25 Mart 2012 Pazar

La Conda Carmenére İle One Night Stand

Üç gün önce aldığım şarabı cumartesi akşamı için rafa yatırmıştım. Dün akşam şişeyi aldım ve  içinde tulum, kaşar, keçi ve tam yağlı gravyer peyniri olan bir tabak hazırladım.

Bende mevcutlar   bunlardı ve onun samimiyetine güvendiğim için ona özel bir alışveriş yapmamıştım. Beyaz peyniri de zaten geceye ve ona yakıştıramazdım.

Aslında evvel zaman önceleri, ben henüz hevesli bir tıfılken oradan buradan okur, onu bunu dinler,  denilenleri kutsar, onlardan gayrısının cehaletimi ortaya koyan şeyler olacağını düşünürdüm.

Gel zaman git zaman kendimden başkasını ve samimiyetine saygı duyduğum bazı insanlardan ötesini umurum etmedim.

Üstelik fark ettim ki;  benim henüz popüler olmamışken kucaklaştığım pek çok şey zaman içinde ödüllendiriliyordu.

İçlerinden şöhreti kaldıramayan, şımaran, herkesin sevgilisi olacağım diye çırpınanlar çıkarsa, bu uğurda tavizler vermeye başlarlarsa... ben de o zaman o güne kadarki yol arkadaşlıklarına teşekkür edip, eyvallahı çekiyordum.

Carmenére, Google üzerinden edinebileceğiniz bilgiler üzerine Şili' ye özgü ama  Fransızlardan devşirilmiş, literatüre Şili'li olarak kayıt düşülmüş bir üzüm türü.

Bana yeni biriyle tanışmanın  heyecanını,  daha önce duyulmamış kelimelerdeki lezzeti yaşatan;  diğer Şilililerin kazandığı popülarizmle raflarda kendine yer bulmuş; daha açıkcası anlı şanlı bir süpermarkette göze sokulan popüler markalardan kendine  yer bulmayıp da duvar arkası bir yere sokuşturulmuş, üzerindeki tozdan anlaşılacağı üzere insan eli değmemiş; fiyatı an itibariyle 16,90 TL olan; Google'da bu yazıya kadar hakkında tek kelam edilmemiş  La Conda-Carmenére, sek bir kırmızı şarap.

O şarap dün gece beni alıp nerelere götürdü bir bilseniz desem; bu, bu şarabın iyi bir yol arkadaşı olduğu anlamına gelebilir değil mi?

Bana "onu" hatırlattı mesela..

"Ondan" bir radara yakalanma meselesini anlattığım yazının içinde ettiğim iki kelam dışında hiç söz etmedim

"O" benim tam da  ilişkilerdeki önceliklerin duygularla tatlanmaya başladığı bir yükselme döneminde; bir bedeni sevmekle bir ruhu sevmek arasındaki farkın ayırdına varma yolculuğundaki ruhumun, güzel olanın onunla uyanmak olduğunu hissettiği evreden önceki  bitirme sınavının,  yüksek notlar almamı sağlayan  bir tanesiydi .

Bir şarabın  insana ve an'a ne kattığını en güzel cümlelerle ilk kez o dile getirmişti;  şimdi yerinde yeller esen müzikli bir mekanda birlikte yediğimiz, başlı başına hikaye konusu bir yemek akşamında.

Bu şarabın insanı keyifli bir zaman yolculuğuna çıkaran böyle de bir etkisi var işte! Alkolü %14, genizde bıraktığı asiditenin ise hatırı sayılır.

 Berrak, kıyıları bordo, ortası carmen, gözyaşıları gülümseyen, rüzgarını bekleyen duru bir göl gibi La Conda.

Kadehteki duruşuyla bayağı gövdeli  duygusu yaratsa da bu hissiyatı verenin onun rengi olduğunu hemen anlıyorsunuz.

Bu kanıdeli Şilili dengeli diyemeyeceğim serseri bir yol arkadaşı. Ama bu karakterli bir serseri, kafa dengi bir yoldaş...

Ben de zaten bu  halini sevdim..

Aramıza katılan keçi peyniriyle o da bende anlaşamadık Gravyer ve tulumla keyfimize keyif kattık Kaşar belki eski olsa masadan kalkmayabilirdi. Diğer bir kaç peynir üzerine de düşünmekteyiz. Ha kızartılmış kepek ekmeği de ihmal edilmemeli.

Epey baharatlandırılmış, orta acılıkta, azı zeytinyağı daha fazlası tereyağı ile pişirilmiş, et suyu ile yoğunlaştırılmış, sadece biber salçası kullanılan, biraz helmeli bir kuru fasulyeyi ısıtıp birlikte de denedim ve ne yalan söyleyeyim çok sevdim.

Peki bu serseri şarap tek başına, yanında eşlik edecek kimse olmadan keyif verir mi?

Şüpheliyim.

Fakat denemeye meraklı, "yaşamayıp da pişman olacağıma yaşayıp da pişman olayım" diyebilen, kusurlar arayan hallerini off konumuna getirebilen, samimiyeti fark edip artı atabilen iki serseri ruhun bir araya geldiği her ortama ayak uyduracağını... keyifli bir gece yaşatacağını çok net söyleyebilirim.

Benim için olağanüstü keyfili bir geceydi. Üstelik kuru fasulye ile şarabı ilk kez bir araya getirmiştim.

Ha "Bir başka gecede  ilk aklına gelenlerden biri La Conda olur mu? diye sorulacak olursa...  cevabım hayırdır.

Bir kez daha yollarımızın kesişeceği konusunda şüphelerim var açıkçası...

Ona, dün gece bana  keyifler yaşattığı için teşekkür ettim.

Şişenin diğer yarısı bu gece Behzat Ç. izlerken...

Sideways'deki  lafı tekrar edersem: Bekler her şarap belli bir anı!

Dünün gündüzü çok güzeldi..

Bu gece diziyi izlerken,  şarap belki de ezilecek.

Şarap mı anı güzelleştirir, yoksa an mı şarabı?

Yine bilemedim.

21 Mart 2012 Çarşamba

Muzaffer Önder Parkı ve Bir Soru

Bu parka eski belediye başkanı Muzaffer Önder'in adının verilmesini sağlayan şu anki belediye başkanı Yusuf Ziya Yılmaz'dır. Heykel de bir vefa örneği olarak onun döneminde dikildi. Bense; Muzaffer Önder'le birlikte girdiği ve kazandığı seçim hariç, iki dönemdir -partisinden bağımsız olarak- oyumu ona  vermekteyim. Üstelik önümüzdeki seçimde de büyük olasılıkla oyum onun. İki başkana da başkaları tarafından tüketilmiş bir şehri ayağa kaldırdıkları için saygım sonsuz ve şehir için ikisi de önemli bir kazanç.

Ancak, tüm bu sevme hallerimden öte, bu heykelin üzerinde yazılı öyküyü ilk okuduğum günden beri fena halde takmış vaziyetteyim. Başlangıçta ben mi yanlış yorumlayıp, duygusal davranıyorum diye düşündüm. Geçen gün pide keyfi için Tırtıl'ın kurstan çıkmasını beklediğimiz süre içinde ben, kardeş ve hafta sonu kaçamağı yapan Mussano'yla dolaşırken; bölümü gereği diplomasi dilini, üstelik İngilizcesini de ders olarak okuyan Mussano'ya da okuttum. O da benimle aynı kanaati paylaştı ve hikayenin yansıra seçilen bazı kelimelerin de çok yanlış olduğunu söyledi.

Çocukluğumun mahallesinin yakışıklı abilerinden biri olan, duyarlılığını çok iyi bildiğim Yusuf Ziya Yılmaz'ın farkında olsa izin vermeyeceği bir metin olduğunu düşündüm bunun. Zira tersine ihtimal vermemekle birlikte inanmak da istemiyorum. Metnin kraldan çok kralcı bir kalemden çıktığı kanısındayım. Bu metni CHP il örgütünün fark etmemiş olmasına da şaşıyorum.

okumak için tıklamak gerek!
Sorum şu: Bu metne   duygusal baktığım için mi gereksiz bir hassasiyet gösterip, orada bu şekliyle yer almaması gerektiğini düşünüyorum...

Yoksa gerçekten de, şehire çok önemli hizmetler yapmış ve ölmüş bir başkanın ardından dikilen  heykele yazılmış, gereği olmayan cümleler içeren  bir metin mi bu?

Not: 03.04.2012 tarihinde CHP İl Başkanlığına gidilmiş, durum bir kez de orada anlatılmış ve onların girişimleri ile 06.04.2012 tarihinde levhadaki rahatsız edici cümleler çıkarılmış, güzel de bir paragraf ilave edilmiştir.

19 Mart 2012 Pazartesi

"ben": Ben Feuerbach'da Işığa Yakalanmış Bir Tavşanım

Salonda yerimi aldığımda bu oyundan elde edeceğim en önemli farkındalığın ne olacağını henüz bilmiyordum.

Oyun üzerine yazdığım yazının altındaki ilk yorumun ilk kelimelerini okuduğumda refleksim bambaşkaydı.

Blog yazmaya başladığım ilk günden itibaren yorumları denetimli yapmamıştım. Her ne yazılırsa yazılsın yorumların yazıyı çoğaltacağını, yazıya ve okuyanlara katkı yapacağını düşündüm hep. Sonuçta yorumların nitelikleri ne olursa olsun hayatın bir yansıması olacaktı. Düşüncem buydu ve bu düşüncemden de asla vazgeçmeyeceğim.

Bugüne kadar yazıların altına çok değerli yorumlar yazıldı. O yazılar sayesinde güzel insanlar tanıdım. Benden daha farklı düşünen hatta yazıdan yola çıkarak, -elbette kendi doğrularıyla bakıp, benim yazarkenki duygularımdan ve ifade ettiğimden tümüyle zıt bir algıyla- bana çakan yorumlarla da karşılaştım. İçeriklerine, -bazen üsluplarına ilk anda canım sıkılsa da, içimde farklı tepkiler verme isteği oluşsa da- farklı bir algıyla bakarak o yönde cevaplar yazdım.

'Işığa yakalanmış tavşan' benzetmesini ilk kez, farklı bir bakışla değerlendirildiğinde öfke ve nefret yaratacak bir eyleme maruz kalmışken özünü fark ettiğim, bir anıyı anlattığım, Acıyı Bal Eylemek başlıklı yazımda kullanmıştım.

'Hayat öğrettiriyor,' devrik yapısına rağmen benim kullanmayı en sevdiğim ifade edişlerimden biridir. İnsana dair ne varsa sorgulamayı seven, karşı olduklarına dahi kendi gerçekleri ve mantıklarıyla bakıp sonuçlar çıkarmaya çalışan, bunların her birinden bir şeyler öğrenen ve bu öğrenmenin sürekliliğine inanan ben; oyun üzerine yazdığım yazının altındaki yorumu da bakış açılarımın birbirleriyle çatışan farklı ruh halleriyle değerlendirdim.

Ona, ilk okuduğum anda tıpkı önüme koyulmuş bir telefon tapesi gibi, yazanın duygusunu hiç gözetmeksizin, en düz haliyle ve bende yarattığı ilk duygu ile baktım. Onu, içeriğinden çok yazımdaki göndermelerim üzerinden ve -yeni tartışma anlayışımızın pek popüler kelimelerinden biriyle söylersem- direk bana çakan bir yorum olarak aldım.

Önce bana çakana çakmak refleksim öne çıktı. Bir iki saniye içinde benlerden biri olaya el koyup reflekse çelmeyi taktı. Yorum bir telefon tapesi duygusuzluğundan sıyrıldı, ete kemiğe büründü. Baktığım her kelime bir bedenin kulağı, saçı, boyu, gözü olmaya başladı. Gözlerim bedenin yüreğine saplandı. Oradaki emeği ve o emeğe yaptığım haksızlığı gördü. Yoruma ilk baktığımda sahibinin farklı biri olduğunu düşünürken... gördüğümde anlamıştım! O anda aklıma gelen ilk eylem bir çiçek alıp yorumun sahibine ulaşmaktı.


Papazın ızgaralı bölmesinde,  göze girmeye çabalayan tüm iyi hallerim anlamını yitirdi. Mesela o günah çıkarma merasiminde; yaşımın kemale erdiği bir günde,   kahvemi içerken işlemlerimi yaptırma imkanım olmasına rağmen  sıraya girdiğim bir bankada, tam da işlem yaptırma sırası bana gelmişken  yaşlı bir teyzenin  gerekçesi ve ricasını başımla onayladığım anda  arkadaki  insanlara haksızlık yaptığımın farkına vardığımı, aslında dönüp onlardan da izin almam, izin vermezlerse de sıramı teyzeye verip en arkaya geçmem gerektiğini öğrendiğimi ve bunu bir daha asla yapmadığımı ...  hayatım boyunca üzerinde adım yazılı bir  kartvizitim olmadığını, hediye olarak getirilmiş  adımın ve  soyadımın yazılı olduğu kimi pirinçten, kimi ağaçtan objeleri masamın üzeri yerine yan raflara ve görülmeyecek yerlere koyduğumu, gerek iş ilişkilerinde gerekse başarı alanlarında ben kelimesini hiç kullanmamış biri olduğumu anlattım.

Yani dedim ki papazın ızgaralı bölmesinde ve  bir günah çıkarma merasimi esnasında: Ben emeğe karşı çok duyarlı bir insanım.  Bireysel başarılarımın tadını  tüm insanlarımın adlarını öne çıkararak yaşarım.  En sevdiğim kelime "biz"dir.

Bütün bunları kendimi işin içinden sıyırmak, oluşmuş alışkanlıklarımdan dolayı suçu algıma, pratik kazanmış davranış biçimlerime yüklemek için yaptım. Yine de tüm savunma çabalarım, doğrularım, güzel adam olma hallerim; değil önünde günah çıkardığım papaza bana bile yetmedi. Yaptığımın kusur olduğu gerçeğini hiç bir şey değiştirmedi. Meselem, kast'ı yazmaya karar verdiğim anda orada olmayı hak eden bir ismi eksik yazmış olmam değildi.

Hayatın boyunca okuduğun kitaplardan, izlediğin oyunlardan çeviri yapmış üç insanın adını say dediklerinde verecek bir cevabım yoktu. Mesele bu duyarsızlıktı, fark etmemişlikti.

Elbette verebileceğim adlar vardı. Ama onlar kitaplarından, yaptıkları başka işlerden, medyadan tanıdığım bir kaç kişiydi. Onların adını referans alarak yazarını tanımadığım bir kitabı değerli kılabiliyordum. Oysa; çoğu zaman bakmadığım, kitapların altına sıkıştırılmış çevirmen adlarından herhangi birini dilimin ucuna bile getiremiyordum. Aklıma kazınmış ve bir başka kitabı almama neden olan bir tek çevirmen adı bile yoktu akıl defterimde.

Üç gündür çok keyifli dakikalar yaşadığım her mekanda bu suçtan sıyrılamıyorum. Kendimi hiç bir duvarın arkasına saklayamıyorum, bütün savunma hatlarım bir bir yıkılıyor. Bütün o yazarları, onların güzel ve yüreklerimize kazınmış cümlelerini çevirmenlerin emeği sayesinde hazinemize kattığımızın farkına bugüne kadar varmamış oluşuma kızıyorum. Üstelik onlar sadece cümleleri çevirip telefon tapesi gibi duygusuzca koymuyorlar önümüze. Onlar, onlarca duyguyu da çeviriyorlar. Duygu ve insan kelimesini yan yana getirdiğinizde işin ne kadar derinlik, birikim, duyarlılık ve enginlik gerektirdiğini anlıyorsunuz.

Yorumdaki - içinde haklı bir serzeniş de barındıran- sorulardan biri  "Yoksa siz Trabzon Devlet Tiyatrosunun sahneye koyduğu oyunu Almanca olarak mı izlediniz?"di...

Refleksimi harekete geçiren kelimeler: "Siz! Siz kimsiniz?" di.

Ben: Sayın Sema Engin- Edinsel tarafından dilimize kazandırılmış, onun duyarlı çevirisiyle tadına vardığım, derin ve lezzetli cümlelerin yer aldığı güzel oyun Ben Feuerbach'ta ışığa yakalanmış, bundan da çok memnun olan, biraz daha büyümüş bir tavşanım.


*Papaz ve günah çıkarma benzetmeleri captaiin'in Kar adlı yazısında kullandığı, çok sevdiğim ve bu yazıda kullanmaktan çok zevk aldığım ifadeleridir.

15 Mart 2012 Perşembe

Ben Feuerbach

Salona son dakikada giren...

Cep telefonuyla ışıklar sönene kadar vedalaşamayan...

Gün boyu aksırıp tıksırmazken -ne hikmetse- sesizliğin hakim olduğu mekanlarda sürekli aksırıp tıksıran...

Boğazındaki balgamı dışarı çıkarma ayılığını göstermese de arada bir onu gırtlağından alıp ağızının içinde gezdiren...

Oyun değil de tür seçen...

İçinde mizah değil de elma şekeri türünden komiklikler olan oyunları seven, tiyatroyu onlardan ibaret sayan...

Dekora bakıp oyunun soyut olduğu yargısıyla kafadan kopan...

Uzun kitaplardan...

Uzun diyaloglardan...

İnsan ruhunun karmaşık yapısından....

Normallikle delilik arasındaki kan bağından hoşlanmayan..

Yaşamın bazen göğe, bazen yerin yedi kat altına uzayan farklı basamak aralıklarına sahip merdivenlerden oluştuğunu bilmeyen...

Öküzün altındaki buzağıya baktığında dahi orada olanı fark edip; bir tat, bir sonuç çıkaramayan...

İzlediğine, dinlediğine, okuduğuna emek vermeyen...

Hayatı kısa mesaj tadında yaşayan biriyseniz:

Sakın ola ki bu oyuna gitmeyin.

Hatta bu yazının devamını okumayın!

Çünkü:

Hikayenin ruhuyla doğrudan ilişkili, oyunun bütünlüğüne ciddi katkı veren, oyundan kopan izleyiciyi dahi meraklandırıp dirilten dekorları...

Dekor, kostüm, ışık, aksesuar bütünlüğünün sahnede hakim kıldığı rengi...*

 Salonu şaşırtan, geren, ne yapacağını bilemez hale getiren açılışı...

Ayşe Önder tarafından yapılmış etkili müziği...

Tankred Dorst'un müthiş gözlemler içeren, yer yer algılamakta sorunlar yaşatan, -insan ruhunun karmaşıklığı gibi- derin cümlelerle dolu metni...*

Çok ama çok başarılı oyunculuk* performansları yüzünden:

Ortaya koyulan emeğe koşulsuz saygı duyan, -sevmediği türden de olsa- bu oyunun başarısını fark eden, bunu finaldeki alkışlarıyla dile getiren  kalabalığın içinde her tıkırtınız, her olumsuz hareketiniz; garip bir büyüsü olan, "Tiyatro işte budur!" dedirten, Yurdaer Okur'un farklı bir lezzetle yönettiği Trabzon Devlet Tiyatrosu'nun oyunu Ben Feuerbach'ta; başka hiç bir oyunda farkedilmeyecek kadar açığa çıkıyor, ışığa yakalanmış tavşan halini alıyorsunuz.

Ve işin daha kötüsü, sahnedeki akışkanlık gerçek izleyiciyi öyle sessiz kılıyor ki ve bazen "siz" dahi elinizde olmaksızın oyuna teslim oluyorsunuz.

1 saat 40 dakika süren,  ara vermediği için ızdırabınızı erkenden sonlandıramıyacağınız bir oyun bu! Eğer okumayı kesmeyip de buraya kadar gelebildiyseniz; uyarmak isterim!

Sizi değil; "sizi".


*Çeviren: Sema Engin- Edinsel
*(Yalan Dünya'nın Çağatay'ı) Hakan Meriçliler,  Elif Şeker Saka ve Emre Ön
*dekor- kostüm-  Efter Tunç, ışık- Yüksel Aymaz, aksesuar- Ömer Karaoğlu

*"ben": Ben Feuerbach'da Işığa Yakalanmış Bir Tavşanım

10 Mart 2012 Cumartesi

Harbi LEZZET

Şehir güzel çok mekana sahip olmasına rağmen "Zevkten parmaklarımı yedim." dedirtecek ürün sunan ya da yaptığı herhangi bir yemeği "Budur!" dedirtecek noktaya çıkartabilen yeteri kadar lokantaya sahip değil. Gerçekten ülkenin farklı şehirlerindeki farklı mekanlarda öne çıkan lezzetlerle yarışabilecek, onların tadını silip kendi tadını damaklara kazıyabilecek,  dolayısıyla kendine özel bir yer edinebilecek lokanta sayısı çok az. İşte bunlardan bir tanesi Lezzet.


Pek çok yeme içme meraklısı tarafından bilinen, yolu Samsun'a düşenlerin uğramadan geçmediği yerlerin önde gelenlerinden biri, bu küçük ve sevimli mekan.  Onu özel yapan da,  Tırtıl'ı bu lokantaya ilk götürdüğüm gün, lokantadan çıkıp da neredeyse 500 metre yürüdükten sonra  kurduğu "Ne dönermiş be! Damağımda hala tadını, odunun kokusunu hissediyorum" cümlesinde -en gerçek ve en saf- tanımını bulan Lezzeti.


Etle buluşan odunun damaktaki kokusu, son derece lezzetli ve incecik lavaşın -özel istek üzerine- yağlanıp ocağın kenarında hafiçe kızartılmış çıtırlığı, yine  isteğiniz üzerine -dönerci deyimiyle- tabağınızdaki kebabın alttan yağlanmış hali; tıpkı bitimi on numara, dengeli bir şarabın aklınıza kazınacak tadı gibi.


 87 yıllık yerinden taşınacak bu lokantanın son gününde Tırtıl'la birlikte ve büyük bir keyifle yerken dönerlerimizi, burayı değerli kılan unsurlardan birinin ayran olduğu konusunda hemfikir olduk. Biz bir  lokantanın kendi ayranını kendi yapıyor olmasını çok değerli buluruz. Tabii ki kendi ayranım diye marketlerde satılan fabrikasyon yoğurtlardan alıp yapanları değil. 

Tarih kokan, pek çok anıyı barındıran  fotoğrafların yeni mekana taşındıkları için boş bıraktıkları duvarın önündeki eski masalarda son kez yenilen dönerin bu son gününde, bir müşterinin servis edilen doğal ayranı geri gönderip de hazır ayranlardan istemesine acaip ayar olduk.

Perşembe/ Yalıköyde -külde demlediği çayı ile meşhur- Saçlı'nın;  gelen çaya fazla şeker atmak isteyen ve adını duyduğu bu mekanı merak eden bir misafirimin önündeki çayı almasının ardından  "Bal içeceksen yeri burası değil." demesinin -onun kendine has üslubunu bilmeyenler açısından ne kadar yanlış bulunursa bulunsun- özünde doğruluğu üzerine düşündüm. Bu tür, yaptıkları ürüne saygısı olan, ona kendi üsluplarını katan mekanların sırf ticari kaygılar ve müşteri memnuniyeti yüzünden ödünler vermesini, rekabeti başkalarına benzeyerek yapmalarını hiç bir zaman doğru bulmadım. Çünkü tüm yedikleri içtikleri, raf ömrüne endekslenmiş ürünlerden oluşan çocukların, gerçek tadlarla buluşabilmelerinin tek imkanının, geleneklerini koruyan bu tür yerler olduğuna inandım.


"Anılarımda yer etmiş eskinin bir lokantası yıkıldığında veya yer değiştirdiğinde yeni yerine gitmem, yaşadığım tadı severim, bozulsun istemem..." cümlelerinin altını yaşamı boyunca kalın kalın çizmiş ben ilk kez babamla geldiğim, sonra kendi çocuklarımı getirdiğim bu mekana onların da çocuklarını getirebilmesini çok isterdim.

Aynı gün yine 87 yıllık bir pastanede tatlı keyfi yaparken gördüğü şemsiye çikolatalardan alan Tırtıl'ın, onu yerken kurduğu cümleden daha güzel hiç bir şey anlatamaz, "eğitim şart" vurgusunun ne olduğunu: "Ben bir gün Belediye Başkanı olursam, kesinlikle bu güne kadar yediğim çikolata ve gofretlerden sattırmayacağım. Bütün raflara bunlardan koyduracağım."

Lezzet  Lokantası, yine Saathane Meydanında, eski yerinin 15 metre uzağında daha büyük ve daha modern bir yere taşınıyor. Tabii ki onun dönerinden - tadını koruduğu sürece- vazgeçmeyeceğiz.

Çünkü: Büyükşehir Belediyesinin Saathane Meydanını yeniden düzenlenmek için oluşturduğu proje yüzünden 87 yıllık yerini kaybetmemek için hukuk savaşı veren şu anki kuşak; tarihsel geçmişlerini bir kenara bırakıp lokantalarından vazgeçen mirascılardan, mevcut yerlerini bankalara kiralayan lokanta sahiplerinden olmadıkları, bir geleneği ne olursa olsun devam ettirdikleri, tarihsel sorumluluklarının farkında oldukları için saygıyı fazlasıyla hak ediyorlar.

9 Mart 2012 Cuma

Sahici Sevmeler Üzerine

Ayakları kıbleye uzatılmış ölü bir çocuğun kefenlenmeyi bekleyen vücudunu anımsatmaktaydı şehir. Kül rengi saçlarının arasında yaşlarını saklayan kadınlar görüyordum, buzdan nefesleriyle. Aydınlatmaların geceye şaibe düşürdüğü, musalla taşından bir garda elimde valizimle, kalkmakta olan otobüse koşuyordum. Öylesine hızlı koşuyordum ki, yetişememekten öylesine korkuyordum ki, o anda ne yırttığım kalabalık, ne omuzladığım insanlar, ne ciğerlerim, ne de dizlerim…

Otobüs, beni, varmayı delicesine arzuladığım başka bir şehre götürecekti, evime. Daha önce evime gitmeyi hiç bu kadar yürekten istememiştim. Şimdi ailemi görmek, onları gözlerinden ellerinden öpmekten, şehrimle hasret gidermekten başka bir hissi taşımaktaydım ceketimin iç cebinde.

Yetiştim. Yerime yerleştim. Kalbimi sağlama aldım, yüksek atışlarını sakinleştirdim. Ve uçsuz bir karasallıkta yol almaya başladım. Aklımda tek bir endişe husule gelmişti, sabahı bulamadan evime varamadan ölmemeliydim.

Ölmedim.

Şehrim, dantel dantel kirpiklerini dökmüş, zencefil kokusu sürünmüş, inciden dişleriyle kucağını açmış beklemekteydi.

Selamlaştık.

Şehrimde 7 gün kadar kaldım, evimde ben gideli eşyaların yeri değişmiş, masaya bir tabak eksik koyulmaya alışılmıştı.

Mühim değil.

Tam 7 gün o evde neden bulunduğumu, asıl sebebimi ve iç cebimdeki emaneti, kimselerin bilmediği bu niyeti düşünüp durdum. Planladım, vazgeçtim, tereddüt ettim, heyecanlandım, utandım. Ama 7 günün sonunda tüm cesaretimi toplayıp, bir pazar sabahı, babamı beni dışarı çıkarması için ikna ettim.

Kireç renginde inceden yağmur, gümüşten denize eşlik etmekte, tüm kıyılar uyumaktaydı.

Yarım saat kadar sahil şeridi boyunca bir otomobilin içinde yol aldık birlikte, tüm zamirlerin anlamını yitirdiği bir an; babam ve ben. Her kırmızı ışıkta yüreğim zangırdadı. Konuşacaklarım vardı, içimde tane tane biriktirdiklerim. Doğrusu onun da duymayı bekledikleri vardı ama ikimizde bu kandırmaca esnasında birbirimizden habersizmişçesine, öylesine susuyorduk.

Yaklaşık 1 saat geçmişti. Eve dönmüştük, yol bitmişti, her şey bitmişti, her şey anlamını yitirmişti, utancıma yenilmiştim sanki artık elimdeki tek fırsatı da kaybetmişçesine duran araçta çivilenip kaldım. Bir cesaret örneği göstererek inmek üzere olan babama oturmasını rica ettim ve beni meraklı gözlerle süzmesini izledim.

-Baba, lütfen otur. Sana söylemek istediğim bir şeyler var.

Gözlerindeki merak, benim hüzünlü, çok stresli ve boğuk ses tonumla endişeye dönmüştü. Oturdu, olduğu yerde ön camdan dışarıyı izledi bir müddet, sonra bana döndü.

-20 yaşındayım baba. Bu demek oluyor ki 20 senedir geç kalmışım baba. Bu şehre niçin geldim biliyor musun baba? Bu sefer eve neden geldim biliyor musun? Hayır, bilmiyorsun baba. Hayır, sen hiç bir şey bilmiyorsun? Ben sana bir şey söylemeye geldim baba. Çok uzun zamandır dilimin ucunda zikretmeyi düşündüğüm ama bir türlü ağzımdan çıkaramadığım cümleyi söylemeye geldim. Senin için geldim baba.

Fena halde korkmuştu, endişelenmişti ki gözleri fal taşı gibi açılmıştı, o an hastalıklarından birinin meyletmesi ihtimali çok yüksekti.

-“Ne oldu captaiin” dedi, titrer gibi.

-Ben seni çok seviyorum baba. Öylesine çok seviyorum ki, senin benden bu cümleyi bu vakte kadar hiç duymamış oluşuna üzülüyorum. Bu geç kalmışlık hissi, bu mesafeler, bu yüreğimdekiler ve ertelenmişlik cüzzam gibi yaralıyor aklımı.

Birkaç saniye sustu, yüzündeki bembeyaz ifadenin yerini hafiften bir gülümseme aldı. Elleriyle başımı tuttu, eğdi ve beni alnımdan ilk kez öptü. Bende seni çok seviyorum kızım demişti. Babam bana ilk kez sevdiğini söylemişti. Salt sevgi buydu, bu diğer hiçbir erkeğe söylenen türden değildi. Bu yeniden varoluşun arifesi gibiydi, kocaman bir yükü sırtımdan indirip soluklanmak gibi. Başucumda babamın olduğunu ve halen yaşadığını bilmek hissi…

Gözlerim ıslanmış, hıçkırıklarla ağlamıştım.Ölmemiştim, babama bu cümleyi bir kerede olsun sarf etmeden ölmemiştim.

Ve benim çok ciddi, çok mesafeli, neredeyse benimle hiç bir şey paylaşmayan, konuşmayan, çok hasta, çok mutsuz babam bir pazar günü bir kaç saatliğine de olsa mutlu bir adamdı.

Emaneti teslim etmiştim, artık geri dönebilirdim.

2 Mart 2012 Cuma

Yarım Kalan Bir Aşkın Hikayesi: Yeşil Gözler

Aşkla, özgürlük halef seleftir;
Tıpkı güneşle ay gibi,
Tek tek ikisi de güzel olduğu halde,
Bir arada var olmazlar..
Biri doğdu mu, diğeri silikleşir.
Aşk boyun eğip kalmaksa,
Özgürlük alıp başını gitmektir..
Ya gönüllü itaat,
Ya nihayetsiz seyahat…
Seyahati seçerseniz;
Aşk şapkasını alıp gidecek..
Aşka düşerseniz,
Özgürlüğe yolculuk bitecek..
Çünkü nasıl özgürlük aşkın zeminiyse,
Aşk da özgürlüğün finalidir…

(Can Dündar)

Geçtiğimiz yıl Erasmus'umun deli dolu günlerinden birinde:

Aklımın bir ucunda hala o bir çift yeşil göz var. Nereye baksam onları arıyorum. Sanki şu anda kompartımandan dışarıya adım attığımda trenin koridorlarında onlarla karşılaşacakmışım gibi hissediyorum. Ancak öyle bir ihtimal yok. Henüz farkında değilim; ancak seçimimi çoktan yaptım ben. Bencil davrandım, özgürlüğü seçtim. Bundan sonrası imkansızı zorlamaktan başka bir anlam taşımıyor. O bir çift yeşil gözü aslında daha bulduğum gün Varşova'da bıraktım ben! Şu anda da Viyana'ya gidiyorum. Olsztyn'den kalkan trenin Varşova istasyonunda durması benim inip, o yeşil gözlere kavuşacağım anlamına gelmiyor. Buradan binecek yolcuları aldıktan sonra beni o yeşil gözlere değil, hayat yolculuğumun bu noktasında görülmesi gereken yeni ve önemli bir kente götürecek.

Saat gecenin 11'i. Acaba şu anda ne yapıyor? Varşova'daki hemen hemen tüm eğlence yerlerini ezbere biliyorum artık. O yalnızca bir tanesine gider. Bense oraya yalnızca bir kez gittim. Bundan sonra her gece oraya gitse bile beni, bir çift siyah gözü tekrar göremeyecek. Ben de onu, o bir çift yeşil gözü göremeyeceğim. Çünkü seçimimi çoktan yaptım; sadece henüz bunun farkında değilim.

Tanışmamızın üstünden iki hafta geçti. O gece dört saatlik ilk beraberliğimizin ardından hiç buluşamadık. Ben yolda olmayı seçtim, o da sorumluluklarından taviz vermedi. İkimizinde hayatla ilgili kendimizce planlarımız var. Sadece hayatın akışı izin verdiği ölçüde birlikte vakit geçirebiliriz. Ya da sürekli beraber olabilmek pahasına yaşamlarımızdan ödünler vermeliyiz. Yalnızca şu an ikimizde bunun farkında değiliz.

Trenin garda durakladığı esnada amaçsızca dışarıyı seyrederken çaldı telefonum. Arayan oydu. Elim ayağıma dolandı. Şu anda ilk tanıştığımız yerde ve beni çağırıyor. Bundan daha kötü bir zamanlama olamazdı! Sanki hayat beni bir seçim yapmaya zorluyor. Neden iki haftanın peşine, tren tam da Varşova'da durmuşken beni arıyor? Psikolojim allak bullak, ya önceden ödemesini yaptığım, herşeyini planladığım bu turu yakacağım; ya da onu reddedip Viyana'ya gideceğim. Seçim yapmak için birkaç dakikam var. Yolda olmayı seçiyorum. Seçmek zorundayım. Onu daha sonra bir şekilde birkez daha görebilirim; ama Viyana'yı göremem. O an, tren yeniden hareket etmeye başlamadan birkaç saniye önce aklımdan geçenler bunlardı.

Viyana'yı gördüm; ama o bir çift yeşil gözü bir daha, ne kadar çabalarsam çabalayayım hiç göremedim. Okşadığım o narin kumral saçları bir daha hiç koklayamadım. O da bana yarım yamalak türkçesiyle: “Selam, Nasilsin?” diyemedi.

İki ay sonra, Türkiye'ye dönüşümden birkaç gün önce bana şu satırları yazdı. Silmedim, hala telefonumun belleğinde duruyor:

“You didn't do anything wrong. Maybe my behaviour was strange, but i'm always afraid of farewell. Erasmus people are here just for a while

Sen yanlış hiçbir şey yapmadın. Belki benim davranışım garipti; ama her zaman vedalaşmaktan korkmuşumdur. Erasmuslar çok kısa bir süreliğine buradalar


Bugün o yeşil gözleri göreli neredeyse 1 yıl oldu:

Haklıydın biliyorum; artık gerçekleşmesi çok daha zor ama seyahatimin sende noktalanmasını istiyorum. Tam bir senedir bu duyguyla içim içimi yiyor. Kimse bilmiyor, belki sen de çoktan unuttun; fakat ben hala o bir çift yeşil gözü arıyorum.

29 Şubat 2012 Çarşamba

Amok Koşucusu

Amok, Doğu Asya ülkelerinde ve özellikle Malezya'da aşırı alkol tüketimi sonrası kontrolden çıkıp, karşısına çıkan ne varsa ezip geçerek hiç durmadan koşan insanlara verilen addır. Bir Amok, bizce mantıklı ya da mantıksız önemi yok, sadece kendince belirlediği bir amaç uğruna en sonunda kendi ölümüne koşar.

Yıllarca sarayın gözdesi olarak yaşamış bir düşes... Uzak bir dağ köyüne, bir nevi sürgüne gönderilir. Gururunu koruma mücadelesi, itibarını geri kazanma yolunda dibe batarken boşu boşuna çırpınmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Bilinmedik topraklarda savaşın içine sürüklenmiş onurlu bir subay...Yaşamak için tek bir şansı olduğunu düşünür: Yıllarca büyük bir gururla taşıdığı ülkesinin askeri üniformasını kalleş düşmanınkiyle değiştirmek! Verdiği bu tek; ancak önemli ödün onu yaşamından edecektir.

Yaşıtları üniversitede öğrenim görürken, hala lisede okumak zorunda kalan bir genç. Gurur mücadelesi, iç hesaplaşmaları ve bir anlık öfkesi onu bir amok yapacaktır.

Hayatı büyük çalkantılarla geçmiş bir doktor. Çok uzaklarda bir ülkeye herşeyden uzaklaşabilmek düşüncesiyle tayinini ister. Herşeyden kaçacak; ancak kendinden kaçamayacaktır.

Tek gayesi çalışıp, biriktirebildiği kadar para biriktirmek olan, hayattan kopuk yaşayan bir hizmetçi. Hayatta bağlılık duyduğu ilk ve tek insan farkında olmadan onu uçurumun kenarına itecektir.

Zengin bir adam. Herşeyi parayla satın alabileceğini düşünürken, karısının sevgisini kaybeder. Aşk yolculuğu peşinde herşeyini yitirir. Lüks otel lobilerinden, meyhane köşelerine sürüklenen bir hayatın öyküsü.

Evinden binlerce kilometre uzakta sebebini bile bilmediği bir savaşta yer almak zorunda bırakılan bir adam. Karısına ve çocuklarına dönebilme mücadelesi kursağında bırakılacaktır.

Stefan Zweig'ı favori yazarlarım arasına sokan Amok Koşucusu, babamın gelenekselleşen yılbaşı hediyelerinden birisi olarak kitaplığımdaki yerini aldı.

Zweig şimdiye kadar okuduklarım arasında insan psikolojisine en hakim yazarlardan biri. İnsanın sevinçlerini, değerlerini, korkularını ve en önemlisi onu çöküşe götüren süreçleri iyi gözlemlemiş bir adam. Dolayısıyla "Amok Koşucusu"nu okurken etkilenmem normaldi. Normal olmayansa gerilimli bir düzlemde ilerleyip sonu intiharla biten tüm bu hikayelerin, satır aralarında yaşama sevincine yönelik göndermeler yapabiliyor olmasıydı.

Amok Koşucusu, gecenin bir saati bir solukta bitirmeme rağmen bir süre daha elimde kalan, inatla elimden yatağa düşmeyen kitaplardan biri oldu. Sanırım bir ara tekrar okumam gerekecek.

27 Şubat 2012 Pazartesi

Hayal Kırıklığı

Yalova Gemisi orada olmaktan en çok keyif aldığımız mekanlardan biriydi.  Yelken Kulübün Batı Parka taşınması ile birlikte liman içine nakledilen gemi; İstanbul Şehir hatlarından emekli olmasının ardından dönemin Belediye Başkanı Muzaffer Önder tarafından şehire kazandırılan, onun döneminde olduğu gibi sonrasında da restoran ve kafeterya  olarak  belediye tarafından başarıyla işletilen bir mekandı.
Yurt içi ya da yurt dışından gelmiş konuklarımızı özellikle yaz akşamlarında güverteye atılmış masalarda ağırlamaktan çok zevk alırdık. Tırtıl'ın listesinde-özellikle pizzasıyla- üst sıralarda yer bulan Yalova Gemisinin tersaneye çekildiği süreçte yokluğunu hissetmiş, dönünce de çok sevinmiştik. Yeniden  açılmasını sabırsızlıkla beklemiş, iki hafta evvelde Mussano'lu bir pizza keyfi yapmıştık.
Bu hafta acıkınca kardeş ve nereye gitsek acabaların arasında dolaşırken, Tırtıl'dan gemiye gidelim önerisi geldi. Kardeşin fikriyatında başka yerler varken bizim referanslarımız üzerine rotamız  gemiye çevrildi .
Masaya oturup da camdan denize bakarken bir yandan da buraya getirmenin hoş olacağını düşündüğüm insanlar geçiyordu aklımdan. Hatta şöyle bir program yapmıştım: Sabah Samsunum 1 ile şehirin tüm sahilini denizden izleyebileceğimiz yolculuğa eşlik edecek mavilikler içinde bir kahvaltı, akşamda burada balık keyfi...
Özel işletmeciye devredilmiş mekanla ilgili ilk fikirler kafamda şekillenene kadar sürebilen bir hayal olarak kaldı  düşüncelerim.

Hemen arkamızda duran Doluca standındaki şaraplara bakarken, o ara gözüm Terra'lara takıldı ki Buzbağ ezeli  favorilerimden biridir.

Ben onlara göz atarken işletme sahibinin  Dolucalara yönlendirme çabası, bunu yaparken de  Dolucaları övmesi, katoloğunu elime tutuşturması ve de kurduğu "biz de içtiğimiz için biliyoruz, bunların tadı daha güzel" cümlesi, bu ifade edişteki çok bilmiş -uyanık- esnaf tavrı, aslında çok şeyi anlattı.
Sonuçta Tırtıl pizzasını beğenirken... paçanga böreğine -eskisinden epey uzak olmasına rağmen- hep birlikte geçer not verirken... bolonez soslu makarnalar iyi niyetli çabalarımız sayesinde idare eder noktasına kadar tırmanabildi. Ancak küçük birahaneler ile 5. sınıf meyhanelerde sunulan, lezzet ve ölçek açısından göz dolduramayan tavuk şiş rezaletti. En kötüsü de balıklarla aynı yerde pişirildiği için "mis" gibi balık kokuyorlardı.

Sonuçta, bize hizmet veren kadın garsonu başarılı bulup, mekana değer kattığını  hatta bu işletme anlayışı ve lezzete fazla olduğunu düşündük

Sabah Kanat Akkaya'nın yazısında yer alan Kaktüs'ün geleceği ile ilgili haberle birlikte iki kayıp ağır geldi açıkcası... Üstelik 87 yıldır aynı yerde hizmet veren Lezzet de taşınıyor. Off!

19 Şubat 2012 Pazar

İlan-ı Aşk

Daphne ile büyük bir aşk yaşıyoruz. 
Birbirinden kopamayan, dip dibe bir ilişkimiz var.
Çok mutluyum.

Onu en çok da sosyete marketlerde takılan bol makyajlı gözü cepte tikilerden olmadığı için seviyorum.

18 Şubat 2012 Cumartesi

Söyleyince Sana Sanıyorum Söyledim*



Plakları hep sevdim. 
Kapaklarını daha çok sevdim. 
Çoğunu sadece kapaklarına bakarak aldım. 

"O", bilerek seçtiklerimin bir tanesiydi. 

 Duruşunu ve gözlerinin gülüşünü hep sevdim. 

Kimbilir kaç kez onun için plakçı vitrinlerinde kaldım. 

Günlerce sadece onu dinledim. 

Askılı bluzlu ince kadını hep sevdim.

Girdiğim kalplerde çok kaldığım günler değildi. 

Ne bir başka plağını ne de başka bir CD'sini aldım. 

Ölüm haberini aldığım gün kalbime bir damla düştü.

Bugün "o" gündeyim.



*Albüm  1987 yılında ilk çıktığı gün, birlikte ve bir an önce dinlemek için  defalarca uğranıp sorularak 2 saatin sonunda  alındı ve ilk kez -Doluca Moskado eşliğinde- şöminenin dibinde dinlendi..
*Başlık, Özdemir Asaf'ın Dum adlı şiirindendir. 
*Şarkı, aynı albümden Where Do Broken Hearts Go

17 Şubat 2012 Cuma

Batakhane Güzeli Teması Üzerine Bir Üslup Denemesi

Oyuna, başka hiç bir şey düşünmeksizin sadece müziklerini yapan Cem İdiz adını referans alarak gitmeye karar verir. Biletini net üzerinden alırken oyunun denk geldiği güne dair hiç bir ön duygusu olmadığı gibi farkındalığı da yoktur. Herşeyi o günün sabahında fark eder. Kendine ifade ettiği anlamı düşünür. Gün üzerine bir yazı yazmayı planlar ama akıp giden zamanın çok boyutlu, çok keyifli zenginlikleri içinde kaybolur. Onlarca  düşünce, anlar ve kişiler yüzüne kocaman  tebessümler kondurur. Yürek akıla bağdaş kurar. El klavyeden çekilir. Zaman tarihsiz bir şekilde başından, sonundan, rast gelesinden  akmaya başlar.

Oyunu izlerken,  aklında resmi  geçit  yapan karakterlerle, özellikle birisiyle bu oyundaki bir karakterin denkliğine şaşırır. Keyfinden başı döner. Kimsesizdir ama duyguların geçmişten geleceğe aktığı,  bonuslarla dolu, çok kalabalık ve şapşahane bir gece yaşar. Bu sevimli hali çok beğenir. Genel kullanımının dışına taşıdığı, kullanmayı sevdiği bir nitelemenin ve karakterin sahnedeki halini sever.

Asıl derdi, bu güzel oyunu insanlarla paylaşmaktır. Kendi anları ve duygularını da yazıya katmak istemektedir. Nereden başlayacağına, hangi bakıştan anlatacağına, nasıl bir üslup kullanacağına karar verememektedir. Çünkü oyun aşktan söz etmektedir. Her saniyeyi anlatma arzusu yüzünden -farkeder ki- yazı uzadıkça uzayacak, zaman  beklemeyecektir.

Sonunda oyun üzerine düşüncelerini kısaca ifade etmeyi ve yazısını da zaman içinde 'Vikipedia mantığıyla' eğip bükmeyi seçer. Ne zaman tamamlanacağı belli olmayan, şimdiki zamanın, geçmişin ve geleceğin harman olacağı bir yazı olacaktır.

Afişin altına oyuna dair cümleler yazıp, bir ara başlık atıp, olan biten herşeyi yazmayı, bu yazıyı sürekli çoğaltmayı zamana bırakmaya karar verir. O kadar çok şey çıkmıştır ki sandıktan, üstelik günün  sunduğu bonuslar o kadar lezzetlidir ki bu harmana bir kez daha rast gelmek mümkün değildir.

Alın size ruhunuza detoks, kırgınlıklarınıza botoks, yıkıntılarınıza sıva yapacak... elinizi asla  bırakmayacak, keyifli, naif, neşeli,  şarkılı/danslı...  esprileri, oyunculuk performansları, dekoru, kostümleri, ışığı, müziği, kurgusu, ritmi enfes... sıcak, sımsıcak bir oyun: Sivas Devlet Tiyatrosundan  Batakhane Güzeli. Kaçırmayın!



Vakitlerden Şubatın 14'ü

Salondaki izleyicilerden biri o gün tarifsiz bir zaman yolculuğundadır.

Oyun üzerine yazarken çok keyifli bir kullanma kılavuzu  oluşturmak niyeti vardır.

Bu güzel günün  başrol oyuncusu ise;

kolasan, sütlü börek ve limonatanın tadını çıkardığı pastanede, hiç akla gelmeyecek türden bir kadının, seçtiği pastaya yazdırmak istediği yazıdır.

10 Şubat 2012 Cuma

Bugün 10 Şubat: Günün Anlam ve Önemine Dair..

Hayatta insana kademe atlatan, geriye dönüp baktığında "Ben bunları bunları yapmışım be!" dedirten, kendine güvenini arttıran bazı kırılma anları vardır. Ona hayatının değerini farkettiren, kendine ve çevresine bundan böyle daha farklı bir gözle bakmasını sağlayan anlardır bunlar.

Hayatımın şimdiye kadarki en büyük olayı şüphesiz, geçtiğimiz yıl bugün, içinde bulunduğum Polonya Havayolları'na ait uçağın Varşova Chopin Uluslararası Havaalanına inmesiyle başlayan 5 aylık süreçti. Bambaşka topraklarda bambaşka hayatlar, bambaşka bakış açıları tanıdım. En önemlisi kendimi tanıdım. Daha doğrusu daha önceden duyduğum, okuduğum, hatta filmlerde şahit olduğum birçok olayı birebir içinde yer alarak test ettim. Kimi zaman olayın merkezinde kimi zaman çevresindeydim; ama hep bana birşeyler katacak kıssadan hisseler çıkartmaya gayret ettim.

Bu 5 aylık süreç, geriye dönüp baktığımda bana 5 yıl sürmüş gibi geliyorsa, hayatımda daha önce edinmediğim kadar tecrübe edinmişim demektir. Pişmanlıklar, "Keşke şunu da yapsaydım" dediğim şeyler yok mu? Elbette var. Günah çıkartmam gerekirse söyleyecek çok şeyim var. Ama bardağın dolu tarafına baktığımda kazandığım şeylerin sayısı hiç de azımsanamaz.

Hayatımızı farkında olarak ya da olmayarak yaptığımız seçimler belirler. Bu seçimlerden farkında olarak yaptıklarımın en doğrusu sanırım Erasmus'tu. Hayatımda daha önceden yapmış olduğum; ancak farkında olmadığım ya da çok önemli olmadığını düşündüğüm doğru seçimleri bile yeniden değerlendirmemi sağlayarak, birer deneyim olarak belleğime yeniden okuttu. Polonya'da geçirdiğim her bir dakika, -çoğunun anın akışı içinde farkına varamasam da- şüphesiz ufkumu genişletti, bana eldeki şeylerle yetinebilmenin, şikayet etmemenin, hayata her şartta pozitif bakabilmenin sözde değil özde önemli şeyler olduğunu, bizzat tecrübe ettirerek gösterdi.

Erasmus bana düşünsel ve eylemsel anlamda çok şey kattı. Burada hepsini yazabileceğimi sanmıyorum. Yalnızca tarihe bu günün benim için önemini vurgulayan küçük bir not düşmek istedim. Belki 5 ayda sırasıyla edindiğim birkaç deneyimi özlü sözler versiyonunda aktarabilirim.

Erasmus bana:

1-Daha önce soğuğu sevmeyen, kaloriferli evin rahatlığına hayran konformist bir çocuk olarak -20'leri gösterdi. İki ay karlar altında yaşattı. Esas olanın meteorolojik hava durumu değil, insanın havasının durumu olduğunu öğretti.

2-Uzun yıllar tek başına yolculuk etmekten, sinemaya restauranta gitmekten, hatta yolda yürümekten bile çekinen bir çocukken, hayatta bize karakter kazandıran eylemlerin tek başımıza çıkardığımız keyifler olduğunu fısıldadı kulağıma. İnsanın tek başına zaferler kazandığını gördüğünde, korkularının üzerine gidip onları yendiğinde, hatta onları artık stres topu gibi görmeye başladığında büyüdüğünü işaret etti.

3-Bir dilencinin bile mutlu olabildiğini gördüm, insanları sosyal statüsüne göre değerlendirmemek gerektiğini, Avrupalıların bizden çok üstün ya da çok zeki varlıklar değil, aslında bizim gibi sıradan insanlar olduğunu gösterdi. Bizden tek farklarının, kısaca kültür denerek geçilen; ancak içinde insan ilişkilerinde samimiyeti, aklınızı özgür bırakabilmenin önemini, küçük şeylerden mutluluklar yaratabilmenin değerini barındıran, hayata bakışınızı güçlendiren yaşam tarzları olduğunu öğretti.

4-Dünyanın her köşesinde, insanın olduğu her yerde benzer sıkıntıların ve mutlulukların olduğunu, başımıza gelen ufak tefek aksilikleri yalnızca bizim başımıza gelmiş gibi düşünmememiz gerektiğini söyledi.

5-İnsanlarla aramıza kendi kuruntularımızın oluşturduğu önyargılarla örülmüş duvarlar koymadan yaşamamız gerektiğini, karşımızdakini bizim gibi düşünmeye ya da davranmaya zorlamanın anlamsızlığını, sağlam arkadaşlığın ya da aşkın karşılıksız kurulabileceğini birkez daha gösterdi.

Çünkü Rotterdamlı Desiderius Erasmus bundan 500 yıl önce doğru hayatın, her koşul altında iç özgürlüğünü koruma uğrunda çaba harcamak, kimsenin efendisi olmaya kalkışmamak, fakat kimseye de boyun eğmemek; hiçbir sav ya da düşünceye baştan düşmanca yaklaşmamak, ama buyurgan nitelik almaya başladığı anda her savın ya da düşüncenin karşısına dikilmek olduğunu söylemişti.

5 Şubat 2012 Pazar

Zamanın Bedeni



...bol dumanlı, uzak bakışlı...


...kalabalık müzik içinde gülen düş...


...yazılmamış şarkının kokusu..


...kış güneşi sancılar çekerken güne...


...bankın kalabalığı...



kelimeler buradan...
hatta buradan da
Şarkı Müslüm Gürses- Artakalan (ü.d.k.v.e.t.k)
fotoğraflar Nikon L 23 ile sabahın erkeninde...

30 Ocak 2012 Pazartesi

İncecikten...




...dokunulmasın


uyanılmış oda


...bebek aydınlığın üstü...


.... hala temizlik kokulu ...


tazelik kokan soğuk


Çıtırtılı soba


saflık



Birsen Tezer Konseri?


hımmmmm!!!




kelimeler buradan

 *Birsen Tezer'in Cihan adlı albümünden...
*Fotoğraflar Nikon L23 ile.. .

26 Ocak 2012 Perşembe

Şahane Düğün

Adam, yani şu Buraneros, şu yazıları yazan kişi önceki akşam sanki kilolarca pirzola yemiş kelle gibiydi. Yazıyı neden ona bırakmadım? Çünkü abarttıkça abartacak, vik vik edecek, kasım kasım kasılacak, yok trene bindim, hava süperdi, ben de süperdim diyecek, kaldırım taşlarından girip ağaçlardan çıkacak, geceye ve denize vurgu yapacak, seyircinin kahkahalara boğulduğu oyuncuyla ilgili coşkusunu kanıt olarak ortaya saçıp, bunu önceden altını çizerek vurgulamış olmasının suyunu çıkaracak,  bu kendini bişey sanma halinden dolayı da damarıma basıp asabımı kışın göbeğindeki Everest buzuluna çıkaracak.

Mesela, daha önce yazdığı bir yazıdan, Sevgili Doktor'dan cümleler kopyalayarak : ''Oyundan söz etmeden önce de bir oyuncudan söz etmem gerekiyor: Banu Manioğlu. Sosyal, ekonomik ve sınıfsal konumları açısından farklı üç karakterin her birini başka bir oyuncu oynamış gibi, bir önceki skeçte canlandırdığı karakterin izini tümüyle silerek sevdirirken, yepyeni bir karakteri izleyici algısına yerleştirebilmek nasıl bir başarı olarak tanımlanırsa, tam anlamıyla o tanımın karşılığı bir oyunculuk gösterisiydi sergilediği." diyecek. Cümleleri bu oyundaki performansa referans yaparak, ben bu işlerden anlarımın havasını atıp, şımarıklığına tavan yaptıracak.

Banu Manioğlu'nun Şahane Düğün'de  canlandırdığı karaktere methiyeler dizerek her oyunda bambaşka  bedenlere bürünüp, başka başka karakterler olabilme becerisine vurgu yapacak, hatta şu cümleyi kuracak: "Şimdi düşünüyorum da  Şahane Düğün'deki kat görevlisini  bundan öte kim oynasa insan kıyaslar, gözler onu arar, yabancılar. Banu Manioğlu öylesine gerçek, öylesine sempatik ve öylesine kalıcı bir kimlik haline getirdi ki karakteri, öylesine kazıdı ki seyircinin algısına, bu oyunu bir başka zamanda bir başka oyuncuyla izleseniz, benimsemeniz çok çok zor."

Bununla yetinmeyip  doğruluğuna bir kez daha tanıklık etmiş olmanın keyfini çıkara çıkara,  yine yazısında kullandığı şu cümleleri gözünüze sokacak : "Olağanüstü bir oyuncu izledim ben salı gecesi, bunu çok net söyleyebilirim. Size önerim; bu adı not alın ve onun oynadığı oyunlara gözünüz kapalı gidin. Emin olun ki, izlediğiniz oyun ne kadar kötü olursa olsun, Banu Manioğlu performansının bırakacağı tat, yetecek size."  

Daha da ileri gidip -seyirci coşkusuyla kanıtlanmış- bilmişlik halinden aldığı gazla iyice kasılıp gemi azıya alarak,
"Bu oyundan Banu Manioğlu'nu çekip alsak seyirci bu kadar gülüp bu kadar coşkuyla izler miydi oyunu?" diye bir soru soracak. Sonra Banu Manioğlu performansının ve can verdiği karakterin oyunu çoğaltıp seyircinin gönlüne soktuğunu, onun performansının diğer oyuncuların performanslarının da benimsenip sevilmesine, anlam kazanmasına, dolayısıyla diğer karakterlerin de parlamasına neden olduğunun altını çizecek .

Fakat! Durağan başlayan oyunda ne olup bittiğini anlamaya çalışan izleyicinin; Banu Manioğlu'nun sahne almasıyla birlikte kopup coştuğu, kendisinin de gözünden yaşlar gelecek kadar güldüğü anlarda, tepeden gelen ve kendisine odaklanmış ışığın altında; "Bakın bakın, ben bu oyuncuyla ilgili övgü dolu cümleler kurmuştum... ben demiştim... o yazıları yazan benim... o benim işte!" diyebilmek için yanıp tutuştuğundan; "Banu Manioğlu çok büyüksün." diye bağırmayı aklından geçirdiğinden;   kendine çevrilmiş hayran gözlerden gelecek " Bu adam biliyor canım!"  bakışlarını hayal ettiğinden söz etmeyecek.  Demedi demeyin.

Ben...
Pragmatik Şahsiyet.


İzleyici beğenisinin ve algısının göreceli olduğunu göz önüne aldığımızda bazı izleyicilerin daha önce izledikleri At ile kıyaslayıp -ki Ben izlediğim halde yazmadım-, onu daha komik ve eğlenceli buldukları... Yönetmen Hakan Çimenser'in dinamik bir kurgu ile sahnelediği, muhteşem bir bitim ile oyuncusunu taçlandırdığı, bir balayı odasında yaşanan karışıklığa çözüm ararken işin sarpa sarması üzerine kahkahaların çoğaldığı, mizahı güzel, eğlenceli ve tempolu bir oyun Trabzon Devlet Tiyatrosu'nun  Şahane Düğün'ü. İzlenmeli... içinde Banu Manioğlu adı olan her oyun gibi!

25 Ocak 2012 Çarşamba

Varşova Yolcusu Kalmasın!


Geçtiğimiz sene okulunuzda girdiğiniz Erasmus sınavında dereceye girdiyseniz..

Okulunuzun Erasmus Koordinatörü ve AB Ofisi arasında yılmadan mekik dokuyup, bütün formlarınızı zor olsa da tamamladıysanız..

Lot'tan gidiş dönüş biletinizi uyanık olup erkenden indirimli aldıysanız..

Pasaport başvurunuzu yapıp, elinize geçtiği ilk gece onunla birlikte uyuduysanız..

İstanbul Başkonsolosluğu ya da Ankara'daki Polonya Büyükelçiliği'ne giderek, gerekli belgelerinizi eksiksiz bir şekilde tamamladığınız takdirde, sempatik çalışanları sayesinde iki dakika içinde sorunsuz bir şekilde vize başvurunuzu yaptıysanız..

D tipi vizenizle birlikte pasaportunuz size geri gönderildikten sonra Schengen haritasına heyecanla tekrar tekrar göz attıysanız..

Hibeniz yattıysa, ya da ekonomik durumunuz iyiyse, hatta gözünüzü karartıp: "Bi yolunu bulurum yeter ki gideyim!" dediyseniz..

Yapı Kredi'den Türk lirası hesabı açıp, hibenizi ya da aileden akrabadan gelen maddi destekleri bu hesaba yatırıp banka kartınızı elinize aldıysanız..

Finalleriniz başarılı bir şekilde geçtiyse, ya da: "Başlarım sınavına da hocasına da Erasmus'um lan ben artık!" dediyseniz..

Palace of Culture'ın yapılış hikayesini öğrendiyseniz, 2. Dünya Savaşı'nda bu neşeli halkın Varşova gettolarında çektiği acıları yüreğinizde hissettiyseniz..

Kafanızı tamemen boşaltıp, kendinizi mental olarak Avrupa hayatına hazırlayabildiyseniz..

Nerede kalacağım telaşına düşmeden, "Yaban ellerde ne yapacağım, inşallah orda Türk vardır, domuz eti mi yiyeceğiz?" gibi gereksiz kuruntulara girmeden..

50 kilo bavul doldurmadan, uzaya değil, sizin gibi etten kemikten yapılma insanların yaşadığı, herşeyin olduğu bir başka dünya kentine gideceğinizi bilerek..

Gidin Varşova'ya!

Unutmayın ki siz orada her dakika yeni bir tecrübe edinmenin mutluluğuyla, o bar senin bu şehir benim gezip tozup eğlenirken, bu topraklarda da mutlu olmaya çalışan; ancak sizin oradaki imkanlarınızın 10'da 1'ine bile sahip olamayan arkadaşlarınız olacak..

Ne kadar eğlenirseniz, onlar da o kadar mutlu olacak..

Kendilerine Erasmus'un kattığının 10'da birini katmayacak derslerden, sınavlardan vakit bulabilirlerse tabii!

24 Ocak 2012 Salı

Bahaneler


Araf;
bir yazının giriş cümlesinde kelime olmayı bekliyor.

Bir yazı; 
bir üçlemede son olmayı bekliyor.

Bir gidiş-dönüş uçak bileti; 
şimdisini bekliyor.

Bir soru;  
bilet olmayı bekliyor.

Bir arzu; 
düş olmayı bekliyor.

Bir mekan;
iz olmayı bekliyor.

Sipariş edilmemiş bir şişe şarap; 
anını bekliyor.



Madeleine Peyroux son albüm Standing on the Rooftop şahane;
kelimelerse bahane.

18 Ocak 2012 Çarşamba

Barış

 Tanıtımında "... eski mi eski. Ama ne yazık ki hâlâ insanı duraksatıp düşündürecek kadar yeni ve taze..." yazan Barış;  Aristophanes tarafından yazılmış 2400 küsur yıl öncesinden kalma bir komedya. Yücel Erten bu metni yakın tarihin olaylarına zemin yapıp, bugünün izleyicisinin seveceği espriler, danslar ve müzikle destekleyerek, seyirciyi gülmekten kırıp geçiren bir oyun yaratmış.

Güncel yorumuna Anadolu insanını, onun davranış biçimlerini ve dilini katan, Türk Tiyatro sanatının geleneksel unsurlarıyla Modern Tiyatronun ögelerini  harmanlayan yönetmen, kullanmaktan çekinmediği "hoyrat" dil ile seyirciyi oyunun en başında kazanıyor.

Son derece dinamik bir kurgu üzerinde yürüyen oyun, ikinci perdenin hemen başında ritmini biraz düşürse de, kısa sürede kalabalıklaşan sahne ile tekrar aynı dinamizmine ulaşıyor.

İnteraktif  oyun; seyirciyle diyaloglar kurup, zaman zaman onu oyunun bir karakteri haline getirirken, şarkı ve danslarında eğlencesine dahil ediyor.

Oyun eleştirmenlerden siyasetçilere, yazarlardan felsefecilere kadar yaşam üzerine söz söyleyen herkesi -farklı duruşlara sahip- örneklerle sunuyor. Hatta ortak bir paydada buluşan, örgütlenmenin değerini farkeden ama uzlaşma sorunu yaşayan, farklı "siyasi" görüşlere sahip insanların tipik özelliklerini karikatürize ediyor.

Teknolojiyle erişilen yeni davranış biçimlerinin, iletişim dilinin absürt unsurlarını esprilerinin içine serpiştiren oyun; yer yer doruk yapan sağlam diyalogları ve oyunculuklarıyla akıp giderken, Devlet Tiyatrolarına da güncel göndermeler yapmaktan çekinmiyor.

Açıkçası oyunun yürekli haline baktığımda; en azından bu alanda yarattığı özgür ortam nedeniyle mevcut iktidara karşı uzun zamandır duyduğum "saygıyı" ifade etmek ihtiyacı hissediyorum. Gerek Opera Balede gerekse Devlet Tiyatrolarında izlediğim gösterilerde yer bulabilen cinselliğe, bunun dile yansımlarına, bugünü bile eleştirebilen  hallere baktığımda;  muhalif seslere yapılan kısıtlamalar ve cezalandırmalar, kliplere yapılan kırmızı nokta muamelesi, bu yüzden yayın saatlerinin ötelenme tavrı, yazılmamış kitaplar ile sahnelere tanınan özgürlüğün yarattığı ironiye tebessüm ediyorum.

Şeytanın avukatlığına soyunup bunun toplumun bir kesimine verilmiş elma şekerleri olduğunu düşünen aklıma da çelme takıyorum. Hatta daha ileri gidip tüm muhafazakar yapısına rağmen Ertuğrul Günay'ı Kültür Bakanı yapma iradesini göstermiş olmalarını mevcut koşullar üzerinden değerlendirerek alkışlıyorum.

Seyircinin önemli bir kısmını korkutan başarılı efektlere sahip oyunun en can alıcı sahnelerinden biri Mussolini kılıklı bir karakterle ajan provakatörün son derece anlamlı diyaloglarının olduğu an. Bu sahne derdini ne kadar güzel anlatabiliyorsa, ne kadar ustacaysa; silah tüccarlarının barış ile düştüğü hali sembolleyen -aklıma muhteşem film Savaş Tanrısı'ndaki Nicolas Cage'i getiren- sahne o kadar sıradan.

Eğlenip gülünecek, akıcı ve komik, dekor-ışık-kostüm ve efekt anlamında başarılı,"bu kadar kusur kadı kızında da olur" türünden   eğlenceli bir oyun  Barış. Gidin  eğlenin, ötesine pek kafa yormayın, yani kalite anlamındaki eleştirel aklınızı ve gözünü off konumuna getirin. Gecenin keyfini çıkarıp, sıkıntı ve streslerinizi koltuğunuza bırakarak evinize dönün. Ertesi güne fazla bir şey kalmayacak çünkü...

Bir dip not olarak; bizim seyircinin oyunu çok beğendiğini, çok eğlendiğini, finali alkış sağanağına çevirdiğini, fuayede herkesin memnuniyetini ifade eden sözler ettiğini de altını çizerek belirtmeliyim!

13 Ocak 2012 Cuma

Labirent

Zaman zaman türeyen -içimdeki- "entelektüel" ukala çok bilmiş eleştiriler yapsa da, ben bu tavrı bizden olanları küçümseme eğilimlerimizin bir tezahürü olarak değerlendirdim.

Labirent, içimdeki ukalanın eleştirdiği noktalarına rağmen çok güzel bir sinema günü yaşattı bana. Bunun altını rahatlıkla çizebilirim. Üstelik öyle bir açılışı vardı ki filmin, öyle bir şok haliydi ki; inanmayacaksınız ama ağır çekim tekrarını bekledim, üstelik bu bütünüyle bilinçsiz, içgüdüsel bir tavırdı.

Filmin etkileyici jeneriği akarken, ellerinde mısır kutularıyla salona girmiş izleyicilere imrendim. Aradım. Almamış olduğuma pişman oldum.

Hırsız Polis  severek izlediğim -nadir- dizilerden biriydi ve Timuçin Esen orada bir polisi canlandırıyordu. O halini benimsemiş, beğendiğim oyuncular kategorisine dahil etmiştim. Bu filmde de aynı hali görmek, aynı ses tonunu işitmek başlangıçta yadırgadığım bir durum olmasına rağmen, alıştım ve oradakiyle yakın ama başka bir kimliğe taşıyarak izlemeye başladım, performansı beğendim.

Filmin bazı sahnelerinde bir sonraki hali tahmin eden ukala, sinema dilinin Paul Greengrass taklidi olduğunu söylese de, ben buna kulak asmadım. Çünkü bunu bir kopyalama olarak değil sadece beğenilen bir ekolun kendince yorumlanarak  uygulanması noktasından aldım.

Labirent, popüler sinemanın ajan-terör-terörist temalı filmlerinin tüm klişelerini içinde barındırsa da, üstelik daha önce de vurguladığım gibi olan biteni aşağı yukarı tahmin etseniz de, yine de ondan zevk almanızı engellemiyor.

Küçük roller dahil oyunculuk performansları, teknik alt yapı, kameranın devingen hali, filmin temasına son derece uygun, etkileyici ve başarılı müzik, dinamik kurgu, gerçeğe çok yakın sahneler ve tüm bu uğraşlardaki samimiyet kaçınılmaz bir biçimde insanı etkiliyor; tabii ki  her şeyde kusur arayan, nüanslardaki hataları bulup çıkarmaya seven, bunları öne çıkarıp filmleri yerden yere vurmaya bayılan biri değilseniz! Ben de -zaman zaman- Paul Greengrass'in bayıldığım Bourne serisiyle benzeştirsem de filmin işleyişini; film, ilerleyen dakikalarında ve bitiminde içimdeki ukalayı alt edip -iyi- yüreğime dokunarak, bunun özgün bir çaba olduğu noktasına taşımayı başardı beni.

Oyuncuların çok doğal ve hayatın içindenmişlercesine kimlikler haline getirmeyi başardıkları karakterler etkileyiciydi. Meltem Cumbul'a bayıldım. Hem fiziki görüntüsü hem de oyunculuğu kusursuzdu. Meltem Cumbul halinden ve daha önce oynadığı karakterlerden sıyrılmış ve tümüyle Reyhan(Suna) olmuştu. Özellikle- bu bilinçli bir tercih midir bilmiyorum ama- Hırsız Polisteki ana karakterlerden biri olan Mavi'den izler taşıyor olması, en azından dizinin ve Mavi'nin hayranı olan ben için Fikret- Reyhan(Suna) ikilisini benimsemek açısından kolaylaştırıcı bir faktör oldu.

Politik göndermeler de içeren ama bunların hiçbirini bir iddiayla oraya koymayan, temasını bunun üzerine kurmayan, bu noktada oldukça samimi olan filme; ritminden, kurduğu aksiyondan, yarattığı heyecandan,  polis-terörist-eylem üçgenine odaklı, karakterlerin yan hikayelerini de izleyiciye sunan "popüler" bir aksiyon filmi noktasından baktığımda izlemesi keyifli ve başarılı bir film olduğunu söylemem kaçınılmaz.

Üstelik film arasında aldığım küçük paket mısırı ikinci yarıdaki akışa kendimi kaptırdığım için erkenden tüketince;  neden büyük bir paket mısır almadığım için epeyi hayıflandım.

Yazının içinde vurguladığım noktalardan bakmayacaksanız, sadece iyi bir aksiyon filmi izleyeceğim ama beklentilerimi yüksek tutmayacağım, eleştirel bakan gözlerimi off konumuna getireceğim,  mısırımı yiyip kolamı içerken iyi vakit geçireceğim diyorsanız, diyebiliyorsanız, bu filmi izleyin derim ben!

Ötesi size kalmış.

11 Ocak 2012 Çarşamba

Tek Kişilik Şehir

 İki yıldır, biletlerim elimde olmasına rağmen iki kez kaçırdığım, üçüncüde yine bileti almış olmama rağmen  yolumuzun kesişme olasılığının azaldığı bir oyundu Tek Kişilik Şehir.

Ben ısrarla izlemek istiyor ama yaşamın önüme çıkardığı engeller  her seferinde duygularıma, aklıma setler örüyordu.

Aramızdaki ilişki tam anlamıyla kaçan kovalanır halini almıştı. Ne kadar ısrarcıysam, yaşamda o kadar engelleyiciydi.

Önceki salı,  yeni yıldaki ilk yazımın satır arasına sıkıştırdığım kişinin yarattığı,  dolaylı da olsa beni etkileyen sorunun,  en azından muhataplarını  rahatlatan haberiyle birlikte  kalabalıktan iyice uzaklaştım.

Sevdiğim sokakların yağmur kokusu kararsızlığıma yön verdi ve eve gidecekken kendimi AKM' de buldum.

Salona girdiğimde oyunun başlamasına 15 dakika vardı... ama oyun başlamıştı! Bir restoran şeklinde düzenlenmiş sahnede sırtı seyirciye dönük bir erkek, izleyicinin profilden izleyebildiği birisi erkek diğeri kadın üç kişi ayrı masalarda yemek yiyorlardı. Oyun da zaten bu kurgusuyla  salona girdiğiniz andan itibaren sizi içine çekmeye başlıyordu.

Çoğunluk tarafından durağan olarak nitelendirilebilecek sahnede gözünüzü alamadığınız türden bir işleyiş hakimdi. Bu durağanlık yaşamdan biriktirdiklerimizle orantılı olarak sahnenin farklı köşelerindeki  kişileri ilgiyle takip etmemize, onlara senaryolar yazarak profiller oluşturmamıza olanak yaratırken, izleyiciyi daha en baştan zihinsel bir oyuna dahil ediyordu.

Oyunu çok ama çok beğendiğimi hemen söylemeliyim. Çünkü bir haftadır hangi cümleyle başlayıp nerelerine dokunsam dediğim oyun üzerine ciddi bir üslup arayışı içindeyim. Bir haftadır, aklımdan geçen cümleleri kaydedecek bir aygıtın henüz bulunamamış olmasına hayıflanıp duruyorum. Çünkü çok sevdiğim, büyük bir keyifle ve kahkahalarla izlediğim  oyunu, uzun ve güzel cümlelerle anlatmak istiyorum. Ancak yetemiyorum.Yaşama olan tutkumla, tiyatroya olan bağımı katmerleyen  oyunun en etkileyici hoşluklarına dokunarak, kısa yoldan bitirmek istiyorum yazıyı...

Neredeyse yaşamının tamamını internet, dolayısıyla bilgisayar üzerinde yaşayan,  sürekli bir şeyler alıp satan -Cüneyt Mete'nin muhteşem oynadığı-  kahramanımızla...   salona girdiğimiz anda dahil olduğumuz restoranın, oyuna ve ana fikre önemli katkı veren ve sürekli tekrarlanan eylemler esnasındaki "İster ağır ol ister hafif aynı hızla düşersin. Çünkü ivme sabittir. G eşittir dokuz onda sekiz" cümleleriyle beni benden alan, ödüllü oyuncu  Devrim Yakut'un canlandırdığı, diyaloglarına bayılacağınız bir  garsonumuz var.

İkinci perdede randevuya gelen -chat arkadaşı- kadın kahramanımızla tanışıyoruz. Ve tabii ki ona bayılıyoruz. Üstelik internetin yaşamımıza girmesi ile   başladığımız yeni hayatın ve "trendy" akımların üzerinde vücut bulduğu -Benian Dönmez'in şahane oynadığı-, "tiki" dilli harika bir karakter bu.

Oyun ikinci perdede zaman zaman üçlünün diyalogları ile bol kahkahalı, etraftan cümleli ve tanıklıklarımızla devam ederken,  ödüllü yönetmen Serhat Nalbantoğlu yavaş yavaş bir sürprize hazırlıyor bizi.

Dokunamadığımız yaşamın insanı aslında nasıl yalnızlaştırdığı üzerine olaylar ve düşünceler ortaya koyan bu şahane oyun;  yaşamım boyunca izlediğim gösterilere göz attığımda, en etkileyici ve  muhteşem finallerden birine sahip.

Behiç Ak'ın elinden çıkmış absürt, güldürürken aslında  yaşadığımız zamanın ve geleceğin dramını yansıtan öyküyü  efektlerle destekleyip ışık ile çoğaltan, oyunu olağanüstü bir finale ulaştıran yönetmen Serdar Nalbantoğlu'nu...  ışık tasarımlarının sahibi Şükrü Kırımoğlu'nu... bitişi muhteşem bir görsel şölene  çevirip, elimizden kayıp gidenlerin ne olduğunu kalbimize ve aklımıza çakan -En İyi Çevre Tasarımı ödüllü- Işın Mumcu'yu, tabii ki üstün performanslar ortaya koyan tüm oyuncuları yaşattıkları güzel gece için fazlasıyla alkışlamak gerekiyordu ki bizim seyirci olağanüstüydü.

Restoranın dışında olup bitenlere dikkat!

6 Ocak 2012 Cuma

Sanat Sokağı


 ...bir filmin her karesinin açtığı ufuklara teslim,
Yoksa çalan şarkı mıdır, tetik tetik vuran...
akıl çeperlerine takılmış duyguların kavga dövüşü
... üşümüş ve sokulgan adımlarla çocuk uykusundaki sokaklarda...
Meyhane köşelerinde,
kum üzerinde,
şiirler okunmuş ağaçların gölgesinde,
yaz esintilerinin yosun kokularında,
alkole bulanmışlığın gecelerinde
"gözlerime kilitlenmiş gözleri özlemek istiyorum." diyor, iç ses...
...
Öteki de "sus!.."


*resim altı cümleler buradan

3 Ocak 2012 Salı

KAR

Ben elime ne vakit acı kahvemi, sırtıma şalımı alıp, tümörlü, üvey annesinden dayak yiyen ve geceleri yastığını gizli gizli kanatan bir çocuğun genellikle çok acıklı, masmavi sesinden şarkı dinleyerek pencereden dışarıyı seyrettiysem mevsim kıştı. Kış öteden bu yana hep miladi, tanıdık, sessiz bir ölümü getirdi, bahar yeniden doğuşu, yaz yaşamı, güz hastalığı…

Ben her bir başka yaşıma girdiğimde de mevsim kıştı. Kutlamalar, akşam 10 dan sonra başlar, babamın eve gelmesini beklerdim, evrak çantasını kapının köşesine koyar, tırnak uçlarımda yükselip yanaklarını öper, "Hatırladın mı?" derdim. O zamanlar bütün pastalar meyveliydi. Tabii tüm bu çok hevesli, çocuksu, vikvik hallerim 8-10 sene önceydi. Şimdiyse yılın aynı gününün akşam 10 dan sonralarını bir iki yakın, gerisi, gereksiz, samimiyetsiz, ukala tanıdıkla ve birkaç çeşit alkollü içeceğin eşliğinde kesilen çikolatalı pastalarla geçiriyorum.

Ve artık yaşım kadar değil sadece bir mumu üfleme hakkı veriliyor.

Adet kanaması kıvamında, boğazımda balgam tadında geçen günlerimden pişman değilim. Umduklarım bulduklarımdan fazlaydı, notlar hayal kırıklığı üzerinden AA ydı. Kalbimi Alman malı 40 yaşında bir torna tezgahına kaptırdım. Tereddütlerim rulmanlardı hemen hemen her yere lazım… Toz, is ve yağ içimdeki atölyenin genel halindendi. İşledim, deldim ve parlattım elimdekileri, her yerde çelik gibi bir ağlayıştı gürüldeyen… Güldüğümüz olmadı mı? o da molalarda içilen sigara eşliğindeki çaydı. Bu yüzden çayı da demliği de bir başka benimsedim.

Ben bir işçi emeklisinin gömlek cebinde unuttuğu mendilim. Yaşamaktayken karısının, akşamları el deterjanıyla, leğende sıcak suda çitilenişimi bekledim…

Geceleri, papazın ızgaralı bölmesinden beni dinleyip dinlemediğini merak ederek geçirdim, bir günah çıkarma merasimi sırasında.

Tövbeden alnım secdelerde ıslandı, asalı bir evliyaydım ama kimse cenneti müjdelemedi ki.

Bu sene bahçemdeki tüm zakkum ve nergislerin, kafir ve mümin yanlarımın, etimin ve kemiğimin ve medcezirlerim üzerine kar yağması dileğiyle, yeniden doğuşa, bahara…

2 Ocak 2012 Pazartesi

1 Ocak 2012 Pazar

Envanter

"Evet, bir süredir yeni yıl 2011'i öteki yıllardan daha farklı bir heyecanla bekliyorum. Hayatımda bir yılbaşında ilk kez tüm zamanlarımdakinden daha coşkuluyum. İçimde, yeni yılla ilgili tarifsiz sevinçler var. Ve biliyorum ki; eğer ölümler ya da çaresiz hastalıklar olmazsa, benim ve kocaman ailem için şahane bir yıl olacak.."  demiştim, geçen yılki Yeni Yıl Konseri yazısının içinde... Tümüyle öyle bir yıldı.

Üstelik 2012'ye sarkacak, onun ilk yarısında hayata geçirilecek, yılı yıllara taşıyacak güzelliklerin müjdeleri de asılmıştı çam ağaçlarının dallarına... Sarılı -morlu, kırmızılı- pembeli, mavi, yeşil ışıklar pırıl pırıldı. Geleceğe taşınacak güzelliklerin tüm müjdeleri bize, biz onlara göz kırpıyorduk. Umutlar, hevesler, coşkular, hayaller her bir sözcüğümüzde ışıldıyor, birbirimizin sözcüklerine yansıyor; çoğalıyor, çoğalıyor, çoğalıyordu.

Parıldıyorduk.

Bu yılbaşı planlarımız farklıydı. Bir arada olmayacaktık. PTT takılmak beni heyecanlandırmıştı. İki bira, zeytinyağlı cips, kuruyemişle kanepeye uzanma planımı sevmiştim. Ayaklarımı kanepenin kolçağına uzatacak, televizyon keyfi yapacak, bloglarda dolaşacaktım. Çok hevesliydim.


İki gün önce Yeni Yıl konserindeydik. Şıktık, fuayede neşe saçıyorduk. Çok eğleniyorduk, çok eğlendik. Güzel bir yazı planlamıştım konser üzerine... Tırtıl ve Naz'la yaptığımız yorumların neşesini saçacaktım satır aralarına... Büyük bir sopranonun altını çizecek, birlikte fark ettiğimiz nüansların güzelliklerini aktaracaktım. Bu yıl da, gelecek yılın kaymaklı dondurmasını erkenden yiyen mirasyedi  gülücüklere rastlanacaktı satır aralarında... ama kursağımıza taktı birisi.

Tırtılın pastasını alırken, bira konusunda tereddütteydim. Ona çikolatalı ve kestaneli pastasını bırakırken biradan vazgeçtim. Hatta bir şey içmekten de...

Arabeske vurup, akıp giden zamana bir not olsun diye, kara bir yazı, kapkaraya boyanmış, içinde tek  kelime  olmayan bir post bırakmak istemiştim, yılın son dakikalarına...

Güldüm.

Sonra dizlerine yatıp, kafamı karnına gömüp iki kelam etmek istediğim ses karayı çekip pembe yaptı.  Umut kafa kaldırdı, gelecek yılın kaymaklı dondurması baskın çıktı.


Kadehimi çalkaladım. Şarap; kadehin duvarlarında uçan motosiklet oldukça, ben renklerini kokladım; geçmişten ve gelecekten. Bir öpücük yolladım, ona ve hayata.

Şarap, güzel bir uyku, kulağımda asılı ses kaldığım yerden devam ettiriyor. Öncekinden daha güzel bir yıl olacağını biliyorum. Sayımı yaptım kalan kârı yeni yıla devrettim.

Madem ki kaldığımız yerden ve üzerine koyarak devam ediyoruz; o zaman  ben susuyorum. Önceki yılın son cümleleri konuşuyor:

"Dilerim herkese; mutlu, ama çok çok mutlu, içinde bir sürü bonusun saklı olduğu, yollarınızın o bonuslarla kesiştiği, güleryüzlü, yeni, yepyeni bir yıl... Kutlu olsun efendim, gelip -bazen-yazılarınıza yorumlar bırakamasak da hepinizi-tüm samimiyetimle söylüyorum ki- çok ama çok seviyoruz."

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP