10 Nisan 2020 Cuma

Yavaş Hayat

Uzun Yazı  

Dikkat Yorabiliyor!


Bir öğlen arası vermiş, kış güneşinin ayartmasına duyarsız kalmamış, kendimi dışarı atmış, tabildot da çıkaran mahallemizin lokantalarından birinin arka sokağa bakan alçak tarabalı şirin bahçesinde sırtını ağaca dayamış yol kenarı bir masaya oturup, lezzetli yemeklerinin tadını çıkarmış, deniz kenarından işe dönerken bir yazı hayal etmiş, cümlelerini kurmuş ve sonra da not almış ama bıraktığım yerde unutmuşum; işte onlara rastladım bu sabah ki bazı cümlelerimi sondan bir önceki yazıda da kullanmış oluşuma gülümsedim. Fakat o günün notlarındaki hali de pek hoşuma gidince, kalsınlar ve o yazıya ek olsun bunlar da, dedim ama tekrara düşen bazı cümleleri de çıkardım. Sonuçta nereye bağlanacağını bilmediğim, ortaya karışık bir yazı çıkacak, sanırım. Hadi hayırlısı! 


Kış güneşli bahar tatlı yemek dönüşü akıla düşen cümleler:

Hızlı bir hayattı benimkisi...

Çok hızlı, çok renkli, bol aksiyonlu bir hayat.

Gözü karaydım hayata, onun da gözü karaydı bana. Aksiyonlarını, bana tuzaklarını her ne kadar sezsem de, olasılık hesaplarını doğru yapsam da, yüzleşeceğim anlarda neler olabileceğini bilmiyordum. Bu bilinmezliklerle savaşmayı ve onlara da galip gelmeyi seviyordum. Senaryolarım vardı elbette; bu senaryolara uygun çözümlerim de...  Ama anların gerçekliği ve sürprizleri başkaydı.

Hızlı düşünebiliyordum, hızlı kararlar da alıyordum; uzun planların içindeki fay kırığı anlarda serinkanlılıklarla yeni çözümler üretebiliyor, ummadığım bu sürpriz zorluklarla yüzleşiyor, kabullenip benimsiyor, yepyeni hallere kolaylıkla adapte olup üstesinden geliyordum. Kavgayı seviyordum!..

Kötü mü kötü bir fay kırılmasına denk geldim daha sonra; hem dış şartlar çok zordu hem de iç. Çok kişiyi gözetmem gerekiyordu. Ama en önemlisi çocuklar!.. Geleceklerinin planlanması, o geleceklerin doğru ve sağlam kurulması gereken çocuklar...

Babadan sonra, onun da bildiği ve onayladığı ve askerden döner dönmez hayata geçecek kendi kararlarımı ve kendi planlarımı askıya almıştım. Erken ölüm iyi miydi kötü müydü sorgulamadım, isyan edip de vazgeçmek zorunda kaldıklarım için hayıflanmadım. 

Sorumluluklarımı sevdim. İnsanlarımı seziyordum. Kararlarımı onların sezilerine ve kaygılarına zarar vermeyecek ve gözetecek şekilde oluşturmaya başladım. Yalnızdım, çocuktum, sıklıkla gelip gitsem de askerdim. Hedeflere ulaşmak adına yanlış ama gözetmem gereken insanların kaygıları açısından doğru bir tercih söz konusu olunca, her ne kadar onların doğruları ile benim doğrularım eşleşmese de  hak sahiplerinin hissiyatlarını da gözeten bir yol tuttum. Asıl olan onların huzur ve mutluluğu oldu, tasavvurlarında olmayanın korkusunu yaşasınlar istemedim. Kestirmesini bildiğim yolu uzattım.


Yazıyı yolda düzerim derken yazının uzayası mı geldi yoksa!

Sonra, askerlik bittikten sonra bir gün, kısa vadedeki sorunları, fırsatı ganimet bilip de o fırsattan yararlananları yok etmek için çok radikal bir karar aldım, kimseyle paylaşmadım, günleri geldiğinde gereğini yaptım.

Genç ve bekâr bir çocuk tehlike arz ediyordu; oysa babam için bu sorun teşkil etmiyor, o çocuğa güveniyor, yapıp ettiklerinden de gurur duyuyordu. Annemin kulağına kar suyu kaçırılmıştı ama.   Kim olduğunu bildiğim biri oğlunuzdan hamile kaldım diye aramıştı bi keresinde, lisedeydim. Mağazaya gittiğimde babam sahadan çekilip depoya inmiş, küçük amcam sırıta sırıta meseleyi açmıştı. Dedim elim eline tokalaşmak için değmiş olabilir, fakat ben tokalaşmayla hamile kalınabileceğini bilmiyordum.

Daha acemi birliğindeyken, son görüşmemizden bir ay sonra baba öldü.  En amcamın kararıyla, küçük kardeşimin mağazaya geçmesine karar verildi, ben istemedim. Sonra hayatımın en zor işini yaptım, benim de hocam olan Pembe Hanım'dan, onun tüm ısrarlarına rağmen, takır takır sınıf geçen kardeşimin, lise birinci sınıf yarı yılında tasdiknamesini istedim ki bir daha okula dönmek istemeyeceğini biliyordum. 19 ay sonra ben askerliği bitirip kesin dönüşü yaptım. İşi gücü, şahane arabası olan gözde bir bekârdım, çıktığım bir kız vardı, bir gün telefon açtı, hissetmiştim ve soğutmaya çalışıyordum. Aramıyormuşum ama o benle konuşmak istiyormuş, isteyenleri varmış... vedalaştım.

Annemin ödü kopuyordu. Kız çocukları olan bazı anneler laf yetiştirmekten geri durmuyordu. En amcam kız bakıyordu. İzmirli bir sevgilim vardı, İngilizce öğretmeniydi. Cumhuriyet Lokantası'nda bir akşam yemeğine gitmiştik, Cumhuriyet'le yaşıt çok klas bir lokantaydı ama akşam haline şehirde yaşayan kadınlar pek getirilmezdi. Gören biri teyzesine, o da anneme yetiştirdi; o nasıl kızdı ki hem Cumhuriyet'e gidebiliyor, hem de rakı içiyordu. Ben nişanlanmış mıydım, annem yok öyle bir şey demiş, ama nutku da tutulmuştu tabii ki. Yaş 22-23. Neyse uzatmim, benden bağımsız olarak evlenmem gerektiğine karar verildi, hissediyorum. Hiç aklımda yok ve hiç bir zaman da olmadı. Ama önümde duvar olacak, ne kadar torun torba sahibi olmak istese de ki bu konuda bir hayali olduğunu da biliyorum, baba yok, sorumluluk çok. Oysa baba ölmese, benim projeler için, işi daha büyütmek için, İstanbul'da olacaktım.

İzmirli ile yolları ayırıyorum, aksiyonlu ama muhteşem bir gecenin, bir zaman sonrasında. Buralı hangi "aile kızı" ile çıksam, beklenti evlilik. Oysa beni teğet bile geçmiyor. Annemin hep ödü kopuyor. Babannem benden yana. Büyük amcam, yani enn amcam, bana -kendi ölçeğinde- ideal eş peşinde. Küçük amcam evlerinin anahtarlarını veriyor. Kız kardeşim arabada parfüm kokusu arıyor. Sonra bir kırmızı ışıkta durmuşken ben, bir kız geçiyor yaya geçidinden ve arabanın önünden... En amcam bu şehirde gördüğüm en güzel kız diyor, sırf ona bakmak için çalıştığı yere gidince; ama O, soylu bir aileden olsun istiyor.  Küçük ve boy boy kuzenlerim, okuldan çıkınca topluca çalıştığı yere gidip vitrin camından ona bakıyorlar. Bir arkadaşımın eşinin arkadaşı çıkıyor, kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kız.

Birlikte gidilen, şimdi yerinde yeller esen, çok hoş ve klas bir roof'da bir tanışma akşamı, şık bir takım elbise, şık bir kravat; dans ettiğim kız ince, çok zarif, siyah diz üstü tafta elbisesi ile olağanüstü duru ve çok güzel. Seviyorum. Birini hep çok sevmeyi istediğim kadar çok. Güzel anları, güzel oğulları olan uzun fakat ölçeğe vurunca ve sonuçları itibari ile kötü bir evlilik çıkıyor ortaya. Sevdim mi? Çok sevdim. O beni sevdi mi? Çok sevdi. Şimdi şöyle düşünüyorum: Bu sevmek denen şey, aşkla sevmek denen şey, onun bazı anlardaki sevimli de gelen hırçınlıkları, bir aşka yeter, onu coşkulu kılar ama zamansız  ve acabaları olan ve aynı evde yaşamak mecburiyeti olan bir evliliğe asla yetmez. İnsanı yorar ve yeter noktasına getirir.




Bundan, onbeş-onaltı yıl önce, belki de bir iki yıl daha önce...

Geçmiş dünyamdan en iyi iki arkadaşım dahil kopmuştum. Bilgisayar üzerinden yeni bir dünya kurdum. Film yorumları yazdım, arkadaşlar edindim ve bir gün alemlerin en siberini fark ettim, önce anlamaya çalıştım. Sonra üye olup sıkı bir profil oluşturdum.* O yıllarda, hâlâ öyle mi bilmiyorum, mesaj yazmanın kadınlara bedava olduğu alemlerin en siberinde para ödemeden arkadaş edinebilmenin bir yolunu buldum, bu çok hoşuma gitti: beğendiğim profile göz kırpıyordum, profilime yazdıklarımın düşündürteceğini ve hoşa gideceğini biliyordum; e-posta adresimi kendimi anlatan bölümün en üstüne yazıyor, işi bitince, karşıdan gelen e-posta adresi e-postama düşünce de msn'e ekliyor, adresimi profilden siliyordum. Bir süre sonra alemlerin siberi uyandı buna, yazılamaz hale getirdi; bu kez e-posta adımı yazıp ardına "en bilinen posta adresi" yazmaya başladım. Şahane kadınlar tanıdım, şahane arkadaşlıklar kurdum, dertlere çare olup, hâlâ süren dostluklar oluşturdum... ve aşık oldum. Onda kaldım. Fena sevdik. Uçtuk. Uçarı olduk. Şahane mektuplar yazdık. Bir süre sonra da hayatın gerçeklerine döndük.  

Yine o alemden bir can dostum ki sonra mesleğinde çok ünlü oldu, buraya geldi, göl kenarında balık yedik. Bayıldı. Her anlamda beslendiğim, rehabilite olduğum ve yola çıktığım bir süreçti, şahane dostlarım oldu.* O aralarda nette dolaşırken tesadüfen bir yazıya rastgeldim; tümüyle tesadüfen... çok hoşuma gitti ve takip etmeye başladım, Sebastian diye bir kahramanı vardı yazanın... Biraz hüzünlüydü satırları ki yazanı hakkında üzüntülü düşüncelerim oldu. Bıraktım okumayı ama blog denen şeyi keşfettim böylece. Hürriyet'in açtığı  bir portalda sayfa edinmiş ve bir iki yazmıştım. Orayı kapattım, sinema sitesindeki yazılarımı sildim ve tüm yazıları bloguma taşıdım. Bir isim koydum; La Gazetta dello Sport ile El Pais arasından La'yı seçtim, ironik seçimim Asparagas'ın da As'ını attım. İsimlere latin takıları eklemeyi seviyordum. Google aramalarında tekken bu ad,  sonraları başka ülkelerden de La Paragas'lar görmeye başladım. Yıl 2008. 

Bir gün kelimelerime vurgu yapan, kısa ama aklımı başımdan alan, vurgusu hoşuma giden, yazılarından ve duygularından fazlasıyla etkilendiğim birinden bir mesaj alıyorum. Şahane bir süreç, coşkulu güzel ifadeler, şahane göndermelerle süslenmiş şahane bir iletişim; başım dönüyor, kalbim seviyor, döktürüyorum; sonra onu kollamak adına, bir karara varıyor, ilk diyaloglarımızı saklıyor, ona bir kitap alıyor, yazdıklarımı seviyor, yıllar sonra o kitabı ona götürüyor, sürecin olağanüstü tadını unutulmaz anlar mezarlığıma gömüyorum.* 

Sonra bir gün "Siz hiç dikiz aynanızda, dışarıda ince bir sonbahar yağmuru yağarken, otagara bıraktığınız ve siz kaybolana kadar arkanızdan bakan kişiyi gördünüz mü?" cümlelerini yazdığım, ama yayınlamadığım, çok kıymetli anılar da yaşıyorum. Evet bakmıştım; çünkü hissetmiştim.

                                                                     * * *

 

Fakat sonra hayat gelecek ve şimdi dayanılmaz bulduğun her şeyi mucizevi  bir biçimde sil baştan düzene sokacak. 


"... bir başlık koy, metne ismini, bir takma ismi ya da senin ismin olması gerektiğini düşündüğün, yeğlediğin bir ismi yaz. Sonra ilk kez metnin çıktısını alıp spiralle. Bir kitap yazdın ve bu sefer kimseye teşekkür meşekkür etmen gerekmiyor. Bir kitap yazdın ve onu yayımlamayacaksın. İstiyorsan başka kitaplar yazıp yayımla ama bu kitabı asla yayımlamayacaksın."   


 


Fakat sonra hayat gelecek... diye başlayan cümleyle karşılaştığım an gülümsüyorum ama not almadım; böyle bir huyum yok ve bu konuda üşengeçim. Bu yazıya karar verdiğimde ve konular akmaya başladığında hoş bir arabaşlık olacağını düşünerek bitirdiğim kitabı raftan alıyor ve cümleyi birebir yazıyorum. Her ne kadar son bölümündeki, üçüncü şahsın dilinden olaylara bakış kısmı başlangıcında şok etse de, güzel bir kitaptan, Sàndor Màrai'nin İşin aslı, Judith ve Sonrası'nın 36.sayfasından bir cümle bu. Etkilenmiştim çünkü hikayeme pek uygundu.

Sonra geçen gün, severek okuduğum, Alejandro Zambra'nın denemeleri, konferans konuşmaları ve öykülerinden oluşan keyifli kitabı Serbest Kürsü'de de, "...bir başlık koy, metne ismini, bir takma ismi ya da senin ismin olması gerektiğini düşündüğün, yeğlediğin bir ismi yaz." diye başlayan satırlarını görünce ki o da kitabının 81.sayfasında ve Sondan Bir Evvelki Faaliyetler başlıklı anlatısının 5. bölümünde. Dedim ki, işte bu ben!


Yavaş hayat ne?

Son derece radikal, devrim gibi silbaştan kararların olumlu sonuçları yeni, huzurlu ve ekonomisi güçlü bir hayatı herkes için gerçekleştirmişken beni de yıllardır sırtımda taşıdığım sorumluluklardan kurtarıp özgürleştirmişti. Sevdiğim bir hayatı yaşıyordum artık  fakat bu kez ofisimsiden çalışıyordum; alıyor satıyordum ama alıp sattığım insanları görmüyor, tanımıyordum. İnsanlar çoktu ama görsel ve sözel bir temasım yoktu. Rekabetin kirli ve ahlak dışı unsurları ile bir mücadele, durumu idare etme, riyakârlık söz konusu değildi. Çalışanlarım yoktu, muhasebe birimim yoktu, beyannamem yoktu, vergi dairesi falan gibi yerlerin yerini unutmuştum. Kardeş için de bir proje yapmış, ona olumlu dönüş almış, O işe başlamış, hızla da büyümüştü. Mutluydu. Hayalini bile kuramayacağı bir noktaya varmış, her sene yeğenlerinden birini de yanına alarak özellikle yurt dışı ve ülke ülke tatilini yapar hale gelmişti. Elime para değmiyor, elimden para çıkmıyordu. Bütün gider ödemelerim, vergilerim otomatik ödemeden halloluyordu. Artık hesap kitap konusunda düşünmek zorunda kaldığım kimse yoktu. İnşaatları bitirmiştim. Herkes evinde oturuyor, kiraları hesaplarına yatıyordu. Gezebiliyordum. Geleceği düşünmüyordum. Kaygılarım yoktu. Özgürleşmiştim. Mesaim 10'da başlıyor, 13'de öğle tatili oluyor, yemeğe gidiyor, 14'de işe dönüyor, akşam 18'de de kepenkleri çekiyordum. Cumartesiler de bizimdi artık. Son kışındaki fotoğrafını çektiğim kadim evimizin yerinde, yeni giysili halinde, kardeşler birlikte, aynı binanın katlarında oturuyorduk. Bu nesillerden taşınarak gelmiş kadim bir hayalin gerçekleşmesiydi. Üstelik, son kışındaki evin yeni haline başlamadan önce, ilk biten binada, hep hayalim olan yüksek katta, hayalimdeki manzaraların hepsine sahip dairede, yazı yazmanın tadını çıkarmıştım.* 

Ve SEN... Yüzümdeki şu paha biçilmez gülücüğün sebebi;  iyi ki o güzel ve yeni geleceğin akşamlarında, yollarında, masalarında, SEN vardın. Enn Sevdiğim Kadın! Ellerine ve o güzel, sakin, tüm tekrarlarımı yeniymiş gibi dinleyen, kalbine sağlık;)



Yıl 2017
 
Yazmak, o sayede yeni insanlar tanımak, yeniden sevebilmek ve Enn Sevdiğim Kadın'a ulaşmak... İstediğim hayatı yaşar hâle gelmek;  bana yazının, farklı mecralarda paylaşılan yazdıklarımın bir armağınıydı. O hâlde onları ve anıları korumalıydım! 



Başlangıçta, aslında bir hedef gütmeksizin yazıyordum. Bir anlamda tatmindi, ruhuma iyi geliyordu. Yıllar geçtikçe de geride bıraktığım yazıların bir anlamı olduğunu, geleceğe bırakıldığını ve bu anlamda da bir değer oluşturduğunu düşünmeye başladım. Bir de korktum, bunca emek bir gün silinip giderse, diye... Her yazıdan sonra dışa aktar ile blogu -her ne kadar bilgisayar kodları ile olsa da- belgelerime aktarmaya başladım, bununla yetinmedim, daha sonra bir kopya da flash belleğe attım. Sonra birden sayfaların fotokopisini almak geldi aklıma. Hakan'a gittim, çocuklar her sayfanın PDF'ini aldılar önce, sonra da, sondan başa doğru önlü arkalı olmak koşuluyla bastılar fotokopi makinasında. Tam üç cilt A4 boyutunda spiralli kitap oluştu. Dokunmak hoştu!


Yıl 2020 

Bu kez daha az olduğu için yazılar; üstelik inşaatlar bitmiş vaktim bollaşmış, çalışma alanı denize paralel masa olmuşken,  PDF'lerini ben aldım. Flash belleğime yükledim, Hakan'a gittim ve yeni bir ciltte 196 A4 kağıdını önlü arkalı dolduracak kadar, tam 392 sayfalık dördüncü spiralli ciltle eve döndüm. Yaklaşık 1500 A4 sayfalık bir geçmiş var artık. En fazla dört kopya, ciltli kitap hâline getirtmeyi düşünüyorum şimdilerde. Belki gelecek nesillerden de yazanlar çıkar, diyerek mesela, 200 yıl sonra onları okumanın nasıl bir şey olabileceğini hayal ediyorum...


* Profilin bir kısmı

*O alemden bahis 

* O akşamın duygusu

*Altıncı Katta Fısıltılar

*Bir tabloyu oluşturmak 

12 yorum:

  1. Yorduğum için özür dilerim, o halde:) Şimdi, hemen, bir uyarı koyuyorum yazının girişine:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. ahahahhahahah teşekkür ederim , süpersin
      makale daha süper :)

      Sil
    2. Teşekkür ederim, sen de süpersin, dün baktım bloguna:)

      Sil
  2. Sevgili Buraneros,

    Başlık altındaki uyarıyı görünce, önce kendimi "ne yani her zamankinden daha da uzun?" derken buldum, sonra şöyle bir aşağıya doğru kaydırdım ve "o kadar da değilmiş canım!" dedim.
    Neyse, sonuç olarak keyifle okudum, novella tadındaki yazınızı. Özellikle dip notlar ve atıflarla iyice zenginleşmiş ve akıcı hale gelmişti.

    Bu arada Sàndor Màrai'nin kitabından hemen sonra, ondan çok daha önce başladığım ilk Jose Saramago okuma tecrübemi tamamladım, Portekiz'e Yolculuk bitti. Şimdi sırada Körlük var, hatta başladım bile. :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sevgili Ekmekçi Kız,

      Uyarıyı, Sevgili Mustafa "yoruldum okurken," deyince yorumunda, ifadesini sevimli buldum ve esprisine koydum:)

      Atıfları daha çok kendim için koyuyorum; bir yönüyle yazıya destek oluyorlar ve çoğaltıyorlar elbette ama artık çoğu yazımı ben de ya hatırlamıyor ya da zor buluyorum ki bu yolla bir anlamda güncellemiş de oluyorum. Henüz Saramago okumamış ama Körlük filmini izlemiş, bir okurum:) Filmden yola çıkarsam sıkı bir kitap olduğunu hissediyorum:)

      Sil
  3. Alıp gitti akıp gitti... Yetmedi dip notlara da gidildi. Hepsi okunmuştu ama hiç sıkılmadan bir kez daha kelimelerle adeta dans edildi. Şimdi artık geçmişe selam edip uykuya dalma vakti.

    YanıtlaSil
  4. Sen de yazılarını basmalısın ki elinin altında makine de vardır, bi top kağıda bakar:) Çünkü senin hikaye dilin tam olarak kitaplık, edebi:)

    YanıtlaSil
  5. Her satırı keyifle okudum. Ve sonlara doğru gelince bir de ne göreyim! :)) "dejavu" dedim içimden. En az 10 yıldır bu mecralarda yazıyoruz. Başlarken belki biraz heves, biraz merak vardı, acemiydik de! Ama sonradan yazmayı ve blog dünyasını da sevdik. Öyle, böyle değil çok emek verdik. Ben de her yazıdan sonra 'dışa aktar' yapıyordum. Ama yine de "birgün bloglarımız aniden kapatılsa ve tüm yazılarım uçup gitse ne yaparım!" diyordum ve ciddi bir şekilde kaygılanmaya başlamıştım artık. Eşim, her yazının çıktısını almam gerektiğini söylese de, bir türlü buna fırsat bulamıyordum. Evvelsi gün elinde koca bir koliyle geldi. Sondan başa tüm blogun dökümünü almış. Güzel bir sürprizdi! Ben de iki gündür tasnifliyorum. "Kültür-Sanat", "Geziler", "Denemeler", "Anılar"..vb. bir hayli cilt olacak gibi gözüküyor! Böyle ciltlenince daha derli toplu olacaktır. Şimdilik en azından ciltli halde elimizde bulunsun. Ruhumuz huzur bulsun. Sonrasını hiç bilmiyorum! Bizim gibi uzun yazıları okumayı sevenlere küçücük de olsa bir ilham olabilirsek ve bir anı...ne âlâ.

    Emeklerine sağlık Sevgili Buraneros. Ciltlenmiş kitapların çok heyecan verici! İyi ki ciltlemişsin. Yazıların eminim, çocuklarına, sevdiklerine çok güzel bir armağan olacaktır. Esenlikle kal.

    YanıtlaSil
  6. Aslında yorumunu okurken şunu da düşündüm; altını çizdiğin bu dünyada olmasaydık ve bu kadar sevip benimsemeseydik; hem birbirlerimize katkı yapıp, her birimiz o katkılardan çoğalamayacaktık, hem de aşama kaydemeyecek, geride anlamlı bir şeyler bırakamamış parlak yıldızlar gibi sönüp gidecektik.:) Bu niteliklerimiz üzerinden kendimizi parlatan bir vurgu değil elbette... ama bu hayatın bir dönemine dökülmüş olan kırıntılarımız da olsa, yaşamın bir dönemine bir katkı yaptığımız aslında. Hiç merakın olmasın, ileride birileri, eminim bu insanlar iyi ki uzun yazılar yazmış, diyeceklerdir; çünkü o yazılarda coşku, duygu, iyi niyet ve samimiyet var! Bir alan açıp o alan içinde kendini parlatmak, bundan nemalanmak gibi emeksiz hiç bir harf yok:)

    Yaşasın uzun yazılar yazanlar o halde:)

    Senin de emeklerine sağlık Sevgili Esin; sayende, belki de fark edemeyeceğimiz yerlerin tüm detaylarını -fark ettirilerek- geziyor, sergilerde ve müzelerde dolaşıyor, detayları uzman bir gözden dinliyoruz sonuçta:)

    Siz de esenlikle kalın:) Beyefendinin eylemi takdire şayan ki bence kıymet bilmenin, pek çok güzel duygunun, sözcüğün bir eylemle, derin, köklü, kalıcı, emek verilmiş ve coşkun bir ifadesi:) Bir alkış daha:)

    YanıtlaSil
  7. Uzun yazıları okuma konusunda hiçbir sıkıntım yok. Hele böylesi ilmek ilmek işlenmişse. Sadece yorum konusunda sıkıntım oluyor:) Okurken çok düşünüyorum, aklıma bir sürü şey geliyor ama onları yorumlarda belirtmeye ya üşeniyorum ya da uzun yorumlar içinde sihri kaçacak diye vazgeçiyorum, kendime saklıyorum:) Bu yazının da çok bana çok şey düşündürdüğünü ve yumuşaklığının ruhumu ısıttığını parantez içinde tutarak daha somut bir yoruma geçeceğim. Yazılarını iyi ki bastırmışsın:) Ne zamandır benim de düşündüğüm bir şey bu. Özellikle şu salgın günlerinde hazır evdeyken yaparım diye düşünüyordum fakat hâlâ el atamadım. Bu akşam başlasam mı düzenlemeye?
    Sevgiler...

    YanıtlaSil
  8. Sevgili Klio'nun Şarkısı; bu işi hep düşünüp de erteleyen ben yaptım ki herkes yapabilir, emin ol, üstelik tam sırası:) Sonradan aklıma gelen, işi kısaltacak bir yol var; bende her sayfada görünecek yazı sayısı 5 taneydi, kopya alırken bunu çoğaltırsan, daha kısa sürede PDF'leri alırsın:) Sevgili Esin'den esinlenerek, şimdi etiketlere göre de bir kopya düşünüyorum:) Ayrıca yorumun çok tatlıydı, içtenliğin de çok kıymetli, övgün için teşekkür ederim:)

    YanıtlaSil

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP