5 Mart 2022 Cumartesi

Bir Kitap Nasıl Murdar Edilir?

Kitap, alışveriş yaptığım kitapçının sitesinde dolaşırken adıyla vuruyor beni. Yazarı tanımıyorum. Arka kapaktaki tanıtım yazısını okuyorum.

... Jenny Erpenbeck Bütün Günlerin Akşamı'nda bizi 20.yüzyıl boyunca Galiçya'dan Viyana'ya, Moskova'dan Berlin'e uzanan farklı kültürel coğrafyalarda, farklı siyasal iklimlerde, tek bir ömrün kucaklayabileceği olası hayatlarda dolaştırıyor.

Michel FABER, The Guardian.

Refarans etkileyici, kışkırtıcı ve üstüne atlamalık. İçgüdülerimse ayakta ve almam konusunda müthiş bir baskı oluşturuyorlar. Yazar Doğu Almanya'lı. Bu ilgimi çoğaltan bir unsur. Merak ettiğim, yalnızlaştırılmış, efsaneleri olan ve bu nedenle çocuk bende hep merak uyandırmış bir ülke; Tıpkı Sovyetler Birliği başta olmak üzere diğer blok ülkeleri gibi... Geçmişe, soğuk savaş yıllarına, belki daha öncesine dair bir heves iştahımı gittikçe kabartıyor, bunun yanı sıra da ısrarcı bir çocuk tadıyla ve bir an önce telaşıyla elimi ayağımı çekiştiriyor. Elbette gönlüm romana düşmüş durumda... Ekliyorum siparişe ve hemen satın alıyorum.

İki gün sonra elimde. Onunla başlıyorum; sıra bekleyen pek çok kitabın heveslerini kursaklarında bırakarak...

İlk sayfayla efsunluyor beni yazar ve bir elektrik süpürgesi gibi çekip alıyor dünyasına. Su gibi akıyor. Aradığım her şey var. Yazarın dili ve birikimi muhteşem.


Toplam 290 sayfa; I.Kitap, II.Kitap,III.Kitap,IV.Kitap,V.Kitap diye bölümlere ayrılmanın yanı sıra her bölüm kendi içinde Intermezzo başlıkları ile de ayrılıyor ancak bu ilginç kurgu, bir yerden sonrası için bir altyapı ihtiyacı da duyuran romanı çok da keyifli kılıyor.

195.sayfaya kadar soluksuz geliyorum. Artık SSCB'de dahil olaya; Stalin, Buharin, Lenin adları, politbüro, sistemdeki yozlaşmalar, "parlak" devlet yapısının ardındaki çekişmeler kitabı bir başka tona yükseltirken aslında kuvvetli bir dönem tasviri ile birlikte, eleştirel örnekler de katıyor ana hikâyeye.

Yazar aslında -aynı kuşağın insanı olarak- benimle aynı düzlemde kuvvetli bir fon olarak da kullanıyor bu tarihsel altyapıyı.

Ama bende bir arıza oluşuyor o noktada. Bir bıkkınlık hissi mi döneme dair bu bilmiyorum. Tıfıl yaşlarımızda boyumuzdan büyük onca kitabı okumuş olmak, oradan bir devrim ve dünya hayali oluşturmak, Fidel, Che ve Deniz gibi nispeten romantik devrimcileri sempatik bulmak ve öykünmek, sonra 80'lerin ikinci yarısında tasavvur edilenin dışında bir pratikle yüzleşmek!

Yıkılan duvarların ardındaki çıplaklıktan saçılanlarla, okunarak benimsenmiş doğru teorilerin uygulayıcıların niteliklerine bağlı olarak yolundan şaşıp faşizan yönetimler oluşturuyor olmasına tanıklık etmek, bu çelişkiyle yüzleşmiş olmak; belki de baştaki heyecanımı kalbimden ayaklarımın dibine düşürüyor.

Elleri avuçlarımda soğuyan arkadaşlarımı düşünüyorum. Bir aldatılmışlık hissi göz kenarlarımı ıslatıyor. Yine de haftalarca inatla araya kitap almıyorum, yazarı eleştirebilecek bir durumda değilim. Film gibi akan kitabı bitirmek konusunda ısrarcıyım ama her seferinde bir kaç sayfa sonra bırakıyorum. Sonra hızlı okuyarak, atlayarak gitmeyi deniyorum, biraz gidiyor ve kalıyorum.

Ve pes ediyorum.



*Konuyla bağlantılı bir film, Elveda Lenin.

3 Mart 2022 Perşembe

Ne Güzel Kardeş Ne Güzel Ben Ne Güzel Kadın

Renkli Türkçe Sinemaskop


Cuma günü akşamüstü telefon çalıyor. Ekrandaki isim Ne Güzel Kadın. Galip Usta çevre yolu üstünde yeni bir yer açmış. Ne Güzel Ben, önce "Kim Galip Usta?" diye düşünüyor ama konuşmada bunu çaktırmıyor. Biraz sonra jeton dank ediyor; kim olduğunu anlıyor ve konuya tali yoldan çıkarak dahil oluyor. Pazar günü için anlaşıyorlar.

Gün cumartesi. Telefonundan Ne Güzel Kardeş'i tıklıyor. "Pazar günü Ne Güzel Kadın, Ne Güzel Ben ve Ne Güzel Sen, Galip Usta'nın yeni yerine gidelim mi?"

Saat 9.30'da aşağıda buluşacaklar ve saat 10'da da Ne Güzel Kadın'ı alacaklar.

Ve saatler ayarlanıyor.

Pazar sabah. Ne Güzel Kadın'ı arıyor. Giyiniyor ve bahçeye iniyor. Ne Güzel Kardeş'in salon camından içeri bakarken üç harflisinin motor sesini duyuyor. Biraz sonra telefonun tek tuşuna dokunuyor ve Ne Güzel Kadın'a "Şu an Peçko Fırın'ın önünden geçiyoruz," diyor.

Keyifli bir sohbet başlıyor. O sırada kulağı radyodaki şarkıya yapışıp kalıyor. Çok sevdiği bir şarkının bir yeniyetme tarafından yorumlanışına bayılıyor. Hemfikirler. Ekranda yazılı ismi anında aklına yazıyor. Ne Güzel Kardeş hariç, şu an geçmekte oldukları noktadan ötesine en son pandemiden önce geçtiler.* Laf lafı açıyor ve yıllar yıllar önce burada yaptıkları efsane bir futbol maçı konuşuluyor. Gülünüyor, peşi sıra dökülüyor başka anılar, karakterler...


Eski yerin duruyor olmasına seviniyorlar. İki yeğen orada. Galip Usta ise bu abartısız ama güzel dekore edilmiş, diğerine göre büyük, kasılmayan, bahçeli, sakin ve hoş mekânda.

Ne Güzel Kadın garsondan ön bilgileri aldı ve şimdi fırının başında Galip Usta ile sohbette. Sevdi burayı.


"Üç kavurmalı yumurtalı lütfen."

"Bir de ortaya kapalı kıymalı lütfen."

"Önden de küçük bir kahvaltılık ve üç çay lütfen."


Keyifle sohbet ediyorlar. Laf arasında ucundan ucundan kahvaltılıklara dokunuyorlar. Laf lafı açıyor, değişik mekânlara doğru uzuyor. O mekânların fiyat tavır ilişkisi üzerine hem şehir özelinde hem de ülkedekiler üzerine konuşuluyor; Ayaspaşa Rus Lokantası, İnciraltı Meyhanesi, La Mahzen, Barba Vasilis, 7 Mehmet, artık olmayan La Sera ve efsane Cumhuriyet Lokantası gibi akla gelen bir kaç mekân öne çıkarılıyor ve laf dönüp dolaşıp yeniden açılan Fischer'e geliyor. Ne Güzel Kadın menüde yazılı olanlarla masaya gelenlerin eksik olduğundan, eski Fischer olmadığından, fiyat sonuç ilişkisinin çok eleştirildiğinden söz ediyor.

Sonrasında geçmişten pide hikâyeleri saçılıyor ortaya. Laftan lafa raks ederek geçerlerken misss gibi pideler konuşlanıyor masaya.

Çaylar tazeleniyor.


İncecik ve çıtır hamurlarla kaliteli kavurma birlikteliği muhteşem. Sohbetse daldan dala. Eski pide günleri, şehrin eski halleri ve bugünü üzerine, araya renkli anıları da alarak keyifle yiyip içip gülüyorlar. Ne Güzel Kadın park yerindeki arabalardan esinle iyi ki benim arabayla gelmedik diyor, konu oradan gençlik başımda duman yıllardaki üç harfli maceralarına uzuyor. Çaylar bir kez daha tazeleniyor. Ruhlar fazlasıyla hoppa.

O halde kısa bir Çarşamba turu atabilirler. Ne Güzel Ben'se tam yeniden ana yola çıktıkları esnada "Neden tren buraya kadar uzatılmıyor ki?" diyor. Konu çünkü o anda Çarşamba'daki fakülteye geliyor. Oradan haraketle sohbet şehrin durumuna uzuyor, derken Ne Güzel Kardeş'in fikrine Organize Sanayi'ye girmek geliyor.


Ortalıkta Allah'ın kulu yok. Sanki tüm canlıların eriyip kül olduğu, o küllerin de yok olduğu gizemli bir coğrafyadaki üç insanlar. Bunu bir oyuna çevirmek, o oyunun başrol karakterleri olmak konusunda başarılı olduklarıysa bilinen bir gerçek. Çok eğleniyorlar. Dünyanın yok olmasından önceki evreden arkadaşları olan iki kardeşin fabrikasının önünde duruyorlar. İçeride model model Anadol ve Amerikan arabaları var. Bu kardeşlerden birinin en büyük keyfi uçmak, diğerininki de eski otomolleri yenileyip koleksiyona katmak. Ne Güzel Kadın ortama bayılmış durumda. O sırada 55 Model Chevrolet'nin fotoğrafını çeken Ne Güzel Ben, Ne Güzel Kardeş'e "Şu eski modellerin stoplarından ve direksiyon çemberlerinden Ne Güzel Kadın'a getirsene," diyor. Bitişik fabrika ise kuruyemişçi. Ne Güzel Ben'in çocukluk arkadaşı. Oradan sonra geri çıkışa doğru başka bir yoldan ilerlerken bir anda arka koltuktan bir ses geliyor.

"Durun!"


Bir şekerleme fabrikası, helvaları ile meşhur. Tanıdık insanlar. Keskin gözler çok hoş bir espri yakalamış. Sağ duvarda. Susam Sokağı levhası var. Ne Güzel Kadın iniyor ki Ne Güzel Ben anca uyandı duruma. Çekiyorlar fotoğrafları. Çok keyif alıyorlar ıssızlıktaki, insanları yok olmuş coğrafyadan. Yeniden asfalta çıkıyorlar. Pandemi nedeniyle gelemedikleri yerleri konuşuyorlarken balıkçı barınağının önünden geçiyorlar. İşte tam o sırada Ne Güzel Ben "Haftaya Barınak'da balık ısmarlim size," diyor.


Belediye Evleri adıyla anılan yerden geçerken Ne Güzel Ben buradaki evlerin güzelliğinden, genellikle Amerikan radarında çalışan Amerikalıların oturduklarından, sağ taraftaki dolgu sahasının dolmadan önce Romanların mahallesi olduğundan; kömürlü Çarşamba Treni'nn o mahalleninin dibinden geçtiğinden, yolun tek şeritli olduğundan, şu sanayi sitelerinin hiçbirinin olmadığından söz ederken; "En büyük keyfim bisikletimle sanki bir şehirden bir şehire gidiyormuşum tadıyla bu yolu kullanarak evden taa Belediye Evleri'ne gidip dönmekti," diyor.

Sonra mıntıklarına varıyorlar. Önce Migros'a uğruyorlar. Ne Güzel Kadın, Ne Güzel Ben için aldığı Oksijen'i ona uzatıyor. Ne Güzel Kardeş üst geçide kıvrılıyor. Sonra bir sağ daha yapıyor. Ne güzel günün sonunda Ne Güzel Kadın eve doğru yürürken, Ne Güzel Ben "Ne Kadar Şanslıyım Ben," diye düşünüyor.



*Özellikle benim kuşağımın klibe hiç göz atmadan sadece dinlemesini öneririm. Çünkü radyo sonrasında eve dönüp klibi izleyerek dinlediğimde yıkıma uğradım!



*Oysa ki sadece pide yiyeceğiz sanıyorduk...

1 Mart 2022 Salı

Şu Da Şöylece Bir Kenarda Dursun

Rusya'nın Başında Görürsem Şaşırmam!

 

 

... Hemen Galata Köprüsü'nün çıkışındaki, üç beş yolun yol bulmaya çalıştığı, tünele gitmek için geçeceğimiz, bol trafik lambalı ama senkronizasyon sorunlu kavşağı seviyorum; hani bir de treni kollamamız gereken noktadaki! İşte tam oradayken ve tüneli hedeflemişken, Yüksekkaldırım yönünde, elinde Türk bayrakları olan kalabalığı fark ediyoruz. Irak Türkmenleri'nden kaynaklı bir Rusya protestosu. İzinsiz bir gösteri ama olsun. Bizim çocuklar!

İstiklal'de çok polis var. Sırt çantalarımız uğraştırır diye giremiyoruz Saint Antuan'a. Rus Konsolosluğunun önünde yine eylemciler. Yalnız iki noktadaki eylemcilerin görsel durumlarında bir sorun var! Sanki bir film platosundalar ve tam anlamı ile yönetmen yerleştirmesi ile hareket için işaret bekleyen figüran gibiler. Sanki içime doğuyor. Eylemcilerden aldığım his bana mizansen tadı veriyor.

Ruslarla sorun yaşıyoruz ve aldığımız tutum, verdiğimiz tepkiler, sözlerimiz hiç de akıllıca ve öngörülü değil. Mahalle kavgasında laf dalaşı yapıyoruz. Putin'i geçiyorum. Ama Lavrov, yani dışişleri bakanı Sergey Lavrov, zeki adam; serinkanlı, poker suratlı; uzun vadeli, stratejik ve sinsice planlar yapmayı biliyor. Bi tek onun aklından tırsıyorum...

18 Aralık 2016*



*Demir Küpte Günü Batırmak'dan...

19 Aralık'da Ankara'daki Çağdaş Sanatlar Merkezindeki sergi açılışında Rus Büyükelçisi Andrey Karlov vurularak öldürülüyor.

26 Şubat 2022 Cumartesi

Bazı Yazarlar Var Ki...

Karabatak gibi yer altına gömülüp nadiren, bir nefes için, gökyüzünü merak ederek yüzeye çıktığım kimsesiz saatlerde; güneşle iki lafın belini kırdığım, radikal kararların eşiğinde olduğum ve topyekün bir devrimin illegal bir biçimde planlarını yaptığım sessiz bir dönemde bir gün; e-postamda gördüğüm bir yorum uyarısı, bünyemde "Allah'ın sevdiği bir kulum ben," hissi yaratmanın yanı sıra bütün silahlarımı kuşanıp, savaş alanına konuşlanmamın yolunu da açıyor bana.

Çokça kitap okuyorum. Nefes aldığım dünyadaki kapılarımı kapatıyor, bir başka dünyada bir başka kapı açıyorum kendime. Başlangıçta bu yabancım, bilinmezlerimle dolu evrende el yordamı dolaşıyorum. Gurbetteyim ve her şey sıfırdan. Tek bir parmağım dahi klavye denen alan üzerinde tek bir adım atmış değil. Hızlı bir gelişme gösteriyor, gittikçe bu aleme alışıyor ve olanaklarını kullandıkça da yeniden yeşeriyorum. İşte bu yeni yaşamı kurma sürecindeyken daha çok sosyalleşiyor, bilgiye kolay ulaşıyor, sinemaları geziyor, kitapçılara dalıyor ve alışverişlerimi artık bu yeni dünyamın düzeniyle yapmaya başlıyorum.

Yine bir gün, avare avare kitapçı vitrinlerine bakarken bir yazar,* bir kadın yazar; dikkatimi çekiyor ve hemen alıyorum kitabını. Soluksuz okuyorum. O sanki benim saçlarımı okşayan ilkokul öğretmenim. Artık olmayan annem. Babannem... **Kitaba ölüp bitiyorum. Ama henüz tanışma aşamasında olsam da artık hayatımda daha ölüp bittiğim biri var. Zihnim pırıl pırıl. Sırtım sağlam. Bütün kilitlerimi açacak, neyim varsa dökecek kadar güveniyorum O'na. İşte bu devrim süreci devam ederken kitap üzerine bir yazı yazıyorum ve içindeki cümlelerimden biri şu oluyor: "Şu yakın tarihte hayatıma girmiş ikinci şey bu kitap, ve şu yakın tarihte hayatıma girecek hiç bir şeyin birinci olma şansı yok, ne yazık ki. O yüzden bu ikinciliğe o gözle bakılsın lütfen."


İşte bir kaç gün önce ben, çok severek takip ettiğim, özellikle İstanbul'da yaşayanların çok yararlanabilecekleri, tüm kültür sanat etkinlikleri üzerine detaylı yazılar yazan İmgeleme adlı blogdaki bir yazıya, tırnak içindeki cümleme ilaveten, İşin garibi ülkemizde en bilinen kitabı Iza'nın Şarkısı, onu da ben okumadım'ın da olduğu ve aynı yazarın iki kitabını da öneren bir yorum yazıyorum.

Ve anında bekleyen siparişime ekliyorum Iza'nın Şarkısı'nı.

Dün akşamüstü ulaşıyor kitaplar. Çok bayıldığım, daha önce söz ettiğim ve ancak bitirmek üzere olduğum ve Enn Sevdiğim Kadın'la üzerine çok konuştuğum Bütün Günler'in Akşamı'nı da fotoğrafa katıyorum.

Onun için aldığımsa; O'na kavuşmak, bir başka hayatın yolunda bana yoldaş olan çokkk tatlı kadının boynuna atlamak için yarını bekliyor.



*İmgeleme için buradan lütfen

*Magda Szabo- **Kapı, Katalin Sokağı

22 Şubat 2022 Salı

Etli Ekmek Güzel Sabah Sıcacık Film Kötü Son

Gün pazar. Bir haftadan beri bünye dürtüyor. Dürtmesinin itiraz edilecek bir yanı yok aslında ama bünye bir karara varamıyor. Oysa cumartesi ne keyifliydi. Aslında sabah, havanın da güzelliğinden yararlanarak yaz boyu ve enfes akşamlarında yazın; işi kapatınca sırt çantasında kitabıyla gidip, kesinlikle ince bellide çay eşliğinde lezzetlerinin tadını çıkardığı okuma noktası pastaneye doğru uzamayı planlıyor. Ve aslında bu hafta sonu sinemada bir film izlemeyi de istedi ve istiyor. Sadece bu tetiklenme ile yakın bir ilişki kurması ve onun hadisene'sine uyması gerekiyor ki bence tembelliğe gerek yok. Kalktı. Hareketinden bir şeylerin değiştiğini hissediyorum. Evet! Kesinlikle dışarı çıkacak. Sabah rutinlerinin ardından giyindi, yedek maskeleri çantaya attı ve yaşasın, güneşe koşuyoruz.


Sahil boyu insan. Martılar oynaşta, küçük serçeler küçük çam ağaçlarının iğne yüklü dalları arasında yok olup karın doyuruyorlar ki pek tatlı ve pek afacanlar. Birazdan sahilden kopup içeri dalacağız ama denizden pek uzaklaşmayacağız.

"Bir dilim su böreği ve bir tane de kıymalı börek lütfen"

"Bir de çay, lütfen"


Kitabını açtı. Bayılarak okuduğu bir roman. Ancak 290 sayfalık kitabı kaç haftadır bitiremedi. Çok severek okuduğunu biliyorum ama sürenin bu kadar uzamasına da anlam veremiyorum. Aslında şu güzel günde de bunu pek sorun etmiyorum çünkü nasılsa bundan bir gün bahseder deyip koyveriyorum.


Akşam Üzeri


Sabah kitap okuma noktasından dönerken sokak içlerine dalmıştı. Orada yeni açılmış bir mekân görmüştü. İyi hisler aldığını biliyorum ama bugün bir anda tetiklenip de oraya gideceğine ihtimal vermiyordum. Şu an bir hareketlenme seziyorum. Şunun aslında kararsızlıktan bir anda bir karar çıkarıp da yollara hiç üşenmeden düşmesine bayılıyorum. Hızla hazırlanıyorum ki anladığım gidiyoruz. "Bir etli ekmek lütfen," dedi. Canıma minnet. Önden garnitürler geldi ki ben çok beğendim, şirin buldum. Eminim ki beyimiz de beğenecek. Bir tatlarına baksaydın diye dürtüyorum ama umurunda değil. Değil de benim umurumda ama. Tez zamanda geliyor etli ekmek. Görüntü muhteşem. Bayılacağımızdan neredeyse eminim de seyri bırakıp bir başlasa...

Dilimi iki parmağının arasında büktü, bir çıtırtı koptu, ısırığı aldığı anda -çok afedersiniz- ağzımın suyu aktı. Sesimi çıkarmıyorum ama heyecanla bekliyorum. Neyi mi? Beyimizin "Hımmmmm muhteşem," demesini. Ben çoktan dedim aslında ama kendisi nedense ketum takılıyor ki muhtemelen bana numara çekiyor. Yalan yok ben çoktan gittim.


Eve dönüyoruz, ama sokak aralarında döne döne. İkimiz de mutluyuz sanırım. Ana caddeye ulaştık ve bir tık sonra sahildeyiz. Dürtüyorum onu. Telaşlandı. "Dürten kim beni?" diye düşündüğünü düşünüyorum. Birazdan uyanır, ne için olduğunu anlar. Anladı ve çıkışı karşılıklı iki kahve dükkânı olan ki biri yazın sıklıkla takıldığımız, siz kıymetli okuyucularımızın da bileceği Kahve Dünyası. Ben şu güzel havada mekâna takılsak fikrindeyim ama onun niyeti yok gibi. Olsun, hissim o ki iskele boyu yürüyeceğiz.


Ohhh miss!  Enfes bir hava, hoşluklar vadeden bir gün. Beni sorarsanız modum gel keyfim gel. Martılarla anında kankayım. Güne gülümseyen mutlu insan yüzleri ile karşılaşmak keyif veriyor bana. Soğuk adam beyimiz fotoğraf çekiyor. Yalnız anlam vermediğim bir davranışı var. Eğer gün içinde bir mekâna takılacaksak çantaya hep küçük bir makine atıyor. Oysa ben yazılarımızda daha net ve çekici fotoğraflar olsun istiyorum. İyisi mi punduna getirdiğim bir gün sorayım nedenini.


Ertesi Gün

Çok sevinçle uyanıyorum. Dün yatarken hissetmiştim. Sabah elinde laptopu görünce tamamdır dedim. O filmi kesin görmeliyim diyordum ki meğerse o da onu inceliyormuş. Anladığım seansa karar vermiş. Ben önden hazırlanmaya başlasam iyi olacak. Hımmmm... karnım da aç ama!

İnşallah yine yağa iki yumurta kırmaz diyorken tam ben, giyindiğini fark ediyorum. İçim zıplıyor ve elini çabuk tut diyor. Bir çırpıda giyiniyorum. Çok heyecanlıyım. İnşallah sinemadan vazgeçmez diye düşünerek yürürken biz, bankamatik dönüşünde bir kararsızlık içinde olduğunu hissediyorum. Köşeyi döndük. Tamam diyorum, bir şeyler atıştıracağız. Bende yalan yok, trene yakın yerdekine gitsin ve köşe masaya otursun istiyorum. Sağ kaldırımda ve o yöndeyken birden karşıya geçiyor. İçim biraz burulsa da bura da güzel, olur deyip razı geliyor, kısmen çökmüş duygularımı yeniden ayağa kaldırmayı başarıyorum. Hımmmm güzel bir sipariş. Hamdolsun. Şimdi tren. Fakat istasyona yaklaşırken yavaşladı ve grevi işçiler lehine sonlandıran Migros'u protestodan vazgeçip daldı. Su aldı.

Samsunspor İstasyonu'nda iniyoruz. Asansörü çok seviyorum. Üst geçitten manzara seyrediyorum, O da fotoğraf çekiyor. Telefonundan hes kodu barkodunu gösterdi, hanımefendi telefonuyla kontrol edip buyrun dedi. Ondan bir ricam var. "Lütfen şu noktadan üst katlara doğru bir fotoğraf çeker misin?" Sağolsun kırmıyor beni.


Yürüyen merdivenlere bayılıyorum. Şimdi gişenin önündeyiz. Çok heyecanlıyım. 10 dakikamız var ve önümüzdekilerin bilet işi bitmedi henüz. Film başlamadan içeride olmanın telaşı bünyemde. Hahh her zamanki koltuğu seçti, sonra promosyon patlamış mısırı için "Yukarıda mı hallediyorum?" diye sordu. Nedense benim canım da tam ondan istemişti.

Sinema katına çıkınca bankoya yanaştı ve telefondaki kodu hanımefendiye okudu. O mısırımızı hazırlarken ben koşarak terasa çıktım ve döndüm. Antrakda kesin terasta olacaksın dedim kendime. 


Koltuğa yayılıyorum. O sırada önümüzdeki koltuğa bir kişi geliyor ve bize merhaba diyor. Yalnız sıklıkla öksürüyor. Ben küçük olduğum için bir şey olur endişesi ile her zamanki koltuğu bırakıyor ve bir arkaya geçiyoruz. Burayı daha çok seviyorum.


Başlangıçta film bir garip geliyor. Ne halt ettik de geldik diyorum; bir yandan da ona bakıyorum. Bir soru işareti var ama o daha tecrübeli tabii ki. Sabredelim bakalım. "Vaaowwww!" "Tren!" Moskova'dan Petersburg'a gideceğiz. "Yaşasın!" Trene binen ablayı Moskova'dan tanıyorum. Bir arkeoloji öğrencisi, Finli ama Moskova'da okuyor. O bahseder mi bilmiyorum ama bir sevgilisi var ablanın. Ayy bir an utandım?

Kompartımana girdik ki kafası dazlak, sıkı içmiş bir abi var. Ne yalan söylim tırstık. Abla onun karşısındaki üst ranzaya çıktı. Ama nasıl keyifli bir yol. Abiyi gittikçe sevmeye başlıyorum. Hayret. Sonra hiç üzülmesin istiyorum fakat yönetmen Juho Kuosmanen çok hain. Ser veriyor sır vermiyor ve ilmek ilmek örüyor filmi. Alıyor beni bir merak. Sürüklüyor... Sürüklendikçe daha çok seviyorum. Abla gidilmesi çok zor olan bir noktaya gitmek için burada. Bir arkeolog sonuçta. Tren bir istasyonda durunca neredeyse bir gece orada kalacağını söylüyor sert mizaçlı Rus kondüktör abla. Saçları dazlak abi müthiş bir karakter. Onun sayesinde arabayla bir yere gidiyor ve tatlı bir kadınla tanışıyoruz. Kısa kalıyoruz ama biz onu çok seviyoruz. Neyse uzatmim, kısacası filme bayılıyoruz. Mutluk damlaları gözümüzde sıra olurken yüzümüzde hep tatlı bir gülümseme var. Bunu ben fark ediyorum. Sonlara doğru gerim gerim geriliyoruz. İçimiz dışımız titriyor. Kaç kat giysek çare değil. Kalbimiz küt küt atıyor. Dualar ediyoruz. Laura (Seidi Haarla) ile Vadim'i (Yuriy Borisov) çok seviyoruz.  Falan filan işte.


Dışarıda enfes bir hava var ve biz an itibariyle serotonin deposuyuz. Biraz boşaltsak iyi olabilir. Enn sevdiği kadını arıyor. Nasıl cıvıldıyor anlatamam. Öve öve bitiremiyor filmi. Enn sevdiği kadın bu AVM'yi açıldığı günden beri protesto ediyor ve bir kez bile gelmedi. Bizimki coşkun, diyor ki -laf aramızda ama- "Eğer bu filmi birlikte seyretseydik, yerdim ben seni kesin." Gülüşüyorlar ve ona bir yerin adını soruyor. Tabii ki o ikisi arasındaki diyaloglar beni çok mutlu ediyor. Bayılıyorum o kadına.



"Bir San Sebastian lütfen,"

"Bir de çay lütfen"

Şehrin en havalı semtinde, San Sebastian'ı çok övülen bir mekânın dış masalarından birindeyiz şimdi. Servisimizi tatlı bir genç kadın yapıyor. "Üzerine çikolata ister misiniz? diye soruyor. Keşke sormasaydı! Merak ediyor, çünkü daha önce hiç denemedi, istiyor. Sebastian'ı başarılı buldu ve sevdi ama çikolata ile sevmedi. Pek mutlu değil. Hemen bukalemun moduna geçiyor ve keyfini çıkarıyor. Fiyatı çok buldu ama sesini çıkarmıyor. Bir nakarat dökülüyor dilinden. "Bu son olsun bu son."

Caddenin tadını çıkarıyor, okul yolundan aşağı dönüyor. Bir an Müze Kafe'de kapuçino içmeyi düşünüyor ama sonra vazgeçiyor. Şimdi trendeyiz. Ömürevlerinde inmeye karar veriyor. Eve sahilden yürüyerek gideriz diye düşünüyor. İniyoruz. Kartını okutup iadeyi yüklüyor. Karşıya geçmek üzereyiz. Tam o sırada kot olarak yukarıda kalan yeni döşenmiş yol kenarı bordürleri kalabalığın arasında fark etmiyor ve boylu boyunca burun üstü çakılıyor. O bir Tankçı. Çabukça toparlanıp ayağa kalkıyor. Eline kan bulaştı. Bir kağıt mendil çıkarıp burnuna tutuyor ki anında al oluyor. İkinci bir mendil yok. Hızla karşıya geçiyor, sonra bir karşıya daha. Kan pervasız. Bir bakkal bulmalı. Ara yollardan birine dalıyor. İleride bir cami var. Su. Hızla oraya yürüyor. Sırt çantasında açılmamış bir ıslak mendil paketi var ama o an hatırlamıyor. O ara bir kadın sesi endişe ile ses oluyor. "Buraneros!" diyor. "Ne oldu sana canım," diyor. Sesi tanıyor. Düştüm, diyor. Kadın telefonla çocukları arıyor. Buraneros camiye ulaşmak istiyor. Şimdi su ile burnunu siliyor, o akıyor, o siliyor. Burnun üst kısmında iki kaşın arasında bir nokta kanıyor. Su ile akıtıyor, akıtıyor, akıtıyor. Çocuklar geliyorlar. Hastane konusunda ısrarcılar ama o bir Tankçı. Bir şey yok diyor. Eve geliyorlar. Kadın 150 metre ilerisinde ilk biten binadaki Buraneros'un dairesinde oturuyor. Çok nadir rastlaşıyorlar yine de. Şu an ve yer hiç akla gelmez bir mucize. Buraneros iyice yıkıyor olay noktasını, burnun içinde bir şey yok, ucuna yerleşmiş minik şeyler var, "Onlar kum mu acaba?" diye düşünüyor. Şimdi evde. Pamuğa Baticon döküyor. Olay mahaline yerleştiriyor, üzerine iki yara bandı yapıştırıyor çocuklar. Sohbete kaldığımız yerden devam edebiliriz. Kadını haberdar ediyor çocuklar. Her şey yolunda. Erkek kardeşi olduğu yerden hemen geldi. Ağrı varla yok. İkinci gün pamuk değişti. Kardeş yemek yapmış. Çocuklar orada. "Gelir misin biz getirelim mi yemek?" diyorlar. Ben gelirim, diyor. Gece boyu uluslararası ilişkilerci ve taze üniversiteli ile Rusya konuşuyorlar. Taze üniverisiteli çok ateşli ve tezlerinde iddialı.  Pek anlaşamıyorlarsa da gençliğin ne olduğunu biliyorlar. Hatta Buraneros kimin oğlu diyor ve gülüyor. Tavuk parçaları şahane fırınlanmış. Bol yağda kızartılmış minicik yeşil ve kırmızı biber parçaları muhteşem. Maç bitiyor konu derinleşiyor. Şimdi daha iyi. Sabah artık kan bulaşmayan son pamuğu atıyor. Küçük bir parça pamuğu Baticon'suzca oraya koyuyor. Tek bir yara bandı ile tutturuyor. Öğlen telefonu çalıyor. Enn sevdiği kadın. 

20 Şubat 2022 Pazar

Bu Da Şöylece Bir Köşede Dursun

 

"Ben o İstanbul leydileriyle kaynaşamam vallahi billahi. Bana esnaf lokantası lazım “hanım ablam sen mi yapıyon bu gözlemeleri ya sırrı ne” “sağol abim ya turşu iyiymiş” minvalinde açılan sohbetler daha samimi geliyor ezelden beri."

louder than metaphors




*İşin özü budur, der ve devam eder, La Paragas.

Mevzudan bağımsız olarak yazının lezzetine ve mizahına bayıldığımı beyan etmek isterim, devlet okulunda okuduk da boynumuz mu eğri kaldı bizim. Hayat okulu derler ya, o ne ararsan onu verir, sen ondan alır işine gelenleri bünyeye ekler, yanlış aldıklarının farkına varıp onları da tanıyarak ve gerekirse atarak büyürsün ya, ne şahane bir kazanımdır aslında o. Ben, robotik, "steril" bir özel okulcu asla olamayanlardanım. Çekirdekten yetişmenin, seçmece, yürekli, mert ve savaşçı bir yaşam kültürü edinmenin yolunun devlet okullarından geçtiğine inanırım Nokta!


*louder than metaphors adlı blogdaki ÖZEL Mİ DEVLET Mİ? başlıklı yazıya fikrimin ince gülü.

17 Şubat 2022 Perşembe

Güzel Adamlar Çağı



Dün yazdığım yazıdan ulaşılan iki bölümlük bir anının altındaki yorumların birinde şöyle bir cümle kurmuştu Sevgili KuyruksuzKedi:

"Böylesine güzel hatırlanıp sevgiyle anıldıklarına göre kesinlikle güzel adamlarmış,"

Onu şöyle yanıtlamıştım:

"Eski insanlar işte, aslında aynı işi yapıyorlar, bir anlamda rakipler ama birlikte yiyip içiyorlar, eğleniyorlar ve bir sorun yaşadıklarında da ortak çözüm üretebiliyorlardı... güzeldiler valla."

Yüzlerce eski fotoğraf içinde çocukluğumdan beri beni en etkileyenlerden biri budur. Sektörün 80'ler sonrasında başlayan liberalleşme atakları esnasında özellikle ihaleler bazında nasıl bir rezilleşmeye doğru yön aldığını gözlemleyen, bir neslin artık son bir kaç örneğinin kaldığı o yıllarda  niteliğin nasıl aşağı çekildiğine de tanıklık etmiş biri olarak yeni neslin önüne hep bu fotoğrafı koyarım.

Fotoğrafta tarih yok. 1960'lardan epey önce olduğu kesin. Fuar alanı için deniz henüz doldurulmamış; dolayısıyla Atatürk heykeliyle denizin ilişkisini kesen karayolu da yok. Ankara-İstanbul istikametine giden arabalar -dinlediklerime göre- heykelin önünden yukarı doğru tırmanıp Mamur Dağı üzerinden devam ediyorlar. Samsun'dan o yöne giden otobüsler de heykelin önünden kalkıyor. Yürüdükleri kısımsa geçenlerde yazdığım Hayalim Kırıldı Ama Ben Takmadım başlıklı yazımdaki  heykelin fotoğrafını çektiğim nokta. Sol baştaki pardesülü babam; henüz yirmili yaşlarında olduğunu tahmin ediyorum ki bu da bana yıl olarak 1950'leri söylüyor. Ben doğduğumda karayolu ve fuar var olduğuna göre henüz askerliğini bile yapmamış olabilir; o halde 1953 falan diyebiliriz. Bu adamlar birer oto tamircisi; aynı işi yapan ama birbirlerine rakip insanlar. Bugünkü, özellikle sanayi sitelerindeki çoğunlukla kıyaslanamayacak kadar özenli ve şıklar. Müşterilerin eline verdikleri listedeki parçaların bir kısmını sonradan yedek parçacıya götürüp iade edilen parayı cebe atan bazılarından olmadıkları gibi müşteriyi kollayan tamirci olduklarının da farkındalar!

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP