1 Ekim 2021 Cuma

Sonuçta Bir Pazar Günü

Uyanıyorum. Kalın perdelerim kapalı. Kenar ucundan bir renk, afacan bir çocuk gibi sızmış. Oyuna çağırıyor beni. Binada ve dışarıda uyku sessizliği. Damlalıktan odaya sızan en ufak bir tıkırtı yok. Bütün yaşam uykuda. Bu  sızıntı sanki bana...

Alıyorum fotoğraf makinemi. Yatak odamın balkonundayım. Uca yürümeliyim diye düşünürken kapılıp gitmişim uca. Oradayım. Telaşlıyım. Ağaçların ardındayken başlıyorum. Onun da benim de acelemiz yok aslında. Ahhh o sabahın tatlı esintisi... Sonra yeniden yatağın sıcağına.

Güne müjde sanki.


Saat dokuza doğru çıkıyorum evden. Kuzenler ve eşleri de burada; İstanbul'dan ve Pertek'den geldiler. Pertek'den gelenler de aslında İstanbul'dan. Ama çağın şansı, nereden istersen çalışmaya olanak veriyor.  Uzat uzatabildiğin kadar sevdiğin, çocukluğunun yoğrulduğu topraklarda olmayı.

Pide yaptırmaya gidecek kardeş, bir saat sonra falan. İçler hazırlandı. Halam da burada. Benim fikrimse önceden.  Sevgili Zeugma'nın yazısıyla tetiklenip başlayan süreçte yazdığım Sıcak Böreğin Dayanılmaz Hafifliği başlıklı yazıda kurduğum bir cümleye dair.

Belki de son bir şans!

"Geri dönüp bizim bahçe tellerini aşıp eve doğru yürürken, onların ilk lojmanlarını geçtiğimdeki boşlukta onu beni beklerken görüyordum. Sadece gülüyorduk. Bir sonraki aralıkta bir kez daha... Sonra bir kez daha..." demiştim o yazının bir bölümünde.

Sabah uyandığımdaysa aklım dürtmüştü beni. Bir hatırlatma yapmış ve demişti ki "Hatırla burası ihaleye çıkmıştı ve Kütahya Porselen grubu otel yapmak için almıştı burayı. Otelin mimarisi ile ilgili dev fotoğrafını  bile yerleştirmişlerdi. Usulsüzlük nedeniyle iptal edilmişti ihale. Sonra bir ahhh çekmemek için... istersen!"

Haklıydı.

İlk olarak onların evinin olduğu sondan bir önceki aralığı çektim. O zaman bu yol yoktu. Duvarlardaki yeşil de kiremite yakındı. Evi geçtikten sonraki son gülüşme noktasını ve onun bir kaç adım geri dönerek lojmana girdiği aralığı çektim sonra. İlk beklediği ve ben oraya gelince gülüştüğümüz aralığı, en son da deniz kıyısından gelip önünde vedalaştığımız ve bir süre ardından baktığım, onun dönüp güldüğü girişi ve yolu çektim. Yani sondan başa gittim aslında.

Tüm bunlardan önce bizim sokaktan henüz çıkmamışken kuzenlerin erkek olanları ile karşılaştım. Yürüyüşten geliyorlardı. Ayaküstü lafladık ve ben sırt çantam, kitabım ve planımla devam ettim.

Nasıl bir sabahsa ben için, pideden bile vazgeçtim.

Bir an İskele Kafe sakinken denizin ortasında otursam, bir fincan çay söylesem, bir de tost diye düşündüm. Ve dibine kadar yürüdüm. Hava kapattı ve çok esiyordu. Bir süre bir balıkçının yanında dikildim ve denizi seyretttim. Sonra karasızlığıma son verip okuma pastaneme gittim; kitabımı çıkarıp masaya koydum, içeri geçip iki farklı börek ve bir derotlu poğaça seçtim.

Ve çay. Sonra bir çay daha...

Sonra bulvarı geçtim ve sahile doğru ara sokaktan inerken tam... Kahve Dünyası'na daldım.

"Üç top dondurma lütfen."

"Vanilyalı, kahveli ve bal bademli lütfen."

Tabii ki keyfini çıkardım. Sonra kitap okuma noktalarımdan birine doğru biraz da umutsuzca yürümeye başladım.

Görüş alanıma girdiğinde ise sevinçten zıpladım. Üç banklı yerde sadece bir kişi vardı ve denize en uzak olandaydı.

En yakın olan ve diğeri boştu.

Hızlandım.

Çünkü kıyıda fotoğraf çeken bir çift vardı.

Önce yaz yorgunu cankurtaran kulesi ile limanla vedalaşmış gemilerin hali etkildi beni ve çekmeden duramadım.

Gözüm bir yandan çiftte ama!


Bir kaç poz daha çekebilecek vaktim var, diye düşündüm.


Kimselere kaptırmadım ve denize en yakın banktayım.

Sırt çantamı ona bırakıp, denizin görünen alanı daha fazla ışıklanmadan telaşla peş peşe fotoğrafını çekiyorum


Artık kitabımla başbaşa kalabilirim ki bu da bir başka üçlemenin; yazarın ana karakter olduğu enfes bir üçlemenin ikinci kitabı.

Oysa ilk kitabı yine bir üçleme olduğunu bilmeden almıştım ve yolumuz Yunanistan ve Atina'ya çıkmıştı. Yine meslek icabı bir varıştı ve akıp gitmişti. Şu anki kitapta İngiltere'deyiz. Yine edebiyat dünyası, toplantılar ve ilginç karakterle ve tanışmalarla ve yazın dünyasından ruh halleri çeşitli insanlarla bir aradayım. Sadece onlar yok, ev tadilatta, farklı ülkelerden ustalar çalışıyor. Bir alt komşu var ki huysuz. Ayrıca Amanda ile tanışmış olmak hoş.

Son kitapta yolumuz nereye çıkacak bilmiyorum. An itibari ile merak da etmiyorum. O yerinde huzurla sırasını bekliyor.

Kitabı bırakmaya niyetli değilim gibi. Aslında birazdan toparlansam iyi olacak çünkü bina halkı ve kuzenlerle sohbet beni bekliyor.

Üstelik akşama nişanımız var.


Kuzenlerle birlikte gelen bir kişi daha var ki bana büyük sürpriz. Nezaket Teyze. Sümer Teyzenin ablası. Pertek'ten... Ve o da tüm aile büyüklerimiz gibi Mercimek asıllı. Zılgıtları ve oyunları ile havuz başındaki nişanın yıldızı olacağından, şehir sosyetesini şöyle bir sallayacağındansa henüz haberimiz yok.

Biz erkek tarafıyız, çok kere adamlar harbiden çok yakışıklı dediğim ve yaşları birbirine yakın üç sırıklardan iki numaraya, dolayısıyla geniş ailemize bir kız katıyoruz.

Ama önce bağdan yeni toplanmış, uzun bir yoldan gelmiş çıtır çıtır Öküzgözü üzümlerimi ve Pertek tulum peynirlerimi dolaba koymam gerek.

Badem içli ve sade pestillerimle, dut kurularımı da daha kuru bir dolaba taşımalıyım.

Hımmmmm babannemin sandığı bende, hem üzerinde televizyon var!

İyi fikir!



Üçlemenin 2. yazısı Güneşi Uslu Cumartesileri Severim.

29 Eylül 2021 Çarşamba

27 Eylül 2021 Pazartesi

Az Konuşmak İyidir Kitaplar Hep Renklidir

İnternette, bir kitapçıda, kitaplara bakıyordum. Volvo Kamyonlar gözümü aldı. Ben de onu aldım. Malum ki, sıklıkla dile getirdiğim üzere kuzeyin ve yazarlarının hastasıyım. Fakat Bu Norveçli'yi tanımıyordum. Edepsiz diye mi pek bilmiyorum ama o güne kadar gözüme çarpmamış olması da enteresan.

Böyle durumlar için sıklıkla kullandığımız ve aslı şaraba dair olan ve Sideways'den aşırma cümleyi bir kez daha kullanıyoruz: Bekler her kitap belli bir ânı!

Vitrin her zaman önemli ve bir satıcı bilmeli ki 3 saniyesi var. Bu bir üstat tespiti. Kendisi Benotton'ın kurucusu. Kulağa küpe bir söz!

Kastı şu: Öyle bir vitrin yapmalısınız ki önünden geçen ve o an için fikri vitrin olmayan insanı yakalamalısınız. Öyle bir vitrin yapmalısınız ki onu bu üç saniye içinde baktırmak için bir yem bulmalısınız.

Ben işte bu kitapla öyle karşılaştım.

Volvo Kamyonlar!

Beni gözümden yakaladı ve çekip aldı. Üstelik dumanı üstündeydi. Taze sandım ama sonra öğrendim ki aslında öyle değilmiş.

Çok uzatmayayım, hemen sipariş verdim; başka bir kaç kitapla birlikte. Gelince kitaplar, koliyi açmanın, onlara dokunmanın hemen ardından, okunmayanlar bölümüne yerleştirdim.

Elimdeki sıkı bir kitabın ardından da lay lay lom bir kitap okusam dedim; onlar diğer kitaplarla kaynaşıp ortama alıştıktıktan kısa bir süre sonra, ve mesleki formasyondan da kaynaklı olarak  158 sayfalık bu kitabı diğer bekleyenlerden özür dileyerek çekip aldım raftan.

Yazar Erlend Loe bir cin. Ana karakteri gibi de edepsiz. Bir de  epey yaş almış bir hanımefendi var. Kafası hep güzel. Bunlarla sınırlı değil elbette. Aşklar var. İlişkiler var, falan. Kısacası okuma boyunca biribirinden ilginç çok insan katıyor hayatımıza Sevgili Erlend. Ve fakat, ilk kitabın kapağından anlaşılacağı üzere bir de Geyik var!.. Önemli bir şahsiyet. E bir geyik varsa o zaman doğa ve doğal yaşam da olmalı! O da var. Porno film dünyası, ondan bir kesit, oranın ilginç karakterleri, farklı etnik kimlikler, maketler yapan ve bir hikâyesi olan Abi, ummadık anlarda rank diye çıkıveriyorlar önümüze.

Sonra...

 
Kaptırmış gidiyordum ki Volvo Kamyonlar'a -yazarı bilinmiş olduğu üzere tanımıyordum- merak edip kimdir, necidir diye araştırmaya karar verdim. Neredeyse bir ben bilmiyormuşum diyecektim ki tam, özel bir okuyucu kitlesi olduğunu anladım. Buna bir klan da diyebiliriz. Fanlar kulübü desek daha mı iyi acaba?

O arada, okur kitlesini ve dolayısı ile yazarı daha yakından tanımak üzere ora bura gezerken ve bakınırken, aslında elimdeki kitabın tek değil üç kardeşin ortancası olduğunu öğrendim.

Derim hep, beni kollayan bir ilahi güç var diye.

Şükrederim!


İşte bu fark edişle diğer iki kitabı da aldım ve toplam sayfa sayısı bir tuğla oluşturan takım tamamlanmış oldu.

Klandan bir güzel insanın, ülkemizde bu üçlemenin yanlış sırayla yayınlandığını ve son çıkmış olmasına rağmen Volvo Kamyonlar'ın aslında ikinci kitap olduğunu yazmış olduğunu da gördüm.

Diğer iki kitap gelince yine de künyelere baktım ve gördüm ki, klan mensubunun söylediği doğruydu: Norveç'deki yayın sırasına göre ilk kitap Doppler ki kahramanımızın adı, ondan sonra Volvo Kamyonlar ve sonrasındaki de Bildiğimiz Dünyanın Sonu'ydu.

"Artık bu bilgiler de cepte olduğuna göre Volvo Kamyonlar'daki bayıldığım abla Maj Britt'le şimdi vedalaşabilir, kısa zaman sonra tekrar görüşeceğimiz için onu özlemenin tadını da bir süre çıkarabilirim," dedim.

Ve Doppler ile baştan aldım. Pastanedeydim. İki kişilik masanın Lozan Caddesine bakan koltuğuna oturmuştum. Konsept kahvaltıydı ve sıcacık su böreği; yanına da çay söylemiştim.

Aman aman... Kapıldım gittim.

Güldüm edepsiz cümlelerde, yüzüm kızardı, utandım. Sonra alıştım. İnceden bir modern dünya, sistem, doğaya eziyet eleştirisi de sezdim. Pek çok özel, farklı etnisiteden insanla daha da yakınlaştım. Norveç özelinde kuzeyde yaşamanın ne olduğunu bir kez daha anladım. Biraz tazelendim. Finli ve İsveçli Penfriend'lerimi sıklıkla andım.

Onu sonra, benim için de bir ilk olan Gloria jean's Coffese'e taşıdım. Bir Amerikano söyleyip yanına da frambuazlı cheesecake ekledik. Birlikte denize ve yoldan geçenlere baktık. Servisimizi yapan genç kıza güzellemeler yazdık.*

Sonra birden içim sızladı ve dedi ki: "Bugünün koşulları o yıllarda olsa kesin oralardaydın, hep dile getirdiğin kültürü bizzat yaşamış olacaktın."

Buna pek kulak asmadım, çünkü o yaşta mektuplaşmanın yarattığı hayallerin de tadını çıkarmıştım.

Pandemiye küfür edecektim ki tam, dilimin ucundan aldım.

Çünkü dünyanın en ilginç beş tren hattından söz eden bir belgeselde rastlaştığım treni araştırmış, bulmuş, intrerrail biletlerini erkenden almayı tasarlamıştım. Ve en az 15 gün, ama özü bir aylık bir tur planlamış, bunu da enn sevdiğim kadınla paylaşmıştım. Mutabıktık.

Bu yaz muhtemelen oralarda olacaktık.

Neredeyse bir nefeste okuyup bitirdim üçlemeyi. Daha ilk kitap Doppler'i bitirmemiştim ki Ernerd Loe'nun ülkemizde çıkmış tüm kitaplarını aldım. Onları fazla ciddiyetli kitapların ardından arasıcak yapma fikrindeyim. Hafif oldukları için değil, eğlenceli oldukları için...

Ama!

Dilek Başak.

Muh-te-şem.

Dili bilmem. Dolayısı ile orjinalinden bir kıyas yapamam. Ama hislerime ve ruhumun aldığı tada güvenirim. Bu nedenle, mükemmel bir çeviri olduğuna eminim hatta abartmadan Norveççe aslından okudum bile diyebilirim.


*Linkteki yazının 15.fotoğrafının üst ve alt paragrafı.


Bir kaç gün önce üçlemenin son kitabı Bildiğimiz Dünyanın Sonu üzerine yazılmış yazıya bir yorum yazdım ve son cümlesi şu şekildeydi: Sondan başa gelim de ilginç olabilir!

25 Eylül 2021 Cumartesi

Aşk Aşktır Ve Bu Film De Onu Pek Güzel Anlatır

Kasım 2019*

"Ay film güzeldi ya, hem de çok güzel! Levan Gelbakhiani müthiş oynuyor, öylesine sahici ki ve öylesine sevdiriyor ki kendisini, sanki bir filmde değil de hayatın içindeymişçesine bir sahiplenmeyle ondan ve duygularından yana oluyor insan... Müzikler âlâ zaten, hakeza danslar da... Duygu resmetmelerse anlatılır gibi değil. Peki ya o güzel şehrin eskimiş, geleneksel ve bayıldığımız avlulu evlerine ne demeli?! Elbette ki kendimi çok ait hissettiğim ülkenin ve şehrin sokaklarına dört gözle baktım; fakat ilk kez izlediğim ve anlatım diline bayıldığım yönetmen Levan Akin, filmin önüne geçirmeden, incelikli bir dille sahnelere taşırken ülkenin belirgin renklerini, ana hikâyeyi yormadan, bazen flu fonlar şeklinde öyle güzel yerleştirmiş ki bütünün içine; gören birine işte sevdiğim ülke bu, dedirtiyor. Ve Ana Javakishvili, Mary karakterinde şahane; bir dans partneri olmaktan öte, sevmek ve dost, arkadaş ve sevgili olmak nedirin cevabını enfes veriyor; güzel oynuyor ve sevimli kılıyor kendini; tüm duygu renkleri ile.

Ferzan Özpetek tadının izleri vardı filmde, ya da ben öyle eşleştirdim, lakin çok sertleşmese de yönetmen, yine de savunusunu son derece naif bir biçimde yapıyor ve mesajını da "sertçe" veriyor. En katı ve hoşgörüsüz kalbi bile yumuşatacağından, en azından düşündürteceğinden eminim. En güzel yanı şu idi kanımca: İki erkeğin yakınlaşması ve filmin ve de tek taraflı gibi gözükse de aşkın ve saf duygunun önüne geçmeyen, kısacık ama vurucu sevişme sahneleri "ahlaki" açıdan sert gibi gözükse de ki an itibari ile beni bile, belki de filmin başındaki pornografi çağrışımları yapan -gereksiz- uyarı yazısından kaynaklı olarak uyuz bir önyargının esareti ile rahatsız etti ama sonuçta aşk, sadakat temelli bir duygusal kırılmaya neden olan sahne, ve bu duyguyu şahane vurgulayan, şaşırtıcı derecede sahici esas oğlan Levan Gelbakhiani ve de esas oğlanın çocukluktan beri partneri olan Mary'nin bu ilişkiyi hissetmiş olmasına rağmenki yaklaşımı, en homofobik şahsı bile düşünmeye, daha anlayışlı ve insancıl bakmaya sevk edebilirdi ki kanaatimce eder de.


Velhasıl-ı kelam yönetmen becermiş bu işi, hem de en katı yaklaşımların, en ahlakçı duyguların kalbinde dahi bir sıcaklığa sebep olabilecek bir şefkatle.

Sinemadaki şahıslarsa şu şekildeydi: Bir adam; muhtemelen bu dünyadaki seks nasıl diye gelmiş olabilir, pornografik beklentilerle tabii ki, belki de sanatsever bir şahsiyetti; salonun ışıkları izlenimlerimi yanıltmış olabilir! Onun arka sırasında "türbanlı," spor ve hoş giyimli, ayaklarını ön koltuğun tepesine uzatan, sanatsever, çağın gereklerinin farkında, kendine ait bir dünyası da olan ama bunu biraz da dışa vurmayı seven -ki bu halini o kadar güzel anlayıp o kadar çok sevdim ki- genç kız... onun bir arkasında yine "türbanlı", türbanını iğne ile tutturtmuş, sinemayı seven, bu sanata ilgi duyan entelektüel bir genç kız daha... Ve bilet veren kızın sonradan D'yi G anladığını fark eden, önce biraz gerilen ama sonra da bundan şikayetçi olmayan, muhtemelen blog yazarı, çok tatlı ve hımmmm bi kadını çok sevdiğini düşündüğüm, ukala, magazin yazarı kılıklı, havalı bi adam. Terasta, göstere göstere kitap bile okudu o adam... ve sanırım bir kez daha bu saatte bir film izlerse, ardından, ışıklı manzara eşliğinde, Lounge'da bira içip bişiler atıştıracak."


*Alıntının olduğu yazının tamamı.

23 Eylül 2021 Perşembe

O Halde Börek

Üçleme bu bölümle başlamıştı...



Müzik de ruhun gıdasıdır ki bazı coğrafyaların müziği miss gibi börek kokar!




Çıkıyorum evden. Bahçe kapısından sokağa geçiyorum. Biraz önce aramama geri dönmüş ve sekize on kala çıkarız demişti, kardeş. Misafiri var ve ben sokak sabahının tadını çıkarırken bir yandan, bekliyorum. O ara jaluzileri inik çalışma odamın pencerelerine bakıyorum. Fransızın üzerinde iki kuş. Derin bir mevzuya şırıl şırıl akıyorlar. Öteki odanın penceresinde de durum aynı. Bir kaç poz çekiyorum fotoğraflarını. Biraz sonra hoop üsteki damlalığın içine... Orası evleri.

Saat de sekizi geçti ve kardeşten iz yok. Yanaşıyorum salon penceresine doğru. Kanepede uzanmış, bakışları sokak yönünde değil. Telefonuyla meşgul. Belli ki vakit geçiriyor ve anlıyorum ki misafir henüz hazır değil. O ara araba bipliyor. Kilitler açıldı diye düşünüyor, kapıya hamle yapıyorum. I-ııh açılmadı. Sıcacık böreğe ve hayal ettiğim ana yetişemeyeceğim diye tedirgin ve heyecanlıyım. Bu nedense bir gerginliğe sebep olmuyor. Mutlu bir sabahtayım. E günlerden cumartesi...

Geliyorlar, kapı açıldı. Günaydınlaşıyoruz ve ben arkaya geçiyorum.

Keyifli bir yol. Bir 12 kilometre sonra şehir içine kıvrılıyoruz. Oradan üst bulvara. Onun kavşağından sola dönüyor, bulvardan ayrılıp yokuşa sarmadan önce, "Beni şu köşede bırak, girme o yola boşuna," diyorum. "Yürüyecek misin?" diye soruyor. "Şurası zaten," diyorum. O an, bana serbest çağrışım yolunda bir senaryo yazıldığını bilmiyorum. İçine iyi bir fotoğraf makinesi koyduğum ve bir de kitap olan sırt çantamı alıyorum; askısından geçirdiğim ince hırkamın yere değen kapüşonunu toparlıyorum. Sağdaki kocaman bahçeli, içini çok iyi bildiğim, en can iki arkadaşımdan diğerinin biz lise yıllarındayken oturdukları ama şimdi kaymakamlığa ait bir bina olan ki buna da yıkılıp da yerine apartman dikilmediği için çok çok sevdindiğim eski Rum evine bakıyorum.

Ondan sonra yolum Börekçi. Fakat o arada hayatımda önemli yeri olan ve aşağı doğru yokuş bir sokağı geçiyorum. Ve onu, şu yazının şurasına gelince anca fark ediyorum. O evden bir sevgiliyi, gördüğüm en güzel gelini, çocuklarıma bir tatlı anneyi, kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kızı  almıştık. Gelin arabası üç harfliydi ve metalik maviydi; şu an, az önce beni onun beyazı ile bırakan küçük kardeş askerden izinli gelmişti ve sürücüm oydu. Mahallenin çocukları kesmişti önünü. Bilirim ki isterse sıyırıp geçerdi. Arkadaşlarım çocuklara dalmak üzereydi ki... o müdahale etti ve adetin gereğini yaptı. Sonuçta stajı benim yanımdaydı. İşte ben bir garip cilvesi olarak zihnin, börekçiye giderken bunların hiçbirini hatırlamamış, kaç yüz kere geldiğim sokağa dönüp de bakmamıştım bile. İlginç?!

Kadıköy'ün yokuşuna kıvrılınca yoldan içe doğru, küçük bir alanını bahçeye çevirmiş küçük çay ocağı dikkatimi çekiyor. Ohh diyorum; böreği alır, maskeyi burada çıkarır keyfime bakar, hatta mahalle esnafı ile iki lafın belini de kırarım.

Ve İstanbul Börekçisi'ndeyim. Yıllar sonra...

"Günaydın, hayırlı işler."

Günaydın diyor; temiz yüzü güleç, bembeyaz önlüklü ve beyaz aşçı kepli genç adam. Bu an çok hoş bir heyecanla gülümsetiyor beni. Küçük mekânın kapı girişindeki mini vitrini ile kasa ve de onlardan bir tık içeri doğru da üç masası var. Kapıya en yakın olana oturuyorum. Sabah müşterileri geliyor. Kadınlı erkekli, yaşlı genç. Kahvenin alçak sehpalarında yeme fikrinden vazgeçiyorum çünkü bu sabah devinimi, alışverişteki ve de işe yetişme telaşındaki insanların yüzleri çok hoşuma gidiyor. Sonuçta böreği alıp mini çay bahçesine gitmek yerine burada yemeye karar veriyorum. Patatesli de yaptıklarını öğreniyorum ama ben klasikçiyim. "Bir porsiyon börek; peynirli ve kıymalı karışık lütfen," diyorum. "Bir de küçük çay, lütfen."

Geliyor tabağım. Üzgünüm ki tepsilerin fırından çıkıp gelmesine ve ben oradayken camekanlı tezgaha taşınmasına tanık olamıyorum, çünkü geç kaldım. O ilk kıyır kıyırlık gitmiş, yağ ve hamur nispeten katılaşmış. Isıttırmaya gerek duymuyorum çünkü lezzetten öte bir önceliğim var bugün. Hikâyenin devamı!

Önce bir zincir olup olmadıklarını soruyorum. Olmadığını öğrenince, şu şu mekânlarla bir ilişkiniz var mıydı? diye giriyorum konuya. O dışarıdaki bir beye sesleniyor. Anlıyorum ki patron o. Elindeki çayı ile geliyor ve karşımdaki masaya oturuyor. Sima bir yerlerden gözümü ısırıyor. Diyorum böyleyken böyle... Modern Pazar'ın oradakini biliyor ve ikiliyi hatırlıyor. Ben onun bilmediği evveliyatını da anlatıyorum. Sonra diyor ki benim yerim önceden Shell'in oradaydı. Diyorum biliyorum orayı, mağazaya giderken yürürdüm çoğu sabah ve bir sabah orada görünce dükkânı diğerinin devamı diye düşünmüştüm. Bunu da hiç sorgulamamıştım. Ve alırdım börek poğaça.

Ama bir yirmi yılı var yine de diye ekliyorum. 23 yıl önce Kocaeli'nden geldiğini ve orada başladığını söylüyor. Eskilerin yufkayı nasıl açtıklarından bahsediyorum. Biz de öyle açıyoruz, diyor. Buraya özellikle, sırf  o eski hikâyenin peşine takılarak geldiğimi ve  bu fikrimin nasıl geliştiğini anlatıyorum. "İnternette fotoğrafımız mı var?" diye soruyor. "Evet," diyorum. "Google çekmiş ve haritaya koymuş, ben de oradan buldum ve geldim." Şaşırıyor ve görmek istiyor. Telefonundan açıp gösteriyorum. Sonra da bu hikâyenin buralara kadar taşınmasına neden olan Sevgili Zeugma'nın yazısını...

Keyifli, iki güzel insanla hoş sohbetli güzel bir sabah yaşanan... Dükkânı seviyorum. O kadar tatlı ve meraklı bir sohbetin içinde kalınca zaten ilk anına da yetişemediğim börekten pek bir şey anlayamıyorum ama çok keyif alıyorum. Sohbetin lezzeti, merak, eskiye dönüşler ve çay, böreğe baskın geliyor.

Teşekkür ediyorum, ellerinize sağlık çok güzeldi eskiyi hatırlattı diye ekliyorum. Ama merkezi yerde olmayan bu kıymetli emek için çok da üzülüyorum. Koca bir tabak ve çaya sadece 12 TL ödüyorum ve kilosunu yeni 45 TL'ye çıkardıklarını duyunca ve bunu pahallı bulan tanıdıkları ve geveze birine bakınca da şok oluyorum. Çünkü kardeşim az sonra bir marka börekçiye uğrayacak ve personeli için bir tepsi börek alacak ve iki fiyat arasında yaklaşık 3 kata varan koca bir uçurum olduğunu biliyorum.

Vedalaşırken bu emekçi ve güler yüzlerle, "Bir sabah daha erken geleceğim, o gün önce çay eşliğinde sadece böreğimi yiyeceğim ve görüntüsü kıyır kıyır şu poğaçalarınızın da keyfini çıkaracağım," diye söz veriyorum kendime. Sonra da fotoğraflar çekip bir de keyif çayı içeceğim... Sonra da sadece sizden söz eden bir yazıda belki de böreğinize övgüler dizeceğim." cümlelerini kuruyorum.

"Tekrar çok teşekkür ederim, ellerine sağlık, hoş bir gün başlancıydı, hoşçakalın," diyerek kapıdan çıkarken karşıdaki  bina bir başka sayfayı açıyor. Çünkü o evin katlarında şehrin en popüler kumaşçısı ailenin abisi, yengesi ve eşinden boşanmış ablası, bir katında ise kurucu babası ve annesiyle birlikte, "Kiminin her şeyini sunarak bir türlü yaratamadığı duyguyu: Yalnızca çantasından çıkardığı bir Tadelle'yle yaratabilen, bir kartpostalın arkasına yazdığı şiirle duygularımı göz ucuma yığabilen insan güzelliği..." oturuyordu.

Anıların ve az önce yaşadıklarımın keyfiyle yürüdüm. Hakan'a vardım ve tişört baskısı yapan bir makine almış olduğunu gördüm. Bir fikrim vardı. Eski Büyükşehir Beldiye Başkanı abi ile bir cenazede karşılaşmış ve fikrimden söz etmiştim. Çok hoşuna gitmişti ama sonra bu fikri hayata geçiremeden  o milletvekili olmuştu.

Uzun bir zamandır baskılı tişörtle ilgili benim bir hayalim var.

Yaptırınca blogda paylaşacağım.

Söz...


19 Eylül 2021 Pazar

Sıcak Böreğin Dayanılmaz Hafifliği

Öncesi


Başlangıçta hemen gideyim duygum yoktu. Aslında araftaydım. Erken gitmek makbuldü, onu çok iyi biliyordum. Tepsi fırından tezgaha ben oradayken gelmeliydi ve ben onların tepsiden alınıp camekanlı vitrine yerleştirilmesini beklemeli, sonra da siparişimi vermeliydim.

Hava henüz aydınlanmamış olmalı, sokak lambalarının sıcak ışıkları şapkalarından başlayarak genişlemeli ve bir huni şeklinde inmeliydi  caddeye... Ben yanımdaki o güzel kızın nefesini, sesinin bıcır bıcır kelimelerini yanağımın dibinde hissetmeliydim. Sonra ona, yüzüne bakmadan, gözlerim ileri bir noktadayken, hiiiçç ben sana yangımın rüzgârı göndermeden, en cool halimle iki kelâm etmeliydim. O, tatlı gülümsemesi ve hadi yedim bunu da cinliği ile beni biraz daha kavramalı, yine hin bir gülümseme ile iyice sokulmalıydı bana. Kelimelerinin nefesi, ve onun kocaman sevgisi kışın ortasında bile baharı hissettirmeliydi.

**

Hep de öyle olurdu çünkü!..

Ben biraz hıyardım Erkek adam pozlarımla yürürdüm. İnce lafları bile benden çıkar gibi değil de racon gereği söyler gibi yapardım. Ama bilirdim ki o yemez. Sonra gevşerdim. Ben olurdum. Elimi beline koyar. Onu Osmanlı Bankası'nın  zaman eskisi binasının giriş kuytusuna çeker. Kolumu dolar elimi illaki bel çukurunda tutar, kendime çeker ve tek bir öpücükle; bütün duygularımı deryalar gibi önüne dökerdim. Yazı beklerdim. Onun saç kesimini ve rengini çok severdim. Aramızda çok mesafe yoktu. Oradan işaret eder, ben tamam der. Onun elinde bir kitapla yürüdüğünü görür, heyecanlanır; O bizim bahçe kapısını açtığında, evin önüne gelene kadar alt kata inerdim. Gözlerimle dinlerdim Onu. Kalbim atardı. Onu o an odamda görürdüm, fikrim dürterdi. Ama Ona bunu bir türlü söylemezdim.

Tüm okul sezonunda hep yapmayı düşündüğüm şeyi gözden geçirir. Bir an önce gel yaz derdim. Yaz gelirdi. Kıyafetler incelir. Bazı bölgeler açılırdı. İlk yazdı. Kapıdaydı, elinde bir kitap vardı, bahaneydi. Belli ki ilk kez birlikte sahile gidilecekti. Çam ağaçlarının arasından yürüdük. Askılı elbisesi, şahane göğüslerini saklamaya çalışsa da beceremiyordu, belki de elbise bana kıyak atıyordu, hissetmiştim ve bu yüzden de ekstra sevmiştim. İyi ki de beceriksizsin diye bir de göz kırpmıştım. Bahçenin tellerine vardık. Çiti aşıp kumsala, oradan da denizin sesi için kıyısına uzayacaktık. Beklediğim andaydım, hayal olsa da antremanlıydım, bir kış boyu dersimi çalışmıştım. Bir anda sağ kolumu bacaklarının arkasından geçirip, sol kolumun desteğine yatırıp kucağıma aldım Onu. Boynuma sarıldı ve gülüyordu. Sanki bu durumu da biliyordu. Öyle güzeldi ki. Nefesinin sıcağı nefesimi kesti. Aştım tel örgüyü; dalgaların kırıldıktan sonra vardıkları son noktaya kadar taşıdım Onu. Sonra usulca yere bıraktım. Sağ kolum... daha çok da ellerim nasıl mutlu.

Taşırken Onu; öyle güzel, öyle mutlu gülüyordu ki, kendimi bir filmin kahramanı sandım. Bir de şansımız vardı. O zamanlar buralar hep kumsaldı. İki yanımızdaki; biri onlarınki diğeri kamp olmak üzere kamu kurumlarının varlığı, onların denizin içine kadar çektikleri tel örgüler, bizim alanımızı da kimseler giremez yapıyordu.

Oturduk.

Yüzümüz denizde. Ayaklar çıplak, ayakkabılar dört metre geride. Dalga kırılıyor, deniz makara yapa yapa geliyor ve ayaklarımıza muzırca dokunuyor. Sonra çekiliyor.

Biz biribirimize bakıyor, gülümsüyoruz. Sonra gözlerimizi yine ufka dikiyorduk. Elimi eline doğru götürüyorken O onu yakalıyordu ve parmaklar birleşiyordu. Ne de güzel bacakları vardı. Sere serpeliğine bayılıyordum. Dizlerden bükülmüş, etek uçları ıslak, dizin üstünü geçer biçimde çekilmiş elbise ile bütünleşmiş film karelik bir an daha. Çok az konuşuyorduk. Çok gülüyorduk. Arada bir dönüp ânı ve bakışlarımızı yakalıyorduk. Çirkeflik yok. Arzu var. Ama kalpler öyle güzel ki fırsatı ganimete çevirmek fikri asla yok. Yaş 17'nin eşiğinde. Forma numaram hâlâ 16. Uzak ufuklara bakarken aklım bir ön izleme sunuyor, hayalim müdahil gördüklerime, bayılıyor, hevesleniyor, kararım netleşiyor hatta bu önizlerin birinde Ona iyice yanaşıyor, sağ kolumu sırtına koyuyor, onun desteği ve sol kolumun yardımı ile önce kolunu boynuma taşıyor, sonrasında göz göze ve nefes nefeseyken... onu kumlara doğru yavaşça yatırıyorum. Sonra  bir dalga... ama şakacı bir dalga üzerimizi aşıp geri çekiliyor. O yine gülüyor. Ben de muzır bir espri yolluyorum dalgaya. Sonra da Onun dudağından tuzu alıyorum. O zaman mıncırıyordu beni ve daha daha bir keyifle gülüyor, beni sırt üstüme döndürüyor, dalga üzerimden geçiyor, çekilince de bu sefer o benim tuzumu alıyordu. Kaç sefer sonra çekiyorduk kendimizi kıyıya... 

Sırılsıklam sarılıyorduk birbirimize..

Öyle de kalıyorduk.

Güneş iş bende çocuklar diyor, gereğini yapıyordu. Sonra da el ele, ayaklarımız denizde, sınırları aşıp yürüyorduk. Sonra güneş dağların ardına çekilmeye başlarken, ona el sallıyor, kurumun sahil tarafı kapısında vedalaşıyor, bir süre Onu ardından izliyor, dönüp gülümsemesine bayılıyordum.

Geri dönüp bizim bahçe tellerini aşıp eve doğru yürürken, onların ilk lojmanlarını geçtiğimdeki boşlukta onu beni beklerken görüyordum. Sadece gülüyorduk. Bir sonraki aralıkta bir kez daha... Sonra bir kez daha...

 
Ah o araf halller! Ne güzeldi.  Ahh onun coşkulu saflığı, sevgisi, güzelliği... ne güzeldi.

Saatlerce oturduk. Çok az kelâmla o kadar çok konuştuk. O kadar çok ki yankıları kaç on yıl sonra bile duyuluyor. 
 
Çok mu sevmiştim.

Evet çok sevmiştim.

Onla geçen zamanlarım çok güzeldi. Ama ah kahrolası o aşk işte. Ne zaman ve kime çakacağını asla söylemezdi. Onu hiç kırmadım. Hiç kimseye açmadıklarımı ona rahatlıkla açıyordum. İkimizde solcuyduk ama o Halkın Kurtuluş'u sempatizanıydı. Kitap paylaşırdık ama asla iki farklı ve zıt fraksiyonun insanı olarak aidiyetlerimizin teorilerini eleştirmemek için tartışmazdık.



Ara ara düşünürüm. Nerededir, ne yapar? diye. Görsem ve yazdıklarımı ona okusam ne hisseder bilmek isterim bir yanıyla... ama derim ki sonra,  O hep 16 yaşında.

Sonra...

Yıllar yıllar sonra... Bu günden en fazla 4-5 yıl önce bizim ikinci binanın altındaki emlak ofisinde otururken ve  laflarken... kadın elemanlar mutfakta Ankara'dan gelmiş bir müşteri kadınla sohbet edip çay içiyorlardı; bir süre sonra elemanlardan biri mutfaktan çıktı ve yanıma geldi. "Siz 19 Mayıs Lisesi'nde mi okudunuz?" diye sordu. Evet, dedim. "Bayan adınızı biliyor, okulla doğrulamak istedi," dedi. Abisiyle gelmişti ve sorduğunu bilsin istemiyordu. Dolayısıyla anladım ve tek bir kelam etmedim. Karşı karşıya da gelmedim.

Şimdi tam da burada kesmek vardı yazıyı. Ama yapmayacağım. Muhtemel ki dedim: O lojmanlardaki onun arkadaşı kızlardan biriydi, çünkü onun bir abisi yoktu!


Sıcak haber soğuyabilir, ilk yazıyı okuyanlar anlarlar ki bu karakter börek sabahlarında yeri olmakla birlikte börekten önemlidir ve ilk yazıda kendisinden minicik bahsedilmiştir.



Böreğin son hikâyesi ise tek bölümde ve pek yakında... Ve tam da şurada!


Bu da şarkımız; ama farklı bir yorumla.



17 Eylül 2021 Cuma

O Onsuz Olur Peki O Onsuz Olur mu?

Şu şekilde düşünüyordum.

Sezon açılmıştı ve ben bu açılışla siftahı yapmalıydım. Özlemiştim de... Ayrıca bu düşüncemi enn sevdiğim kadınla da paylaşmış, açılışı ne ile yapsam acaba noktasında netleştirici fikirler oluşturmuştum.

*

Aylardır, alışkanlığım olan bir mekânın kenarında olduğu bulvarın karşı kaldırımından  gelip geçerken göz attığımda ona doğru, içimde bir istek oluşuyor, eveti aklımdan geçiriyor, bir yandan da ama daha sezona var diyor, çiftlikte yetiştirilenleri ondan saymıyor, erteliyordum. Bir yandan da merak ediyordum. Nasıl acaba?

Üstelik denizin;  "Buyrun gelin dükkân sizin," dediği günler gelmişti ve sevdiğim türler üzerinde de bir karara varmaya çalışıyordum.

Mevsim birkaçını öne atıyordu. Bu birkaçı önemsemeliyim mi yoksa henüz yeteri kadar soğumadığı için su; kendi var ama biraz daha vakti var dediklerimizden birini mi seçmeliydim?

Sonra dün, henüz bazılarının gelişimi ve kıvama gelmesi için tazeyken mevsim. Kararımı netleştirdim. Sırt çantama bir kitap, okuma gözlüğü, yedek maske, ince bir hırka attım; yağmurluğumu çantamın askısından geçirdim, bahçeye indim ki hava inceden yağıyor. Gökyüzüne baktım; anladım ki niyeti bozuk değil. Yağmurluğu giydim, kapüşonu geçirdim, bir an düşünsem de deniz tarafını, karşısındaki kaldırımdan yürümeye başladım. Günün rengini çok sevdim. Bir ara "Ama o deniz!" desem de kararımda ısrarcı oldum. Vakit ikindiye varmıştı. Çok mu acıkmıştım acaba? Aklım rahat durmuyor,  aklımı çelmeye çalışıyor, başka alternatifler öne atıyordu. Gaza gelmedim ve kararımda ısrar ettim. Ana caddeye doğru bu kez erken bir sokaktan döndüm. Yağmur incecikten bir türkü tadında yağıyor, günün ıslak rengine hoşluklar katıyordu. Sanırım bilinçle davranıyordu ve benim "Ama daha yaz!" vurgumu düşüncelerimden atmaya çalışıyordu. Seçeneklerimden biri ıslık çalınca, çok uygun bir gün aslında diye düşündüm. O ara bir araba park ettiği Ömürevleri Migros'un önünden  geri geri gelip düzelttikten sonra yan yoldan caddeye varmak için manevra hazırlığındaydı. Benim için durdu ve bana yol verdi. İyi insanları ödüllendirmek gerekti.  Teşekkür manasında el işaretiyle lütfen buyurun devam edin, dedim. Teşekkür etti başıyla...

Işıklara gelmiştim ki içimdeki kara niyetli sürekli alternatifler üreterek hâlâ fikrimi çelmeye çalışıyordu. Direndim. Down Park'ın kaldırımından yürümeyi tercih ettim inatla; imana gelir diye. Fikrimin ilk eylemi sonrasında  kapuçinomu orada içerim, sonra onlarla maskeli bir fotoğraf çektirir, pandemi hatırası diye blogda paylaşırım, hem de boyumu posumu sergilemiş olurum diye düşünmüştüm. Geçerken selam çaktım tabii ki kankalarıma. Yolda da Erdoğan'la karşılaştım ve üzerindeki yeni sezon Samsunspor formasını hayırladım. Planladığım ilk mekân görüş alanımda. Aslında yabancısı olmadığım bir yer. Ancak önceki hali artık anılarımda kaldı. Pandeminin ilk yılında ve ilk açıldığımız sürede de geldiğim ve sevdiğim kitap okuma noktamdı. Bir yıl önceye kadar yazılarımda çoklukla olan bir pastane... Ekleri efsane bir pastane... İdi!

Ne kitapları ne keyifle devirmiştim orada. Dünya turlarımı, farklı ülkelerin yazarlarının romanlarında, sanki onun masalarındayken yapıyordum. Süzüldüm içeriye. Mekânın yeni halini de sevdim. Bir sıcaklık vardı ve konuya da yakışır bir mekândı. Oturdum dar, uzun, açılır camların önünde tek sıra masalı verandasına: yeni konsepte uygun yeni masalar olsa da artık aynı noktadaki masayı seçtim ve aynı yöne doğru oturdum. Sol yanım şirin bir park, etrafı renkli, seyrek ve alçak tarabalarla çevrili. Orta yerinde bir de oyun parkı var. Ve elbette Down Kafe. Direk karşıya baktığımda gördüğüm de bulvar.

Bir garson geldi. Maske kurala uygun; öylesine değil. Ciddiyetli bir sorumlukla duruyordu yüzünde. Sevdim kendisini: İş yapışını, ölçülü konuşmasındaki tavrı beğendim. İletişim gayet güzel, duruş güven verici, tavır sıcak ama şık da... Ve olması gerektiği anda var.

"Neler var?" dedim. Aklımdan geçirdiklerimin neredeyse tamamını saydı. "Ama?" dedi düşüncem; "bazılarının daha zamanı var. Su biraz daha soğusun." Hak verdim. Kararım altını çizerek, "Derim ki," dedi. "Şimdi onun zamanı."

Olmaması düşünülemezdi ama yine de sordum. Mesela rakı olmadığını biliyordum. "Var!" dedi. Heyecan yok, çorba içindi. 

"Az balık çorbası lütfen"

"Barbun lütfen," dedim ardından.

Altını çizerek... ve akıllıca ve aslında önerme de içeren, buna yakışan budur tadında bir üslupla sordu: "Tava mı istersiniz?"

"Evet, lütfen," dedim.

Arka masamda iki hanımefendi, ön masamda dört adet inşaat sektöründen olduklarını düşündüğüm ve kalkmak üzere olan, çaylarının son yudumunda dört beyefendi, onların caddeye doğru iki masa ötesinde bir anne-oğul ve onların arkasında da yine iki genç hanımefendi vardı ki günün o vakti için makul. Demek ki daha yeni olmasına rağmen kabul görmüş mekân, diye düşündüm.

Balık seçimimin ardından sormuştu garson. "Salatanız nasıl olsun?" diye. Bir an ekstra ücret mi yoksa yanında mı diye düşündüm. "Yanında başka ne veriyorsunuz," diye sordum. Ve zaten balık- salatacı olmadığım için de teşekkür ettim, istemedim.

Az çorbam geldi. Ancak az deyince ne anladılar da, ya da anlıyorlarsa miktar esnaf lokantaları gibi değildi. Sanki bir tadımlık! Bunu eleştirdim, içsel olarak. Turşu kavurma görüntüde güzeldi. Heyecan verdi. Sonrasına bakacağım. Roka tabağının sadeliğini de sevdim ve pırıl pırıllardı. Az önce sanki, toplanmışlardı bahçeden.


Çorba görüntüde biraz farklıydı, dedim bir tarzları var demek ki. Ekmek dikkatimi çekti. Tahta ve abartısız, sade ve şık bir sepetteydi. Bildiğimiz baston ekmeği şeklinde ama bir kişiye yetecek ölçüde ve özel yapımdı. Önce ekmeğimden bir lokmayı çorbaya batırdım. Onu atınca damağıma ve biraz çiğnedikten sonra, bu kez biraz çorba yolladım. Hımmmmm âlâ! Beğendim çorbayı. Eleştirsem de miktarı finalde dedim ki yaptıkları doğru!

Ve mevsimin ve balıkların gözdesi geldi.

Kocaman bir porsiyon.

Çorbanın haklılığının altını da peşin peşin çizdi.

Az sonra da iki mini minicik ve sıcacık ve kurabiye şeklinde mısır ekmeği konuşlandı masada. Önce yadırgadım alışınca klasiğine. Sonra dedim bu fine dining bir dokunuş. Modern bir esinti.

Hımmmm... doğru seçim, çünkü mevsimlerden Barbun'dayız. Muhteşem bir tava. Enn Sevdiğim Kadın'a bu fikrimi söyleyip düşündüğüm balıklardan da bahsedince mevsime uygunluk adına altını çizmişti. Şanslı adamım! Önce kafa göz, kılçık, kuyruk girişiyorum. Çünkü ne var ne yoksa ağızda dağılıyor. Enfes. Sonra biraz soğumaya yüz tutunca; kafa, kuyruk ve kılçıkları ayıklıyorum. Buna da tava balık üstü balıkhelva aşaması diyorum.

Mısır ekmeği, turşu kavurma, balık, roka sololarında olduğu gibi beraber şarkılarında da muhteşemler. Ne varsa süpürüyorum.



Çay içer misiniz? diye soruyor; ölçülü bir tavırla garsonum. Lütfen, diyor, hesabı da istiyorum.

Çayımı yine kaliteli bir genç getiriyor; Down Park'a bakarak keyifle içiyorum. Mutluyum, çünkü ezeli dostum pastanenin gidişine üzülmüştüm; an itibariyle de gelenin duruşundan kaynaklı olarak seviniyorum. Ama yemekle kitap okunamıyor işte! Çorbada deniyorum, çünkü bu mekânı hep kitap keyiflerimin eşlikçisi olarak hatırlıyorum. Ne yapsam da balığa kitap değil de rakı ve sohbet yakışırın hakkını teslim ediyor, iki yeni ve güzel kitap okuma noktama selam gönderiyorum.

Rakıdan bu aralar ne kadar söz ediyorum, farkındayım. Oysa en son, enn sevdiğimiz mekânda ve pandemide, o mekâna hiç yakıştıramasak da ve hatta onlar da bize inanamasalar ve bunu da ifade etmiş olsalar da... benim hevesim yüzünden bira içmiştik. Yazılarda rakı bir çokluk gibi dursa da bir yıldan fazla bir zamandır, belki de pandeminin başından beri... kokusunu bile unutmuş olabilirim. Üzüldüm şimdi ama!

Kankalarla fotoğrafımı erteliyorum. Çünkü çay, kapuçino hayalimin önünü kesiyor.

Aslında onu belki bugün, belki yarın çektirir, bu yazıyla birlikte yayınlarım diye düşünüyordum ama dayanamayıp yazdım.

Kankalarımla bir pandemi hatırası!

Ne güzel...

Belki de pek yakında...

16 Eylül 2021 Perşembe

Çocuk Sevinçlerim Zıpladı

Sevgili Zeugma dinlediği bir böreği yapmış ve de tarifini yazmıştı.* Ben de büyük bir keyifle yorum eklemiştim. Zevkle okumuş, anılar canlanmış, hayatımın en güzel yılları hanesinde yeri daim, birazdan okuyacağınız yorumda bahsetmediğim ama o sabahlarımda hep olan kız arkadaşımdan da söz edeceğim bir yazı hayal etmiştim.  İşte bu sabahın erkeninde o hayaller içindeyken ve aşağıdaki yorumu genişletip yazıya evirmeyi düşünürken...  Birden... Evet, birden bir ışık yandı ve merak noktamı aydınlattı. Önce yazdığım yorumu, sonra ışık neleri aydınlattı, nasıl bir yolu ışıldattı bir görelim.

 

Blog yazısına dönerse kusuruma bakmayın lütfen:)

Bu böreğin anısı sağlamdır bende Sevgili Zeugma.:) Kendisiyle ilk tanışmamız, babamın mağazası şehir içindeyken ve ben kısa pantolunluyken oldu. Mağazaya yakın adı İstanbul Börekçisi olan bir yer vardı, sahibi roman kahramanıydı benim için. Özel ve kültürlü bir İstanbulludur diye düşünmüştüm ve öyle yer etmişti bende. Oradan milföy tadında kıyır kıyır poğaçalar ve bu börekten alırdık. Sonra mağazalar sanayi sitesine taşındı, bir süre uzak kaldık; ta ki ben liseye başlayana kadar. Sabah okula, komşu kamu kurumunun servisi ile gelir, okul saatinden epeyi önce vardığı için de şehir merkezinde inerdim ve daha gün ışımamışken doğruca buraya. Sonra kapandığını gördüm. Ben büyüdüm, evlendim falan. Şehir merkezinde oturuyorum ve bize yakın bir modern pazar var. Bir gün orada minicik bir dükkân gördüm. Tabela İstanbul Börekçisi. Anılar canlı olsa da umut az. Girdim, ne görim, eski mekânın iki ustası; yaşlanmışlar, oradalar. Sordum. O abi bırakmış işi, kapatmış dükkânı ve gitmiş. Bunlar başka yerlerde çalışmışlar ama bu kalite olmadığından mutsuz olmuş ve bir süre sonra bu yeri açmışlar, ada sadakatle.  Lezzet aynı, hiç fark yok. Dükkânda iki kişi zor oturur. Fakat yufka açmaları beni çok şaşırtmıştı. Oklava kullanmıyorlar, elle hamuru biraz yaydıktan sonra başlarının üzerinde iki el üstünde semazen gibi döndürüyorlardı. Nefis bir şov. Denk gelirsem her seferinde izliyordum. Tabii ki kapıdan. İçeriye girmek ne mümkün, her şey o en fazla 20 metrekare içinde:)


Bu sabahın en erkeninde uyanmış,  daha geniş yazı için yorumumu sayfaya yerleştirmiştim ki o ara biraz blog okuyasım geldi. Gülümseyerek ve keyifle dolaşıyordum blogları, bazı yazıları tekrar okuyor, bu sayede tanıdığım ve sevdiğim insanların varlıklarına bir kez daha seviniyor, pandemisiz günlere dair hayaller kurup o anların önizlemesini yapıyordum. Dışarıda yağmur parlaklığı, çalışma odamda tatlı, huzur veren bir serinlik vardı. Sonra kendi bazı yazılarıma döndüm. Oradaki çok kıymetli izleri sevdim. Tüm bedenim bu hoş sabaha gülümsüyordu ve gün içine dair planlarım vardı. Üstelik hava tam da o planlara uygun, gerçek bir kuzeyliydi ve fazlasıyla heyecan veriyordu.

Derken....

Bir anda börekçi ile ilgili acaba ben yaşlarda birileri bir şey yazmış mıdır? diye düşündüm. O halde Google'a bir danışayım dedim. Mekânın adını yazdım, kimse bir şey yazmamıştı ama Google şıp diye önüme aynı adlı bir mekânı koydu. Haritayı büyüttüm. Kolay bir yerdeydi, üstelik son yerine uzak da değildi. Hatta o pazar yeri Anneler Parkı olunca yıkılan dükkândan sonra buraya mı geldiler acaba? diye de düşündüm.

Heyecanım arttı, çocuk sevinçlerim tavanda ancak şehire inmem gerekiyordu.

Çok heyecanlandım!

Çünkü, eğer hikâye düşündüğüm gibi geliştiyse ve benim çocuk keşfimin epeyi öncesini de düşünürsek, yarım asrı epeyi aştığı kesin bir devamlılıktan bahsediyor olacaktım. Cephesi yine küçük bir dükkân ki umutlu kılıyor beni; ama artık çocuk da değilim.  Ama heyecanlarım çocuk... Ve onlar soruyor: "Acaba... acaba muhtemelen rahmetli olmuş o ustaların çocuklarından biri midir?"


*Sevgili Zeugma'nın enfes börekleri ve tarifi için buradan lütfen.



*Devam yazısı Sıcak Böreğin Dayanılmaz Hafifliği içinse buradan lütfen.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP