9 Şubat 2021 Salı

Mavi Kapaklı Sabah

Dün evde temizlik vardı. Evde temizlik olunca laptopumu ve iş defterimi alıp küçük kardeşin dairesine inerim. Her birimizde ötekinin dairesinin anahtarı vardır. Üç kardeşte üç farklı anahtar. Kapılar öyle çilingirle falan açılacak gibi değildir ve anahtar unutulursa sonu faciadır.

İnince dolabını açtım ve bir kaşarlı tost hazırladım kendime. Kahve istemedim. Mutfak tezgâhının üzerinde bir kutu kestane şekeri ve üzerinde bir çatal duruyordu. Açtım kapağını, elimle bir tane alıp attım ağzıma. Tost makinesinin başına döndüm. Gözüm yine tezgâhın üzerindeki kutuya kaydı. Bir tane daha... Sonra bir tane daha. Tostuma tereyağı sürmedim. Buzdolabında arandım, sonra vazgeçtim. Televizyonda İz TV'yi açtım. Sonra bilgisayarımı... Önce haberlere bakıp, bir iki köşe yazısı okuyup, şöyle de gündeme bir göz attım. Sonra gong çaldı. Günün ilk hareketini biraz takip ettim, bir fikir edindim, nasıl bir gün olacağının kokusunu aldım ve bir iki alım, bir iki de satım için fiyat belirleyip, talebimi ilettim. Yanımda bir kitap var. Son çeyreğindeyim. Biraz okudum kanepeye uzanıp. Sonraya bıraktım kısa sürede. Fakat dayanamadım, iş arası verip ara ara gelip yine okudum.

Aslında bir başka yazı yayında olacaktı bugün, bir kaç yerini düzenlesem hazırdı. Ondan vazgeçtim. Şimdilik tabii ki. Çünkü bu sabah, henüz gün ışımamışken ve yatağımın sıcağındayken yan yastığımdan aldım kitabı, hayranlıkla okumaya devam ettim ve bitirdim. Onu yazmalıyım diye düşündüm o an. Yazı için fotoğrafını çekmeye karar verdim. Çıktım yataktan. Yorganın dağınık hali hoşuma gitti ve üzerine koydum kitabı. Sadece okuma ışığım açıktı. Görüntü hoşuma gitti. Giyinme odasına geçip dolap çekmecesinden fotoğraf makinemi aldım. Bir kaç poz çektim ve içlerinden biri bu yazıda olacak diye düşündüm. Fotoğraf makinesini yerine koyup yatağa dönünce durdum. Bu nevresim takımının odama çok yakıştığını düşündüm. Beyaz çarşaf ve mavi beyaz çizgili yastık ve yorgan kılıfları ile yatak başımın olduğu duvardan başlayıp köşeyi döndükten ve banyo kapısının ardında biten mavi ve sonrasında giyinme odasının kapısından geçip balkon çıkışının ve kocaman pencereyi geçip sonlanan beyaz duvarlarımla ham ahşap mobilyaların uyumunun Kuzey'li havasını bir kez daha sevdim. Tasarımları bana ait sade ve beyaz kapılarımı da...

Enn Sevdiğim Kadın'la akşam uzun uzun sohbet ettik. Cıvıl cıvıl bir neşeyle. Ona sarılmayı ne kadar özledim. Yoksa pandemi de bir deneyim, eğlendiğimi bile söyleyebilirim. Yan yastığım hep boş kalmasın da istiyorum bir yandan. Elbette önce sağlık ve önce canan!

Gündemi konuştuk dün akşam. Espriler yaptık, güldük. Yarın güneşli, dedim. Hafta sonu sokağa çıkma yasakları sıktı, dedim. Bunu dün demedim. Geçtiğimiz hafta sonu dedim. Bir yerden atıştırmalıklar, sonra kahve mekânlarından birinden koca bir kahve alıp, kıyısında denizin, bir masaya yayılıp belki kitap okurum da dedim. Dedim mi? Yoksa bunu hayal edip de söylemedim mi acaba ikileminde kaldım şimdi.

Öğleden sonraydı sanırım. Dün öğleden sonra yani. İz TV'de bir hanımefendi Atina'daydı. Güzel anlatıyordu -ki yemek kitapları da varmış. Güzel bir programdı. Bir de Yunanlı hanımefendi vardı ona eşlik eden. Bir ara masadan kalktım, kanepeye uzanıp izledim. O esnada Atina'ya gitmeliyiz, diye düşündüm. Akşam bunu da konuştuk, Enn Sevdiğim Kadınla. Hatta dedim ki Atina artı Kuzey'de tren. Belki de bunu demedim. Aklımdan geçirmiş olabilirim. Ama Kuzey fikrimi biliyor. Konuştuk. O bölümü izler izlemez aradım. İnterrail biletlerine baktım, dedim ve ekledim: Lütfen TL'ye çevirme! Şunu düşündüm bir kaç gün önce aslında ve bunu enn bayıldığım yol arkadaşımla paylaştım: Dünyanın en güzel manzaralı tren yolculukları belgeseli ki altı bölüm, bitince, bir gün toplu izleme yapıp birine karar verelim. Kuzey'den vazgeçebilirim.

Tırtıl'a sormuştum cuma günü amcayla döndüklerinde. "Neden kestane şekeri almadınız?" diye. "İşimizi hemen bitirmemiz gerekiyordu," dedi. "Niye araba gelmedi?" dedim. "Onun gece yol izni yoktu ve yol izni olan arabayla döndük ve araba yarın gelecek," dedi. Dün akşam camdan baktım. Sunroof'u da var. Ben tadını çıkarmıştım ki kardeşim yan koltukta çıkarıyordu keyfini... Bir kez daha üç harfli arabayı bahçe duvarının önünde park halinde görünce akşam, onun adına çok sevindim. Sabah işe giderken personeli toplamayacak artık!  Neredeyse üç yıldır araba kullanmıyorum. Niyetim de yok. Eskimi hatırlatan bir performans yapsam mı acaba?*


Gün henüz ışımadı ve ben asıl yazacağıma değinmedim henüz. Bir kitap! Okudum ve bayıldım. Bu kez ben seçmedim bloglar fısıldadı. O fısıltılar arasındaki kurada çıkandı okuduğum. Yazarın bir kitabını okumuş ama hatırlayamamıştım. Raymond Carver. Büyük kayıp benim için! Bir öykü kitabı. Katedral. Mindmills* fısıldamıştı bana. Hatta Sevgili Neslihan bir anlamda kefil olmuştu. Bayıldım. Kısa cümlelerle ve sanki hepsi olağan bir durummuş -ki bence öyle-  tadındaki anlatıma ekstra bayıldım; öykü sonlarının bir sona varmamış gibi duran hali önce bir şaşkınlık yaratsa da sonra anladım ki bu bir tarz. Derin. Etkilendim. Taklit etmiş bile olabilirim. Üslubun etkisinden çıkamayıp da o tatla yazarken taklitçiliğimle yüzleşmenin tadına da bayılır, keyfini de yaşarım. Öyle yapıyorum. Okuduğum kitaptan bir diğerine geçtiğimde ilk anda yeninin üslubunu yadırgarım. Huyumdur. Başlangıcında yaşadım. Bu ne, bile demiş olabilirim. Ama sonra... evet sonra... seversem...  İçinde eririm. Eridim. Fena halde. Arka kapağı kapattığımda bile o eriyikten ayrışıp da hayata dönemedim. Tadı damağımdayken henüz, gidip giyinme odasındaki dolabın alt çekmecesinden fotoğraf makinemi aldım ve sıcağı sıcağına yazı için fotoğraflarını çektim işte! Sonra... Kurada ikinci çıkan kitabı çalışma odasına geçip okunmayanlar bölümünden kitaplığın... Aldım. Bir göz attım. Ve araya kitap almadan belki, fısıldananlarla devam kararını verdim. 



*Bu Kez Ben Seçmedim Bloglar Fısıldadı için buradan lütfen !

*Bir permormans hikâyesi Radara Gir ki Görem için buradan lütfen.

MINDMILLS ile tanışmak için de buradan lütfen!

2 Şubat 2021 Salı

Okuduğum Romandı

Şahane roman.

Doğum tarihi 1933.

Buram buram edebiyat kokuyor ve elimden onu hiçbir şey alamıyor.

Ve gerçek bir entelektüel; hayatın tozunu yutmuş, savaş alanı görmüş, dünya görüşü sağlam, muhteşem bir yazar:

André MALRAUX!



282. sayfada şöyle bir cümle var: "Hayatın içine sanatın araçlarını sokmak gerek dostum, hayır, hayatı sanata dönüştürmek için değil, Tanrı aşkına, hayır! Onu daha fazla hayat haline getirmek için!"


Bildiğim bir yazardı ta ezelden. Politik duruşu, ideolojik açıdan henüz çocuk bana yakın oluşu, İspanya iç savaşına devrimciliğin enternasyonelci karakterinin olmazsa olmazı çerçevesinde katılışı, organizasyona katkısı, 2. Dünya Savaşı'nda Almanlara karşı Fransız Direniş Örgütü'ne katılarak verdiği mücadele, vurulup yakalanması ve akabinde kurtarılmasıyla birlikte Özgür Fransa Tugayı'nı örgütlemesi, savaş sonrasındaysa 10 yıl süreyle Fransa Kültür Bakanlığı'nı yapması onu, küçük bir devrimcinin gözünde nerelere taşıyabilirdi ki! Üstelik o küçük devrimci Pal Sokağı gibi kitaplardan yeni kurtulmuş, kendince büyümüş, devrimci ruhu topraktan çiçek çiçek fışkırmışken tıpkı diğer arkadaşları gibi ideolojiye yönelik, çapından büyük kitapları okumakla meşguldü. Elbette çocuk/gençliğinin coşkusunu yaşıyor, boyundan büyük romanları da okuyordu. André onun gözünde yazardan öte bir ikon devrimci, gözü pek bir savaşçıydı. Elbette kocaman da bir kültür adamı.

En Amcamın kitaplığında görmüştüm kitaplarını ilk; ama beni aşar gözlerle bakmış, şöyle bir göz atmış, boyumu aştığını hissedince "Ahh bir büyüsem de okusam," hayalleri kurmuştum. Sonra Nâzım Hikmet'in dilinden de rastlamıştım bir kez daha;  Memleketimden İnsan Manzaraları'nın 238. sayfasının alt tarafındaki şu satırlarla:

"Ve bizde

Hânedânı Ali Osman

       ve etrafındakiler

       Londra bankaları ve Venizelos'la beraber

               Yürüdüler fethetmeye Türk milletinden Anadolu'yu

        "Ve hattâ

         laf aramızda,

         milli Çin lideri Çan Kay-Şek,

        Amerikan parası ve japon silahlarıyla..."

Süleyman'ın sözünü kesti Fuat:

"...İnsanlığın Hali Romanında Malro'nun

lokomotif vagonlarında bir yakılışı vardır işçi Çinlilerin..."




Geçen yıl Ağustos ayında birden aklıma düştü André Malraux; okuma zamanım gelmiş ve geçiyor, diye düşündüm. İki kitabını birden sipariş verdim. Hatta Altenburg'un Ceviz Ağaçları'nı şu an ne yazık ki kapanan, ekler'ine bayıldığım ve yanına çay söyleyerek keyfime baktığım ve kitap okuduğum pastanede o an okumakta olduğumun son sayfasını çevirip arka kapağını kapatınca almıştım elime. Sonra evde devam ederken  kenara bırakmış, sonra da zamane romanlarının kolaycılığına sığınmıştım. Okuduğuma emek vererek kendimi yormak istememiştim! Çünkü bazı kitapları okumak kolayıma geliyordu; düşündürtmüyor, daha çok da gündelik hayatın sıkıntılı hallerinden uzaklaştırıp bir hayal aleminin içinde, eğlendiriyordu beni. Üstelik pandeminin kararttığı hayatı bir de satırların derinliğinde boğmanın ne alemi vardı! Öyle düşünüyordum.


Sonra birden bir aydınlanma yaşadım sanırım. İşte o zaman kült kitaplardan sayılan İnsanlık Durumu'nu aldım raftan.

İş arası her elime aldığımda ya da okuma lambamı yakıp yatağa uzandığım her seferde kitabın içine dahil olup bu dünyadan uzaklaşınca; "Ne iyi etmişim de almışım," diyerek, kendimi alkışladım sürekli... Yoğun diyalogların olduğu, ideolojinin ve eylemlerin tartışıldığı bölümlerde tadım kısmen kaçtı, yalan yok.

Belki de benzer tartışmaların yorucu geçmişiydi buna sebep! İşte oralarda sağdan soldan okuyup gördüğüm hızlı okuma tekniklerini kullanıp sayfanın sol üst köşesinden sağ alt köşesine doğru hızla tarayarak geçtim. Zaten ideolojik yakınlık dolayısıyla bildiğim şeylerdi ama genel akış ve uzak durduğum Çin "sosyalizmi" nedeniyle de derinlikli bakmaya bir ihtiyacım yoktu. Ama yazar diyaloglardan çıkıp da anlatıcı olduğunda ağzımın kenarından tartışmasız bir lezzet akıyordu. İnsana dair ne kadar çok şey anlatıyordu. Şiirsel bir derinlikle değiyordu aşka, kadına, ve erkeğe... Erotizmin keskin, zeki ve zarif bir estetikle yer aldığı ve bayağı addedilebilecek ortamlarda bile bayağılaşmadan ortaya koyulan çıplaklık, muhteşemdi. Ve elbette karakterlerin iç seslerine yönelik, her biri kitaptan alınıp aklın bir köşesine nakşedilecek,  yeri geldiğinde satılacak cümleler, çok lezzetliydi. İlişkinin cezbedici, oyunbaz tuzakları; zeki kadınla sığ erkek arasındaki farkın altını pek de güzel çiziyordu.


Ve ben için farklı şeyler söylemeyen, şaşırtmayan ama elbette geçmişte okusam bana çok şey katacak son bölüm ve hızlı geçtiğim diğer bir kaç -yoğun diyaloglu- sayfa; hâkim ideolojiye yakın durmayan, onla içlı dışlı olmamış ama bu dünyada neler olmuşa meraklı ve öğrenmeye açık,  özellikle genç okur için kesinlikle muhteşem. Ben hızlı geçtim, çünkü emperyalizmin elemanları, elbette bankaları masayı kurmuşlardı. Para ve güç hırsı kabul ettiğim bir gerçeklik de olsa, romantizm ve insan hallerinden aldığım tadı ezmiş,  ideolojinin felsefesinden bakarsam da bir araya gelmeleri mümkün olmaması gerekenler ne yazık ki kabul etmek zorunda kaldığım bir gerçeklik olarak bir araya gelmiş, yol haritaları oluşturuyorlardı.

Tüm bu gidişat ve duygu fırtınaları içinde ruhuma düşense, yazının son bölümüne  Ken Loach'un* İspanya iç savaşını anlatan muhteşem filmi Ülke Ve Özgürlük için yazdıklarımın içinden- bir iki istisna dışında- her devrimin kaderi olan hâle isyan eden kelimelerimi, buraya taşımaktı: "Belki de tüm olması gereken; elinde pazar torbasıyla iki fraksiyon arasındaki çatışmanın ortasında kalan teyzenin "Birbirinizi öldüreceğinize faşistleri öldürün, açız biz!" diye bağırdığı sahnededir. Fraksiyoner farklılık, ''No pasaran!'' diyen bir anti faşist birleşmeyi gerçekleştiremediği gibi, safları iyice ayrıştırıp sertleştirir; ve her zaman olduğu gibi çıkarsız inanmışlıkla çarpışanların, çıkar hesapları ''iktidar'' olanlar tarafından tasviyesiyle biter."


Son söz: Zorlu bir okumadır şiddet içerir, devrimcilik zor zenaattır, eziyet yaşatır. Üstelik şu dünyada Çin işkencesi diye bir şey vardır! Aşk da vardır, ve finaldeki bazı cümleler geç olmadan sevdiklerinize hissettirin, diyebilir!

*Ken Loach, Ülke Ve Özgürlük

28 Ocak 2021 Perşembe

Bu Kez Ben Seçmedim Bloglar Fısıldadı

Üvey Kardeş'le Leylak Dalı'nda karşılaştım. İki kuzeyli ilk anda göz göze geldik. Yazarı tanımıyordum. Ama gelen sesler beni almalısın, diyordu. Duymazdan gelemedim ve listeme ekledim.

Sonra, Pelin Pembesi'nin yeni yazısını görünce blog listemde ki dumanı üstünde yazılara bayıldığımın altını çizerim hep; gittim, okudum ama Javier Marias daha önce okumadığım bir yazardı! Bir yorum yazdım ve "Almalıyım!" dedim. Blog da "Almalısın!" dedi. Attım sepete.

Bir kitap yazım için MINDMIILS uğramış bloğa, yorumunun içine şu cümleleri de bırakmış: "En son tren yolculuğuna ve hatta istasyonlarına dair okuduğum öyküler oldu. Raymond Carver'ın Katedral öykü kitabından. Carver müthiş bir öykücü."

Vurgu kendinden çok emindi, etkiledi, bilmediğim, -daha doğrusu o an hatırlayamadığım- bir yazardı ve sepete eklenmesi kaçınılmaz oldu.

Tren yahu!

O ara bir baktım La Paragas yerinde duramıyor, sesleniyor, zıplıyor, dikkatimi çekmek için elinden geleni ardına koymuyor. Çocuk işte! Kıskanıyor. Önce biraz kafa yapıp eğleneyim şunla, dedim, görmezden geldim. Ama o çok telaşlı. Farkındayım. Biraz daha cool yapayım, dedim. Çakmadı. Artık burnumun dibinde ve neredeyse elleri kendini fark ettirmek için gözüme girecek. Güldüm. Yeni fark etmiş numarası yaptım ki yedi. "Buyur," dedim. "Bolaño," dedi. "Sevdin," dedi... "Seni mi kıracağım," dedim. Biri Enn Sevdiğim Kadın'ın önerisi olmak üzere ki tuğla olan, iki kitabını birden ekledim.
Sonra baktım 2020'de okuduğu kitapları yazmış Klio'nun Şarkısı, koştum gittim ve içinde şu cümleler de olan bir yorum yazdım:"Sıkı bir liste, senin İsmail Güzelsoy hayranlığın ki sen yazana kadar hiç haberdar değildim, sen yüzünden sonunda bir kitabını okutturacak sanki bana." O da dedi ki, "Umarım, umarım Değmez'i beğenirsin." Sözümü tutum ve onu da ekledim sepete.

EKMEKÇİKIZ, yani Benim Sevgili Okul Arkadaşım, aldığı kitapların fotoğrafını koymuştu ve dumanı tüten yazılara bayılan ben hemen sıçramış, altına da bir yorum yazmıştım. Sonra üzerine çok hoş bir yazı yazdı ki bu bana blogda bir yazı yazmak yerine, oradaki şahane sohbete katılma fırsatı verdi.* Yorumda da belirttiğim nedenlerle, Modiano'nun gönlünü almak, biraz da yalnızlığına yoldaş olmak için bu kez kendim kendime fısıldayarak ekledim onu da listeye.

Yorumda ne mi yazmıştım?

"Yazarımız biraz kasıntı biraz arıza, cama buğu bırakmayı seviyor kabul, ben öbürlerine benzemem havası da atıyor. Onu ilk okurken başlarda kapılmış, sonra arkadaş olur muyum? diye düşünmüş, sonra olurdum ama enn arkadaş olmaz, enn arkadaşlarımla onu bir araya getirmez ama ıssız mahalle kahvelerinde onunla kahve içip donuk ruhundan çıkacak sözcüklerini dinleyip sohbet etmek isterdim, diye düşünmüştüm. Daha önce dediğim gibi Bir Gençlik'le tanıdım onu ve yukarıdaki izlenimlerle birlikte bir başka tat olarak sevdim, bu kitabı da* hakeza öyle... ve genel düşünceden bağımsız olarak gri alanda da olsa, her şey iyi giderken insanı auta da çıkarsa elini tutup, dünyasını anlayıp, kalabalıklar içinde yalnız bırakmak istemedim:) Kabul etmeliyiz ki O da öyle biri işte!. Muhtemelen ben onu yalnız bırakmayacağım... Ve grisinin tadını farklı buluyor ve şefkat duyuyorum sanki. Vicdanımı off yapıp bir eleştirmen kimliği takınsam başka tabii ki, o nedenle üzerine yazıp da kamuya sunmadım.:)"

Ve aslında bu kolide iki kitap daha vardı, hatta üçüncü de olmalıydı fakat takdir-i ilahi işte, tükenmişti ve kitapçım onu bir kaç gün sonra gönderecekti ve bu yazı yayınlanmak için onu bekliyordu. Gelseydi muhtemelen onu yazacaktım ki bugün elimde olacak! "İyi ki gelmemiş," dedim sonra, çünkü üzerine tadını çıkara çıkara bir yazı okudum, dün akşam!



*Bu kitabı da, ifadesiyle kastedilen yazarın Mahallede Kaybolma Diye adlı kitabıdır ve o çok hoş yazı şuradadır. Tadı çıkarıla çıkarıla okunan da şurada.

*Kitap fısıldayan bloglar blog listemde vardır ve tanımayanlar için bir tık mesafededirler!

25 Ocak 2021 Pazartesi

Meğerse Gökyüzünden Sessiz Atlar Geçiyormuş

Uyanıyor, yataktan çıkmıyor, yeni başladığım ve yan yastığımın üzerinde duran bir öncekine oranlarsak tuğla sayılacak 322 sayfalık romanımı alıyorum elime. Okuma lambamı yaktım. Yastığı dikleştirdim ve akşam kaldığım yerden okumaya başladım: Gerçek bir roman, eski zamanlardaki niteliklere sahip, ne satar planlamalarının bulaşmadığı, dönem okuyucusu ne alır hesaplarının yapılmadığı, buram buram edebiyat kokan ve elden bıraktırmayan bir kitap! Ve gerçek bir entelektüel, hayatın tozunu yutmuş, savaş alanı görmüş, dünya görüşü sağlam, muhteşem bir yazar!

Bir süre sonra, saat henüz altıya varmışken, çıkıyorum yataktan. Salona geçiyor, çalışma alanı olarak da kullandığım, salona açık mutfağımın manzaraya paralel masasına oturuyor, açıyorum bilgisayarı. Yazılar okuyor, sohbet tadındaki yorumlara bir kez daha bayılıyor, sohbete dahil olup yanıtlıyorum onları. O ara gecenin kepenkleri iyice açılıyor. Gözlerimi ekrandan alıp pencereye bakıyorum ki, ufuk çizgisinde bir sanat faaliyeti var: Denizin minik prens ve prensesleri, evden sıvışmışlar, ellerindeki boya kovaları ve fırçalarla gökyüzünü boyuyorlar. Afacan ama yetişkin halim ve yetişkin ama çocuk sevinçlerimle bir süre gülümseyerek seyrediyor, hatta az önce aklımdan geçirdiğim betimlememe bayılıyorum. Bu beni tetikliyor. Üşenmiyor, az sonra silineceğini düşünüyor ve gidip oraya erebilecek fotoğraf makinesini alıyorum.

Anı yakalıyorum; denizden esen ve günün rengini belli eden şefkatli ısı yüzümü usul usul okşayıp, ruhuma coşku katarken Aklım olaya müdahil oluyor, ve diyor ki: "Hani geçenlerde; oyun parkındaki kaydırak için sokak lambasının sakin ışığına bağdaş kurmuş Buda gibi diyordun da ve tam onu çekecekken bir sesle,  belki de  omuzunda bekleyen meleklerin bir dokunuşuyla  başını sağa çevirmiştin ve ondan vazgeçip gökyüzünün büyüsüne kapılmıştın ya!"

Bu kadarla kalıyor, çünkü bunun refleksimi harekete geçireceğini biliyor. Çeviriyorum kafamı. Hızlılar ve o an içinde ancak altı kare çekebiliyorum. Sonra yatak odama geçip, balkonundan dört kare daha ama!.. Ancak arkalarında  bıraktıkları toz bulutlarını. Üzülmüyorum çünkü elimde son hızla geçtikleri ilk an fotoğrafları var! İyi ki de enstantane ayarı ile falan uğraşmamışım, diyorum. Atların net halleri yerine uçarak gidişlerini gösteren rüzgâr izli bir tablo gördüğüm; ardları toz duman. Seviniyorum.


Sonra çakma kumru ekmeklerimden yapıyorum. Bir de kahve. Yine blog yazıları, gazeteler falan devam ediyorum. Elbette payıma düşenleri alıyorum ki bir tanesi Sevgili Okul Arkadaşım'ın Her Güne Üç Güzel Şey adlı yeni bloğunun içindeki - O'nun ifadesiyle- Nazım Hikmet'in çok sevdiğim eseri Memleketimden İnsan Manzaraları'ndan uyarlanmış Bir Tren Kalkar Haydarpaşa Gar'ından başlıklı şiir dinletisi...*

Çalışma odasına yürüyor, kitaplıkta arıyor ve kitapla dönüyorum. 21.11.1978. Ucu soğuk bir tükenmez kalemle atmışım ki biraz kazınmış bir siliklikte tarih; ve altında da o zamanki çocuk imzam.

Kitaba atılmış tarih beni 11 yıl önce, üzerine aksiyonlu günler dahlinde bir yazı* yazdığım an'a götürüyor.


Sevgili Okul Arkadaşım hatırlar mı tanık oldu mu, daha önce söz ettim mi? bilmiyorum. Çünkü onların oturdukları apartmana yakın ve o sırada inşaat halindeki bir binanın üst katlarından birinde asılıydı, O. Yerinden memnun olarak bir süre asılı kaldıktan sonrasıysa bir şenlikti ki sormayın. O yıl kitaba attığım yıl olabileceği gibi, bir önü ya da arkası da olabilir, diye de düşünüyorum şu an!

Dinleti başlıyor. Kitabımı açıyorum. Ne güzel ki ilk sayfadan başladı. Bir an elimdeki kitabın kalınlığına bakıyorum; sayfa sayısı 464, dinletiyse 1 saat 18 dakika, küsur... Nasıl olacak ki? diye düşünüyorum. Takibe devam ederken bir an geliyor ve kitapla dinletinin yolları ayrılıyor. O ara kulaklık takmışım, dünyadan kopmuş ve olaya iyice dahil olmuşum. Bir anda  kala kalıyor, panikliyor, acaba bendeki kitap arızalı mı? diye düşünüyorum. Sonra uyanıyorum!

Arıyorum vardıkları yeri... ve nihayetinde buluyorum. Sayfa numarasını not alıyorum!

Yeniden senkronize olduk. Ve birlikte devam ediyoruz.

Muhteşem anlatıcılar, sayfa olarak bir kez daha benden kopuyorlar. Peşinizdeyim bırakmam, diyorum ve sabırla ve bir an öncesinin telaşıyla ama, tekrar arayıp buluyorum gittikleri sayfayı.

Fakat bu arada dinletiyi hiç durdurmuyorum, şırıl şırıl akıyor; kâh vagonlarda, kâh yolcu bırakılacak istasyonlarda, kâh hüzün denizlerinde kulaç atarken konuşulanlara kulak kabartmış bir durumda ve varlığım görünmez bir kenarda, onlarlayım.

Öyle kapılmışım ki dinletiye, koptuğumuz yerlerde video'yu durdurup da onlarla aynı yerde buluşmayı, aynı yerden birlikte devam etmeyi akıl edemiyorum! Üstelik ikinci kez aynı durumu yaşayınca kan ter içinde kalıyor, kaçıracağım diye telaş ediyor, bir an içimdeki boşvermişi dinliyor, arama bırak, izle diyorum. Bu halimden hemen sıyrılıyorum sonra... Şiir okuma özürlü biri olarak onlar gibi okuma becerisi kazanmak için azmediyor ve yeniden buluyorum gittikleri yeri.

Zorlandım bu kez çünkü: beni, dolayısıyla mantığımı ters köşeye yatırmışlardı;  elimdeki kitaba göre ileri gitmek yerine geri dönmüşlerdi! Buluşunca çok sevindiğim için kızmıyorum elbette.

Ama sonra bir kaçış daha, artık biraz daha uyanığım; çok uzağa gidemeden yakalıyorum. Zıpkın gibi finalde bir daha kopuyoruz, bir teşebbüste bulunuyorum elbette, ama öyle bir vurgu ile içimi titretiyor ki abla, öyle kopmuşum ki dünyadan, çakılıp kalıyorum.

Çok mutluyum. Enfes bir dinleti izledim, bir iki yerde kelimeleri farklı kullansalar da yüzlerine vurmadım! Zor bir işi yakışır bir biçimde yaptıkları için yürekten alkışladım. Sonra, Sevgili Okul Arkadaşım'ın yazısına döndüm ve fırından yeni çıkmış coşkumla, not aldığım yol haritasını da bırakarak, mutlu mutlu bir yorum yazdım.



*Dinleti linki, yazı ve yol haritası bıraktığım yorum için buradan lütfen.

Aksiyonlu Günler dahlindeki yazı için de buradan lütfen.

23 Ocak 2021 Cumartesi

Tanıştırayım: Jean ECHENOZ!



Hap gibi bir kitap. İncecik. 82 sayfa...

Ama KOCAMAN!

Kapak içinde tür olarak anlatı yazıyor. Arka kapağın kenarındaki dijital künyenin altında da büyük harflerle ROMAN.

Enn Sevdiğim Kadın önerdi.

Aldım.

Siparişim geldi, koliyi açtım: diğer kitapların arasında jelatin içinde beyaz kapaklı cılız bir kitap. "Vayy!.." dedim, "kitapçım eşantiyon göndermiş."

28.08.2020.

Çok övdü ve altını çizdi!

Ama ben hayalimde ne canlandırdıysam -görünüşe aldanıp- kitaba benzetememişim!

O tarihte gelen, star ışığı olan bir kaç kitabı okudum ama jelatini üzerinde olan ve kitap yerine koymayıp da eşantiyon diye sevindiğim ve an itibariyle sürekli özür dilediğim Koşmak, hep sonraya kaldı.

Bir kitap olduğunu da fatura kontrolü esnasında anca anlamıştım zaten! Üstüne üstlük yazarı da tanımıyordum.

Geçen gün elime aldım. Kahramanı biliyordum. O yüzden belki de geri atmışımdır!?

Tabii ki bu lafın gelişi: aslı kıvırtma, derin de bir mahcubiyet.

Şu an çok heyecanlıyım. Bir de coşku ki elim ayağıma dolanıyor ve ne yazsam, nasıl yazsam, nasıl övsem telaşı içindeyim.

Yazıdan önce kahvemi içindeki kahve miktarını çoğaltarak ve 350 cl olarak hazırladım. Dura dura, hissime ve kitaba yakışır cümleleri kuramaya kuramaya, kırık dökük bir yazı çıkacak endişesi yaşıyorum. Okurkenki coşkumu kelama dökemeyeceğim diye korkuyorum!  Hatta kitabı boşver, Jean'dan söz et, diyorum. Çünkü, 82 sayfada nasıl bir tuğla okumuşum hissi yaratabildin, diye O'na sormak istiyorum. Ayrıca sanıyorum ki ben son dört aydır bu kitabı okuyorum. Bütün şehirlerde bulundum, yarışların tümünde, tribündeydim sanki.

Kitabı okumadan epeyi önce Mussano ile sosyalizm üzerine konuşuyorduk. Stalin'i ve Rus modelini eleştirmiş, Marx'ın önermesine en yakın pratiğin Yugoslavya özelinde Tito dönemi olduğunu söylemiş, Dubček'li Çekoslovakya döneminin, yani romantik adıyla Prag Baharı'nın yeterli zamanı bulamadığını, güç yettiği ve yerli işbirlikçiler hazır olduğu için de başı hemen ezilmişti, dedim.

Jean sanırım bu konuşmayı kapmış. Dediklerimi neredeyse satır satır yazmış!

Enfes de bir zaman fonu var kitabın. Dil muhteşem ki ara ara Küçük Prens efekti aldım. Hatta bunu dile de getirdim. Jean Echenoz kardeşime bittim, onu tanımaktan o kadar mutlu oldum ki hemen iki kitabını sipariş ettim.

Anladığım, kendisi gerçek hayat hikâyecisi! Gelecek kitaplarımdan biri Ravel!

Hatta keşke tarih kitaplarını da Jean yazsaydı, dedim. Pandemi olmasa Jean'la da bir öğlen yemeğinde buluşmamız kesindi. En az bir öğle arasını birlikte geçirdiğimiz Pedersen Hoca kadar sevdim kendisini.

Fakat Jean bir roman kahramanı olmadığına göre onunla Enn Sevdiğim Kadın'ın da katıldığı bir akşam yemeği, daha hoş olabilir!

Gelirsek anlatılana, Emil Zatopek'in, yani tüm zamanların en büyük atletinin, namı diğer Çek Lokomotifi'nin hikâyesi. Yazarın çok tatlı ifadelerle dile getirdiği yarışlar var, o yarışların figüranlığının arkasındaki yaşam var, olimpiyatlar, sporcu eş Dana, şehirler, müzik var ama bunun yanısıra; yere batasıca egemenler, faşistlerden daha faşist "sosyalistler", tanklar, rejim cahili komik propagandalar da var!

Son tahlilde Koşmak insan bir kitap; naif, esprili, yüzde tebessüm damakta tat, gönülde izler bırakıyor...

Ve yarışlarla boğmayıp Emil özelinde kocaman bir dönem hikâyesi anlatıyor.




Çeviri: Mehmet Emin Özcan.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP