17 Eylül 2021 Cuma

O Onsuz Olur Peki O Onsuz Olur mu?

Şu şekilde düşünüyordum.

Sezon açılmıştı ve ben bu açılışla siftahı yapmalıydım. Özlemiştim de... Ayrıca bu düşüncemi enn sevdiğim kadınla da paylaşmış, açılışı ne ile yapsam acaba noktasında netleştirici fikirler oluşturmuştum.

*

Aylardır, alışkanlığım olan bir mekânın kenarında olduğu bulvarın karşı kaldırımından  gelip geçerken göz attığımda ona doğru, içimde bir istek oluşuyor, eveti aklımdan geçiriyor, bir yandan da ama daha sezona var diyor, çiftlikte yetiştirilenleri ondan saymıyor, erteliyordum. Bir yandan da merak ediyordum. Nasıl acaba?

Üstelik denizin;  "Buyrun gelin dükkân sizin," dediği günler gelmişti ve sevdiğim türler üzerinde de bir karara varmaya çalışıyordum.

Mevsim birkaçını öne atıyordu. Bu birkaçı önemsemeliyim mi yoksa henüz yeteri kadar soğumadığı için su; kendi var ama biraz daha vakti var dediklerimizden birini mi seçmeliydim?

Sonra dün, henüz bazılarının gelişimi ve kıvama gelmesi için tazeyken mevsim. Kararımı netleştirdim. Sırt çantama bir kitap, okuma gözlüğü, yedek maske, ince bir hırka attım; yağmurluğumu çantamın askısından geçirdim, bahçeye indim ki hava inceden yağıyor. Gökyüzüne baktım; anladım ki niyeti bozuk değil. Yağmurluğu giydim, kapüşonu geçirdim, bir an düşünsem de deniz tarafını, karşısındaki kaldırımdan yürümeye başladım. Günün rengini çok sevdim. Bir ara "Ama o deniz!" desem de kararımda ısrarcı oldum. Vakit ikindiye varmıştı. Çok mu acıkmıştım acaba? Aklım rahat durmuyor,  aklımı çelmeye çalışıyor, başka alternatifler öne atıyordu. Gaza gelmedim ve kararımda ısrar ettim. Ana caddeye doğru bu kez erken bir sokaktan döndüm. Yağmur incecikten bir türkü tadında yağıyor, günün ıslak rengine hoşluklar katıyordu. Sanırım bilinçle davranıyordu ve benim "Ama daha yaz!" vurgumu düşüncelerimden atmaya çalışıyordu. Seçeneklerimden biri ıslık çalınca, çok uygun bir gün aslında diye düşündüm. O ara bir araba park ettiği Ömürevleri Migros'un önünden  geri geri gelip düzelttikten sonra yan yoldan caddeye varmak için manevra hazırlığındaydı. Benim için durdu ve bana yol verdi. İyi insanları ödüllendirmek gerekti.  Teşekkür manasında el işaretiyle lütfen buyurun devam edin, dedim. Teşekkür etti başıyla...

Işıklara gelmiştim ki içimdeki kara niyetli sürekli alternatifler üreterek hâlâ fikrimi çelmeye çalışıyordu. Direndim. Down Park'ın kaldırımından yürümeyi tercih ettim inatla; imana gelir diye. Fikrimin ilk eylemi sonrasında  kapuçinomu orada içerim, sonra onlarla maskeli bir fotoğraf çektirir, pandemi hatırası diye blogda paylaşırım, hem de boyumu posumu sergilemiş olurum diye düşünmüştüm. Geçerken selam çaktım tabii ki kankalarıma. Yolda da Erdoğan'la karşılaştım ve üzerindeki yeni sezon Samsunspor formasını hayırladım. Planladığım ilk mekân görüş alanımda. Aslında yabancısı olmadığım bir yer. Ancak önceki hali artık anılarımda kaldı. Pandeminin ilk yılında ve ilk açıldığımız sürede de geldiğim ve sevdiğim kitap okuma noktamdı. Bir yıl önceye kadar yazılarımda çoklukla olan bir pastane... Ekleri efsane bir pastane... İdi!

Ne kitapları ne keyifle devirmiştim orada. Dünya turlarımı, farklı ülkelerin yazarlarının romanlarında, sanki onun masalarındayken yapıyordum. Süzüldüm içeriye. Mekânın yeni halini de sevdim. Bir sıcaklık vardı ve konuya da yakışır bir mekândı. Oturdum dar, uzun, açılır camların önünde tek sıra masalı verandasına: yeni konsepte uygun yeni masalar olsa da artık aynı noktadaki masayı seçtim ve aynı yöne doğru oturdum. Sol yanım şirin bir park, etrafı renkli, seyrek ve alçak tarabalarla çevrili. Orta yerinde bir de oyun parkı var. Ve elbette Down Kafe. Direk karşıya baktığımda gördüğüm de bulvar.

Bir garson geldi. Maske kurala uygun; öylesine değil. Ciddiyetli bir sorumlukla duruyordu yüzünde. Sevdim kendisini: İş yapışını, ölçülü konuşmasındaki tavrı beğendim. İletişim gayet güzel, duruş güven verici, tavır sıcak ama şık da... Ve olması gerektiği anda var.

"Neler var?" dedim. Aklımdan geçirdiklerimin neredeyse tamamını saydı. "Ama?" dedi düşüncem; "bazılarının daha zamanı var. Su biraz daha soğusun." Hak verdim. Kararım altını çizerek, "Derim ki," dedi. "Şimdi onun zamanı."

Olmaması düşünülemezdi ama yine de sordum. Mesela rakı olmadığını biliyordum. "Var!" dedi. Heyecan yok, çorba içindi. 

"Az balık çorbası lütfen"

"Barbun lütfen," dedim ardından.

Altını çizerek... ve akıllıca ve aslında önerme de içeren, buna yakışan budur tadında bir üslupla sordu: "Tava mı istersiniz?"

"Evet, lütfen," dedim.

Arka masamda iki hanımefendi, ön masamda dört adet inşaat sektöründen olduklarını düşündüğüm ve kalkmak üzere olan, çaylarının son yudumunda dört beyefendi, onların caddeye doğru iki masa ötesinde bir anne-oğul ve onların arkasında da yine iki genç hanımefendi vardı ki günün o vakti için makul. Demek ki daha yeni olmasına rağmen kabul görmüş mekân, diye düşündüm.

Balık seçimimin ardından sormuştu garson. "Salatanız nasıl olsun?" diye. Bir an ekstra ücret mi yoksa yanında mı diye düşündüm. "Yanında başka ne veriyorsunuz," diye sordum. Ve zaten balık- salatacı olmadığım için de teşekkür ettim, istemedim.

Az çorbam geldi. Ancak az deyince ne anladılar da, ya da anlıyorlarsa miktar esnaf lokantaları gibi değildi. Sanki bir tadımlık! Bunu eleştirdim, içsel olarak. Turşu kavurma görüntüde güzeldi. Heyecan verdi. Sonrasına bakacağım. Roka tabağının sadeliğini de sevdim ve pırıl pırıllardı. Az önce sanki, toplanmışlardı bahçeden.


Çorba görüntüde biraz farklıydı, dedim bir tarzları var demek ki. Ekmek dikkatimi çekti. Tahta ve abartısız, sade ve şık bir sepetteydi. Bildiğimiz baston ekmeği şeklinde ama bir kişiye yetecek ölçüde ve özel yapımdı. Önce ekmeğimden bir lokmayı çorbaya batırdım. Onu atınca damağıma ve biraz çiğnedikten sonra, bu kez biraz çorba yolladım. Hımmmmm âlâ! Beğendim çorbayı. Eleştirsem de miktarı finalde dedim ki yaptıkları doğru!

Ve mevsimin ve balıkların gözdesi geldi.

Kocaman bir porsiyon.

Çorbanın haklılığının altını da peşin peşin çizdi.

Az sonra da iki mini minicik ve sıcacık ve kurabiye şeklinde mısır ekmeği konuşlandı masada. Önce yadırgadım alışınca klasiğine. Sonra dedim bu fine dining bir dokunuş. Modern bir esinti.

Hımmmm... doğru seçim, çünkü mevsimlerden Barbun'dayız. Muhteşem bir tava. Enn Sevdiğim Kadın'a bu fikrimi söyleyip düşündüğüm balıklardan da bahsedince mevsime uygunluk adına altını çizmişti. Şanslı adamım! Önce kafa göz, kılçık, kuyruk girişiyorum. Çünkü ne var ne yoksa ağızda dağılıyor. Enfes. Sonra biraz soğumaya yüz tutunca; kafa, kuyruk ve kılçıkları ayıklıyorum. Buna da tava balık üstü balıkhelva aşaması diyorum.

Mısır ekmeği, turşu kavurma, balık, roka sololarında olduğu gibi beraber şarkılarında da muhteşemler. Ne varsa süpürüyorum.



Çay içer misiniz? diye soruyor; ölçülü bir tavırla garsonum. Lütfen, diyor, hesabı da istiyorum.

Çayımı yine kaliteli bir genç getiriyor; Down Park'a bakarak keyifle içiyorum. Mutluyum, çünkü ezeli dostum pastanenin gidişine üzülmüştüm; an itibariyle de gelenin duruşundan kaynaklı olarak seviniyorum. Ama yemekle kitap okunamıyor işte! Çorbada deniyorum, çünkü bu mekânı hep kitap keyiflerimin eşlikçisi olarak hatırlıyorum. Ne yapsam da balığa kitap değil de rakı ve sohbet yakışırın hakkını teslim ediyor, iki yeni ve güzel kitap okuma noktama selam gönderiyorum.

Rakıdan bu aralar ne kadar söz ediyorum, farkındayım. Oysa en son, enn sevdiğimiz mekânda ve pandemide, o mekâna hiç yakıştıramasak da ve hatta onlar da bize inanamasalar ve bunu da ifade etmiş olsalar da... benim hevesim yüzünden bira içmiştik. Yazılarda rakı bir çokluk gibi dursa da bir yıldan fazla bir zamandır, belki de pandeminin başından beri... kokusunu bile unutmuş olabilirim. Üzüldüm şimdi ama!

Kankalarla fotoğrafımı erteliyorum. Çünkü çay, kapuçino hayalimin önünü kesiyor.

Aslında onu belki bugün, belki yarın çektirir, bu yazıyla birlikte yayınlarım diye düşünüyordum ama dayanamayıp yazdım.

Kankalarımla bir pandemi hatırası!

Ne güzel...

Belki de pek yakında...

16 Eylül 2021 Perşembe

Çocuk Sevinçlerim Zıpladı

Sevgili Zeugma dinlediği bir böreği yapmış ve de tarifini yazmıştı.* Ben de büyük bir keyifle yorum eklemiştim. Zevkle okumuş, anılar canlanmış, hayatımın en güzel yılları hanesinde yeri daim, birazdan okuyacağınız yorumda bahsetmediğim ama o sabahlarımda hep olan kız arkadaşımdan da söz edeceğim bir yazı hayal etmiştim.  İşte bu sabahın erkeninde o hayaller içindeyken ve aşağıdaki yorumu genişletip yazıya evirmeyi düşünürken...  Birden... Evet, birden bir ışık yandı ve merak noktamı aydınlattı. Önce yazdığım yorumu, sonra ışık neleri aydınlattı, nasıl bir yolu ışıldattı bir görelim.

 

Blog yazısına dönerse kusuruma bakmayın lütfen:)

Bu böreğin anısı sağlamdır bende Sevgili Zeugma.:) Kendisiyle ilk tanışmamız, babamın mağazası şehir içindeyken ve ben kısa pantolunluyken oldu. Mağazaya yakın adı İstanbul Börekçisi olan bir yer vardı, sahibi roman kahramanıydı benim için. Özel ve kültürlü bir İstanbulludur diye düşünmüştüm ve öyle yer etmişti bende. Oradan milföy tadında kıyır kıyır poğaçalar ve bu börekten alırdık. Sonra mağazalar sanayi sitesine taşındı, bir süre uzak kaldık; ta ki ben liseye başlayana kadar. Sabah okula, komşu kamu kurumunun servisi ile gelir, okul saatinden epeyi önce vardığı için de şehir merkezinde inerdim ve daha gün ışımamışken doğruca buraya. Sonra kapandığını gördüm. Ben büyüdüm, evlendim falan. Şehir merkezinde oturuyorum ve bize yakın bir modern pazar var. Bir gün orada minicik bir dükkân gördüm. Tabela İstanbul Börekçisi. Anılar canlı olsa da umut az. Girdim, ne görim, eski mekânın iki ustası; yaşlanmışlar, oradalar. Sordum. O abi bırakmış işi, kapatmış dükkânı ve gitmiş. Bunlar başka yerlerde çalışmışlar ama bu kalite olmadığından mutsuz olmuş ve bir süre sonra bu yeri açmışlar, ada sadakatle.  Lezzet aynı, hiç fark yok. Dükkânda iki kişi zor oturur. Fakat yufka açmaları beni çok şaşırtmıştı. Oklava kullanmıyorlar, elle hamuru biraz yaydıktan sonra başlarının üzerinde iki el üstünde semazen gibi döndürüyorlardı. Nefis bir şov. Denk gelirsem her seferinde izliyordum. Tabii ki kapıdan. İçeriye girmek ne mümkün, her şey o en fazla 20 metrekare içinde:)


Bu sabahın en erkeninde uyanmış,  daha geniş yazı için yorumumu sayfaya yerleştirmiştim ki o ara biraz blog okuyasım geldi. Gülümseyerek ve keyifle dolaşıyordum blogları, bazı yazıları tekrar okuyor, bu sayede tanıdığım ve sevdiğim insanların varlıklarına bir kez daha seviniyor, pandemisiz günlere dair hayaller kurup o anların önizlemesini yapıyordum. Dışarıda yağmur parlaklığı, çalışma odamda tatlı, huzur veren bir serinlik vardı. Sonra kendi bazı yazılarıma döndüm. Oradaki çok kıymetli izleri sevdim. Tüm bedenim bu hoş sabaha gülümsüyordu ve gün içine dair planlarım vardı. Üstelik hava tam da o planlara uygun, gerçek bir kuzeyliydi ve fazlasıyla heyecan veriyordu.

Derken....

Bir anda börekçi ile ilgili acaba ben yaşlarda birileri bir şey yazmış mıdır? diye düşündüm. O halde Google'a bir danışayım dedim. Mekânın adını yazdım, kimse bir şey yazmamıştı ama Google şıp diye önüme aynı adlı bir mekânı koydu. Haritayı büyüttüm. Kolay bir yerdeydi, üstelik son yerine uzak da değildi. Hatta o pazar yeri Anneler Parkı olunca yıkılan dükkândan sonra buraya mı geldiler acaba? diye de düşündüm.

Heyecanım arttı, çocuk sevinçlerim tavanda ancak şehire inmem gerekiyordu.

Çok heyecanlandım!

Çünkü, eğer hikâye düşündüğüm gibi geliştiyse ve benim çocuk keşfimin epeyi öncesini de düşünürsek, yarım asrı epeyi aştığı kesin bir devamlılıktan bahsediyor olacaktım. Cephesi yine küçük bir dükkân ki umutlu kılıyor beni; ama artık çocuk da değilim.  Ama heyecanlarım çocuk... Ve onlar soruyor: "Acaba... acaba muhtemelen rahmetli olmuş o ustaların çocuklarından biri midir?"


*Sevgili Zeugma'nın enfes börekleri ve tarifi için buradan lütfen.



*Devam yazısı Sıcak Böreğin Dayanılmaz Hafifliği içinse buradan lütfen.

13 Eylül 2021 Pazartesi

Ah Pandemi Dedirten Anlar


25.06.2016 Cumartesi

Mekânı karşı çaprazdan gören, karşısındaki binanın önündeki masalardan birine oturuyoruz. Anında kaynaşıyoruz sokağın tüm paydaşları ile. Hoş geldinize geliyor, sokak sakinlerinin en tatlısı. Tepemizde... Önce biraz sert ve soğuk, kişilik analizi yapıyor, sanırım sonrasında da geçer notu veriyor. Sırnaşma sırası onda, sürekli istemem yan cebime koyun pozlarıyla dolaşıyor civarımızda.

Akşamın ruhları dürtükleyen saatlerinde, bembeyaz örtülü bir masada, sımsıcak bir sokakta ve şairin mekânının tam karşısındayız. Özellikle istediğimiz, şehre onun için geldiğimiz, ilk görüşte kaynaştığımız ve bir çiftin işlettiği mekânın genç garsonu sipariş için geliyor.


"Hoş bulduk."

"35'lik rakı lütfen."

Meze seçimini en güvendiğim kadına bırakıyorum. Sokakta, bir duvarın dibindeyim ve sandalyemin arkasında, gerektiğinde çalıştırmak için oraya koyulmuş şirin bir pervane var. Nerede olduğumuzu hatırlatacak bir de ayna. Oturduğum yerden kalkmaya hiç niyetim yok, keyfim şahane. Onu izliyorum. Zengin meze dolabının başında... İletişim muhteşem.

"Bir Girit ezme lütfen."

"Beyaz peynir lütfen."

"Bir levrek marin lütfen."

"Bir de patlıcan salatası lütfen."



Donanıyor masa. Karşımızdaki kültür merkezinin dış masalarında bir kaç kişi sohbette. Sokaktan, mekânla aramızdan, insanlar geçiyor. Kilisenin çanı çalıyor. Hava henüz anason kokmuyor. Güzeller güzeli bir yaz akşamı. Çalan şarkılar yakışıyor sokağa. Göz alıcı, yeterli porsiyonlarda mezeler ve buzzzz gibi rakı.

"Tek lütfen..."

"İki parmak kalana kadar su ve iki buz lütfen."

'Ben rakıyı içerim abi' hava atmaları, suyu yanında içmeler, sek rakıyı sadece buzla sulandırıp rezil etme çağlarından sonra demlenmeyi öğrenen yaşımdan beri teke düşen içmelerin ölçüsü artık standart. Yalnız dubleden teke düşmemin bir sebebi de masada kalınan süreleri uzatan ve daha da keyifli kılan güzel insanlar.

O halde, yarasın!



Usulca başlıyoruz. Levrek marin nar dokunuşu ve alttan alta hissedilen misket tadıyla şahane bir katılımcı, patlıcan salatası da bir çok yerde masaya gelenlerin aksine henüz baygınlık aşamasında olmadığı gibi az rastlanır bir tazelik ve lezzette... beyaz peynir tabağı Egeli... Girit ezme ise bir assolist varsayılabilir olsa da tevazuyla ve biz birlikte güzeliz havasıyla masada. Kullanılan zeytinyağı ise sanki sarımsak dokunuşlu... ve Egeli sonuçta.


Harbiden meyhaneler devrine ucundan yetişebilmiş bir tıfılım ben. Burası bir meyhane mi yoksa lokanta mı dersek, bizce âlâ bir meyhane. En kralından üstelik. Öyle beş yıldızlı, yapay bir samimiyetle başımızda her daim biten değil de, özellikle yükünü almışken mekân, yanımıza yakın bir yere gelmesini beklediğimiz, gözümüz yakaladığında seslendiğimiz, şıp deyince garsona ulaşamadığımız, gerektiğinde kalkıp da meze dolabına gidebildiğimiz, meyhaneciyle iletişebildiğimiz ve bundan da mutluluk duyduğumuz yerdir meyhane... Buraya kalabalık gelip, mezelerin her bir porsiyonunun masadaki onca kişiye yetmesi gerektiğini düşünüp sonra da küçücüktüler diye eleştirmenin hiç bir manası yok. Keyfine yazık etme kardeşim, ya çok çeşitle tadımlık kur masanızı, ya da iki-üç kişiye bir hesabı yap. Değil mi ama?!

"O halde sıhhatimize!..."



Keyfimiz 90'a takılan gol gibi. Bir çoklarının aksine ne meyhaneciden ne de garsondan bir şikayetimiz yok. Lezzetli mezelerle tadını çıkarıyoruz yaşamın. Üstelik Nazım Hikmet Kültür Merkezinin önündeki gençler gittikçe kalabalıklaşıyorlar... Konu da kaçınılmaz olarak militan günlere geliyor. Bu çocukları o günün gözleri ile bakarak eleştirebilir, hatta küçümseyebilir kendilerini eski tüfek olarak tanımlayan bir kısım statükocu, katı, havalı ve de aslında sadece lafazan kendini beğenmişler... Ama ben onların cinsiyetsiz, sorgusuz, henüz derinlik kazanıp da zenginleşmemiş, inanmışlık yüklü klişelerle bezenmiş, 'aşığınım ama çekingenim' soslu sohbetlerindeki sıcacık samimiyete... bayılıyorum. Cıvıl cıvıl bir gençlik katıyorlar akşamımıza. Masaları birleştiriyorlar şimdi... Uzun masalarına 70'lik rakılar ve mezeler geliyor. Gülüşleri ve müziklerimiz karışıyor birbirine. İstim alıyor gece... Ve sokak.

"Gençliğinize o halde!.."

Sıcak için gidiyor meyhaneci kadına en sevdiğim kadın, ahtapot bacağı ızgarayı öneriyor meyhaneci ki onun âlâsını daha sonraki bir zamanda, kadim bir şehrin kadim bir semtinde ve harbi bir Rum meyhanesinde yiyeceğimizden henüz haberimiz yok. Karar veriliyor...

"Bir karides güveç lütfen."


Hımmmmm âlâ bir güveç, karidesi geride bırakmayan bir sadelikle pişirilmiş, tadı tuzu yerinde, lezzetli suyu tam da ekmek banmalık, üstelik karidesler bu sabah çıkmış denizden...

Ve 35'lik rakının son yudumları...


Saatler saatleri, neşe neşeyi, huzur huzuru kovalarken, ara çaylar da falan derken, katmerleniyor rakının masası. Topyekûn, pek tatlı, "Yaşamak güzel şey be!" kardeşim dedirten bir serkeşlik kokusunun tadı bulaşıyor sokağa... Hülyalanmaya başlayan kafalar, sarhoşluğa doğru usulca giden kelimeler, gülüşler, arafta kalma halleri bir karara varıyor gönüllüce.

"Bir 20'lik rakı lütfen."

"Bir beyaz peynir ve kavun lütfen."

"Bir de bir miktar çörek otu lütfen."

"Hımmmm peynirin üzerine biraz çörek otu ve biraz zeytinyağı?!"


Kahvelerimizi de içince, ödememizi de yapınca, vuruyoruz kendimizi küçük parkın arkasındaki sokağa... duvar yazıları pek manalı ve hatta gece flörtleşmesindeki köpeklerin arkasındaki duvara denk gelen pek manidar: Çare cinsel devrim! Polislerden uyarı alana kadar kilisenin duvar dibine serdikleri tezgahlarında el işi "entelektüel" ürünler satan iki kişi terk ediyorlar bulundukları alanı. Yeni güne devrolan gecenin kokusu muhteşem. Cinliklerine bittiğim kadın bir büfeye giriyor, sözde sigara alacak... ve iki tane küçük, yüksek alkollü bira ile çıkıyor. Bak başıma gelene! Öyle kolay kolay devrilen bir adam değilim ama bazen, mutluluk doz aşımı yapınca, bir mizansen yaratır bünye ki bir votka limonla bile kafa bulmuşluğumuz vardır, en iyi iki arkadaşımdan biriyle şimdi yerinde yeller esen bir otel barında. Hımmmm bir de fıçı bira mekânları ilk açıldığında, okul çıkışı daldığımız bir ilk mekânda hızlıca içtiğimiz ilk fıçı biralarımızın sallantısıyla evlere nasıl gireceğiz korkusu yaşadığımız günü unutmamak lazım.

Bir yandan yürüyor, çokça gülüyor, biraz da usulca, tabii ki kazayla, tatlı tatlı sırnaşıyor, yalandan biraz biraz sallanıyor, yine kazayla dokunuyor, güzel güzel sözler fısıldıyor, kuytulara bayılıyor ve sonuçta pek de sevdiğimiz otelimiz İbis'e varıyoruz. Tatlı resepsiyonistimizle selamlaşıyor, asansöre ulaşıyor, küçük koridoru peltek fısıltılarla geçiyor ve gördüğümüz en güzel otel yataklarından birine atıyoruz kendimizi.

Alsancak Garı ışıklı bir sakinlik içinde...



*Alıntının da içinde olduğu iki zamanlı yazının orjinal hali.

11 Eylül 2021 Cumartesi

Üç Öğün Manzara

Geçen cumartesi sabahı attım kitabımı çantama düştüm yola. Vardım Lozan Caddesi girişindeki pastaneme. Dedim iki dilim su böreği ve bir de çay lütfen.

Açtım son sayfalarında olduğum Doppler'i.

Ona başlayınca tam... böreklerim geldi. Hımmmmmm, dedim mis gibi. Bol ve iyi peynirli. Adeta hamarat bir ev yapımı!

Börek, kitap, bir yudum demi kıvamında çay, iki mini kahkaha eşliğinde bitti kitap.

Çıkardım sırt çantamdan üçlemenin ikincisini.

Volvo Kamyonlar.



İlk anda adapte olamadım Erlend'in cinliğine, sonrasında, kavrayınca kurgudaki şenliği güle güle bir hâl oldum. Şahane abla Majj Britt'le tanıştım.

Keyfim cumartesi tadında.

Bitirdim böreğimi. İçerken keyf çayımı aklım yine dürtü beni. Neredeyse 15 yılı aşmış belki de 20 yılın dibinde bir zaman önceydi. Henüz inşaata boğulmamıştı buralar ve hâlâ köy tadı vardı. Üç yanı bahçe bir pideciye takılır, köy fırınından pidelerinin tadına bayılırdık. Kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kız, Musssano, belki de bebek arabasındaki Tırtıl'la, ya da o henüz hayalde bile yokken belki de; sahilden ayrılır, ekili yeşillikler içinden yürüyerek gelirdik mekâna.

Şu anda, bir yanıyla hissederken gideceğimi bir yandan da yiyebilir miyim börek üstüne pideyi acaba? diye düşünüyorum.

Lakin gözümün önünden de incecik çıtır çıtır bir hamur, bol kıyma üzerinde az pişmiş yumurta geçmekte.

Bir anda orada görüyorum kendimi ve bu önizlemenin tadı kışkırtıyor beni.

Düşüyorum yola. Bir ara vazgeçer gibi olsam da devam ediyorum. Sonunda vardım önüne. Bir tur attım etrafında; gördüm ki bahçe yerli yerinde. Ama dış cephesi ahşaptan ve köy tadındaki mekân, dönüşmüş çağın malzemesine. Olsun, dedim önce. Sonra vazzz... geçtimm!

Yürüdüm... yürüdüm... yürüdüm.


Bande Aceh Park'da mola verdim. Bir ağaç altındaki banka oturdum, uzattım bacaklarımı boylu boyunca. Sabahın sakinliğine açtım kitabımı. Sonra... varınca bizim mıntıkaya, daldım Kahve Dünyası'na. Yerken kahveli, vanilyalı, bal bademli dondurmamı; karar verdim ki tatlı saati geldiyse eğer; bünye için en ideal ileri üçlü bunlar.

Keyifliydi ne diyeyim!

Eve yürürken bir baktım bir banka boylu boyunca bir kadın uzanmış; başında temizlik görevlileri ve bir kaç kişi daha. Su falan vurmuşlar yüzüne. Sonra ambülans çağırsak falan diye konuşurlarken geldi kadın kendine. Bir an, yoksa geçen akşam İskele Meydanı'nın kenarında boylu boyunca bayılmış, polislerin ilgilendiği, sonra sağlık görevlilerinin başında olduğu kadın da bu muydu? diye aklımdan geçirdim.

Coool Chicken'ın önünden geçerken de, akşamüstü, şu terasa bira içmeye geleyim diye düşündüm ama ondan az önce yolun karşısından gelen bir müzik bas bas çağırdı beni. Canlı üstelik. Üç de nefesli var kadroda ve Roman çalıyorlar... Ama nasıl güzel bir tempo, nasıl keyifli, hepsi de siyah pantolon siyah gömlekli.

Geçtim karşılarına oturdum banka. Yüzüm onlara dönük. Sağ yanım koca ağaçlar altındaki tahta masaları ile keyifli mi keyifli piknik alanı, hemen dibi ocakbaşı, örtüler serilmiş sepetler açılmış; istersen de kebapçıdan sipariş ver. Gözlerim müziğe hayran, sanki Gogol Bordello dinliyorum ve Emir Kusturica fiminde bir sahnenin içindeyim. Nasıl muhteşem bir neşeyle çalıyorlar ama.

Sırtımda deniz, çam ağaçlarının kıyısısında, aramızda küçük bir meydan mesafesi, şık hanımlar şık beyler, şık çocuklar ellerde balonlar, nefesliler falan...


Rüya gibi desem yeridir. Kaldım. Çıkamadım. Sonra bitti. Nefeslilerden biri ve bir iki kişi ayrılıp yürümeye başladılar. Önümden geçerlerken bir çıkarım yaptım ve anladığım şu: Bir düğün olmuş şu küçük meydana ve denize bakan şirin butik otelde, belki de sabahlanmış. Eğer şu bir kaç şık hanımefendi ve beyefendi ve küçükler sabah yeniden giyinip gelmedilerse...

Muhtemel ki şu an bir uğurlama. Belki de balayına...

O ara müzik tekrarda.. Su gibi. Çağıl çağıl. Ve kesildi. Ben de yola revan.

Akşam üzeri için kafamda bira, çantamda Volvo Kamyonlar... çantada, yok fotoğraf makinesi düştüm yola. Pazar sabahına yakışır, dedim pide; yaptım planımı vardım eve.


Bu kez yürümeyi göze almadım ve atladım trene. İndim yakın durakta, kiosktan geçirdim kartımı aldım iademi... Geçtim karşıya. Bankamatiğe hal hatır sordum. Yürüdüm, İlçe kadınlarını belediyenin bir hizmeti çerçevesinde Vezirköprü Kanyonu'na götürecek midibüsün yanından geçtim, sola döndüm ve ulaştım Sofram Pide'ye. Bir sarıldı bana... Onca yıl olmuş sonuçta. Sormadı "Çocuklar, abla?" diye. Bir kıymalı tek yumurtalı lütfen, dedim. Oturdum, şirin tarabalı bahçenin ağaç altından yola bakan bir masasına, açtım kitabımı. Fırın aktif, mahalleli evden getirdikleri içlerle pide telaşında, bir ritüeldir aslında ve ne keyiftir tıfılken fırında eve pide yaptırmak.* Önce mini salatam geldi, sonra da pidem. Yumurtaya bana bana, sürenin tadını uzata uzata, keyifle yedim; yıllar ne güzel ki eskitememiş diye sevindim. Çıkınca oradan bir an şu AVM'ye geçsem mi diye düşünsem de doğal hayattan vazgeçme dedim ve bu kez yürümeye karar verdim


Akşam üzeri, hava kararmaya yakın yeniden çıktım evden, düştüm yeniden yola. Sonbahara göz kırpar bir esinti. Üzerimde kapüşonlu ince bir hırka. Gözüm mekânın terasında. Ukrayna manzaralı bira; yanına da sigara börekli, kızarmış patatesli, sosisli bir tabak. Elimde kitabım. Gördüm kendimi orada. İkna olmuştum tam kendimin iknasına ki, "Orası düze göre daha esintili... Sakın !" dedi içimdeki ben; "hatta en fazla 15 dakika sonra inersin alt kata,"yı ekledi.

Dinledim sözünü, teras yoksa ben de yokum dedim ve vardım İskele Meydanı'na. Biraz kulak kesildim, Atakum Belediyesi Türk Sanat Müziği Korosu'na. Sonra İskele Kafe'ye doğru yürüdüm. Sonra iyisi mi ben pastaneme gideyim derken ve devam ederken bir anda bir ışık yandı zihnimde ve dedi ki: "Sen kapanan kitap okuma noktan eski pastaneden hep parka bakardın ama pastanenin keyfi yüzünden hiç uğramayı düşünmezdin. Hadi yürü şimdi Down Park'a."


Vardım önüne, önce dışarıda oturmayı düşündüm ancak uyarıldım, çünkü tatlı bir rüzgâr ve bir serinlik vardı. Oturdum şirin ve minik salonun bahçe tarafına. Cam açıktı ve bir yanıyla bahçedeydim. Şirin menü kitapçığından bir karışık tost ve çay seçtim. Servisimi Erdoğan yaptı. Tanıştığımıza sevindiğimi beyan ettim ve pandemi tokalaşması yaptık.


Mekânı çok sevdim, önceden de şirin buluyordum ama kalabalık olunca kitap için bulaşmıyordum. Havalar Eylül'e varınca ve iskelede her akşam coşku olunca, ortaya çıkan sakinlik kitabın da aklına yatınca... Her şey yolunda. İki garsonumuz var, biri Erdoğan. İkisi de Down, ve işin en hoş tarafı buranın tüm geliri Down sendromlular için harcanıyor. Hımmmm çayım enfes... Ama şu tostun  sunumuna bir bakar mısınız? Nasıl bir hoş akşam ve sanki ben kapatamışım gibi bir mekân ve enfes üçlemenin ikinci kitabı.


Karışık tosttan bir ısırık, bir yudum çay, tebessüm ettiren ilginç kurgulu satırlar, açılmış ve bahçeyle bütünleşmiş sürgülü camdan sızan çiçek kokuları ve akşam serini... Ve enfes bir müzik setinden yayılan enfes bir müzik... İkinci çayı istiyorum. Getiriyor Down kardeşim. Teşekkür ediyorum. Bardağın ağzında küçük bir kırık ve devamında bir çatlak var. Keyfime bakıyorum.  Ne güzel bir zaman dilimi... Nasıl bir keyif. Dünya bir yana dünyanın dışından dünyaya bakan ben bir yana. Bitirince çayımı toparlanıp kalkıyorum. Yönetici ve ahçı konumundaki kişiye teşekkür ediyor, bardaktaki durumu anlatıyor, çocuklar incinmesin diye onlara söylemediğimi ama kendisinin bardakla ve konuyla ilgilenmesini istiyorum.

Tip box'ı görmezden gelmiyor, çocuklara ayrı ayrı teşekkür ediyor, pandemi tokalaşması eşliğinde görüşmek üzere diyerek İskele'den gelen müziğin çekim alanında, yaz akşamının tadını çıkara çıkara yürüyorken... bir anda konseri ilerleyen saatlere erteliyor ve pastaneme doğru dönüyorum.

Şerbeti sarkmayan, fıstığı esirgenmemiş enfes bir şöbiyet; yanına şekersiz bir çay, gülümseten kitap.  Sonrasında ara sokakların geceleri alemdir, tadıyla beni çağıran müzik için İskele Meydanı'na doğru yürüyorum. İskele Kafe orada, çağırıyor ama  uzaktan bir selam çakmakla yetiniyorum. Şarkılar çok güzel.

Sonyaz akşamlarını çokkk seviyorum.


*Ritüel


9 Eylül 2021 Perşembe

Çine'de Çöp Şiş Pahalıya Patlamıştı

Sevgili Okul Arkadaşım bundan bir hafta önce, 2 Eylül'deki yazısının bir bölümünde "Çine'de köfte ve çöp şiş yemek projesi kafaya konulunca, yolumuzu bir dirsek boyu uzatmış olduk ama yediğimiz yemeğe değdi." diye yazmıştı.* Ben de yazının altına "Bir Çine ve çöp şiş hikâyesi yazacağım sanırım, fakat siz döndükten sonra." cümlesini de içeren bir yorum yazmıştım. Neredeyse emeklemeye başlamışken bir yandan da araba kullanmayı öğrenen ben için- şanlı kariyerim açısından- bir leke bırakmış olmasıydı. Tabii ki bu işin esprisi ama içindekiler açısından bakınca insanda bir iz bıraktığı kesin.

Tırtıl henüz planlarda bile yok. Mussano 7-8 yaşında tatlı bir çocuk. Muzip. Kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kızla 12 yılı bulmuşuz ki bunun beş yılında çocuksuz gençlik şeker gibidir demişiz. Flörtöz ama nikahlı bir yaşam, ilik gibi bir genç kadın, yüreği güzel. Swissotel'deki bir Infinity defilesinde onca mankenin arasında ortalığı yakıp yıkmışlığı vardır. Durudur. E sonuçta Çerkez geni bulaşmıştır.


İşte bu kadın, ben ve Mussano hadi tatile gidelim dedik. İlk hedef Kemer. O yıllar Naturland henüz taze. Daha çok Mussano'yu gözeterek, o etkinliklere bulaşmışken, biz de flörtöz takılmaya devam ederiz diyerek, iyi seçim Naturland demişiz. Sonrasında Kaş. Orada da bir akrabamız Ziraat Bankası müdürü. Akşamları Mussano'yu geç saatte emanet eder, biz de müzik eşliğinde bar ziyaretleri yapabiliriz. Sonra Marmaris. Ondan sonraki durak Bodrum. Tepede güzel bir tatil köyü. Bodrum tüm güzelliği ile ayak altında. Enfes bir manzara. Otel müdürü ve sahipleri tanıdık. Mussano da kendiyle yaşıt, pek anlaştığı bir kızla şıp diye arkadaş oluverdi. Hem şafak sayarken yazılarındaki Aziz de artık bir otel sahibi ancak onun mevkisini tercih etmedik. Sonrası Kuşadası ama önce Aydın'a Apo'lara uğrayacağız.

Çıkıyoruz yola, güle oynaya gidiyor Çine'ye varıyoruz. Çöp şişçilerin önünden geçerken kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kız, çöp şiş yiyelim diyor. Oysa en fazla yirmi dakika sonra Apo'lardayız ve ben uzun yolda yanlış bir yola sapmadıkça herhangi bir şey için dönmeyi sevmem. Israr olunca Çine İlköğretim miydi Lise miydi hatırlamıyorum, oradan geri dönüyorum. Trafik kontrolü sonlanmış ve polisler orayı terk ediyorlar.

Gözümüzü kestirdiğimiz bir çöp şişçide duruyoruz. Üç çöp şiş lütfen diyorum. İki kola, bir de bira diyecekken, biradan vazgeçiyorum. Bitiyor yemek. Çıkıyoruz yola. Yeniden okulun önündeki ışıklardayız ve kırmızı yanıyor. Sağda bir kamyon duruyor. Aynadan baktığımda ilk araba, kapalı kasa bir 50 NC Fiat kamyon ve aramızda epeyi mesafe var. Dümdüz yol, onun arkasında da başka bir araba yok. Özellikle sağda durur, solu boş bırakırım ki son dakikadaki kırmızı ile duramayacağını hissedene manevra alanı olsun ve oradan geçip gitsin. Biraz zaman geçti küt diye bir ses, koltuğum geri yattı, ayağım zaten frende. Öndeki kamyonun altında arabanın neredeyse ön cama kadar olan kısmı. İndik. Az önceki polis ekibi geri çağrıldı. Kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kız bir anne, adama daldı. Okul'un öğretmenleri bizi içeri alıyorlar. Su falan içiriyorlar oğlana. Abi gözü yaşlı, özür diliyor sürekli; ne bizi görmüş ne bizim önümüzdeki kamyonu ne de ışıkları. Olduğu gibi giderken anca bize vurunca araba durmuş abi de gürültüye uyanmış. Emniyet kemerleri takılı ve bizde bir şey yok. Kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kızın boynunda bir ağrı. Bir boyunluk takıyorlar ona. Raporlar tutuluyor. Alkol muayenesi, sorunsuz.

Apo'yu arıyorum okulun telefonundan; servisten bir ustayla geliyorlar, biraz ezik yerleri çekiyoruz, motoru açıp bakıyorum, çamurluğun tekerle temasını kesiyorum, araba çalıştı ve gidebilecek durumda. Apolar önde biz arkada varıyoruz Aydın'a. Araba serviste kalsın diyorlar. E diyorum benim işim otomobil, sektöre doğdum ben. Motor kaputunu, farları ve stopları değişin, lastiklere temas edecek yerleri halledin, iki üç gün sonra giderim diyorum ben. Poliçelerin fotokopilerini bırakıyorum.

O akşam bir mekâna yemeğe gidiyoruz Apo, Eşi, küçük oğlu ve biz. Müzikli hoş bir yer, açık hava. Ne rakının tadı tat ne de müziğin. Unutim desen, görmezden gelmeye çalışsan da dürtüyor akıl... Ya, diyor. Ya ayağın frende olmasaydı? Kahvaltıyı Apoların bahçede yapıyoruz. Sıcak poğaçalar alıyor fırından ve al kominist gazeteni getirdim diyerek Cumhuriyet'i bırakıyor önüme. Hiç bir şey çare olmuyor. O "Ya?" hali dönüp duruyor zihnimde. Oysa söz konusu kendim olduğunda sırat köprüsünden ıslık çalarak geçen bir adamım. Lekesiz bir sürücü. Upuzun sürücülük kariyerimin tek kazası şu çöp şiş yüzünden bir Çine hatırası olarak işleniyor yaşamıma. Mussano bir süre her fren yaptığımda dönüp arkaya bakıyor. İğne deliğinden geçecek kadar iyi bir sürücüydüm ben. Suçumun sıfır olması bir şey değiştirmiyor. Sonrasında araba ile ilişkimi azaltıyorum. Yavaş hayat güzel be, diyorum; bir de çocuksuz olmak. Dibe yapışırdı pedal; keyiften uçardı araba. Üç yıl sonra da Tırtıl dünyaya geliyor.

Son üç yıldırsa direksiyona oturmuşluğum yok. Tek olunca uçup gidebilirim, diye düşünmekle birlikte arabalarla ilişkim, ayrı yaşayan insan tadında.



*Sevgili Okul Arkadaşımın yazısısı.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP