Bak bir varmış bir yokmuş
1 saat önce
Fuayeden Yazılar
Kitap boyunca gerilirken, iyice meraklanıp bulmacayı çözmeye çalışırken, mizahı polisiyenin içine yerleştirmedeki keyfini tasavvur edip bu c...
"Ben bugün karar verdim, hafta sonu -belki de yarın- sinemaya gideceğim ve hayata sıfırdan başlayacağım. Depremin ilk gününden beri bir odanın içinde bilgisayar kucağımda, piyasalar kapalı olduğu için iş güç de yok, hayat ve ruh gri, öğle üzeri bir şeyler atıştırmak için dışarı çıkıyorum; orada burada biraz laflama, sonra bari hatırlatma aşımı olayım bahanesi ile sağlık ocağı gibi aktiviteler, başka şehirlerdeki arkadaşlarla telefonlaşma falan... Blog dünyası olmasa ve yazmasaydık ne yapardık diyorum bir de... Şaşkınım, bana bir şehir için çok üzüleceksin deseler, hadi ordan derdim Sevgili Okul Arkadaşım, içimize nasıl girmişse insanları ve kendisiyle... Kalbime gözyaşı döktürüyor... Garip!"
Koşuyorum çalışma odasına, gözüm radar detaycılığında tarıyor okunmayanlar bölümünü. Fakat hayal kırıklığı; aldığımdan eminim oysa! O ara benzer renkli bir kitabı fark ediyorum, o an onu öbür kitap olarak düşündüğümü sanıyorum ve üzülüyorum ki içim dürtüyor beni; onu aldığım konusunda ısrarcı. Yeniden göz atıyorum raflara, sonra en üst sıradaki kitapları yeniden tararken arkada da kitaplar olduğunu fark ediyorum ve bingo! Burası Radyo Şarampol. Üzerindeki tarih 18 Ocak 2021. Hemen alıp yatağıma dönüyorum; gün ışımamış ve sabahın en erkeni. Başlıyorum ve başlamamla birlikte kitap hüüp diye çekip alıyor beni. Artık başka bir dünyadayım; ruhum kitabın içinde bedenim yatakta olsa da... Zihnim fırsat bulsa güne dönecek ama nerede o fırsat.
O nasıl bir üslup, o nasıl güzel betimlemeler, o nasıl güzel cümleler; kelimeler, harfler sadece bir araç, benim gözümde film kareleri gibi akıyor kitap. Bütün karakterlerini sanki hepsini bizzat tanımışım, tüm mekânları gezip görmüşüm gibi anlatmazsam namerdim. Müthiş bir yazarla tanışıyorum: Şükran Yiğit. Bu kadar mı yetenekli olur bir insan diyor başka bir şey diyemiyorum. Ve tüm bu cümleleri çok kolaylıkla yazdığından da adım gibi eminim. Doyamıyorum, elimden bırakamıyorum, bırakıp da karabasan dünya hallerine dönmek istemeyecek kadar da bencilim.
Başka denizlere benzemeyen deniz çekiyor. Oltaya gelmemek mümkün değil. Güneş, cam altlarındaki fotoğraflar gibi parlatıyor onu. Sırtımız Musa Dağı'nda. Alabildiğine Akdeniz. Ellerimiz mandalina kokulu. Tüm politik yaklaşımların uzağında, tüm tarihsel süreçlerin dışında, bir masal yaşamak istiyoruz. O da buna çağırıyor zira.
Şu karşıdaki ev ne sevimli. Pamuk Prensesle Yedi Cücelerin mi? Çıktığımız yokuş umurumuzda değil. Neden bu kadar çiçekli ve bakımlı olmuyor diğer köyler? Kendi içinde kenetlenmek ve biraz da öksüz hissetmek olabilir mi sebebi? Oyun parkı derin bir yalnızlık. Tüm çocukları eskideymişçesine bir özlem. Huzurlu bir sessizlik. Usul bir rüzgâr.
"Biz varız amaa!"
Şeniz üstelik!
Birimiz kaydırağın tepesindeyken ve diğerimiz Akdeniz'e doğru uçarken; göğe doğru uzattığımız dümdüz ve bitişik bacaklarımızla yararak havayı, gittikçe artırıyoruz hızımızı. Yeşilin, huzurun ve sessizliğin her tonunun tadını çıkarıyoruz bir zaman. İki yaşlı insan çıkıyor o ara yokuşu. Kim bilir kaçıncı kez? Oyun parkıyla masal evin arasındaki yola kıvrılıyorlar.
Selâm veriyorlar.
Selâm veriyoruz.
Sonra... merakla, onların gittiği yolu yol edip yürüyoruz. Bi güzellik bi güzellik ki sormayın.
Hıdırbey'e geçerken -aklımız kalarak- süzdüğümüz bu küçük köyü tavaf etme zamanı.
Önce likörlerin ve şarapların tadına bir bakalım mı?
Yirmi sekiz kadının oluşturduğu kooperatifin ürünleri bunlar. Tabii ki reçeller ve zeytinyağları da... Tezgahtaki kadınlardan daha genç olan İskenderun'dan gelin gelmiş köye. Diğeri eltisi. Tadım yapıyoruz likörlere. Kendi yaptıklarımızdan çok farklı gelmiyor önce. Sonra meyvelerin dalından oluşu çıkıyor öne. Şaraplara dokunuyoruz... Taşıma sorunu... Taş yerinde ağır bir de! Her yere kargo ile gönderiyorlarmış. Alıyoruz kartlarını... Yandaki bina dikkat çekici. Pansiyonmuş meğerse... Ah bilseydik keşke! Köyde uyanmak! Hımmmm... Vakıflı'da. Vadiden gelen portakal mandalina kokuları eşliğinde solumak sabahın serinini ve verandasından bakmak Akdeniz'in ötelerine... Misafir olurduk bir akşam yemeğine; Ermeni mutfağı ve yerel şaraplar eşliğinde, koyulturduk bir geceyi mesela. Yapacağız ama. Kesinlikle. Belki bir bağ bozumunda, belki de sadece lezzetleri için yeni bir Hatay turunda.
Kilisenin adını soruyoruz, tadarken likörleri. Sonra manasını. Kilise ile ilgilenen ve sorumlusu hanımefendiye yönlendiriyor bizi, bilmediğini ekleyerek gelin. Bir üstte zaten kilise. Surp Asdvadzadzin Ermeni Kilisesi. Bir kaç kadın kapısının biraz yanındaki bir masada, tam da evin kapısında, sohbetteler. Hanımefendi gülen gözlerle kalkıyor, açıyor kapıyı ve giriyoruz birlikte kiliseye. Pırıl pırıl. Sorularımızı tek tek yanıtlıyor. Sonra -anahtarı bize teslim edip- yalnız bırakıyor. Gönlümüzce para atıp kumbaraya, alıyoruz mumları. Yakıyor ve gömüyoruz kuma, dileklerimizle birlikte. Bu toprakların genelinde yaşanmış ve yaşanmakta olan acılara dualarımız. Olmasalardıya yok bir faydası elbet, ama geleceğimiz olsun kardeşçe diye.
Kimler geldi kimler geçti köyden merakımız. Giriyoruz mezarlığa. Bazıları taze. Üzerlerinde kırmızı fenerler, ışıyorlar kırmızı camların içinden. Bazılarında aynı aileden 3-5 kişi. Dualarımız hepsine. Olağanüstü huzur veren bir coğrafyada sessiz bir köy Vakıflı; küçük, sakin, ama cansız değil. Peri kızları dolaşıyor içinde. Gözlerimle gördüm desem inanır mısınız? Yoksa bir masal mı benimkisi?
Mezarlığın hemen yan tarafında, yoldan yüksek bir set üzerinde, bir çeşmenin dibinde bir banka oturuyoruz. Karşımız pansiyon. Tepemizde mandalinalar. Sağ tarafta, uzak tepelerde, peri kızın başının biraz üstünde rüzgar santralleri. Ne kadar daha rastlayacağız bu coğrafyada. Ne güzel.
İçimizde bir hayıflanma... ve bir derin ukde. Bir gün mutlaka... Hatta, Hıdırbey'e giderken minibüsün köye doğru döndüğü virajın solunda kalan, ve aklımızı alan, seyir teraslı restoranda içeceğiz bir akşamüstü rakısı. Bu ucundan, Cebelitarık'ı görecekmişçesine bakacağız Akdeniz'e.
*Edindiğim bilgiye göre köyde depremden ölen kimse yok, bir iki ufak hasar var, ancak İki Güzel Abi'den Mehmet Abi Samandağ'da yaşadığından ve ora da yerle bir olduğundan Görüşmek Üzere vurgusu yine soluk... Kooperatifteki kadın sayısı da 32 olmuş.
Herkesçe kabul gören ve önerilen mekânların fazlası ile farkındayız. Aslolansa onların bize neler fısıldayacakları. Bir ipucu vermeliyim sanki burada, ya da bir sır: Başkalarına benzemek zorunda kalıp özlerini yitirmesinler diye çok hoşlandığımız, büyük aşklar yaşadığımız, kalbimize sokup orada sevdiğimiz, onlara karşı fazlaca korumacı olduğumuz mekânlar vardır bizim; bütün sevgi sözcüklerini içtenlikle kurduran.
İşte bunlardan biri ile büyük bir aşk yaşayacağımızdan henüz haberimiz bile yok.
Çoğu zaman içeride görülen sokak lambalarına aldanıp da sokak sanarak girdiğimiz, daracık sokaklara daracık girişlerle ulaşan ve aynı avluyu paylaşan evler muhteşem. Sakin ve mutlu. Şaşırtıcı derecede güzel mekânlar ve sokaklar barındıran bir mahalle burası. Zenginler Mahallesi.
Her taraftan müzik sesi geliyor ama asla rahatsız edici değiller. Bodrum'un eski zamanlarını çağrıştırır gibi. Bunu konuşuyoruz kendi aramızda. Ama sanki daha özgün ve daha buraya ait bir güzellik bu. Özenli, şık bir mütevazılık ve samimilik hissettiriyorlar. Hepsine tek tek girmek istiyor insan. Çok güzeller gerçekten. Çok ama!
Önünde kalıyoruz mekânın, bira ile ilgili fiyat uygulamaları, ve adına uygun tabelası ilginç geliyor. Mekân da... Göğe Bakma Durağı. Bizi çekti. İlk bakışma etkileyici. Birkaç saat sonra buluşup dost olacağımız ise kesin gibi!
Her biri tablo güzelliğindeki evlerin ve mekânların arasından geçerek otele doğru çakırkeyif yürüyoruz. Müzik sesleri gencecik. Gençlikle tarihselin muhteşem tamamlayıcılığına tanıklık ediyoruz. Kıpırdatıyor insanı kaçınılmaz olarak. Solunan hava fazlası ile tahrik edici. Cıvıl cıvıl bir hayat. Rahatsız ve huzursuz edecek hiçbir şey yok. Hani desem ki evinizde bile bu sokaklardaki kadar huzurlu ve güvende hissetmezsiniz kendinizi. İnanın bana. E biz de genciz yahu. Üstelik yalayıp yuttuğumuz bir hayat var. O halde rakı üstü bira mutlak. Biraz daha tereddütün ardından Göğe Bakma Durağı'ndayız.
Üst katta odunların çıtırdadığı bir sevimli sobanın karşısındaki masaya konuşlanıyoruz. İçeri mekânın sahibi ile girmiştik zaten. Biranın yanında, içinde havuç, çubuk kraker ve salatlık turşusu olan sevimli bir tabak geliyor. Müzik şahane. Solist gitarı konuşturuyor. Akorlardan bile duygu akıyor. Bir ufak eleştirimiz de oluyor ki bunun şarkı söyleyişle alakası yok. Mikrofondan bir tık geri dursa keşke, diyoruz. Bas seslerde patlıyor da biraz... İlgimiz ve de övgülerimiz mutlu ediyor mekân sahibi genci. Bunu açıkça da beyan ediyor. Çok seviyoruz burayı. Avludaki masalarından birinde doğum günü var.
Çıkarken kutlayacağız ve o masadan sahneye gelip de muhteşem sesi ile hem gitar çalıp hem söyleyen güzel kızı tebrik edeceğiz.
Ediyoruz.
Otele döneceğimiz köşeye yaklaşıyoruz. Bir müzik sesi geliyor ki muhteşem. Önce bir mekândan sanıyoruz ve onu arıyoruz. İçeri gireceğimiz kesin. Yorum muhteşem. Bir mekândan değil.Bir CD dükkânından olabilir mi?
Oradan da değil. Bu ses trafiğe kapalı caddede. Adımlarımız hızlı. Bulduk. Önce ayakta dinliyoruz, bir süre. Sonra çakılıyoruz banka. Bira bulmalıyız! Her şarkı bitiminde elinizdeyse alkışlamayın. Göz kontağını kurduk. Sesiyle muhteşem oynuyor şarkıcı. Caz'a ne kadar da yatkın. Bir isimle benzeştirdik bazı şarkılardaki tarzını. Bir süre sonra bitiriyor konseri. Yanına gidiyoruz. Enn bayıldığım yol arkadaşım cinsiyetin altını çizerek, Tülay German gibi yorumunuz, diyor. Tebrik ediyor, tokalaşıyoruz. O bilmiyor Tülay German'ı. Hiç dinlememiş. You Tube'dan bulup dinleyeceğini söylüyor. Ritim çalan çocuğu tebrik edip kasalarını da besleyerek, kulağımızdaki enfes lezzetle ayrılıyoruz oradan.
Geceyi bitirmesek mi?
İki günlük rezervasyon yapabilmiştim The Liwan Hotel ile... hafta sonu için doluydu. Yer açılırsa uzatılacaktı. Onların da önermesi ile ve de zaten aklımda oluşuyla öne çıktı Mahallem. Genç bir çiftti bizi karşılayan. Kesinlikle çok tatlılar. Üzücü ki onlar da dolu hafta sonu. Bu mekânla ilgili bir eleştiri okumuştum, etraftaki mekânlardan gelen gürültü ile alakalı. Oysa bizim için bu dert değildi.
Burası Zenginler Mahallesi! Öyle renkli bir zenginlik ki bu, farklı dinlere ve mezheplere ait kiliseler, havralar ile camilerin sesleri, duaları farklı insanlarıyla harman. Sınıfsal bir ayrım yapmaya olanak tanımayacak kadar kardeş ve iç içe bir mahalle. Belli bir saatten sonra müzik bitiyor zaten. Sonuçta tatildesiniz ve yatağa dönüşünüz istemeseniz de geçe kalacak. Soruyoruz çok candan genç çifte; onlar da öne Konak'ı koyup ardına Avlu'yu ekliyorlar. Biz an itibariyle Avlu'ya daha yakınız. Fiziki olarak da... Çünkü hemen yan tarafta.
Rezervasyonumuz yok. Hemen iki kişilik bir masa buluyorlar üst kat balkonunda, avluya bakan. Garsonlar çok sıcak. Hizmet üst düzey ve peşinen söyleyeyim ki fiyatlar çok makul. Menü zengin. Mekâna bayılıyoruz zaten. Bir meze tabağı söylüyoruz yerel tatları içeren... Bir de 35'lik rakı. Bize gelen tabak duble imiş, finalde öğrendiğimiz üzere... Bir de çiğ köfte söylüyoruz ki kesinlikle diğer yöre çiğ köftelerinden farklı. Bayağı da çig diyebilirim. Üzerine kavrulmuş kıyma koyuyorlar, bir miktar da nar ekşisi ekleyebiliriz. Deneyelim dedik ve denedik. Planımızda ara sıcak olarak Oruk var. Ama daha sonra, diyoruz şahane garsonumuza.
Abagannuş, Yoğurtlama, Humus, Zeytin Salatası, Muhammara ve Cevizli Biber'den oluşan bir tabak bu. Üzerine bir miktar zeytinyağı gezdirilmiş. Dört kişilik bir masayla bile baş eder. Yanında gelen pideler sıcacık. Çalan müzikler akşamla ve mekânla uyumlu. Hâlâ dışarıda oturulabiliyor olması muhteşem. Bir tür yaza veda masası. Mezeler lezzetli ve hafif. Önce, tuzu çok az kullanan ben bile yadırgıyorum. Tuzu seven yol arkadaşımsa sessiz. Şaşırıyorum, çünkü tuz ilave etmiyor. Sonra alışıyorum. Hatta tuzu baskın kılmayarak tatları doğal hallerinde bırakıyor olmalarını takdir ediyorum. Tazecik nane ve maydanozlar da cabası.
Çiğ köfte üzerindeki kavrulmuş kıyma ile değişik bir lezzet. Alışmamış damağım için önce yadırgatıcı gelse de sonuçta bir deney bu. Her şeyin üzerini kapatmayı başaran buzzzz gibi rakı var sonuçta.
Ara çaylarımızı da ihmal etmiyorlar, bu güzel mekânın güzel hizmet sunan, güleryüzlü garsonları. Oruk içinse ne yazık ki yer kalmıyor midelerimizde.
"Hoş bulduk, Hatay!"
Az önce Enn Sevdiğim Kadın'a gelen ve bana telefonla ilettiği habere göre; güzel anılar bırakan/bıraktığımız The Liwan Hotel -Bizim Balkon Hariç- yıkılmış.
Binasına ve düzenlenmesine bayılacağımız sevgili otelimizdeyiz.
Balkonumuza bayılıyoruz. Mutlaka, akşamlardan birinde, o balkonda bir bira...
Ya da şarap...
Kesin karar.
İçilmeli!
Mini bar bağırıyor.
Fiyatlar makul.
Ve o güzel akşamki bir fotoğraf; buralı bir arkadaştan gelen ve bir bina için dikkat çeken mesaja, meğerse öyle güzel bir cevap olacakmış ki...
Otele doğru yürüyoruz. Eski otelimiz The Liwan Hotel'in önünden geçerken Sangria Tapas Bar'ına göz atıp, tatlı yokuştan direk Kurtuluş Caddesine çıkıyoruz.
Az kaldı duşa atmaya kendimizi....
Tam da caddeye iki bina kalmışken; bir odadan çıkıp, bir koridoru boydan boya geçip, açık kapıdan sokağa yayılan sihirli müziğin kokusu ele geçiriyor bizi. Kitlendik. Bütün karar ve komuta mekanizmalarımız müziğin elinde. İçerideyiz şimdi.
"Müzik çağırdı geldik."
Tebessüm.
"Hoş geldiniz."
İlk şaşkınlık.
Biz genç bir ses sanmıştık...
Çok eğlenceli ama!
Karşı masada bir arkadaş grubu. Güzel çocuklar. Arkadaşlarının doğum günü. Abiyle laf alışverişleri çok tatlı. Hani müzik kulağı ile bakınca her şey yerli yerinde mi? Açık söylemek gerekirse değil. Ama bu abi orada olmalı ya! Özel bir karakter, çok tatlı ve nahif. Hele kendine özgü esprileri yokmu! Köpüğü bol, sütlü ve şekerli kahve tadında kesinlikle...
Menü güzel. Mekân da... Ama bizde bişi yiyecek hal yok. An tam anlamıyla plansız bir ara sıcak.
"İki orta şekerli kahve, iki Hindistan cevizli gazoz lütfen."
"Fincanda mı istersiniz süvari bardakta mı?"
"Süvari bardakta lütfen."
Burası aynı zamanda bir sanat merkezi. En acar muhabirimiz iş başında. Bense az önce yanıma gelen çocuklardan birinin babası ile sohbet halindeyim. Bu arada, abi beni çok sevdi. Bunu herkese de beyan etti.
"Kalsaydınız bir gün daha,"
"Harbiye Kebabı yedirmek isterdim size."
Umutsuzlukları var abinin. "45 bin lira," diyor kira. Bana göre normal, bizim şehirden bakınca. Otomatik algı işte... O an, bazı yerlerde kiraların yıllık konuşulduğu geliyor aklıma. Soruyorum. Öyleymiş.
"O zaman bu rakam bir şey değil, bizim orada bu konum ve bu hacim yerin neredeyse aylık kirası bu."
Sonra onu rahatlatacak pek çok şey daha konuşuyoruz ticaret üzerine. Çocuklarla da...
Duvardaki Kaplumbağa Terbiyecisi çok güzel. Dersiniz Osman Hamdi'nin elinden. Oysa son derece başarılı bir reprodüksiyon. İstediğiniz resmi ücreti karşılığı yapıyorlar.
Kozmik Sanat Cafe ile Hatay'a veda.
"Home made gazozlar şahaneydi!"
Sağa döndük ve küçük yokuşumuzun başında göründü Affan Kahvesi.
Önce ayakkabılar dikkati çekiyor ta yokuşun altındayken. Ama Ayakkabı Tamircisi muhteşem. İzin verdi fotoğraf için. Çekmeden bırakmak olmazdı. O an, oradan itibaren ne öyküler kurduk bu kırmızı pabuçlar üzerine. Karakter tüm özellikleri ile kafamda. Hatta yazarsam bir gün bir öykü üzerine... Saçlarını kesinlikle İstanbullu Kuaför Müjgan boyayacak.
Sabah ve saat erken diye kahveye girince soruyoruz, "Haytalı var mı?" Abi mekân gibi, eski zaman adamı. Çocukluktan beri burada. Ürünü yapan abisi. Güzel adam. Babam gibi. Aynı kuşağın bıyıklarından var onda da. Nasılsa uzun uzun konuşacağız. Bahçeye alıyorlar bizi. Sevimli. Geçmişin izleri her yerde. Kaşıklar şahane. Çocukluğa dönmek bu işte... Sandalyeler kadim ki üzerlerine epey konuşuyoruz daha sonra. Aile ilişkilerinin güçlü olduğu hemen anlaşılıyor. Ama yeni nesillerle devam eder mi?
Şüpheli.
Her birini tek tek yeseniz, alttaki nişastalı kısım belki size uzak kalır. Ama gül suyu ki gerçek gül suyu, nişastalı kısım, dondurma uyumu şahane. Her şey gerçek. Çocukluktaki gibi. Yeni dondurmalara ve yapay tatlara alıştırılmış damaklar ne der bilinmez ama biz...
Çok ama çokk mutluyuz!
O halde üzerine süvari bardakta kahve.
Sohbet çok keyifli, hatta sohbete katılan ve ilkokuldan beri buraya geldiğini söyleyen 70 yaşını aşmış abi çok tatlı. Taklitlerinden şikayetçiler, gerçek malzeme kullanılmıyor olması rekabeti, maliyetler açısından zorlaştırıyor. Oysa burası bir nevi müze. Esas abi o sırada yeni hazırlanacak haytalıların cam kaselere yerleştirilmiş nişastalı tabanlarını buzdolabına koyuyor. Uzun bir geçmişi solumak bizi de çocuklaştırıyor. İnsanın buradaki her objeyi, havada asılı tüm sözcükleri alıp bohçalayası geliyor. Ama bugün gideceğimiz mesafe kısa olsa da bizim için, nerelerin, hangi sokakların bizi çağıracağını bilmiyoruz. Yarın ve ertesi geceyi geçireceğimiz yeni otelimizde rezervasyon yaparken soruyorum Müzeyi. Taksiyle ya da otobüsle gitseniz, diyor; sırf onun yüzünden odalara bakma ihtiyacı bile duymadan rezervasyonu yaptığımız güzel kız.*
© Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008
Back to TOP