Hayatın kendisi çok doğal aslında. Ve bir yaz yağmuru kadar kısa ve hoş. Bizler de zaten birer damlayız. Gökkuşağında parıldayan.*
Misafirim kıymetli. Bir gizemi var, merak ettiriyor. Epeyi uzak yoldan gelen onu karşılıyorum. Meraklarımın yanı sıra uzun bir sohbet esnasında keşifler yapmak istiyorum. Ve elbette şehrimle tanıştırmak da...
Gün cumartesi, her ne kadar pide günümüz pazar olsa da biraz zamana ihtiyaç var, dolayısı ile işi şansa da bırakmak istemiyorum. Saat 10 gibi yola çıksak pideciye varmamız en fazla 15 dakika.
Şimdi her zamanki masamdayız. Fırın tarafına geçmiş ve kaşarlı açık pide diyerek siparişi vermiştim. Pek tatlı garsonumuz güler yüzle geliyor, hal hatır soruyor ve onu misafirimle tanıştırıyorum. Kısa süre sonra da enfes pide masada yerini alıyor. O süreçte bir kaç sayfa okuyorum. Konu sinema. Bana uyar. Ancak konukta sinema konusu derya deniz. Şaşkınlıkla ve keyifle satırlarının arasında yok oluyorum. Enn tatlı garsonumuz gülerek geliyor ve ne içermişiz diye soruyor. Aynı anda ses veriyoruz ve çay lütfen diyoruz.
Ve fincanla diye de ekliyoruz.
Onunla üslubumuz kaynaşmış durumda. İletişim muhteşem, sinema merakımız ortak, bu uyum zamanı daha da keyifli kılıyor ki ufak da bir şaşkınlığım var. Satırlardaki derinlik, ses, anlatım büyülü olmalı ki ben ağzım açık biçimde satırları ve onlardan akan sesi hissediyorum. Bir rüyadayım sanki ve bu nasıl keyifli bir rüya diye aklımdan geçiriyorum. Oysa bir gerçeklik anındayım.
Hımmmmm pide! Muhteşem bir lezzet. Frambuazlı Hayat'a bakıyorum. Bir fikrim oluştu ama yine de soruyorum. Bayıldım, diyor. Gülümsüyorum ve iznin olursa beni teslim alan satırlarının içinde yok olmak istiyorum, diyorum. Gülümsüyor. Satırlarda yok oluyorum ama ilginç bir durumu fark ediyorum. Sayfalar konuşuyor. Harflerin yerini sesler alıyor. Karşımda bir canlı var ve ben onun sesinde kayboluyorum. Bir kitap okuma evresinden başka, büyülü bir evreye geçtiğimi fark ediyorum. An itibariyle bir sohbetin dinleyici tarafındayım. Sinema faslı bitiyor o arada. İlk öykü ile birlikte bir zaman sıçraması ve şimdi anlatıcının büyüsünün esiri olarak başka bir evrende, her biri kısa ama güçlü anlatımların içindeyim. Bunların yaşanmışlıklar olduğunu düşünüyorum. Ve her anlatı ile karşımdaki karakterin duygu dünyasına girip enfes keşifler yapıyorum. Tüm bunlardan ona hiç söz etmiyorum ama!
Pide bitti, ikinci çaylar, diyorum ve anlaşılıyor ki bu tadın üzerine tat eklemek istemiyoruz. O halde, diyorum şimdi enn bayıldığım kitap okuma noktama geçebiliriz. Elbette bunun bir emrivaki olmasını istemiyorum ve soruyorum.
Gülümsüyor.
Afiyet'deyiz. İzninle pastayı ben seçmek istiyorum, diyorum. Gülümseyerek onaylıyor.
Frambuazlı lütfen veee... derken ona dönüyorum, onaylıyor, çay kahve diyorum, çay diyor. Enfes bir yağmur miss gibi kokuyor. Mekânın verandasındayız. Lozan Caddesi yağmur kokuyor. Konuşma ihtiyacı hissetmiyor, satırlardan akan sese teslim oluyorum ve her öyküde, anlatıda şaşkınlığım biraz daha artıyor. Blog yazılarının ötesinde bir hâl var. Kendimi tekrar edecek olsam da söylemeliyim ki ben okumuyor dinliyorum. Ve bir karakterin, ruhun, inceliklerini daha derin fark ediyorum.
Bu arada kıskanmayın n'olur, altını çizmeliyim ki pasta muhteşem.
Elbette an da!
Uzun bir iletişimin ardından pasta da bitiyor, sicim gibi yağmurun altında, yağmurlukların fermuarları çekilmiş halde bir mola vermek için Frambuazlı Hayat ve ben eve doğru yürüyoruz. Yine sayfaların içindeyim. Dediğim gibi onların bir sesi var. Gözlerim satırlarda olsa da, anlatım sanki kulaklarımda. Ortak noktalarda kendimi de takdir ediyorum. Öte yandan İstanbul'u ne kadar özlediğimi fark ediyorum. O esnada enn sevdiğim kadını arıyorum ve geçirdiğim zamandan ve satırlardan söz ediyorum.
Kitabı pazar günü bitirme planım var.
Günün gıcık başlangıcı buzdolabımdan, arıza ışığı yanıp sönüyor. Oysa nane likörümü bardağımı buzlukta beklettikten sonra eklemek, içine de bir iki buz atıp yoğun şeker tadını eksilterek içmek istiyordum. Dün yatağa uzanmış kitapla sohbet ediyorken öyle içmiştim ve hoşuma gitmişti. Elbette pes etmiyorum, likörü bardağa koyuyor, buzluğa atıyor, dolabın bana kıyak yapacağını farz ederken bir süre beklemeyi göze alıyorum ve onu kitabın satırları ile birlikte usulca içerken fikrim bana bir fikir daha sunuyor.
Evet, Palmiye Kafe'deyiz. Onsuz bir final düşünülemez. Üstelik iki gündür yaşanan keyifler üzerine...
Fakat fotoğraf makinesini atmayı unutmuşum sırt çantama! Mekânda bir fotoğrafımız olmalıydı diye düşünüyorum. Frambuazlı Hayat'sa üzülmem diyor ve akıcı satırları ile teselli oluyor bana.
Ve kitabın söz ettiği müzisyenler ve müzik; hepsi birer efsane.
Kapuçino enfes. Denize bakan camın kenarındayım ve dört kişilik masaya yayılmış durumdayım. Frambuazlı Hayat ile kankayız artık, birbirimizi dibine kadar tanımış ve hissetmiş durumdayız. Ben biraz daha uyanığım sanki, onu dinliyorum. Kitabın böyle de bir büyüsü var, bunu daha önce fark etmiş ve yukarılarda bir yerde söz etmiştim sanki.
O kadar büyük bir lezzet ki bu. Bir hayatı, ilginç ve zengin bir hayatı dinliyorken gözlerimle, gülümsemelerime şaşkınlıklar da ekliyorum. Finalde bir kitap okudum diyemiyorum, bu şaşırdığım bir durum olsa da bir yanıyla şaşırmam da gerekiyor; çünkü yazarın sesi insanın gözlerinden ruhuna akıyor.
Muhteşem bir samimiyeti var üslubun ve duygusu bulaşıcı...
Sanırım!
*Kitabın arka kapağından.