17 Şubat 2022 Perşembe

Güzel Adamlar Çağı



Dün yazdığım yazıdan ulaşılan iki bölümlük bir anının altındaki yorumların birinde şöyle bir cümle kurmuştu Sevgili KuyruksuzKedi:

"Böylesine güzel hatırlanıp sevgiyle anıldıklarına göre kesinlikle güzel adamlarmış,"

Onu şöyle yanıtlamıştım:

"Eski insanlar işte, aslında aynı işi yapıyorlar, bir anlamda rakipler ama birlikte yiyip içiyorlar, eğleniyorlar ve bir sorun yaşadıklarında da ortak çözüm üretebiliyorlardı... güzeldiler valla."

Yüzlerce eski fotoğraf içinde çocukluğumdan beri beni en etkileyenlerden biri budur. Sektörün 80'ler sonrasında başlayan liberalleşme atakları esnasında özellikle ihaleler bazında nasıl bir rezilleşmeye doğru yön aldığını gözlemleyen, bir neslin artık son bir kaç örneğinin kaldığı o yıllarda  niteliğin nasıl aşağı çekildiğine de tanıklık etmiş biri olarak yeni neslin önüne hep bu fotoğrafı koyarım.

Fotoğrafta tarih yok. 1960'lardan epey önce olduğu kesin. Fuar alanı için deniz henüz doldurulmamış; dolayısıyla Atatürk heykeliyle denizin ilişkisini kesen karayolu da yok. Ankara-İstanbul istikametine giden arabalar -dinlediklerime göre- heykelin önünden yukarı doğru tırmanıp Mamur Dağı üzerinden devam ediyorlar. Samsun'dan o yöne giden otobüsler de heykelin önünden kalkıyor. Yürüdükleri kısımsa geçenlerde yazdığım Hayalim Kırıldı Ama Ben Takmadım başlıklı yazımdaki  heykelin fotoğrafını çektiğim nokta. Sol baştaki pardesülü babam; henüz yirmili yaşlarında olduğunu tahmin ediyorum ki bu da bana yıl olarak 1950'leri söylüyor. Ben doğduğumda karayolu ve fuar var olduğuna göre henüz askerliğini bile yapmamış olabilir; o halde 1953 falan diyebiliriz. Bu adamlar birer oto tamircisi; aynı işi yapan ama birbirlerine rakip insanlar. Bugünkü, özellikle sanayi sitelerindeki çoğunlukla kıyaslanamayacak kadar özenli ve şıklar. Müşterilerin eline verdikleri listedeki parçaların bir kısmını sonradan yedek parçacıya götürüp iade edilen parayı cebe atan bazılarından olmadıkları gibi müşteriyi kollayan tamirci olduklarının da farkındalar!

16 Şubat 2022 Çarşamba

Haber Kırıklığı

Dün akşam. Enn sevdiğim kadın arıyor. Sesi coşkulu ve pırıl pırıl. Heyecanla anlatıyor. Çok tatlı. Yaşam ben için nasıl yükseliyor. O hep anlatsın ve beni coşkusuyla teslim alsın. Ben anında düğmeyi çevirip zamanı durdurayım ve kocaman keyifler beni yere sersin. Tam anlamıyla bu modda giderken ve yüzüm sevinç şebeklikleri içindeyken, sarı otobüsten söz ediyor. Son bir kaç gündür, çam ağaçlarının altında ve park yerinde gördüğüm, etrafındaki çocuklardan kaynaklı olarak da bir özel okula ait olduğunu düşündüğüm; Amerikan filmlerinde sıklıkla rastladığımız burunlu, üzerinde School Bus yazan otobüslerden...

Ben çocukken o araçların yedek parçalarını satardık ve bir çok kamu kurumunda, o kurumun renklerinde benzinli servis otobüsü olarak vardı kendilerinden. Buna ek olarak da filmlerinden aşinaydım. Severdim tabii ki ama bir gün yok olacaklarını düşünmediğim için de ekstra bir değerleri yoktu benim için. Bu arada askeri olanlarını garajda park ettiklerinde ve biz için görev dışı zamanlarda alıp şoför eğitim pistine gider, toprak ve virajlı parkurda spin attırırdık onlara. Üzerlerine zimmet edilmiş kendi şoförlerinin halini görmek gerekirdi tabii ki döndüğümüzde.

Ama dün akşam, enn sevdiğim kadın bu elden geçirilmiş pırıl pırıl sarı otobüsün bana hikâyesini anlatınca, bir an önce telaşları bastı beni. Sabahı nasıl ettim bilmiyorum. Gün ışımadan orada olmalıydım.


Zaten erken kalkan biriyim. Toparlandım. Heyecanım yerinde, telaşlarım yerlerini serinkanlılığa terk etmiş durumdalar. Fotoğraf makinesi sırt çantasına. Güneş görünürde yok ama bugün sizinleyim mesajını veriyor. Çıkıyorum binadan. Aramız uzak değil. Köşeyi döner dönmez görüş alanımda. Farksa bu günümün en önemli karakteri halini almış olması. Çünkü blogda bir haberi detaylarıyla patlatacağım.


Ortalık süt liman, gün yeni ışıyor, güneş saklıda. Çok serinkanlıyım ama içimdeki şüphe bastırılmış durumda, farkındayım. Önce aracın sahibinin uyumakta olduğu bir saat düşüncesiyle sabah erkeninde bir kaç dış fotoğraf çekmeyi, o uyanınca da aracın içine geçip sohbet etmeyi planlıyorum. Bilgimin, tanıklıklarımın, ve hikâyelerin birinci ağızdan anlatımının hoşuna gideceğini biliyorum çünkü bu şehirde bu araç üzerine konuşabilecek en fazla iki ya da üç kişi bulabilir ki bunlardan biri benden 2, 3 yaş büyük bir usta diğer ikisi ise epey büyük, abi dediğim kişiler. Edindiğim bilgiye göre adını bildiğim aracın sahibi gençse benim yarı yaşımda. Muhteşem bir sohbet olacağı kesin çünkü ben o araçların star olduğu yıllarının tanığıyım ki stop lambalarına bakıp doğum tarihlerini söyleyebilirim.

Köşeyi dönüyorum ve bir kaç gündür olduğu noktaya bakıyorum.


İçime doğan başıma geliyor. Acaba trafik mi izin vermedi, yoksa geceleri gidip sabah mı geliyor diye düşünüyorum. Sonra yine bu bölgede başka bir yerdedir diye düşünüyor tahminlerimi netleştiriyorum. Kuşlara kalmış bir sabah. Enfes bir hava, muhteşem bir sükunet. Güzel gün olacağı kesin. Üstelik dün akşamki konuşmamıza göre sarı otobüsten enn sevdiğim kadını arayacağım. O buraya gelecek, sohbete katılacak ve ben ona makarna ısmarlayacağım. Dün akşam bizim konuşmalarımıza tanık olan ilahi güç, gerekli talimatları vermiş ve gün tüm bu olasılıklar için muhteşem dizayn edilmiş.


Olabilir dediğim noktalara doğru yürüyorum. Yok. Belki gece gidip gündüz geliyordur ihtimali iyimser; beni sakinleştiriyor. Eve dönüyorum. Elim boş. Oysa bu yazı yerine âna dair ve ardına yönelik ne haberler verebilecektim. Bu benim talihsizliğimden çok aracın ve sahibinin talihsizliği. Ben onu biliyorum ama o beni bilmiyor. Oysa kendisini çok mutlu edecek sürprizlere ve anlara, anılara, anekdotlara ve bilgilere sahibim. Bir tek Rus Teyfik-amca bile yeterdi ki, çocuk ben kadar onu tanıyan, hikâyelerini dinlemiş, cerrah titizliğindeki ustalığına ben gibi küçük yaşlarda ve yakından tanıklık etmiş yaşayan başka kimse yok. Başka kimler yok ki; saçları her daim biryantinli Ziya Usta,Topal İhsan, Ayı Mahmut, Memduh Usta, Muhsin Usta (babam), Kirve Kemal (ben ve kardeşimin kirvesi), gözleri görmeyen efsane alt takım ve fren ustası Kör Şeref, uçak bile tamir etmiş" Sezai Usta* ve sonraki nesilden bir kaç kişi daha...

Gün içinde tekrar bakacağım, olay takibimde.


*At be ustam kim tutar seni ise burada.

*Fotoğraflarının olduğu devam yazısı Şimdi O Düşünsün içinse buradan lütfen.

12 Şubat 2022 Cumartesi

Makarna Üç Adım

Unutamadığım bir makarna var. 70'li yılların ilk yarısı; Mihri'nin öyküsündeki mahalleye yeni taşındığımız, fuarların konsept olmadığı gibi kapalı alanlara tıkıştırılmadığı yıllar. Aylardan Temmuz ve fuarımız açık. Ailece oradayız. Özellikle kamu kurumlarının reyonları muhteşem: YSE, DSİ, TCK, Topraksu, MKE, fındık ezmesi ile bizi tanıştıran Fiskobirlik gibi kamuya ait bölümlerde kurulu, içinde akarsular da olan, ışıl ışıl elektrik direkleri ve minicik barajları; dağları tepeleri, yolları, sokakları ve evleri ile maket köyler Gulliver tadı yaşatıyor bünyelerimize. Henüz inşaat halindeki Boğaz Köprüsü'nün miniğinin üzerinde yürümek, hatta o sallantı tadını yaşamak için defalarca geçmek paha biçilemez bir tat. Elbette Kızılay'ın reyonunda çekilişe katılmak yardım etme tadı vermesinin yanı sıra ne çıkacak heyecanını yaşamak anlamında da muhteşem. Fuarı ikiye bölen tren rayları ise başka ve olağanüstü bir keyif. En büyük dileğimiz trenle orada rastlaşmak. Sonra altından geçtiği köprünün ahşap merdivenlerini hızla çıkıp en üst noktasındaki düzlükten kömür kokuları yayarak geçen treni seyretmek. Hele bu makas değiştirme manevrası içinse ve durduktan sonra öteki makasa geçip geri bastıracaksa daha daha muhteşem. O yıl beni benden alan bir yer var fuarda ve ilk. Evde makarna yapılıyor elbette. Genelde sade. Bazen peynirli, belki kıymalı. Piyale mini bir reyon açmış. Bir de şoför kısmının arkası mutfak şeklini almış Volkswagen minübüsü var. Makarna tenceresi kaynıyor; başında da tam tekmil kıyafetli bir aşçı; filmlerdeki gibi. Önce biraz izliyoruz. Sonra makarna yemek istiyoruz. Bunun için babam fiş alıyor. Makarnalarımız elimizde, oturabiliriz. Bir filmin oyuncularıyız artık. Çünkü hayalimiz hep filmlerde gördüğümüz makarnalar. Şöyle uzadıkça uzayanlar. Oysa bizim evde kırılarak pişiriliyorlar ve temiz sudan geçiriliyorlar. Şu an görmekte olduğumuzsa sanki makarna değil! Biz makarnanın bir gariban doyurucu olduğunu sanırken o aslında bir asilzadeymiş hissi içinde bakıyoruz; her doldurulan tabağa. Sanki İtalya'da tatildeyiz. Ve birazdan eve dönünce bir an önce sabah olsunu bekleyeceğiz ki makarnayı, üzerindeki sosu, sanki İtalya'dan henüz dönmüş heyecanla anlatalım arkadaşlarımıza.

Ama üzerindeki o sos, ve aynı sosun acılısı. Onların makarnaya kattığı anlam, anlatılabilir gibi değil.

Sonra peşini fuar süresince bırakmıyorum tabii ki ve her yıl Temmuz ayını bekliyorum.

Porsiyonu 5 TL.

Henüz sıfırlarla tanışmamış, belki hayalini bile kuramamış 5 TL.


Son 15 gündür güzergâhım üzerindeki bir sokakta, denize bir kahve mekânı uzakta küçük bir dükkândaki faaliyet gözüme çarpıyor. Kare bölünmüş, İrlanda yeşili ahşap çerçeveleri ve minik verandası ilgimi çekiyor; sevimli buluyorum, bana iyi şeyler vadediyor, içimde bir sıcaklık var, ziyaret edeceğim de kesin.

Bir kaç gün sonra ise tabelası şekilleniyor. Bir makarnacı. Ondan bir kaç gün sonra da verandada insanlar görmeye başlıyorum ama sokağa henüz girmiyorum.

O sokakların hepsi dünkü çocuklar, imar uygulamalarının ardından türediler, sonrasında biz köyün bile taşralılarıyken bir anda görüyoruz ki şehirli olmuşuz.


Geçenlerde bir gün şehire iniyorum. İşlerimi hallettikten sonra bilgisini enn sevdiğim kadından aldığımı bir pişi dükkânına takılacağım. İşlerimi hallediyor ve şehrin havalı semti 56'lardaki sokak arası mekânı elimle koymuş gibi buluyorum ancak içerideki kalabalık girme fikrime set oluyor. Sonra makarna yesem fikriyle kendimi trende buluyorum. Bizim istasyona varınca da fikrim beni bir kez daha çeliyor ve Adem Usta'ya takılıyorum. Yeni bir garson var; ben bunu bir yerden tanıyorum diye düşünüyor bir türlü de çıkaramıyorum. Doymuş bir meraklı olarak makarnacının sokağına üstten girip sahile inerken kendisine iyice bir göz atıyorum ve ertesi gün, yani dün oradayım.

Süzülüyorum içeri. Çok hoş bir ortam. Bir sürü genç kız. Yatay dikdörtgen mekânın tamamı kadar bir mutfak. Şimdilik tek tip bir makarna yapıyorlar; fettucinne. Take away düşünülmüş bir işletme. Uzun pencere önünde yüksek tabureli uzun bir masa var ki şirin. Şu kadim eve bakıyor. O ev bizim kılık değiştirmemiş evle aynı zamanın ürünü. Şehrin en bilinen ve zengin ailelerinden birine ait havuzlu bir yazlık. Şehirdeki ilk evimizde de karşı apartmandan komşularımızdılar ve kızları kızkardeşimin kolejde 7 yılı birlikte okudukları sınıf arkadaşıydı. Aynı popülerliklerine ve katmerlenmiş zenginliklerine İstanbul'da devam ediyorlar. Burayı satın alan kişi ise hisse senetleri borsada işlem gören bir un fabrikası ve vesaire sahibi kişi. Satmayı düşünüyor ama tok satıcı olunca yıllardır bir babayiğitin çıkmasını bekliyor; ana yoldan denize uzayan ama imar sonrası tek parçalığı ikiye bölünen bu arsa.

Makarnam 15 dakika sonra seçtiğim sos ve üzerinde parmesanla geliyor. Verandanın denize bakan yönündeyim. Evimiz üç adım ötede. Coğrafya benim çocukluğumu, ilk gençliğimi, gençliğimi, şimdimi bildiği gibi ben de onun kelimenin tam anlamıyla ciğerini biliyorum. Severiz yani birbirimizi. Makarnayı beğeniyorum ama bir eleştirim var. Biraz sonra bunu ödememi alan genç kıza söyleyeceğim ve bir kaç öneride de bulunacağım. Önce keyfini bir çıkarayım ama...


Verandada otururken burada şarap ve bira olmalı diye düşünüyorum. Bir de küçük tahta kaşıklar ve çatallar take away için tamam da masada oturup yiyen için keyifsiz bir uygulama olarak geliyor bana. Porselen tabaklar ve metal kaşık çatallar, bir kadeh şarap ya da bira yakışırdı diye hayal ediyorum. Makarna çeşitliliğinin olmamasını başlangıç için yadırgamıyorum. Ödememi yaparken tüm bunları genç kıza söylüyorum. İlgiyle dinliyor ve bunları patrona ileteceğini söylüyor; samimiyetle gülümseyen yüz ifadesiyle. Ürün yelpazesinin genişleyeceğini, Ravioli ve Tortellini'nin menüde olacağının da altını çiziyor. Bir eğitim alıp almadıklarını soruyorum ve kimin hamuru yapıp pişirdiğini ekliyorum. Bir abla bu. Gülümsüyor elindeki açmakta olduğu hamurla birlikte. "Elinize sağlık," diyor, beğendiğimi ifade ediyorum. Gülümsüyor. Bu günlere ve genel fiyatlara bakınca da, bulunduğu noktayı da göz önünde tutarak, 25.TL'yi, sıfırları atılmış da olsa makul buluyorum.

9 Şubat 2022 Çarşamba

Pek Cumartesi

Şehirde yaşamak ama şehire gitmek! Dilimize oturmuş biz eskilerin. Küçüktük ve bulunduğumuz yer köydü. Hatta biz deniz kenarında olsak da köy merkezine uzak banliyö yancılarıydık. Köye çıkar şehire inerdik. Hâlâ da ifadelerimiz budur ve yeni şehirlilerimiz dile getirmeseler de bu ifadeleri manasız bulup pek anlamlandıramıyorlar diye düşünürüm ve severim dilimize oturmuş bu anlayışı. İşte ben cumartesi sabahı bu keyifle çıkıyorum yataktan. Sıralı işlerim var. Enn sevdiğim kadın iyi, akademik kariyer peşindeki C-19 hafifçe dokunmuş ona. Keyfi yerinde. Uzun uzun konuşuyoruz. Şu yazıdan bir iki gün sonra özgür. Keyifliyim çünkü onun için bir şey yapacağım bugün. Bu enn bayıldığım, çok keyif aldığım bir iş, ama onun bana kattıklarının, benim için yaptıklarının yanında hiçbir şey. Yani belirli keyifler yanında kendi akışına bıraktığım bir Cumartesi'deyim.


Hafif bir kahvaltı sonrası atıyorum kendimi trene. Tatlı bir soğuk var günde. Güneş ortalarda yok ama bu tatlı soğuk keyif katıyor güne. Trenin ve yolun keyfini çıkarırken planlarıma da çeki düzen vermeye çalışıyorum. Bir soruya yanıt aramaktayım mesela. Bir iki hafta önce müzede kocaman bir fotoğrafın* karşısında pek hoş kapuçinomu içerken aklıma takılmış bir soru var. Bir de fikrim. Ona yanıt bulmakla başlamayı düşünüyorum. Tabii ki çocuk afacanlıklarımın geçtiği, babamın sanayi siteleri yapılmadan önce şehir içindeki son mağazasının tam karşısındaki, çok anı biriktirdiğim Taşhan'ın elden geçirilip çevre düzenlemesiyle birlikte halkın kullanımına açılmış halini ilk kez göreceğim. Tren yol alırken ilk eylem için kararım netleşiyor. Adı değiştirilmiş olsa da benim için değişmeyen Opera istasyonunda iniyorum.


Bizim mağazanın da olduğu sıra ve onun arka sokağındaki tüm arasta yıkılmış durumda. Güzel bir alan ama keşke proje eski başkanın eliyle tamamlanmış olsaydı dedirtiyor bana. Biliyordum ki eski kale kalıntılarını zeminin altından çıkardıklarında şu anki etrafı demir korkuluklarla çevrili minik halle sınırlı kalmayacak, belki de meydanın tamamını kazacak ve daha çok kaleyi ortaya çıkaracaklardı. Ve onun üzerinde cam bir gezinti alanı yaratacaklardı. Şu an hamamın önündeki ilk kazı miktarı ile bırakılmış ve üzeri camla kapatılmamış kısım bir hayal kırıklığı. Büyük Cami'nin önündeki ahı gitmiş vahı kalmış surlara bakınca kalenin büyüklüğünü tasavvur etmek hiç de zor değil ki sonra başına gelenleri çocukluğumdan bilirim. Kafeterya'yı beğenmediğimi söyleyemem, en kısa sürede de deneyeceğim ancak eski başkan olsa kafeteryayı işleten belediye olacaktı ve diğer ve benzer işletmeleri gibi de tadından yenmeyecekti ama şu an bende yarattığı ilk izlenim nedeniyle çok da önyargılı olmadığımı hissediyorum.

Bugün yapmam gereken çok keyifli bir başka iş daha var. Binamızın ilk bebeği dünyaya geldi. Çok tatlı bir çift, henüz nişanlıyken bir tanıdığımızın boş daire var mı diye sorması üzerine tanışmıştık onlarla. Şehrin kadim iki ailesinin tatlı iki çocuğu. Sonra kirada anlaşmamız kolay olmuştu çünkü sevmiştim. Kira artışları her üç yılda güncellenmek üzerine konuşulmuş olsa da, pandemi koşulları nedeniyle ki bana epey eksi yazıyor an itibariyle ama, elleşmiyorum. İşte bu tatlı çiftin çok tatlı bebeleri Pera'ya geleneksel bir hediye alacağım. Onu hallediyor, hediyeyi genç avukat anneye teslim etmeyi düşünüyor ve Vatan Bilgisayar'a doğru yol alıyorum. Tam bayıldığım binanın önünden geçiyorum ki bir ikilem beni benden alıyor. Önce boşver diyor, sonra geri gelip bu eski ev ama yıllardır işyeri olan, benzerlerinin çoğunun yok edildiği güzelliğin fotoğrafını çekiyorum.


Sonra Vatan Bilgisayar'a doğru devam ederken şehrin en büyük ve en eski pavyonunun hoş binasının yıkılmış olduğunu görüyorum ve binaların yok edilişlerine bir kez daha üzülüyorum. Yine kadim ve popüler otellerden roof'una takılmaya bayıldığımız, çok izi kalmış, çocuklarımın anneleriyle ilk tanışmamıza da vesile olan toz bağlamış Vidinli Otel'de asılı olan satılık ilanına üzülüyorum çünkü şehirin geçmişinde güzel izler bırakmış bir yer daha tarihten siliniyor. Neyse ki ilk açıldığında en iyi iki arkadaşımla tıfıl yaşların birindeyken ve henüz evlilik falan bize uzakken şarap içtiğimiz otel el değiştirmiş olsa da yerinde duruyor. Ve ben an itibariyle Vatan Bilgisayar'dayım. Elimdeki kodu satış elemanına gösteriyorum. O beni konuyla ilgili genç kadına yönlendiriyor. Evet var. Siyah garanti, ama mavi olsa mı, o da var ancak biraz griye dönük. O halde telefon. Enn bayıldığım ses. İki dakikada baktı ve kesinleşti ki siyah. Onu da atıyorum sırt çantama. Mutluyum. O halde bunu bir başka keyifle çoğaltabilirim. Ama önce saygılarımı ve sevgilerimi sunmam gereken bir nokta var.

Başta forması Atatürk'lü* Samsunspor taraftarı olmak üzere halkımız gereken tepkiyi verdi ve sahip çıktı Ata'sına, bugün de görüyorum ki İyi Parti'li İlkadım ve CHP'li ilçe belediyemiz olay mahaline çadırları kurmuşlar çay, çorba dağıtıyorlar. İktidardan büyükşehir ve diğerleri ortada yok. Önünde panzer bekleyen valilikle arasındaki mesafe 500 metre ve görüş alanında olan bir anıta eylem yapılabilmesi de ayrı bir konu. Oysa ben bilirim ki eskiden bu anıtın önünde her zaman iki inzibat eri nöbet tutardı.

Oradan ayrılıp yolda yeni noktama yürürken yanımdan bir aile geçiyor. Konu bu olay. Bir genç kız diyor ki içlerinden: "Ben Atatürk'ü seviyorum." Bu tahminimce şehrin kenar kısmından bir aile. Hoşuma gidiyor.

Ve yeni bir hedefe, aslında geldiğim noktaya doğru ve adı da Lezzetli olan, daha önce Lezzet adlı mekânda çalışmış ustanın yıllar önce açtığı mekâna doğru yürümeye devam ediyorum.


"Bir porsiyon döner lütfen"

"Bir de açık ayran lütfen"



Görüntü güzel. Döner ocağındaki odunların alevi pek hoş. Uzun zamandır yememiş olsam da bildiğim bir döner. Geçen gün misafirlerini buraya getiren kardeşimin anlatımı ve eskiyi konuşmamız üzerine gaza gelmem dolayısıyla buradayım.

Evet o görüntü ve o tat var ama bir şey eksik. Onun ne olduğunu ise kasanın arkasındaki bir levha bana fısıldıyor. Orada, kullanılan etin Unkapanı Kasabı'ndan alındığı yazıyor. Oysa Lezzet Lokantası'nın* kadim yeri yıkılmadan önce oraya gelen et Ladik ilçesinden günlük geliyordu ve o döner muhteşemdi. Şu an yemekte olduğumsa onu andırıyor olsa da o değil.

Oradan çıkınca geri Bankalar Caddesi'nden dönüyorum ama önce Büyük Cami ile ilgili olarak müzede fotoğraftan fark ettiğim durumla daha önce katedral olabileceğini düşünmüş oluşum paramparça oluyor. O fotoğrafta özellikle dikkatimi çeken kubbelerin aynen yerinde durduğunu görüyorum ve sonrasında müzedeki fotoğrafın* aynı noktasından bugünü çekiyorum. Kubbeler gözükmüyor, onları şimdi yüksek yapılar kapatıyor. O zaman beni yanıltanın perspektif olduğunu anlıyorum.

Ama banka!


"Onu Osmanlı Bankası'nın zaman eskisi binasının giriş kuytusuna çeker. Kolumu dolar elimi illaki bel çukurunda tutar, kendime çeker ve tek bir öpücükle; bütün duygularımı deryalar gibi önüne dökerdim."

19 Eylül 2021


Bu kadar kıymetli anları yaşamıma katan mekânın bir fotoğrafı olmadan olmazdı, olmamalıydı. Bunu hatırlatan aklımı öpüyorum elbette. Önünde kalıyorum. Zaman geri sarıyor. Yüzümde çok tatlı, yaşadığı anların kıymetini bana hep anlatan tatlı çocuk gülümsemesi yerini alıyor ve kendimi sanki zamanda sıçramış ve o andaymışım gibi hissediyorum. Elbette... elbette "İyi ki," diyorum. Çünkü o ve sonrasındaki tüm "İyi ki," lerim beni zamanda taşıdı, geliştirdi. Bugün yaşadığım hayattan çok memnunsam; hayatıma güzel anlar bırakan güzel insanlar sayesinde oldu tüm bunlar, biliyorum.

Postanenin önünden geçerken önündeki cansız boşluk cızz ettiriyor. Teknoloji insanı bir alanda daha yok ediyor. Eskiden, telefon ulaşılabilir bir şey değilken ve biz çocukken burası her dakika cıvıl cıvıl olur, merdivenlerinin iki yanındaki kartpostal, mektup kağıdı ve zarflar satan çeşit çeşit tezgâhların önünde kalır, daha çok üniformaları ile oraya gelmiş çarşı iznindeki askerlere bakar, onların seçtikleri kartların benzerliğine gülümser, onların her birini aşk izi olarak aklımıza nakş ederdik. Laf aramızda bir çocuk eğlencesi olarak da en büyük zevkimiz kartları aşırmak olurdu.

Ne ayıp!


Yazsam uzayacak pek çok noktada çok anı gözlerimden akıyor. Muzaffer Önder Parkı'nın önünden geçip lunaparka kıvrılıyorum. Canlılık hoşuma gidiyor. Arka kapısından çıktığım parkta bir banka oturuyorum.



Şimdi dönüş trenindeyim.



*Taşhan'ın Eski Halinden Fısıltılar

*Şu yazıdaki ilk fotoğraf.

*Atatürk'lü Forma

*Lezzet Lokantası

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP