Sezon açılmıştı ve ben bu açılışla siftahı yapmalıydım. Özlemiştim de... Ayrıca bu düşüncemi enn sevdiğim kadınla da paylaşmış, açılışı ne ile yapsam acaba noktasında netleştirici fikirler oluşturmuştum.
Aylardır, alışkanlığım olan bir mekânın kenarında olduğu bulvarın karşı kaldırımından gelip geçerken göz attığımda ona doğru, içimde bir istek oluşuyor, eveti aklımdan geçiriyor, bir yandan da ama daha sezona var diyor, çiftlikte yetiştirilenleri ondan saymıyor, erteliyordum. Bir yandan da merak ediyordum. Nasıl acaba?
Üstelik denizin; "Buyrun gelin dükkân sizin," dediği günler gelmişti ve sevdiğim türler üzerinde de bir karara varmaya çalışıyordum.
Mevsim birkaçını öne atıyordu. Bu birkaçı önemsemeliyim mi yoksa henüz yeteri kadar soğumadığı için su; kendi var ama biraz daha vakti var dediklerimizden birini mi seçmeliydim?
Sonra dün, henüz bazılarının gelişimi ve kıvama gelmesi için tazeyken mevsim. Kararımı netleştirdim. Sırt çantama bir kitap, okuma gözlüğü, yedek maske, ince bir hırka attım; yağmurluğumu çantamın askısından geçirdim, bahçeye indim ki hava inceden yağıyor. Gökyüzüne baktım; anladım ki niyeti bozuk değil. Yağmurluğu giydim, kapüşonu geçirdim, bir an düşünsem de deniz tarafını, karşısındaki kaldırımdan yürümeye başladım. Günün rengini çok sevdim. Bir ara "Ama o deniz!" desem de kararımda ısrarcı oldum. Vakit ikindiye varmıştı. Çok mu acıkmıştım acaba? Aklım rahat durmuyor, aklımı çelmeye çalışıyor, başka alternatifler öne atıyordu. Gaza gelmedim ve kararımda ısrar ettim. Ana caddeye doğru bu kez erken bir sokaktan döndüm. Yağmur incecikten bir türkü tadında yağıyor, günün ıslak rengine hoşluklar katıyordu. Sanırım bilinçle davranıyordu ve benim "Ama daha yaz!" vurgumu düşüncelerimden atmaya çalışıyordu. Seçeneklerimden biri ıslık çalınca, çok uygun bir gün aslında diye düşündüm. O ara bir araba park ettiği Ömürevleri Migros'un önünden geri geri gelip düzelttikten sonra yan yoldan caddeye varmak için manevra hazırlığındaydı. Benim için durdu ve bana yol verdi. İyi insanları ödüllendirmek gerekti. Teşekkür manasında el işaretiyle lütfen buyurun devam edin, dedim. Teşekkür etti başıyla...
Işıklara gelmiştim ki içimdeki kara niyetli sürekli alternatifler üreterek hâlâ fikrimi çelmeye çalışıyordu. Direndim. Down Park'ın kaldırımından yürümeyi tercih ettim inatla; imana gelir diye. Fikrimin ilk eylemi sonrasında kapuçinomu orada içerim, sonra onlarla maskeli bir fotoğraf çektirir, pandemi hatırası diye blogda paylaşırım, hem de boyumu posumu sergilemiş olurum diye düşünmüştüm. Geçerken selam çaktım tabii ki kankalarıma. Yolda da Erdoğan'la karşılaştım ve üzerindeki yeni sezon Samsunspor formasını hayırladım. Planladığım ilk mekân görüş alanımda. Aslında yabancısı olmadığım bir yer. Ancak önceki hali artık anılarımda kaldı. Pandeminin ilk yılında ve ilk açıldığımız sürede de geldiğim ve sevdiğim kitap okuma noktamdı. Bir yıl önceye kadar yazılarımda çoklukla olan bir pastane... Ekleri efsane bir pastane... İdi!
Ne kitapları ne keyifle devirmiştim orada. Dünya turlarımı, farklı ülkelerin yazarlarının romanlarında, sanki onun masalarındayken yapıyordum. Süzüldüm içeriye. Mekânın yeni halini de sevdim. Bir sıcaklık vardı ve konuya da yakışır bir mekândı. Oturdum dar, uzun, açılır camların önünde tek sıra masalı verandasına: yeni konsepte uygun yeni masalar olsa da artık aynı noktadaki masayı seçtim ve aynı yöne doğru oturdum. Sol yanım şirin bir park, etrafı renkli, seyrek ve alçak tarabalarla çevrili. Orta yerinde bir de oyun parkı var. Ve elbette Down Kafe. Direk karşıya baktığımda gördüğüm de bulvar.
Bir garson geldi. Maske kurala uygun; öylesine değil. Ciddiyetli bir sorumlukla duruyordu yüzünde. Sevdim kendisini: İş yapışını, ölçülü konuşmasındaki tavrı beğendim. İletişim gayet güzel, duruş güven verici, tavır sıcak ama şık da... Ve olması gerektiği anda var.
"Neler var?" dedim. Aklımdan geçirdiklerimin neredeyse tamamını saydı. "Ama?" dedi düşüncem; "bazılarının daha zamanı var. Su biraz daha soğusun." Hak verdim. Kararım altını çizerek, "Derim ki," dedi. "Şimdi onun zamanı."
Olmaması düşünülemezdi ama yine de sordum. Mesela rakı olmadığını biliyordum. "Var!" dedi. Heyecan yok, çorba içindi.
"Az balık çorbası lütfen"
"Barbun lütfen," dedim ardından.
Altını çizerek... ve akıllıca ve aslında önerme de içeren, buna yakışan budur tadında bir üslupla sordu: "Tava mı istersiniz?"
"Evet, lütfen," dedim.
Arka masamda iki hanımefendi, ön masamda dört adet inşaat sektöründen olduklarını düşündüğüm ve kalkmak üzere olan, çaylarının son yudumunda dört beyefendi, onların caddeye doğru iki masa ötesinde bir anne-oğul ve onların arkasında da yine iki genç hanımefendi vardı ki günün o vakti için makul. Demek ki daha yeni olmasına rağmen kabul görmüş mekân, diye düşündüm.
Balık seçimimin ardından sormuştu garson. "Salatanız nasıl olsun?" diye. Bir an ekstra ücret mi yoksa yanında mı diye düşündüm. "Yanında başka ne veriyorsunuz," diye sordum. Ve zaten balık- salatacı olmadığım için de teşekkür ettim, istemedim.
Az çorbam geldi. Ancak az deyince ne anladılar da, ya da anlıyorlarsa miktar esnaf lokantaları gibi değildi. Sanki bir tadımlık! Bunu eleştirdim, içsel olarak. Turşu kavurma görüntüde güzeldi. Heyecan verdi. Sonrasına bakacağım. Roka tabağının sadeliğini de sevdim ve pırıl pırıllardı. Az önce sanki, toplanmışlardı bahçeden.
Çorba görüntüde biraz farklıydı, dedim bir tarzları var demek ki. Ekmek dikkatimi çekti. Tahta ve abartısız, sade ve şık bir sepetteydi. Bildiğimiz baston ekmeği şeklinde ama bir kişiye yetecek ölçüde ve özel yapımdı. Önce ekmeğimden bir lokmayı çorbaya batırdım. Onu atınca damağıma ve biraz çiğnedikten sonra, bu kez biraz çorba yolladım. Hımmmmm âlâ! Beğendim çorbayı. Eleştirsem de miktarı finalde dedim ki yaptıkları doğru!
Ve mevsimin ve balıkların gözdesi geldi.
Kocaman bir porsiyon.
Çorbanın haklılığının altını da peşin peşin çizdi.
Az sonra da iki mini minicik ve sıcacık ve kurabiye şeklinde mısır ekmeği konuşlandı masada. Önce yadırgadım alışınca klasiğine. Sonra dedim bu fine dining bir dokunuş. Modern bir esinti.
Hımmmm... doğru seçim, çünkü mevsimlerden Barbun'dayız. Muhteşem bir tava. Enn Sevdiğim Kadın'a bu fikrimi söyleyip düşündüğüm balıklardan da bahsedince mevsime uygunluk adına altını çizmişti. Şanslı adamım! Önce kafa göz, kılçık, kuyruk girişiyorum. Çünkü ne var ne yoksa ağızda dağılıyor. Enfes. Sonra biraz soğumaya yüz tutunca; kafa, kuyruk ve kılçıkları ayıklıyorum. Buna da tava balık üstü balıkhelva aşaması diyorum.
Mısır ekmeği, turşu kavurma, balık, roka sololarında olduğu gibi beraber şarkılarında da muhteşemler. Ne varsa süpürüyorum.
Çay içer misiniz? diye soruyor; ölçülü bir tavırla garsonum. Lütfen, diyor, hesabı da istiyorum.
Çayımı yine kaliteli bir genç getiriyor; Down Park'a bakarak keyifle içiyorum. Mutluyum, çünkü ezeli dostum pastanenin gidişine üzülmüştüm; an itibariyle de gelenin duruşundan kaynaklı olarak seviniyorum. Ama yemekle kitap okunamıyor işte! Çorbada deniyorum, çünkü bu mekânı hep kitap keyiflerimin eşlikçisi olarak hatırlıyorum. Ne yapsam da balığa kitap değil de rakı ve sohbet yakışırın hakkını teslim ediyor, iki yeni ve güzel kitap okuma noktama selam gönderiyorum.
Rakıdan bu aralar ne kadar söz ediyorum, farkındayım. Oysa en son, enn sevdiğimiz mekânda ve pandemide, o mekâna hiç yakıştıramasak da ve hatta onlar da bize inanamasalar ve bunu da ifade etmiş olsalar da... benim hevesim yüzünden bira içmiştik. Yazılarda rakı bir çokluk gibi dursa da bir yıldan fazla bir zamandır, belki de pandeminin başından beri... kokusunu bile unutmuş olabilirim. Üzüldüm şimdi ama!
Kankalarla fotoğrafımı erteliyorum. Çünkü çay, kapuçino hayalimin önünü kesiyor.
Aslında onu belki bugün, belki yarın çektirir, bu yazıyla birlikte yayınlarım diye düşünüyordum ama dayanamayıp yazdım.
Kankalarımla bir pandemi hatırası!
Ne güzel...
Belki de pek yakında...