendirmelerinden söz etti; kadında sezdiği sorulara yanıt olabilmek için... Sonra bu anlık içsel direnişleri aşıp ''Sen ne niyette olduğunu biliyorsun, bu tereddüt niye?'' güdüsüyle yola devam edebilmek gerektiğinden bahsetti. Ve tüm bu kaygıların sonundaki çakma sanmalardan, o sanmaların tereddütlerinin sorulmayan sorularından ve sorulmayan sorulara verilen yanlış yanıtlardan...

Sonra kadının gözlerine saklanıp, ''Bütün bir geçmişe baktığımda; bugün senin beni çağırmandaki nedenin gibi; hepimiz, belki de en çok el frenini bırakarak konuşabileceğimiz birini arıyoruz şimdilerde... Hiçbir şekilde o ne düşünür kaygısına yer vermeyecek, olumsuz nitelenebilecek anları bile bir durum olarak kabul edip yargılamıyacak bir ortak üslup sanırım en çok aranan,'' diye devam etti. Sonra bu cümlelerden yola çıkarak yaşadıkları hiçbir ciddi ilişkide ötekine yön veren bir çaba içinde olmadıklarından, bunu değerli bulmadıklarından falan söz ettiler. Bazı sonların kattıklarıyla daha derin fark edişler ve dirençlerle ileriye doğru yürüme becerisinden, insanın kendi bahçesini yaratabilmesinden konuştular gün ışığını haber veren sabah ezanının melodisini duyana kadar.

Onu evine bırakıp, uykusuna bıraktığı yerden devam etmek için eve doğru gelirken, o an'a ve bir yakın zamanda yapılacak yolculuğa taşıyacağı cümleleri düşündü; kendi kendiyle konuşup tebessümler ederek. Sonra yatağına girip yorganı çektiğinde, yüzüne konmuş tebesüme güldü. O gülmeye sarılarak uyudu.

...devam edecek; zamanın ötesinden berisinden bi günde ama ! ...Zamansızca yani!... demişim. Bugün, yani 25 Ağustos 2021'de  fark ettim ki aslında yazmışım. Buradan lütfen!

21 Mayıs 2009 Perşembe

UEFA KUPASI FİNALİNİ İZLERKEN...Shakhtar Donetsk-Werder Bremen


Hani finalden önce herkes iç geçirip: "Sanki şu iki takımın yerine bizden biri final oynayamazdı" diyordu ya; dün gece neden bunun gerçekleşmediğini yüzümüze vuran bir çok an yaşadım kendi hesabıma.

Dakika 10 civarı top Shakthar sahasında korner bayrağının orada sıkışıyor, adını sanını bilmediğimiz bir stoper(adı ne Meira ne Servet ne de Lugano) hiç panik yapmadan rakibin baskısına rağmen topu kısa oynuyor aut çizgisine doğru. Arkadaşı(adı Razvan Rat,Roberto Carlos değil!)topu çıkmadan, süren baskıya rağmen sakince yakalıyor ve tekrar kısa pas yapıyor. Kısacası böylesine riskli bir bölgeden 3 kısa pasla çıkmayı başarıyor Shakhtar. Yani kendi korner bayrağının civarında topu ne taca vuruyor ne de gelişigüzel ileri...

Biraz daha zaman geçiyor aradan, tekrar böyle bir pozisyon olmasını bekliyorum. Bakalım hep öyle mi çıkarıyorlar topu diye. Bu sırada başımın ağrısından dolayı tam takip edemediğim bir pozisyonda bir derin top geliyor, Brezilyalılardan biri sağ ayağının dışıyla topu kalecinin yanından mı, üstünden mi geçti diye düşünürken ağlara bırakıyor. Adı Luiz Adriano(yani ne Baros ne de Güiza!)

Maç biraz daha ilerliyor. Yavaş yavaş baş ağrıma lanet okumayı kesiyorum. Çünkü Shakhtarlılar üst üste 5-6 çabuk kısa pastan sonra ters kanada öyle bir top atıyorlar ki, zaten insanın takip etmekten başı ağrır diye düşünüyorum. Biraz sonra topu yine riskli bir bölgede,dar bir alandan ustaca çıkarmayı başarıyorlar. Bende bunun çalışılmış ve takıma yerleşmiş olduğunun kanıtlanmasıyla rahatlıyorum.

Maç uzayınca bir eyvah çekiyorum içimden. Şimdi bu Brezilyalılar yorulmuştur, birazdan oyundan düşerler diyorum. Bir kaç dakika sonra onlardan biri sağdan ceza sahasına gelen bir pasla(orta değil!)golü atıyor. Başımın ağrısı halüsinasyonlar mı yaratıyor diye düşünüyorum. Çünkü maçtan önce Shakhtar'da 5 Brezilyalı'nın ilk 11'de olduğunu görünce şu ünlü: "2 Brezilyalı takımı şampiyon yapar 3 Brezilyalı ise mahveder"lafının(sanırım Wenger'indi) aklıma geldiğini hatırlıyorum. Daha sonra bu sözün tarih olduğunu görüyorum kupa Luce'nin elinde yükselince.

Maçtan sonra biraz beyin jimnastiği yapıyorum. Lucescu'nun kaç yıldır bu takımın başında olduğunu düşünüyorum. Galiba 5.(bizim takımlarımızın 2'şer yıl zor sabrettiğini hatırlıyorum.) Fatih Terim'in de 4 yılın sonunda kupayı getirdiğini anımsıyorum. Sonra Werder Bremen'in hocası Thomas Schaaf'ı araştırıyorum. 1972'de gençken geldiği Werder Bremen'e oyuncu, altyapı antrenörü ve şimdi de teknik direktör olarak hizmet verdiğini görüyorum. Kısa bir süre önce de şampiyonluk yaşadığını hatırlıyorum. Evet 2004'te bundesliga şampiyonluğu ve 3 de kupası var. Sonra aklıma Bülent Korkmaz geliyor,hani şu büyük ihtimalle sezon sonu gidecek olan Galatasaray teknik direktörü.

Daha sonra bir yerde Fenerbahçe başkan adayı Şadan Kalkavan'ın demecini okuyorum: 3 yılda Avrupa'da şampiyonuz! Bu kadar taze örnekler varken önümde bizim takımlarımız için asıl hedefin, 3 yıl aynı hocayla çalışacağız olması gerektiğini düşünüyorum. Aklıma yine gün içinde duyduğum bir cümle geliyor,sanırım Mehmet Demirkol'a aitti: "Bizim takımlarımız Real Madrid değil ki bu kadar sabırsız olalım. "Evet diyorum içimden,maalesef takımlarımız seçimlerinde ya hatalı ya da sonucu görmekte sabırsız. Sanki her yıl Avrupa'da final oynamamız gerekiyormuş gibi.

Başımın ağrısı sürerken en iyisi gidip yatayım diyorum. Belki rüyamda bir Türk takımının yeniden Avrupa'da kupa kaldırdığını görürüm!

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Bir SLR Fotoğraf Makinem Var Artık Benim!!!

Bazen an’ları dondurmak, saniyeleri durdurmak istedim hayatımda… Ne muazzam işleyen sistem müsaade etti buna ne de teknoloji !!! Beni tanıyanlar bilir zaten teknoloji ile benim aramda, onca ikna ediş konuşmalarına rağmen bir türlü düzelmeyen, her ikimizin de “benden uzak olsun da Mısır’a sultan olsun!” bakışlarıyla birbirimize uzak durduğumuz geçimsiz bir ilişkimiz olduğunu. Velhasıl-ı kelam ben keyifle ve mutlulukla yaşadığım, o hiç bitmesin istediğim an’ları dondurmayı ya da durdurmayı beceremedim bir türlü… Sevgiyle, saygıyla ve itinayla buz kalıplarına koyup, hafızamın derin dondurucularında muhafaza edebildim sadece…

Daha önce gönlümün hep bir köşesinde sakladığım profesyonel fotoğraf çekme arzusu, bir gün bir yol hikayesinde gördüğüm yerlerin güzelliği karşısında iyice depreşti… Hah dedim kendi kendime yaşadığın anları dondurup, durduramıyorsun ama fotoğraf karelerinde dondurabileceğin an’lar ve yerler var işte! Ve hummalı bir SLR makinesi araştırması sonrası… Kaldı ki bu süreçte “bir bilene danışmak lazım” öğretilmişliğimde; epey de bilenin beynini ütüleyerek, belki de bildiklerine bileceklerine pişman ederek sonunda bir SLR fotoğraf makinesi aldım!!! Ve içimde yippuuuuu nidalarıyla makineyi ilk aldığım andaki çocuksu heyecanım görülmeye değerdi. Hatta SLR makineler sattıkları için dükkan sahibini tebrik edip sarılasım bile geldi desem yeridir:))

O gün için benimle randevulaşmak gafletinde bulunan çok ama çok sevdiğim arkadaşıma kurduğum üç cümleden biri tüm şımarıklığımla “ benim artık bir SLR makinem var biliyor musun?” idi… Diğeri de aylardır temizlenmeyen evimi temizlemiş olmanın haklı gururuyla sarf edilen “ ben bugün evimi temizledim, ev ev olduğunu hatırladı yahu!!!” iken üçüncü cümlede büyük ihtimal o konuşabilmeye fırsat bulduğunda sorduğu soruların cevabıydı:)) Bir de üstüne yeni aldığım fotoğraf makinemin ilk konu mankeni yapıp da kendisini arkası arkasına deklanşöre basınca, kaçacak delik arar hale geldi garibim… Tabi bence bunda benim ustaca çekimlerimden ziyade kendisinin fotoğraf çektirmekten çok hazzetmeyen bir insan olmasının payı büyüktü!!! Siz varın düşünün artık arkadaşın benimle buluşmasından aldığı keyfi:))

Amannnn ne olacak yahu altı üstü bir fotoğraf makinesi değil mi sonuçta deyip geçmeyin! “Bir bilene sorun!” :)) (Daha dün bir bugün iki fotoğrafçılık konusunda ahkam kesen ukalalığıma da diyecek yok hani yani!) Her şeyden evvel şu muhteşem deklanşör sesi var ya işte o ses mest etti beni…

Bu yazı aracılığıyla Tuncer Hocam’a beni cesaretlendirdiği, SLR makinemi almadan önce fotoğraf ile ilgili bilgi yardımları sağladığı için çok ama çok teşekkür ederim. Fotoğraf makinemi aldığım gün benimle buluşan arkadaşım her ne kadar şu anda telefonlarıma çıkmasa da O’na da çocuksu heyecanımı inanılmaz bir sabırla paylaştığı için teşekkür borçluyum:))

Şimdi Sefa Hoca’dan alacağım fotoğraf derslerini beklemekteyim sabırsızlıkla… Tabi bir de diğer objektifler için şimdiden para biriktiriyorum… Eee dedim bir bilene sorun diye… İş makine ile bitmiyor, fotoğrafı çeken objektif… Başka bir fotoğraf yazısında yeni deneyim ve bilgileri paylaşmak üzere, çocuksu heyecanımı mazur görün lütfen diyorum…:))

Çok Şey Yazasım Vardı Gündeme Dair...Gün Öyle Güzel ki; Cümlelerim O Olsun İstedim. Tüm Hissiyatım Onun Gitarında. Filomena Moretti; Seni Seviyorum;)


19 Mayıs 2009 Salı

NBA'de PLAY-OFF'lar...KONFERANS FİNALLERİ BAŞLARKEN...


Bu sene play-off'lar hakkında söylenebileceklerden biri şüphesiz herhangi bir sürpriz yaşanmadığıdır. Geriye kalan dört takıma baktığımızda da bu görüşü doğrulayabiliyoruz. Tabi bu ancak normal sezonun sonuna bir çizgi çekip yılı ikiye böldüğümüzde geçerli.

Şüphesiz sezon başında kimse San Antonio'nun ilk turda eleneceğini ya da Boston'un sahasında bir 7. maç kaybedeceğini tahmin etmiyordu(bkz:Hido'nun müthiş Garden performansı), sakatlıkların sezonun kaderini tayin edeceğini de... Gerçi Spurs'ün yaşlı bir kadroya sahip olduğunu ve bu durumun artık sıkıntı yaratmaya başladığını koç Gregg Popovich'ten başka herkes kabul ediyordu, fakat Ginobili'nin sakatlığının takımı etkilediği de acı bir gerçek oldu onlar için.

Boston Celtics son şampiyon olmanın getirdiği referansla şampiyonluk adayı olarak başladı sezona. İlk maçlarda gelen peşpeşe galibiyetler de bunun göstergesiydi. Ancak sezonun sonuna doğru gerek Garnett'in sakatlığı gerekse geçen seneye göre çok daha dar bir rotasyona sahip olmaları onların şampiyonluk yarışından biraz düşmesine neden oldu. Geçen sene kadroda yer alan iki tecrübeli oyuncu P.J Brown ve James Posey özellikle play-off'larda önemli anlarda önemli katkılar vermiş ve şampiyonlukta büyük rol oynamışlardı. Sezon başında Brown emekliye(zaten emekliyken big three'nin ısrarlarıyla takıma katılmıştı. Hani şu meşhur Pierce-Ray Allen ve Garnett'in onu tuvalette sıkıştırma olayı), Posey ise New Orleans'a gitmişti. Ancak bu durum Boston'u yaraladığı gibi Posey'e de yaramadı. Çünkü Hornets Batı ilk turunda Denver'a çok ağır bir şekilde elenirken, Boston onlardan bir adım ötede Doğu yarı finalinde Orlando'ya kaybediyordu. Yani Celtics'de kaldığını düşünürsek doğu finali cepte gibiydi. Yoksa çok mu romantik bir düşünce olur?!..

Orlando demişken; geçen sene koç Van Gundy ile birlikte yerleşen 4 şutör artı Howard düzeni bu sene kusursuza yakın işledi. 3 sayı çizgisinin gerisinden çeşitli rekorları kırdılar. Howard çektiği ribaundlar ve yaptığı bloklarla yılın savunmacısı oldu. Zaten sistem içinde bunları yapabilecek başka bir oyuncu yoktu. Yani diğerlerinin bonuslarını da topladı bir bakıma. Yine de haksızlık etmeyelim. Sahaya baktığınızda, süper kahraman görünümlü fiziği ve atletik yetenekleriyle çok özel bir oyuncu Dwight Howard. Ne de olsa Superman!

Orlando'nun şuta dayalı sistemi play-off'lar için biraz riskliydi açıkcası. Attığınızda sorun yok, ama şutlar girmeyince özellikle Philadelphia serisinde sıkıntı yaşadılar. Ancak 76'ers,Iguodala'ya rağmen onlarla baş edebilecek bir kadro değildi ve turu kazasız geçmeyi başardılar.(belasız diyemiyorum, çünkü Courtney Lee'nin yanlışlıkla burnunu kıran Howard,Dalembert'le takışınca bir maçlık da ceza aldı.) 7 uzatmalı Chicago serisinden gelen yorgun, Garnett'siz ve 7-8 oyunculu dar bir rotasyonla oynayan son şampiyon Boston karşısında favoriydiler. İlk maçı deplasmanda maçın son anları hariç rahat kazandılar diyebiliriz; fakat ikinci maçta darbeyi vurup seriyi biterebilecekken, deplasmanda 1 galibiyet bize yeter diye düşündüler. Amerikan basını da bu konuda onları çok eleştirdi. Bunun üzerine Van Gundy: “Biz her maçta aynı eforu sarfediyoruz, bunu rahatlıkla söyleyebilirim, ayrıca oynadığımız rakip Boston Celtics”tarzı bir açıklama yaptı.

Bir bakıma doğruydu; çünkü Boston herşeye rağmen küçümsenmeyecek bir takımdı. Nitekim Glen Davis'in 4. maçtaki son saniye basketi ve 5. maçta sahalarında aldıkları galibiyetle bir anda seride 3-2 öne geçti. Son maçıysa zaten biliyoruz: Hedo 25 sayı,5 ribaund, 12 asist daha da önemlisi 9/12 saha içi isabeti ve en önemlisi! maçı yorumlayan Nba efsanesi Reggie Miller'ın 5 dk kendinden bahsetmesine neden olacak kadar etkileyici bir performansla takımını sırtladı ve doğu finalinde Cleveland'ın karşısına koydu.

Cleveland Cavaliers hakkında fazla konuşmaya gerek yok. Detroit ve Atlanta'yı 4-0'larla süpürmeleri bir çok şeyi gösteriyor zaten. MVP King James'in ateşi, yüzüğü takmadan dinmeyecek gibi ve bu Kobe ve Lakers'in hiç işine gelmeyecek. (Final cümlesini biraz erken söyledik ama Lakers ve Cleveland finali 3 aydan beri zaten kesin gibi.) Ancak, yine de Magic onlara sorun çıkarabilecek bir takım ve aralarında oynadıkları normal sezonda Orlando'daki bir maçı en formda oldukları dönemlerden birinde 30 sayı farkla kaybetmişlerdi.

Kısacası konferans finallerinde favoriler şüphesiz Los Angeles Lakers ve Cleveland Cavaliers... NBA de zaten 1 yıldır kendini bu finale hazırlıyor. En büyük iki yıldız olarak lanse edilen Kobe ve LeBron her karşılaştıklarında, o karşılaşma en önemli maç olarak görülüyor, bir çok ülkede yayınlanıyor, herkes izleyebilsin diye saati erkene alınıyor, önemli günlerde oynanıyor vs.(Martin Luther King günü gibi). Burada adamım Wade'e haksızlık yapıldığını da düşünmüyor değilim açıkcası! Miami elendiği için, maalesef bu yazıda söz hakkı yok :)

Denver'a da değinmeden geçmek olmaz doğrusu... New Orleans ve Dallas gibi iki önemli takımı 4-1'lerle geçtiler. Billups geldiğinden beri; gerek savunmada, gerekse hücumda büyük çıkış gösterdiler. En önemlisi artık hücumda topu alan kaldırıp şut kullanmıyor, belli bir düzene göre oynuyorlar. Savunmada rakibi ilk karşılayan Billups'un güçlü ve oyunu bilen bir gard olması (şampiyonluk yüzüğü de var o ayrı!) ve Birdman Chris Anderson'un benchten getirdiği enerji onları müdafaa takımı olarak da bir adım öteye taşıdı. Bir başka faktör de yıllardır sorunlu oyuncu damgası yemiş Kenyon Martin, J.R Smith ve Carmelo Anthony gibi oyuncuların kendilerini kontrol etmeyi kısmende olsa başarması oldu.

Lakers'ı elemeleri sürpriz olur; ancak Yao ve T-Mac'siz Houston'un Kobe ve arkadaşlarını bu kadar zorlamasının, Denver açısından ''neden olmasın?'' diye düşündürtmesi kaçınılmaz. Seride kilidi Staples Center'daki ilk maç çözebilir. Çünkü Lakers 7 maçlık bir seriden geliyor. Denver'sa yaklaşık 1 haftadır kafasını tamamen bu maça vermiş durumda ve daha dinç sahaya çıkacak.

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Monica Bellucci,Sophie Marceau ve Kahve



İtalyan Monica Bellucci ve Fransız Sophie Marceau, yeni filmleri "Ne te Retourne Pas"ın tanıtımı için çırılçıplak soyunup Paris Match dergisine kapak olmuşlar.

Sabah, elimde kahve kokusu gazetelere göz atarken bununla ilgili bir haber vardı; ikili, 62.Cannes Film Festivalinde kendi filmlerinin galasında, dergiye verdikleri pozu bu kez kırmızı halı üzerinde basına (giyinik) vermişler.

Sabah haberi okurken erotizmin tadını ve Marceau'nun dudaklarından dökülen ''Monica'nın göğüsleri göğüslerime değdiğinde setteki herkesin ağzı açık kaldı. Sadece fiziksel değil, duygusal olarak da yakınlaştık,'' cümlesinin kelimeler bütünü içinden özellikle göğüsleri göğüslerime değdi bölümü üzerine cinsiyet odaklı olmayan, sadece anla ilgili ne kadar sahne ve ne kadar duygu canlandırılabileceğini ve o duyguların tende yaratacağı gök kuşaklarının tüm renklerini sonsuz sayıda tonlarıyla birlikte düşündüm.

Haberi okurken aklımın şeridinden geçip hissiyatımın not defterlerinden çıkan; bir sevişme başlangıcının insanın kimyasında oluşmaya başlattığı mahrem anların sessiz ve diken diken tonu ve tonun insanı durdurulamaz bir hale sürükleyen, fitilin ilk kıvılcımla buluşma esnasındaki tadıydı.

Sabahın en erkeninde bir seremoni keyfinde hazırlanan günün ilk kahvesinin dudağa değdiği anla, göğüslerin bedene değdiği anın yarattığı heyecanın benzetilebilir olup olmadığını sordum kendime.

Düşündüm ve bir yanıtım var.

Ve merak ettim!.. Hayatla düzüşmeyip sevişmek de içgüdüsel bir tavrın olmuşluk hali midir?


Görsel:Videlec.org

O....Çocukları Filmi Üzerine Kopan Kıyamet Üzerine, Ben de Kopmuşum...


Sanki, bu ülkede yıllardır insanlar bir birlerine öfkelendiklerinde erkek bile olsalar, davranışı aşağılamak için ''orospu karı gibi konuşma''; öfkelendikleri birine, ''orospu çocuğu'' dememişler gibi!..

Sanki bu ülkede, genelevlerde vesikalanmış kadınlar; devletin, varlığını toplumsal düzeni sağlamak adına resmileştirdiği genelevler yokmuş gibi!..

Oralardan ve o kadınların sırtından kazanç elde edenler vergi rekortmeni olup devletten madalyalar almamış gibi!..

Bu kadınların kendi berbat ve çirkef hayatlarının dışına taşımak istedikleri, büyüsün düzgün adam olsun diye çabaladıkları çocukları yokmuş gibi!..

Onların da, her anne kadar duyarlılıkları olamazmış gibi!..

Devletin vesikalandırdığı bu kadınların hayatları boyunca, o damgalı evraktan kurtulamayacağını bilmezmiş gibi!..

O evrak, yenilmiş o damga, onların çocuklarının eğitim hayatları boyunca askeri ve polis okulları benzeri yerlerde okumalarına ve bir takım kurumlarda görev almalarına engel değilmiş gibi!..

Okusalar bile farkedildiğinde başlarına gelenleri, duygusal çöküşleri, mahalle baskılarını bilmezmiş gibi!..

Gibi, gibi, gibi yapan ve aşağılayan bir yönetim erkine, ve bizim gibi ''namuslu insanlara'' alın işte demektir bu film.

Ve siz değerli sinemaseverler de, hayatın her kesiminde ağıza pelesenk olmuş bu küfüre: Sanki bugüne kadar sokaklarda çan çan söylenmemiş de, sanki ilk kez göz önüne geliyormuş gibi ahlakçı kesilmenizin niyesini bir oturun düşünün...

Sokakta, maçlarda, orada burada söylendiğinde, bir kesimi aşağıladığını düşünüp kimseye müdahale ettiniz mi? Bir sorun kendinize!

Bu ülkede ''Vesikalı Yarim'' diye de bir film çevrildi ve niye ses çıkmadı sanıyorsunuz? Çünkü insanlar daha naifti. Birbirlerini klişeler üzerinden parçalamıyorlardı. Sözcüğe yükledikleri anlam daha farklı idi, henüz kirletilmemişti.

Bu film, o adı özellikle kullandı ve bence de çok doğru yaptı. Bu sözün gerçek sahiplerinin kim olduğunu görün diye, tartışılsın ve anlaşılsın diye, o evlatların kendi seçmedikleri hayatları doğruya yol alsın diye!

Ve bizler bir sözcüğü anlamlandırıp, onun ahlakını sorgulayıp yanlış algımızın peşinden koşup birbirimizi yiyeceğimize; o duyarlılığımızı, bu insanları farketmeye, onları kurtarmak için çaba göstermeye kullanalım diye!

Bu ülkede birisi, ilk defa, itilmiş yok sayılmış toplumun her kesimi tarafından aşağılanmış ''orospu'' diye nitelenmişlere sahip çıkıp, kelimeyi kadını aşağılayıcı niteleyen bir kastedişle değil de; ''ey bu ülkenin yöneticileri, ey insanlar sizin damga vurup orospu diye aşağıladığınız hayat bu!'' demiş, gözlere sokmaya çalışmış ...

Eğer bir söz üzerine bu kadar toplumu düşünen bir duyarlılıkla ahlakçı bakıyorsanız; o zaman, bu duyarlılığı sivil toplum örgütlerinde görev alarak, o hayatları düzeltmek için kullanın arkadaşlar!..

Eğer derdimiz film üzerineyse de, isminden önce film bu saydıklarımı yapmış mı yapamamış mı bunu sorgulayalım lütfen... Ve hayatın içine bakın arkadaşlar! Lütfen klişelere sarılmadan bir düşünün!..

Ve sadece bir ''O''harfine bakıp henüz izlemediğiniz bir filmin adındaki ''O'' harfini orospu diye anlamlandıran ve insanlarla kapışma düzeyinde tartışan da sizsiniz. Bunun anlamını da isterseniz bir düşünün!

Demişim...

Yazarın notu:Bunca bağırıp çağıran ben henüz filmi izlemiş değilim:)) Ve bu yazıyı ilk yayınladığım yerde(ki bir sinema sitesinde) orospu sözcüğünü kullan(a)mamıştım. Oysa çok sevdiğim ve benim gözümde tüm algıların ötesinde bir insan figürünü simgeleyen sevimli bir sözcüktür. Bunu da akıp giden zaman bir not olarak düşeyim:)

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP