Ona hayranlığım, uyduda kanal kurcaladığım bir sırada, göz göze geldiğimiz ilk anda başlamıştı. Olağanüstü şaşırtıcı bir durumdu. Gözlerim faltaşı gibi açılmıştı. Yine bayıldığımız, karşısında güzel masalar kurduğumuz Polonya kanalı TVP Kultura'nın cumartesi geceleri, rock konserlerini geride bırakacak kadar şenlikli, popstarlara taş çıkartan soprana ve tenorları ile esprili, olağanüstü eğlenceli klasik müzik konserleri gözdemizken; Arte de geniş içeriği ile buna eklenmişti. Poptan caza, klasik müzik konserlerinden opera ve baleye kadarki yelpazede muhteşem konserleri ve çok çok başarılı çekimleri ile gözlerimiz iki kanaldan başkasına neredeyse kapanmıştı.
Sonraları ne yazık ki TVP Kultura şifreli yayına geçti. Fakat Arte, üstelik de program sponsorları dışında hiç reklam almayan Arte, açık kanal olarak yayınına devam etti. Ve ediyor... Konserlerin yanısıra olağanüstü belgeselleri, haber programları ve elbette çok güzel filmleri olduğunun da altını çizmeliyim. Eğer Hotbird ya da Astra uydunuz varsa, iki dilde yayın yapan ve dil seçme şansınız olan bu kanalı, mutlaka arayıp bulun; şu eve kapanılmış günlere ilaç olacağına kefilim. Kurak ve birbirinin benzeri kanalların deryasında ne demek istediğimi izleyince daha iyi anlayacaksınız; ve de emin olun -bilmiyorsanız ve daha önce izlemediyseniz- bayılacaksınız. Üstelik o anki yayın sizi ilgilendirmiyorsa, ya da istediğiniz zaman arşivine girebilir, istediğiniz sanat dalından istediğiniz gösteriyi, konseri ya da belgeseli, seyahat ya da yemek konusundaki lezzetli programlarını izleyebilirsiniz. Eğer uydunuz yoksa ve bahse konu sanatlar ilgilendiriyorsa sizi, yazının sonundaki linki tıkladığınızda ulaşacağınız, Türkçe hariç, altı farklı dile çevirebileceğiniz sitesini sık kullanılanlarınıza eklemenizi şiddetle öneririm. İçiniz sıkıldığında, ruhum çiçek açsa dediğinizde, Arte'den yapacağınız herhangi bir seçim mutlaka güneşi doğuracaktır.
Almanca ve Fransızca yayın yapan kanaldaki iki dilden birine hakimseniz, onu seçerek keyfinize keyif katabilirsiniz. Bende ikisi de olmadığı için kulağıma daha hoş gelen Fransızca tercihim. Yine film yayınlarında alt yazı dilini, film farklı bir dildeyse İngilizce, Fransızca veya Almanca olarak seçebiliyorsunuz. Arte, gördüğüm en güzel açık kültür-sanat kanalı ki gerçekten insanın eleştirecek bir nokta bulamayacağı kadar nitelikli yayınları... Beni asla mahçup etmeyeceğinden adım gibi emin olduğumun da altını bir kez daha çizerim:)
Ve uydunuz yoksa da üzülmeyin, sonuçta bilgisayar görüntüsü televizyon ekranına aktarılabiliyor!
İyi seyirler...
ARTE TV
19 Mart 2020 Perşembe
Korona Günlerine İlaç Gibi Bir Kanal
Etiketler:
Korona Günleri,
la paragas magazin
13 Mart 2020 Cuma
Sen Ne Virüssün be Covid-19
Sanki bir senaryo üzerinden hayata geçmiş, aynı zamanda da oyuncuları olduğumuz bir filmi bire bir yaşıyoruz: Eski zamanlarda olsa, eski zamanlar dediğim de bundan çok çok 10-15 yıl önce, hadi bilemedim 20 yıl önce olsa, belki yine ürkütücü olacak, belki gazetelere, kısmen televizyonlara bakıp da soğukkanlılığı önde tutma derecemize göre şöyle göz atıp geçerek "sıradan" bir sağlık meselesi gibi algılayacağımız; mevcudu, bir durum olarak kabul edip ona göre önlemlerimizi alacağımız bir vakayı; sağolsunlar ki iletişim teknolojisi, haberciliğin geldiği nokta ve bir tık daha fazla alsak güzel olur düşüncesindeki, sosyal medya alanlarından pek de farkı kalmayan, iyice ticarileşmiş, haberi bir satılacak ürün haline getirmiş yazılı, görsel basın ve de asıl meselelerden uzaklaştırmak için bunu fırsata çeviren yönetici politikacılar sayesinde, bir başka alemi yaşıyoruz sanki. Oysa söz konusu sayılarsa gün içinde bu virüsün öldürdüğünden daha çok insan savaş alanlarında, trafik kazalarında ve başka başka mecralarda, başka hastalıklarla ölüyor zaten. Elbetteki bilimin koyduğu çabaları, insan hayatını gerçek gündem yapmış bilim adamlarını, popüler kültürün seline kapılmamış, toplumun korkması için değil de bilinçlenmesi için yazan, çizenleri görmezden gelmiyorum. Ama yeni, kolaycı ve popülerliğe şapka çıkaran insan topluluklarının ve insanlığın; uyarıyoruz ve bilinçlendiriyoruz diye, onları da bu aleme katarak, film tadında bir maceranın içinde "sanal gerçeklik" yaşatmasını da hoş bulmuyorum.
Çok şükür ki bu köpürtülmüş, bu popülerleştirilmiş gerçeklik sayesinde, bir süreliğine de olsa bu tadı, ben de yaşadım! Oysaki gün içinde normal hayatımı sürdürmüş, anlaşması bitmek üzere olan internet üyeliğimi yenilemiş, şahane bir mekanda, hoş eşlikçileri ile birlikte güzel bir öğle yemeği yemiş, yeni açılan bir AVM'yi gezmiş; deniz manzaralı, balkonlu kafesi de olan kitapçıyı beğenmiş ama AVM'yi beğenmemiş; deniz kenarından yürüyerek dönmeyi düşünürken bundan vazgeçip trenle de dönmüştüm. Olağan ve güzel bir günden öte değildi hissiyatım. Taa ki Tırtıl oğlumun telefonuna kadar!
Okullar üç hafta tatil, deyince telaş etmedim; güzel, istersen kal, gez dolaş, dedim. İstersen de gel. O gelmekten yana oldu. Başımla beraber, dedim ki bu ben için ne güzel bir yöresel deyişdir.
Başımla beraber de!..
Giriyorum en sevdiğim havayolu Sunexpress'in internet sitesine. Hiç sıkıntı çekmeden bilete kadar geliyorum; gün seçenekleri için arıyorum oğlanı; bilet 189 TL olarak göz kırpıyor. Diyor ki alma, henüz net değil tatil. Diyorum ki tamam.
Bir süre sonra tekrar arıyor: Baba al bileti, tatil kesin. Saat muhtemelen 19-20 gibi, aradan geçen süre 20 dakika ya var ya yok. Tamam, diyorum. Dedim de ne tamam! Gir girebilirsen internet sitesine... Otobüsler dahil, aktarmalı gelenler dahil, tüm havayolu sitelerini sürekli takip hali başlıyor bende ki hiç biri açılmıyor. Epey uğraş ve umuttan yanıtsız kaldıktan sonra, VPN üzerinden gireyim, diyorum ve bingo! Girdiğim Sunexpress sayfası şüphe oluştursa da, sonra emin oluyorum. Bilete ulaşıyorum. 189 TL hâlâ geçerli... Fakat bu kez de alıyor beni bir korku; sonuçta bir tüneldeyim ve onun üzerinden göndereceğim kart bilgilerim, bilmediğim birilerini çok mutlu edebilir, diye düşünmeye başlıyorum. Oğulla paraların riski, sonrasındaki uğraşlar arasında epey de bir tereddüt yaşıyorum. Bir yanda oğlan gelsin, bir yanda ele geçirilmiş bir kart? Soğukkanlı ve mantıklı yanım, babalık duygularımın önüne geçiyor. İnternetle mücadelem sürüyor ama! Ulaşım sektörü dışında tüm sitelere giriyorum, hiç bir sorun yok. Mantık iyice uçuyor bir ara, tek hedef, Oğlan gelsin. O ara THY'ye ve Pegasus'a ulaşıyorum, aktarmalıyı Oğlan istemiyor ki tek direk uçuş sevdiğim hava yolunda... Tırtıl İstanbul'da havaalanında aktarma beklerken ki beş saat, Covid-19 rahat durmazsa, onca insan içinden beni severse, korkusu yaşıyor. Tıklıyorum bu kez TCDD'yi, TCDD'de de tık yok. Bana mısın demiyor o da; Ankara'ya gelir yataklıda, diye düşünüyorum, oradan buraya ulaşım kolay nasılsa. O ara ağır ağır olsa da yakalıyorum Sunexpress'i, ağır ağır olsa da geliyorum yeniden bilete, onu halledince varıyorum ödemeye ki sorun yok, her şey yolunda. Bilet bu arada 209 TL olmuş, uçak doluyor! O ara, her şey yolundayken, site tekrar gitmesin mi?.. Olsun, diyorum, gerilsem de bu akşam işim bu. Ahhh işte yakaladım, diye seviniyorum bir an. Saat olmuş 23. Giriyorum ki çok yavaş olsa da, sabır taşını çatlatsa da yol alıyoruz. Kredi kartı bilgileri girildi, her şey yolunda. O ara şeytan dürtüyor ki hayra olacağı kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi; bileti bir kez daha kontrol ediyorum. Eyvahlar olsun Covid-19 sana! İzmir-Samsun olması gereken bileti Samsun-İzmir olarak düzenlemişim. Hadi dön başa!..
Saat biri geçiyor bu arada, başarıyorum siteye girmeyi yeniden. Dikkatlice işlemlere başlıyorum. İzmir çıkış, Samsun varış kısmını güzelce dolduruyorum, gördüğüme inanamıyor, tekrar tekrar kontrol ediyorum. Mutabık kalınca ruhumla, devam ediyor, yolcunun bilgilerini yazıyorum. Bir hata olup olmadığını tekrar tekrar kontrol ediyorum. Bu arada bilet 229 TL olmuş. Girdiğime şükrediyorum ki bir sonrasında belki 500TL olacak, ya da hiç bilet olmayacak. O ara Türkiye'deki bir çok evi, bir çok anne babayı hissediyorum. Sunexpress sayfasında bile kaç iyi yürekli insanla bilet kapma mücadelesinde rekabet içinde olduğumu düşünüyorum. Fırında sıra beklerken kızacağım pek çok insana, o an kızamıyorum. İçimden sıcacık, şefkatli bir gülümseme çıkıyor, hâlâ bir telaş içinde olanları düşünüyorum.
Çıktımı alıyorum. Oğlana mesaj gidiyor. Seviniyorum, hafifliyorum... Normalleşiyor, kitabımı ki Brahms müzikleri eşliğinde okuduğum, bitirince yazacağım şahane bir kitap, alıp yatağıma çekiliyorum.
Sonrasında da derin, uzun ve huzurlu bir uyku...
Çok şükür ki bu köpürtülmüş, bu popülerleştirilmiş gerçeklik sayesinde, bir süreliğine de olsa bu tadı, ben de yaşadım! Oysaki gün içinde normal hayatımı sürdürmüş, anlaşması bitmek üzere olan internet üyeliğimi yenilemiş, şahane bir mekanda, hoş eşlikçileri ile birlikte güzel bir öğle yemeği yemiş, yeni açılan bir AVM'yi gezmiş; deniz manzaralı, balkonlu kafesi de olan kitapçıyı beğenmiş ama AVM'yi beğenmemiş; deniz kenarından yürüyerek dönmeyi düşünürken bundan vazgeçip trenle de dönmüştüm. Olağan ve güzel bir günden öte değildi hissiyatım. Taa ki Tırtıl oğlumun telefonuna kadar!
Okullar üç hafta tatil, deyince telaş etmedim; güzel, istersen kal, gez dolaş, dedim. İstersen de gel. O gelmekten yana oldu. Başımla beraber, dedim ki bu ben için ne güzel bir yöresel deyişdir.
Başımla beraber de!..
Giriyorum en sevdiğim havayolu Sunexpress'in internet sitesine. Hiç sıkıntı çekmeden bilete kadar geliyorum; gün seçenekleri için arıyorum oğlanı; bilet 189 TL olarak göz kırpıyor. Diyor ki alma, henüz net değil tatil. Diyorum ki tamam.
Bir süre sonra tekrar arıyor: Baba al bileti, tatil kesin. Saat muhtemelen 19-20 gibi, aradan geçen süre 20 dakika ya var ya yok. Tamam, diyorum. Dedim de ne tamam! Gir girebilirsen internet sitesine... Otobüsler dahil, aktarmalı gelenler dahil, tüm havayolu sitelerini sürekli takip hali başlıyor bende ki hiç biri açılmıyor. Epey uğraş ve umuttan yanıtsız kaldıktan sonra, VPN üzerinden gireyim, diyorum ve bingo! Girdiğim Sunexpress sayfası şüphe oluştursa da, sonra emin oluyorum. Bilete ulaşıyorum. 189 TL hâlâ geçerli... Fakat bu kez de alıyor beni bir korku; sonuçta bir tüneldeyim ve onun üzerinden göndereceğim kart bilgilerim, bilmediğim birilerini çok mutlu edebilir, diye düşünmeye başlıyorum. Oğulla paraların riski, sonrasındaki uğraşlar arasında epey de bir tereddüt yaşıyorum. Bir yanda oğlan gelsin, bir yanda ele geçirilmiş bir kart? Soğukkanlı ve mantıklı yanım, babalık duygularımın önüne geçiyor. İnternetle mücadelem sürüyor ama! Ulaşım sektörü dışında tüm sitelere giriyorum, hiç bir sorun yok. Mantık iyice uçuyor bir ara, tek hedef, Oğlan gelsin. O ara THY'ye ve Pegasus'a ulaşıyorum, aktarmalıyı Oğlan istemiyor ki tek direk uçuş sevdiğim hava yolunda... Tırtıl İstanbul'da havaalanında aktarma beklerken ki beş saat, Covid-19 rahat durmazsa, onca insan içinden beni severse, korkusu yaşıyor. Tıklıyorum bu kez TCDD'yi, TCDD'de de tık yok. Bana mısın demiyor o da; Ankara'ya gelir yataklıda, diye düşünüyorum, oradan buraya ulaşım kolay nasılsa. O ara ağır ağır olsa da yakalıyorum Sunexpress'i, ağır ağır olsa da geliyorum yeniden bilete, onu halledince varıyorum ödemeye ki sorun yok, her şey yolunda. Bilet bu arada 209 TL olmuş, uçak doluyor! O ara, her şey yolundayken, site tekrar gitmesin mi?.. Olsun, diyorum, gerilsem de bu akşam işim bu. Ahhh işte yakaladım, diye seviniyorum bir an. Saat olmuş 23. Giriyorum ki çok yavaş olsa da, sabır taşını çatlatsa da yol alıyoruz. Kredi kartı bilgileri girildi, her şey yolunda. O ara şeytan dürtüyor ki hayra olacağı kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi; bileti bir kez daha kontrol ediyorum. Eyvahlar olsun Covid-19 sana! İzmir-Samsun olması gereken bileti Samsun-İzmir olarak düzenlemişim. Hadi dön başa!..
Saat biri geçiyor bu arada, başarıyorum siteye girmeyi yeniden. Dikkatlice işlemlere başlıyorum. İzmir çıkış, Samsun varış kısmını güzelce dolduruyorum, gördüğüme inanamıyor, tekrar tekrar kontrol ediyorum. Mutabık kalınca ruhumla, devam ediyor, yolcunun bilgilerini yazıyorum. Bir hata olup olmadığını tekrar tekrar kontrol ediyorum. Bu arada bilet 229 TL olmuş. Girdiğime şükrediyorum ki bir sonrasında belki 500TL olacak, ya da hiç bilet olmayacak. O ara Türkiye'deki bir çok evi, bir çok anne babayı hissediyorum. Sunexpress sayfasında bile kaç iyi yürekli insanla bilet kapma mücadelesinde rekabet içinde olduğumu düşünüyorum. Fırında sıra beklerken kızacağım pek çok insana, o an kızamıyorum. İçimden sıcacık, şefkatli bir gülümseme çıkıyor, hâlâ bir telaş içinde olanları düşünüyorum.
Çıktımı alıyorum. Oğlana mesaj gidiyor. Seviniyorum, hafifliyorum... Normalleşiyor, kitabımı ki Brahms müzikleri eşliğinde okuduğum, bitirince yazacağım şahane bir kitap, alıp yatağıma çekiliyorum.
Sonrasında da derin, uzun ve huzurlu bir uyku...
6 Mart 2020 Cuma
Olay Yeri İnceleme, Dondurma ve Sonsuzluk Üzerine
Muhtemelen Pazar...
Akşamın geceye ulaşmaya çalışan hoş saatleri, elimde bir kitap var. Telefonum çalıyor. Ekranda Saadet yazıyor. Kız Öğrenci Yurdunun müdüresi. Güzel bir genç kadın, komşum; sanırım altı yazı önce bahsetmiştim kendisinden. Ana caddedeki binamızın bir arkasında, caddeye nispeten sakin sokakta, ikinci bitirdiğimiz binada oturuyor. Yönetici. "Buraneros Bey, sokaktaki polisleri görmediniz mi?" diye, soruyor. "Görmedim," diyorum. "Bekçileri de çağırdılar, bayağı kalabalıklar." Çıkıyorum balkona ama sadece binanın duvarına ve sokağa yansıyan arabaların, çakan ışıklarını görebiliyorum. Soğuk ve çakar maviler aklıma ipuçları atıyor ama! Meraksız bir soğukkanlılığım var. Kanepeye tekrar uzanıyor, bacaklarımı pofuduk yastığın üzerine uzatıyor, müziğin ve kitabın tadını çıkarıyorum.
Muhtemelen Çarşamba...
Ekranım açık, kahvaltımı yapmışım, o ara ne var ne yok dünyadaya bakmışım; kahvem yanımda ve açılıştan sonraki bir kaç dakika, piyasalar hakkında bir fikir veriyor bana. Gözüm savaş coğrafyasında... Telefonum çalıyor. Kızkardeş. "Duymadın mı?" diyor, "duymadım," diyorum. "Mahalle ayağa kalktı, nasıl duymadın?" "Müzik açık, manzaram deniz, işimde gücümdeyim." Olan biteni anlatıyor ama bu beni sokağa atmak için bir sebep olmuyor. Aksiyona kaşarlıyım.
Yarım saat ya da kırkbeş dakika sonra...
Gün çok güzel... Güneş pırıl pırıl, hava kendini sokaklara atmalık. Isı kontrolü için balkona çıkıyorum. Hımmmmm... güzel. Arka sokak kıpırtılı. Göremesem de bayağı bir aksiyon. Seziyorum...
Montumu giyiyor, içine kitabı, bir küçük fotoğraf makinesini attığım mini sırt çantamı omuzuma asıyor, net olmayan öğle yemeği fikrimle çıkıyorum evden. Bahçe duvarı boyunca yürüyor, bahar dallarına göz atıyor, erikte henüz bir kıpırtı olmadığını görüyor, bitimine varınca da önce cenaze arabasını, sonra polisleri, sonra bizim Özlem'i, polislerle konuşan Saadet Hanımı, tanımadığım bir kaç insanı, komşu binalardan tanıdığım bir kaç insanı, daha çok da meraklı gözleri görüyorum. Giriş merdivenlerinin başındaki sessizce ağlayan bir genç kadın dikkatimi çekiyor. Hemen bir adlandırma ile kim olabileceği üzerine bir fikir oluşuyor; duruşunu ve gözündeki yaşların anlamını beğeniyorum. Bu bana kalbinin güzelliği ile ilgili bir fikir de veriyor. Güzel kadın!
Eve temizliğe gelip de zili çaldığında cevap alamayan, sonra Saadet Hanım'ı haberdar eden ve polisin aranmasına ve gelmesine sebep olan Özlem ki çilingir kapıyı açtıktan sonra içeri gönderilip de etrafındaki dolar desteleri ile şahsı koltukta oturur, katılaşmış ve ex vaziyette ilk gören... Bu paraların bir mesajı olmalı? Üstelik son model Mercedes'i park yerinde değil?
Cenaze arabası üzerindeki tabutla birlikte hareket ediyor. Gözündeki yaşların anlamını beğendiğim kadın ve göz çukurları anıların ıslaklığındaki bir kaç erkek, ardından bakıyorlar. Cenaze sokaktan kıvrılıp caddeye yönlenirken ben de yürümeye başlıyorum. Kırkbeş yaşında, fotoğraflarına bakınca hayat dolu, doğayla ve sporla iç içe bir doktor, bir adam. Boşanmış ve iki küçük çocuk babası. Yalnız.
Biraz sonra kendimi yukarıdaki fotoğrafa atacağımı bilmiyor bir kararsızlık içindeyim, Saadet Hanım'ın ofisine doğru yürüyorum. Serinkanlılığıma şaşırıyor. Bu düzeyde, üstelik de ekonomisi yüksek bir karakterin on gün önce yine intihar girişiminde bulunmasını, sonra vazgeçip kendini ihbar etmesini ve sonuca ulaşan bu kezki intiharını aklı almıyor. "Sizi seviyorum," diye bir not bırakmış, onu eski karısına sanıyor. Üstelik eski karısı cenazenin alınması için arandığında gelmeyeceğini söylemiş. "Kalpsiz kadın!"
"İntihar bir eşiktir," diyorum, çaylarımız gelirken. Bir zayıflık sanılsa da bazen değildir diye ekleyip, bir olay yeri yazıma*yönlendiriyorum. Uzağında olduğum o günlere ise gülümsüyorum. "Arkadaşları," diyorum, "ilk intihardan sonra konuşup vazgeçirmişler, söz almışlar diyorsun ama hata etmişler. Değil teşebbüs, sözünü bile ederse bir kişi, aman dikkat."
Hımmm? Koltuğun üzerinde bir enjektör, dolarlar, oturur vaziyette bir ceset, sosyal hayatı aktif görünen, kanyon, dağ bayır gezen, motorsikleti ve spor Mercedes'i olan, görüntüde yaşamla bağı kuvvetli bir adam! Şüphe. Ben verileri aklımdan geçirirken Saadet Hanım onu almaya gelen polis arabasına doğru yürüyor. O ilçe emniyette ifade verirken ben çoktan denizin, havanın ve kumsalın sakinliğinde, kitabımın sayfaları arasında yok oluyorum.
Güne pek uygun, yan rollerdekileri ile eğlenceli, gizemli karakterleri ve kuvvetli tasvirleri olan bir roman. Bir polisiye ki olay henüz çözülmüş değil. İz peşindeyiz. Kobo Abe ki kendisinden bu kitabı alana kadar haberdar değildim; bir özel dedektife kayıp bir şahsı aratıyor. Doğal olarak Japonya'dayız. Kobo Abe de bir hergele ama! Hatta fırlamanın önde gideni... Edebi derinliği olan bir roman değil gibi ama şu günlerin anlamsız sıkıntılar yaratan hâllerinden uzaklaştırmayı başarıyor; bir varoluşçu tavrı da var. Akıcı.
Bizim mahalle de güzel yahu!..
Çaprazımdaki bankta bir genç çocuk var ki benden önce kaptı denize en yakın olan bankı.... Öylece denize ve martılara bakıyor. Kafasında bir an yaşıyor bence... Her ne kadar kapüşonuna saklamaya çalışsa da o anki düşüncelerini, duruşundan seziyorum ne olabileceklerini! Karşısına gelip kumlara yatan, ilgisiz gibi duran ama ilgi arayan, oynaşmaya hevesli bir köpek var. Akranını buldu. Kalkıyor yerinden çocuk bir süre sonra, bir filmde rolünü oynayan oyuncu gibi mesaj yüklü adımlarla yürüyor ve kumlarda yatmakta olan köpeğin yanına dizlerini bükerek çöküyor. Muhteşem bir dostluk başlıyor. Sevgi dolu.
Aslında buraya, üç bankın karşı karşıya gelmeyecek şekilde ve denize doğru yerleştirildiği bu noktaya gelmeden önce, uzun zamandır uğramadığım ve çıtır çıtır lahmacunlarını sevdiğim bir mekana, karasızlığımdan bir karar çıkararak, Diyarbakır Ocakbaşı'na giriyorum. Ofisten ayrılırken ters istikamete gitmeyi düşünmüştüm oysa!
"Üç lahmacun lütfen."
"Bir de açık ayran lütfen."
Donatılıyor masa ama eski çıtırlığı ve tadı yok lahmacunların. Hayal kırıklığı olsa da atıştırırken eğleniyorum. Güzel yerde, güzel bir mekan; lahmacun yanı klasikleri, tas ve içinde kepçe ile servis edilen ayranları köpüklü ve lezzetli. İskelenin meydanından geçerken, ellerinde küllah dondurma olan bir çift görüyorum. Sonra da bunların hazır dondurma olacağını düşünüyorum.
Kitabımı ve fotoğraf makinesini sırt çantama geri koyarken görüş alanımdaki dondurmacıma göz atıyorum. Yazın sıklıkla geldiğim dondurmacıda hayat belirtisi yok. Ama bir başka dondurmacıda sanki hayat var. Işıklı bir tabela yanıp sönüyor. Geçiyorum karşıya ki açık. Merdivenleri çıkarken dar balkonundaki tek sıra masalar beni çağırıyor. Giriyorum içeri.
"Karamel, çilek, parça çikolata ve balkaymaklı bir kase dondurma lütfen."
Yolu, denizi ve iskeleyi gören, kapıya nispeten uzak, içerideki televizyonun sesinin gelmeyeceği bir masaya oturuyorum. Kitabımı açıyor ama önce bir süre manzaraya bakıyor, olay yeri inceleme günlerimi düşünüyorum. Geçen zamana selam çakıyor, yaşadığım yere ve olanaklarına bir kez daha hayran kalıyorum. Karşı ağaçta, bizim sokakta geçen yıl gaklayan ergen karganın tonunda gaklayan çığırtkan, tatlı bir karga... Sesini arıyor, buluyor ama kendisini bir türlü göremiyorum. Kamuflaj süper. Hemen yan tarafta, Gloria Jean's Caffees'in bahçe duvarının üzerinde, baharı müjdeleyen kokular eşliğinde arya söyleyen bir de kedi var. Bir tür aşık atışması... Bafra'ya özgü, yanık sütlü, yılın ilk ve gerçek dondurmalarının tadını çıkarıyorum.
Kesinlikle Cumartesi
Süper bir sabah, güneş yok. Hava puslu. Gün ıslak ve yağmur ihtimali mutlak. Çoban kabanımı giyiyor, bir cebime kitabımı, diğerine de L23'ü koyuyorum. İki film arasındayım, biri daha ağır basıyor ama içerikleri tereddüt yaşatıyor. İkisi de yarışma filmi ki biri komedi. "Sıkıntıya bulaşmasam mı?" diye bir düşüncem var.
Trendeyim, sakin, ve oturacak yer buluyorum. Kitabımı açıyor ama görüntüsüne bayıldığım virajı kıvrılana kadar tren, başlamıyorum. Kuzeyli bir hava, gri bir gün, memnunum. Nerede atıştırsam fikirlerimi gözden geçiriyorum. Birazdan, seviyesinden yukarıda geçeceğimiz karayolunu, denizi, Yelken Kulübü, Kulüpteki lüx ve barınaktaki her ekonomik düzeyden tekneyi, kocaman Batı Park'ı ve nitelikli spor salonlarını gören çok seyirlik, tadı çıkarılası bir bölgeyi, dağın eteğinde kıvrılırken geçeceğiz. Belki de tam oradayken, teleferikler de üzerimizden geçiyor olacak. Şanslı günümdeyim!
Adı batasıca AVM'den bir durak önce iniyorum. Gün öğleni geçmiş durumda ve yoldayken yemek konusunu çözdü fikrim. Usul usul tadını çıkarıyorum cağ kebabımın. "Ben istemeden diğerlerini getirmeyin, lütfen," dedim çünkü.
Gişenin Önündeyim
"Sonsuzluk Üzerine için bir bilet lütfen."
"G-4 lütfen."
Bingo, son dönem filmlerimi göz önüne alırsak ilk kez gişedeki biri, doğru anlıyor ve doğru bileti veriyor. Peki neden?
Salon sevindirici; on kişinin üzerinde bir izleyici var. Filmin açılış sahnesini ve kadının konuşma sesindeki duyguyu beğeniyorum. Bu sekans çok hoşuma gidiyor ve filmle kaynaştırıyor beni. Film bir fotoğraf albümüne bakmak gibi. İlk aklıma gelen bu oluyor. Her hikaye neredeyse bir albümdeki fotoğrafa biraz da derinlikli bakmak süresi kadar. Diyalog yok, bazen tek bir kelime, belki bir cümle. Sahneler ilginç, mutlaka hiç kıpırdamayan insanlar var. Bir tiyatro sahnesi gibi yerleştirmeler, sanki etraf da bir tiyatronun sahne dekoru. Açılıştan sonraki ilk "fotoğrafa" bayılıyorum, sonrakilere de elbette... Fakat biraz emek isteyen bir film olduğunun, her izleyeni mutlu etmeyeceğinin altını çizmem gerek. Salondaki izleyiciler muhteşem; ama neredeyse hiç kıpırdamadan, bir bulmacayı çözmeye çalışan, pür dikkat perdede ve izlerken düşünen, belki iki arada bir derede kalan bir kitle. Bir ara, filmin renklerine, yönetmenin zevkine, oyun güçlerine, ince mizaha, coğrafyalara ve her bir kareye mest olmuş ben bile çıksam mı, diye geçiriyorum aklımdan. Allahtan bir öteki benim daha var!..
O kalıyor ve sabrın sonu selamettirin altını bir kez daha çizdiriyor. Artık her şey yerli yerine oturuyor. İlk kez izlediğim yönetmeni kavrıyorum ve başlangıçta ele geçiren görsellik ve sinema dilinden öte anlatılanlar da anlamlanıyor, ilişkileniyor ve yerli yerine oturuyor. İzleyici ve izleyiciler biraz emek verip de izlerse ki film aslında zorluyor buna, terk ettirmiyor kendini ve kazanıyor sonuçta. Kazandırıyor da!.. İzini hafızanıza bırakıyor, sonrasında tadı daha çoğalıyor ve "güzel bir sinema günüydü yahu," hanenize bir çentik daha attırıyor. Sinemaseverseniz ama!
Ekstralar...
Mutlu seyirci, filmi aklında tekrar tekrar izleyerek, gülümseyen ve mutlu yüz ifadesiyle, tam da filmle uyumlu, gri ve küçük damlalar halinde yağmurlu saatlerin tadıyla muzurlaşıyor ve bu AVM'yi "çok seven!" enn sevdiği kadın için fotoğraflıyor.
Irmağı enine geçen kablonun üzerine sıralanmış ve köprüden gelen geçeni izleyen martılar fren yaptırıyor bir kaç dakika sonra ki kaçınılmaz. Suyun üzerinde de şenlik var. Hâlâ filmde olan izleyici zaten bir Kuzey hastası, artık biliyoruz, gün de oraları aratmayacak görseller sunuyor. Şuraya yapılmış olan Toki binalarına kızıyor; işe giderken, sosyete mahallesinin ardından o Roman mahallesinin sokaklarında yürümeye, onların neşesiyle laflamaya bayıldığı eski halini özlüyor. Allahtan demiryolu yerli yerinde, yeni treninin bekliyor...
Kafamda kapüşonum, gözlerimi ırmaktan ve mahalleden alarak ıslak caddenin ve keyifli günün içinden yürüyorum. Eski Vali Konağının korunmuş binasının önünden geçiyor, Demirspor Kulübünün lokalini, komşusu iki şahane eski ve ahşap lojmanı, yazları düğünlerin yapıldığı güzel ve kocaman bahçesini müteahhitlere yedirmeyip de Şehir Müzesi, kocaman bir park ve güzel kafeli bir alana dönüştürüp hem anılara hem de halkın hizmetine sunan önceki iki başkana bir kez daha şükran diyorum ve uzun zamandır uğramadığım ama hep sevdiğim, kadim ve Baylan'da her oturduğumda kardeş olduklarını düşündüğüm, karakterlerini benzettiğim Birtat'a giriyorum.
"Bir sütlü börek lütfen"
"İki tane ekler lütfen"
"Bir de limonta lütfen"
Kendi başıma ilk gelişimi hatırlıyorum Birtat'a. Akşam seansıydı, ortaokul son ya da lise başındaki mahalleden bir abiye emanet etmişlerdi beni ama arkadaşım gibiydi; bir çizgi filme, gerçek bir çizgi filme gelmiştik. Şimdi yerinde bir bina inşa olmuş, o zaman yanında yazlığı da olan Yıldız Sinemasına. Red Kit'e... Öncesinde Birtat'ta oturmuş, ben bir acıbadem yanına da limonata istemiştim.
Tadı yıllardır değişmeyen limontamla çok da uzun olmayan hasreti giderirken; "şu gün bile, üstelik limonlar, şekerler, sular her şey değişmişken sen hâlâ o ilk tadı nasıl devam ettiriyorsun," diye geçiriyorum aklımdan. Hem sütlü böreğin, hem de eklerin kremaları da hayranlığımın altını bir kez daha çizdiriyorlar. Ve böreğin kıtır kıtır hamur katlarındaki lezzet, üzerindeki pudra şekeri ve dövülmüş şam fıstığı muhteşem... Pastane 1926'dan beri kuşaktan kuşağa devam ediyor ne güzel ki... Gelenekseli koruyarak!
Çıkınca, kadim parkın içinden yürüyorum; şu ünlü, şehrin simgesi, Atatürk'ün şaha kalkmış at üzerindeki, Samsun Hatırası fotoğrafların olmazsa olmazı heykelinin önünden geçerek. Bu kez trenle dönmekten vazgeçiyorum ve bir an önce evde olmak istiyorum. Filmi, pastaneyi ve günün tadını çocukca bir coşkuyla ve muzurca paylaşmak istediğim Biri var. Evdeyim.
"Telefon, tek tuş ve O."
Pazartesi Sabah...
Fırından sade poğaçalar alıyorum. Sandviç ekmeğindense bu poğaçalarla yapılan sandviçlere bayılıyorum. Yumurtam haşlanırken, filtre kahvemi hazırlıyor ve demlenmeye bırakıyorum. Bir küçük domatesi, kaşar peynirini ve pişen yumurtamı dilimliyor, hindi fümeli sandviçimi hazırlıyorum. O'ndan bir iz olmazsa, eksiktir ben için kahvaltı ki bugün, mavi Vosvos eşlikçim. Açıyorum bilgisayarımı, manzaram günün ilk ışıkları, Radio Margherita eşliğinde ve büyük bir keyifle, özellikle Cuma günü yayınlanmak üzere, yine kısa yazmayı beceremediğim hikâyemin ilk satırlarını akıtmaya başlıyorum.
*Şu yazının 11.paragrafı.
Akşamın geceye ulaşmaya çalışan hoş saatleri, elimde bir kitap var. Telefonum çalıyor. Ekranda Saadet yazıyor. Kız Öğrenci Yurdunun müdüresi. Güzel bir genç kadın, komşum; sanırım altı yazı önce bahsetmiştim kendisinden. Ana caddedeki binamızın bir arkasında, caddeye nispeten sakin sokakta, ikinci bitirdiğimiz binada oturuyor. Yönetici. "Buraneros Bey, sokaktaki polisleri görmediniz mi?" diye, soruyor. "Görmedim," diyorum. "Bekçileri de çağırdılar, bayağı kalabalıklar." Çıkıyorum balkona ama sadece binanın duvarına ve sokağa yansıyan arabaların, çakan ışıklarını görebiliyorum. Soğuk ve çakar maviler aklıma ipuçları atıyor ama! Meraksız bir soğukkanlılığım var. Kanepeye tekrar uzanıyor, bacaklarımı pofuduk yastığın üzerine uzatıyor, müziğin ve kitabın tadını çıkarıyorum.
Muhtemelen Çarşamba...
Ekranım açık, kahvaltımı yapmışım, o ara ne var ne yok dünyadaya bakmışım; kahvem yanımda ve açılıştan sonraki bir kaç dakika, piyasalar hakkında bir fikir veriyor bana. Gözüm savaş coğrafyasında... Telefonum çalıyor. Kızkardeş. "Duymadın mı?" diyor, "duymadım," diyorum. "Mahalle ayağa kalktı, nasıl duymadın?" "Müzik açık, manzaram deniz, işimde gücümdeyim." Olan biteni anlatıyor ama bu beni sokağa atmak için bir sebep olmuyor. Aksiyona kaşarlıyım.
Yarım saat ya da kırkbeş dakika sonra...
Gün çok güzel... Güneş pırıl pırıl, hava kendini sokaklara atmalık. Isı kontrolü için balkona çıkıyorum. Hımmmmm... güzel. Arka sokak kıpırtılı. Göremesem de bayağı bir aksiyon. Seziyorum...
Montumu giyiyor, içine kitabı, bir küçük fotoğraf makinesini attığım mini sırt çantamı omuzuma asıyor, net olmayan öğle yemeği fikrimle çıkıyorum evden. Bahçe duvarı boyunca yürüyor, bahar dallarına göz atıyor, erikte henüz bir kıpırtı olmadığını görüyor, bitimine varınca da önce cenaze arabasını, sonra polisleri, sonra bizim Özlem'i, polislerle konuşan Saadet Hanımı, tanımadığım bir kaç insanı, komşu binalardan tanıdığım bir kaç insanı, daha çok da meraklı gözleri görüyorum. Giriş merdivenlerinin başındaki sessizce ağlayan bir genç kadın dikkatimi çekiyor. Hemen bir adlandırma ile kim olabileceği üzerine bir fikir oluşuyor; duruşunu ve gözündeki yaşların anlamını beğeniyorum. Bu bana kalbinin güzelliği ile ilgili bir fikir de veriyor. Güzel kadın!
Eve temizliğe gelip de zili çaldığında cevap alamayan, sonra Saadet Hanım'ı haberdar eden ve polisin aranmasına ve gelmesine sebep olan Özlem ki çilingir kapıyı açtıktan sonra içeri gönderilip de etrafındaki dolar desteleri ile şahsı koltukta oturur, katılaşmış ve ex vaziyette ilk gören... Bu paraların bir mesajı olmalı? Üstelik son model Mercedes'i park yerinde değil?
Cenaze arabası üzerindeki tabutla birlikte hareket ediyor. Gözündeki yaşların anlamını beğendiğim kadın ve göz çukurları anıların ıslaklığındaki bir kaç erkek, ardından bakıyorlar. Cenaze sokaktan kıvrılıp caddeye yönlenirken ben de yürümeye başlıyorum. Kırkbeş yaşında, fotoğraflarına bakınca hayat dolu, doğayla ve sporla iç içe bir doktor, bir adam. Boşanmış ve iki küçük çocuk babası. Yalnız.
Biraz sonra kendimi yukarıdaki fotoğrafa atacağımı bilmiyor bir kararsızlık içindeyim, Saadet Hanım'ın ofisine doğru yürüyorum. Serinkanlılığıma şaşırıyor. Bu düzeyde, üstelik de ekonomisi yüksek bir karakterin on gün önce yine intihar girişiminde bulunmasını, sonra vazgeçip kendini ihbar etmesini ve sonuca ulaşan bu kezki intiharını aklı almıyor. "Sizi seviyorum," diye bir not bırakmış, onu eski karısına sanıyor. Üstelik eski karısı cenazenin alınması için arandığında gelmeyeceğini söylemiş. "Kalpsiz kadın!"
"İntihar bir eşiktir," diyorum, çaylarımız gelirken. Bir zayıflık sanılsa da bazen değildir diye ekleyip, bir olay yeri yazıma*yönlendiriyorum. Uzağında olduğum o günlere ise gülümsüyorum. "Arkadaşları," diyorum, "ilk intihardan sonra konuşup vazgeçirmişler, söz almışlar diyorsun ama hata etmişler. Değil teşebbüs, sözünü bile ederse bir kişi, aman dikkat."
Hımmm? Koltuğun üzerinde bir enjektör, dolarlar, oturur vaziyette bir ceset, sosyal hayatı aktif görünen, kanyon, dağ bayır gezen, motorsikleti ve spor Mercedes'i olan, görüntüde yaşamla bağı kuvvetli bir adam! Şüphe. Ben verileri aklımdan geçirirken Saadet Hanım onu almaya gelen polis arabasına doğru yürüyor. O ilçe emniyette ifade verirken ben çoktan denizin, havanın ve kumsalın sakinliğinde, kitabımın sayfaları arasında yok oluyorum.
Güne pek uygun, yan rollerdekileri ile eğlenceli, gizemli karakterleri ve kuvvetli tasvirleri olan bir roman. Bir polisiye ki olay henüz çözülmüş değil. İz peşindeyiz. Kobo Abe ki kendisinden bu kitabı alana kadar haberdar değildim; bir özel dedektife kayıp bir şahsı aratıyor. Doğal olarak Japonya'dayız. Kobo Abe de bir hergele ama! Hatta fırlamanın önde gideni... Edebi derinliği olan bir roman değil gibi ama şu günlerin anlamsız sıkıntılar yaratan hâllerinden uzaklaştırmayı başarıyor; bir varoluşçu tavrı da var. Akıcı.
Bizim mahalle de güzel yahu!..
Çaprazımdaki bankta bir genç çocuk var ki benden önce kaptı denize en yakın olan bankı.... Öylece denize ve martılara bakıyor. Kafasında bir an yaşıyor bence... Her ne kadar kapüşonuna saklamaya çalışsa da o anki düşüncelerini, duruşundan seziyorum ne olabileceklerini! Karşısına gelip kumlara yatan, ilgisiz gibi duran ama ilgi arayan, oynaşmaya hevesli bir köpek var. Akranını buldu. Kalkıyor yerinden çocuk bir süre sonra, bir filmde rolünü oynayan oyuncu gibi mesaj yüklü adımlarla yürüyor ve kumlarda yatmakta olan köpeğin yanına dizlerini bükerek çöküyor. Muhteşem bir dostluk başlıyor. Sevgi dolu.
Aslında buraya, üç bankın karşı karşıya gelmeyecek şekilde ve denize doğru yerleştirildiği bu noktaya gelmeden önce, uzun zamandır uğramadığım ve çıtır çıtır lahmacunlarını sevdiğim bir mekana, karasızlığımdan bir karar çıkararak, Diyarbakır Ocakbaşı'na giriyorum. Ofisten ayrılırken ters istikamete gitmeyi düşünmüştüm oysa!
"Üç lahmacun lütfen."
"Bir de açık ayran lütfen."
Donatılıyor masa ama eski çıtırlığı ve tadı yok lahmacunların. Hayal kırıklığı olsa da atıştırırken eğleniyorum. Güzel yerde, güzel bir mekan; lahmacun yanı klasikleri, tas ve içinde kepçe ile servis edilen ayranları köpüklü ve lezzetli. İskelenin meydanından geçerken, ellerinde küllah dondurma olan bir çift görüyorum. Sonra da bunların hazır dondurma olacağını düşünüyorum.
Kitabımı ve fotoğraf makinesini sırt çantama geri koyarken görüş alanımdaki dondurmacıma göz atıyorum. Yazın sıklıkla geldiğim dondurmacıda hayat belirtisi yok. Ama bir başka dondurmacıda sanki hayat var. Işıklı bir tabela yanıp sönüyor. Geçiyorum karşıya ki açık. Merdivenleri çıkarken dar balkonundaki tek sıra masalar beni çağırıyor. Giriyorum içeri.
"Karamel, çilek, parça çikolata ve balkaymaklı bir kase dondurma lütfen."
Yolu, denizi ve iskeleyi gören, kapıya nispeten uzak, içerideki televizyonun sesinin gelmeyeceği bir masaya oturuyorum. Kitabımı açıyor ama önce bir süre manzaraya bakıyor, olay yeri inceleme günlerimi düşünüyorum. Geçen zamana selam çakıyor, yaşadığım yere ve olanaklarına bir kez daha hayran kalıyorum. Karşı ağaçta, bizim sokakta geçen yıl gaklayan ergen karganın tonunda gaklayan çığırtkan, tatlı bir karga... Sesini arıyor, buluyor ama kendisini bir türlü göremiyorum. Kamuflaj süper. Hemen yan tarafta, Gloria Jean's Caffees'in bahçe duvarının üzerinde, baharı müjdeleyen kokular eşliğinde arya söyleyen bir de kedi var. Bir tür aşık atışması... Bafra'ya özgü, yanık sütlü, yılın ilk ve gerçek dondurmalarının tadını çıkarıyorum.
Kesinlikle Cumartesi
Süper bir sabah, güneş yok. Hava puslu. Gün ıslak ve yağmur ihtimali mutlak. Çoban kabanımı giyiyor, bir cebime kitabımı, diğerine de L23'ü koyuyorum. İki film arasındayım, biri daha ağır basıyor ama içerikleri tereddüt yaşatıyor. İkisi de yarışma filmi ki biri komedi. "Sıkıntıya bulaşmasam mı?" diye bir düşüncem var.
Trendeyim, sakin, ve oturacak yer buluyorum. Kitabımı açıyor ama görüntüsüne bayıldığım virajı kıvrılana kadar tren, başlamıyorum. Kuzeyli bir hava, gri bir gün, memnunum. Nerede atıştırsam fikirlerimi gözden geçiriyorum. Birazdan, seviyesinden yukarıda geçeceğimiz karayolunu, denizi, Yelken Kulübü, Kulüpteki lüx ve barınaktaki her ekonomik düzeyden tekneyi, kocaman Batı Park'ı ve nitelikli spor salonlarını gören çok seyirlik, tadı çıkarılası bir bölgeyi, dağın eteğinde kıvrılırken geçeceğiz. Belki de tam oradayken, teleferikler de üzerimizden geçiyor olacak. Şanslı günümdeyim!
Adı batasıca AVM'den bir durak önce iniyorum. Gün öğleni geçmiş durumda ve yoldayken yemek konusunu çözdü fikrim. Usul usul tadını çıkarıyorum cağ kebabımın. "Ben istemeden diğerlerini getirmeyin, lütfen," dedim çünkü.
Gişenin Önündeyim
"Sonsuzluk Üzerine için bir bilet lütfen."
"G-4 lütfen."
Bingo, son dönem filmlerimi göz önüne alırsak ilk kez gişedeki biri, doğru anlıyor ve doğru bileti veriyor. Peki neden?
Salon sevindirici; on kişinin üzerinde bir izleyici var. Filmin açılış sahnesini ve kadının konuşma sesindeki duyguyu beğeniyorum. Bu sekans çok hoşuma gidiyor ve filmle kaynaştırıyor beni. Film bir fotoğraf albümüne bakmak gibi. İlk aklıma gelen bu oluyor. Her hikaye neredeyse bir albümdeki fotoğrafa biraz da derinlikli bakmak süresi kadar. Diyalog yok, bazen tek bir kelime, belki bir cümle. Sahneler ilginç, mutlaka hiç kıpırdamayan insanlar var. Bir tiyatro sahnesi gibi yerleştirmeler, sanki etraf da bir tiyatronun sahne dekoru. Açılıştan sonraki ilk "fotoğrafa" bayılıyorum, sonrakilere de elbette... Fakat biraz emek isteyen bir film olduğunun, her izleyeni mutlu etmeyeceğinin altını çizmem gerek. Salondaki izleyiciler muhteşem; ama neredeyse hiç kıpırdamadan, bir bulmacayı çözmeye çalışan, pür dikkat perdede ve izlerken düşünen, belki iki arada bir derede kalan bir kitle. Bir ara, filmin renklerine, yönetmenin zevkine, oyun güçlerine, ince mizaha, coğrafyalara ve her bir kareye mest olmuş ben bile çıksam mı, diye geçiriyorum aklımdan. Allahtan bir öteki benim daha var!..
O kalıyor ve sabrın sonu selamettirin altını bir kez daha çizdiriyor. Artık her şey yerli yerine oturuyor. İlk kez izlediğim yönetmeni kavrıyorum ve başlangıçta ele geçiren görsellik ve sinema dilinden öte anlatılanlar da anlamlanıyor, ilişkileniyor ve yerli yerine oturuyor. İzleyici ve izleyiciler biraz emek verip de izlerse ki film aslında zorluyor buna, terk ettirmiyor kendini ve kazanıyor sonuçta. Kazandırıyor da!.. İzini hafızanıza bırakıyor, sonrasında tadı daha çoğalıyor ve "güzel bir sinema günüydü yahu," hanenize bir çentik daha attırıyor. Sinemaseverseniz ama!
Ekstralar...
Mutlu seyirci, filmi aklında tekrar tekrar izleyerek, gülümseyen ve mutlu yüz ifadesiyle, tam da filmle uyumlu, gri ve küçük damlalar halinde yağmurlu saatlerin tadıyla muzurlaşıyor ve bu AVM'yi "çok seven!" enn sevdiği kadın için fotoğraflıyor.
Irmağı enine geçen kablonun üzerine sıralanmış ve köprüden gelen geçeni izleyen martılar fren yaptırıyor bir kaç dakika sonra ki kaçınılmaz. Suyun üzerinde de şenlik var. Hâlâ filmde olan izleyici zaten bir Kuzey hastası, artık biliyoruz, gün de oraları aratmayacak görseller sunuyor. Şuraya yapılmış olan Toki binalarına kızıyor; işe giderken, sosyete mahallesinin ardından o Roman mahallesinin sokaklarında yürümeye, onların neşesiyle laflamaya bayıldığı eski halini özlüyor. Allahtan demiryolu yerli yerinde, yeni treninin bekliyor...
Kafamda kapüşonum, gözlerimi ırmaktan ve mahalleden alarak ıslak caddenin ve keyifli günün içinden yürüyorum. Eski Vali Konağının korunmuş binasının önünden geçiyor, Demirspor Kulübünün lokalini, komşusu iki şahane eski ve ahşap lojmanı, yazları düğünlerin yapıldığı güzel ve kocaman bahçesini müteahhitlere yedirmeyip de Şehir Müzesi, kocaman bir park ve güzel kafeli bir alana dönüştürüp hem anılara hem de halkın hizmetine sunan önceki iki başkana bir kez daha şükran diyorum ve uzun zamandır uğramadığım ama hep sevdiğim, kadim ve Baylan'da her oturduğumda kardeş olduklarını düşündüğüm, karakterlerini benzettiğim Birtat'a giriyorum.
"İki tane ekler lütfen"
"Bir de limonta lütfen"
Kendi başıma ilk gelişimi hatırlıyorum Birtat'a. Akşam seansıydı, ortaokul son ya da lise başındaki mahalleden bir abiye emanet etmişlerdi beni ama arkadaşım gibiydi; bir çizgi filme, gerçek bir çizgi filme gelmiştik. Şimdi yerinde bir bina inşa olmuş, o zaman yanında yazlığı da olan Yıldız Sinemasına. Red Kit'e... Öncesinde Birtat'ta oturmuş, ben bir acıbadem yanına da limonata istemiştim.
Tadı yıllardır değişmeyen limontamla çok da uzun olmayan hasreti giderirken; "şu gün bile, üstelik limonlar, şekerler, sular her şey değişmişken sen hâlâ o ilk tadı nasıl devam ettiriyorsun," diye geçiriyorum aklımdan. Hem sütlü böreğin, hem de eklerin kremaları da hayranlığımın altını bir kez daha çizdiriyorlar. Ve böreğin kıtır kıtır hamur katlarındaki lezzet, üzerindeki pudra şekeri ve dövülmüş şam fıstığı muhteşem... Pastane 1926'dan beri kuşaktan kuşağa devam ediyor ne güzel ki... Gelenekseli koruyarak!
Çıkınca, kadim parkın içinden yürüyorum; şu ünlü, şehrin simgesi, Atatürk'ün şaha kalkmış at üzerindeki, Samsun Hatırası fotoğrafların olmazsa olmazı heykelinin önünden geçerek. Bu kez trenle dönmekten vazgeçiyorum ve bir an önce evde olmak istiyorum. Filmi, pastaneyi ve günün tadını çocukca bir coşkuyla ve muzurca paylaşmak istediğim Biri var. Evdeyim.
"Telefon, tek tuş ve O."
Pazartesi Sabah...
Fırından sade poğaçalar alıyorum. Sandviç ekmeğindense bu poğaçalarla yapılan sandviçlere bayılıyorum. Yumurtam haşlanırken, filtre kahvemi hazırlıyor ve demlenmeye bırakıyorum. Bir küçük domatesi, kaşar peynirini ve pişen yumurtamı dilimliyor, hindi fümeli sandviçimi hazırlıyorum. O'ndan bir iz olmazsa, eksiktir ben için kahvaltı ki bugün, mavi Vosvos eşlikçim. Açıyorum bilgisayarımı, manzaram günün ilk ışıkları, Radio Margherita eşliğinde ve büyük bir keyifle, özellikle Cuma günü yayınlanmak üzere, yine kısa yazmayı beceremediğim hikâyemin ilk satırlarını akıtmaya başlıyorum.
*Şu yazının 11.paragrafı.
Etiketler:
akıp giden zamana notlar...,
Birtat Pastanesi,
sinema,
Sonsuzluk Üzerine
28 Şubat 2020 Cuma
Kısa ve Basit Bir Kaç Diyalog
Önceki gün, birden, canım mantı yemek istiyor. İlk açılan ve şehir merkezi dışında olmasına rağmen çok tutulan, kadınların gün yaptığı, şark köşeli küçük bir dükkân. Yaklaşık bir, bir buçuk yıl önce, yıllardır bulunduğu noktadan kayboluyor. Ekonomiye yenik düştü, diye, üzülüyorum. Mutfağında kadınların çalıştığı ama bir abinin sahip olduğu, arada bir taaa Sanayiden kalkıp geldiğimiz bir nefes noktası. Hasan Abi.
Sonra bir gün, bir kaç ay önce semtimizin yeni bulvarlarından birinde yürürken, görüyorum onu; daha büyük ama yine de sempatik bir mekân... Seviniyorum, burada devam ediyor, diye. Yıllardır değişmeyen bir menüsü var: Keşkek, Gözleme, Mantı, Sarma ve bir kaç yemek daha...
Giriyorum içeriye ki saat öğleni geçmiş. Hasan Abi'nin mutfaktan sesi geliyor. Sevimli parkı ve bulvarı yandan gören, ana yola kısmen uzak, cam kenarı masayı gözüme kestiriyorum.
Rüzgâr, sanki ardından yağmur gelecekmiş gibi üfürüyor ağaç dallarını ve sakin bulvarı. Kağıtlar, kağıttan uçak gibi kalkıyorlar, burgu hareketi ile biraz yükselip sonra da pattadanak konuyorlar biraz ileriye. Sevimli ve minik bulvar kahvecisinin kaldırımdaki tabelası devriliyor; az önce önünden geçerken ve elimde kahve kokusu, dış masalarından birinde kitap okuduğumu düşlerken... El atmayı geçirirken aklımdan, mekân sahibi yetişiyor.
Güler yüzle karşılayan, bıcır bıcır ve konuşkan olduğu belli sempatik, kalbi güzel genç kadına "Mantı lütfen," diyorum. "Sarımsak?" sorusunu da onaylıyorum.
Masamdayım, günün rengi gri fakat sakinliği o kadar güzel tamamlıyor ki renk, kendimi bir filmin içinde sanıyorum.
Kumaş renkleri hoş sandalyenin üzerine koyduğum dark lacivert ve sevdiğim çoban kabanımın cebinden kitabımı çıkarıyorum. Kaldığım hikâyeden devam ediyorum. Çok tatlı genç kadın mantımı getiriyor; bırakınca masaya, okuduğum kitabı soruyor...
Gülümserken, çevirip gösteriyorum kapağını. "İçindeki bir hikâye, Stelyanos Hrisopulos Gemisi için aldım," diyorum.
Gözleri biraz daha gülüyor, "Okumuştum," diyor ve "Son Kuşlar da çok güzeldir," diye ekliyor.
O güne kadar haberdar olmadığım, Sevgili Okul Arkadaşım'ın bir yazısına* yazdığım yoruma verdiği yanıt ile haberdar olduğum Fazıl Say'ın sahne eserinden söz ediyorum. Onu izlemeden önce hikâyeyi bilmek istediğimdense söz etmiyorum.
Mantım muhteşem. Küçük pide lokmalarını arada yoğurduna banıyor, yoğurdun sosla buluşmuş tadının pideye kattığı lezzetin tadını çıkarıyorum. Günün bu saati kadar yavaş, sabırlı ve sessiz bir mutlulukla.
Ödeme için kasaya yanaşıyorum. Genç kadın geliyor. O ara fark ediyor olmalı ki...
"Ne güzel, Cebinize kitap sığıyor," diyor.
"Cebine kitap sığmayacak hiçbir şeyi almıyorum," diyorum ki bu gerçeği yansıtmayan ve o anlık bir espri.
Dedim ya, genç kadın konuşkan, tatlı... Ve de çok sıcak, çok şirin bir pervasızlığı var.
"Güzel adamsınız," diyor, kartımı pos cihazından geçirirken.
Ne yazık ki bu sabaha karşı, birilerinin kibir ve cahil siyasetleri nedeniyle-yine başkalarının savaşında- ölen Fidanlar için: Şehitler Ölür!
*Sevgili Okul Arkadaşım'ın bir yazısı.
**Son satırdaki ifade ile ilintili bir başka diyalog da şu yazıdaki son fotoğrafın altında.
Sonra bir gün, bir kaç ay önce semtimizin yeni bulvarlarından birinde yürürken, görüyorum onu; daha büyük ama yine de sempatik bir mekân... Seviniyorum, burada devam ediyor, diye. Yıllardır değişmeyen bir menüsü var: Keşkek, Gözleme, Mantı, Sarma ve bir kaç yemek daha...
Giriyorum içeriye ki saat öğleni geçmiş. Hasan Abi'nin mutfaktan sesi geliyor. Sevimli parkı ve bulvarı yandan gören, ana yola kısmen uzak, cam kenarı masayı gözüme kestiriyorum.
Rüzgâr, sanki ardından yağmur gelecekmiş gibi üfürüyor ağaç dallarını ve sakin bulvarı. Kağıtlar, kağıttan uçak gibi kalkıyorlar, burgu hareketi ile biraz yükselip sonra da pattadanak konuyorlar biraz ileriye. Sevimli ve minik bulvar kahvecisinin kaldırımdaki tabelası devriliyor; az önce önünden geçerken ve elimde kahve kokusu, dış masalarından birinde kitap okuduğumu düşlerken... El atmayı geçirirken aklımdan, mekân sahibi yetişiyor.
Güler yüzle karşılayan, bıcır bıcır ve konuşkan olduğu belli sempatik, kalbi güzel genç kadına "Mantı lütfen," diyorum. "Sarımsak?" sorusunu da onaylıyorum.
Masamdayım, günün rengi gri fakat sakinliği o kadar güzel tamamlıyor ki renk, kendimi bir filmin içinde sanıyorum.
Kumaş renkleri hoş sandalyenin üzerine koyduğum dark lacivert ve sevdiğim çoban kabanımın cebinden kitabımı çıkarıyorum. Kaldığım hikâyeden devam ediyorum. Çok tatlı genç kadın mantımı getiriyor; bırakınca masaya, okuduğum kitabı soruyor...
Gülümserken, çevirip gösteriyorum kapağını. "İçindeki bir hikâye, Stelyanos Hrisopulos Gemisi için aldım," diyorum.
Gözleri biraz daha gülüyor, "Okumuştum," diyor ve "Son Kuşlar da çok güzeldir," diye ekliyor.
O güne kadar haberdar olmadığım, Sevgili Okul Arkadaşım'ın bir yazısına* yazdığım yoruma verdiği yanıt ile haberdar olduğum Fazıl Say'ın sahne eserinden söz ediyorum. Onu izlemeden önce hikâyeyi bilmek istediğimdense söz etmiyorum.
Mantım muhteşem. Küçük pide lokmalarını arada yoğurduna banıyor, yoğurdun sosla buluşmuş tadının pideye kattığı lezzetin tadını çıkarıyorum. Günün bu saati kadar yavaş, sabırlı ve sessiz bir mutlulukla.
Ödeme için kasaya yanaşıyorum. Genç kadın geliyor. O ara fark ediyor olmalı ki...
"Ne güzel, Cebinize kitap sığıyor," diyor.
"Cebine kitap sığmayacak hiçbir şeyi almıyorum," diyorum ki bu gerçeği yansıtmayan ve o anlık bir espri.
Dedim ya, genç kadın konuşkan, tatlı... Ve de çok sıcak, çok şirin bir pervasızlığı var.
"Güzel adamsınız," diyor, kartımı pos cihazından geçirirken.
Ne yazık ki bu sabaha karşı, birilerinin kibir ve cahil siyasetleri nedeniyle-yine başkalarının savaşında- ölen Fidanlar için: Şehitler Ölür!
*Sevgili Okul Arkadaşım'ın bir yazısı.
**Son satırdaki ifade ile ilintili bir başka diyalog da şu yazıdaki son fotoğrafın altında.
Etiketler:
an'larım...,
Diyaloglar,
sevdiğimiz mekanlar
24 Şubat 2020 Pazartesi
Fransa Esintili Alanos Usulü Omlet
Ama sadece bir Omlet yazısı değil, isterseniz alt başlığa geçin!
"Fransa esintili, Alanos usulü ve tembel işi bir omletim var ki onu yaparken kendimi literatüre yöntem katmış şef gibi hissediyorum! Onu da bir fotoroman edası ile aşamalı resimleyip yazmayı düşlüyorum." diyerek bitirmiştim Alanos Usulü İzmir Kumru* yazımı ki aradan neredeyse beş ay geçmiş. Elbette çok kere yaptım ve kısmen de fotoğrafladım geçen süreçte, lakin yazmak bugüne kısmetmiş...
Yıllar önce aldığım standart dergilere ek olarak bazıları sürekli olmasa da ara ara yemek dergileri de alıyordum ve yeni yetme delikanlı merakıyla yemeklere ve kokteyllere sarmıştım. Aslında yemek zevki ailenin bir sıçrama yapmasını arzulayan en amcamdan bulaşmıştı bana. Yemek ve giyim zevki olan, entelektüel gelişimi kıvamında ve o yıllarda bekâr en amca bankayı teftiş için şehre her geldiğinde işi dolayısıyla ve genelde de çok şık giyiniyor, hiç istemememe rağmen beni de şık giydiriyordu. En güzide mekanlara götürüyor, şehrin en güzel lokantalarının ki buna Cumhuriyet Lokantası da dahil mutfaklarına giriyor, yemeklerimizi şefler ve sahibi Aslan Kaptan ile üzerlerine konuşarak, seçiyorduk. Aslında o bende, giyimi kuşamı ve mesleği ile hayalindeki insanı yaratmak istiyordu. Buna ailedeki ilk çocuk olmanın avantajı mı yoksa dezavantajı mı demeli, bilmiyorum. Aslında biliyorum da yazıya dramatik bir hava katıp biraz da eksik bıraktıklarımı, ya da zorunda kaldıklarımı savunmak istiyorum belki de... Kim bilir?!
Aslında muttfak camı ile paralel ve tarabalarına bayıldığım bir bahçesi olan kalabalık ailemizin kira evinde ve kuzinede çok güzel yemekler pişerdi... İçli Köfte ve Patile'nin, Bumbar Dolması, reyhan kokulu İşkene, sarımsaklı yoğurdu ya da Kurut'u ve üzerine dökülmüş miss gibi tereyağı ile ve bizim dilimizdeki adı ile Sürun'un; kavurmanın hamurun içine gömüldüğü, öylece fırınlandığı ve nihayetinde üst kapağı kesilerek ortaya çıkan görüntüsüne paha biçilemeyecek Gömme'nin; üzerine sarımsaklı yoğurt, onun üzerine de biberli ve yakılmaya az kalmış tereyağının döküldüğü bulgurlu köftelerin ve elbette ev yapımı, bir tık kalın özel yufkaların, soğanla ve çok az mukaşerle pişmiş lezzetli tavuk etiyle -bazen de tavşan ya da keklik ile ve miss gibi tereyağıyla buluşturulduğu Öfeleme'nin; taze fasulye, bulgur ve et suyu ile yine kuzinede yapılan Helle'nin, Kurban Bayramlardaki muhteşem ötesi kavurmanın ve -Ermeni Mutfağı etkileşimli- başta Işkın olmak üzere çeşit çeşit otlarla yapılmış yöre yemeklerinin âlâsı olurdu bizim evde. O zaman Kız Enstitüsünde öğrenci olan halaların bi tanesi mutfağın modern yüzüydü; Çılbırı onunla tattık mesela, üzeri vanilyalı ay şeklindeki ve içinde fındık parçaları olan minik pastaları, kekleri ve elbette Krem Karameli muhteşemdi. Çapkınlık derslerini aldığım, ilk maçlarıma onunla gittiğim, ailenin en ele avuca gelmezi ve haylazı en küçük amcamın eşi Nurhan Yengem çok iyi yaptığı bir iki şey dışında diğer şeflerden bir tık aşağıda olsa da Balkan Yemekleri sorumlusuydu... En Amcamsa et uzmanıydı ki ona da babanneden sirayet etmişti bu yetenek; içinde tel ızgarası olan, kek tenceresi gibi kapanan ve üzerinde dalgıç penceresi gibi camı olan elektrikli mutfak aletinde üzeri kekiklenmiş ve elbette eti özenle seçilmiş kuzu pirzolalar yapardı ki mutfağa yayılan enfes kokusundan ve tadından yenmezdi. Her daim bizim evde sağlam bir mutfak ekibi vardı yani. Anneme ise ayrı bir sayfa açmak gerekir ki, babanneden sonra mutfağın uzun yıllar muhteşem şefi oydu. Amcam evlendi sonuçta tabii ki, Keriman Yengemle; o biz için peri masallarından bir kızdır. Elbette mutfağı muhteşemdi ki masallardaki gibi soylu, çiftlik sahibi, senatör bir babanın ve yine gerçek bir soylu, o oranda da tatlı bir annenin kızıydı. Onun bizim ailemize katılmasıyla birlikte onun ailesinden öğrendiğimiz çok da şey var, aslında. Amcamın beni yine şımşıkır giydirdiği ve henüz nişanlıyken onlar, evlerine yaptığımız ziyaret, evdeki şömine, bizim kira ev kadar salon-salomanjesi, ve yemek masasının güzelliği ve ev halleri ben için bir Kül Kedisi hikayesi gibiydi. Tina çizgi roman dergilerini orada görmüştüm, çok hoşuma gitmişti...
Elbetteki tüm bu beceriler sonraki nesillere de sirayet etti... Onlarınki kadar ve o yılların lezzetinde olmasa da güzel işler çıkaran, beş yıldızlı mutfak tadında masalar kuran bir kaç kişimiz var ki bire kız kardeşi, ikiye de en küçüğümüz olan erkek kardeşi yazmak gerek!
Ben mi?!..
Fransız Omleti; ıspanaklı, peynirli, karabiber ve muskat dokunuşlu.
Nihayetinde Gelebilirsem Fransa Esintili Alanos Usulü Omlet'e!
Aslında gerçek Fransız Omleti'ni yapabiliyorum ben ki o zaman kesinlikle tereyağı kullanıyorum; hem de çok güzel yapabiliyorum, öyle başarılı ki dağılmadan dilimlenebiliyor -tekrar bakınız, yukarıdaki foto. Şimdilerde pek uğraşmak istemiyorum ama o yöntemden yararlanarak, tek tava ve bir çırpıda hallediyorum bu işi. Yani Alanos Usulü Omlet'i.
Önce, yıllar önce okuduğum ve muhtemelen Tat Dergisi'ndeki ya da Alacarte'daki tariften hareketle bir kişi için iki yumurtayı bir küçük kaseye kırıyor, işin sırrı olarak da iki yumurta için iki çorba kaşığı su ilave ediyorum; Fransız Omleti'nde olduğu gibi! Bazen, kullanacağım malzemeye göre içine çok olmamak kaydıyla muskat rendeliyor, yine malzemelere göre biraz karabiber, çok az pul biber, bazen de taze fesleğen falan ekliyorum. Elbette zevke göre tuz da ilave edilmeli ki ben peynirden ve diğer tuzlu ürünlerden dolayı tuza gerek duymuyorum. Sonra da yine Fransız dokunuşu olarak yumurtaları bir çatalla sarılar ve beyazlar çok biribirine geçmeyecek ve tümüyle sarıya bürünmeyecek şekilde, biraz çırpıyorum.
Ama önce tek kişilik döküm tavamı ocağın orta gözünde ve çeyrek ateşte ısınmaya bırakıyorum, o arada da diğer malzemelerimi hazırlıyorum ki bugünkü tarifim, malzemelerinden ve pizzadan esinlenerek adını Napolitanos koyduğum omlet.
Avuç içimi ara ara tavanın üzerine yaklaştırarak ısısını kontrol ediyorum; hemen cızırdatmayacak, tavanın tabanına el değebilecek bir ısıdayken yüzeyi kaplayacak kadar zeytinyağı döküyorum. Eğer et ve türevi ürünleri peynirle birlikte kullanacağım bir omletse yapacağım, yağdan önce tatları da patlasın diye tavaya kekik ve pul biber ilave ediyorum ki Napolitanos Omlet için buna gerek yok.
Sonra soyulmuş ve istenen ölçüde doğranmış domatesleri kısa süreli cızırdatıyorum tavada ve kuru fesleğen ekliyorum bir miktar üzerlerine; sonra bir kez karıştırıyorum. İstenirse ayrı bir tavada da yapılabilir bu işlem ki gerçek bir Fransız Omleti'nde öyle yapıyorum. Domatesler kesinlikle öldürülmemeli ama!
Sonra kasedeki yumurtayı tavaya döküyorum, o ilk cızırdamayı duyunca altta incecik bir taban oluşuyor ve sıvının kaldırma gücü ile de domatesler yüzeyde kalıyor, sonra da beyaz peynir parçalarını dağıtıyorum üzerlerine ki burada peynir seçimi sizin. Benim çok sevdiğim, kısmen keçi sütü katılmış, çok yumuşak olmayan, Trakya yöresinden bir beyaz peynirim var ki onu kullanıyorum, domatesli omletlerimde.
Yumurta tabandan itibaren katılaşmaya, yani pişmeye başlıyor sonra, o zaman altını en kısığa alıyorum ocağın. O usul usul pişerken peynirler de erimeye başlıyor o ara. Bir dilim ekmeği kızarmaya bırakıyor, bir yandan da filtre kahvemi hazırlıyorum bu süreçte.
Buradan ötesi yine sizin zevkinize ki ben yüzeyini, kızarmış ekmek parçalarını banmak için biraz sulu bırakıyorum. Onun için de belli bir noktada altını kapatıp ocağın, döküm ayaklarının ve tavanın kendi ısısı ile tadının kolektifleşip, zenginleşmesini bekliyorum bir süre.
Bazen sosis, kaşar peyniri; bazen de sosis, adı her ne kadar hindi füme olsa da bir tür salam dilimleri ve eski kaşar ile de yapıyorum ki bazen de içlerine domates ve biber dilimleri de katıyorum. İşte o zaman peynir hariç tüm bu malzemleri yine yağda belli bir noktaya kadar çeviriyor, sonra tavaya döktüğüm yumurtanın üzerine dağıtıyorum.
Bir de küçücük kasede salatalık dilimleri, zeytin çeşitleri, eğer domates kullanmamışsam domates parçaları, kekik ve zeytinyağı ilaveli bir garnitür hazırlıyor, kahvemi de yanıma alıyorum.
Salona açık mutfağımın manzaraya paralel masasına geçiyor, sabaha yayılan Radio Swiss Classic'in enfes melodileri eşliğinde doğanın - bu sabah kuzey denizlerinden, yine bir kuzey olan bizim denize getirdiği- enfes "buzdağını" seyrediyorum. Bir gemi giriyor sonraki karede fotoğrafa... Bahar dalları açmış ve kuşlar denize bakan penceremin üzerindeki damlalığa yerleşmiş! Yeni miniklerimiz olacağı kesin.
Elimde kahve kokusu, kombinin bacasının üzerinde cikleyen kuşa bakıyorum. Aynı kuş musun sen, diyesim var; halkalasak mı bunları acaba?!**
*Alanos Usulü İzmir Kumru
Amca, ben ve bankaya dair cümlelerin olduğu bir yazı: Benim Kars'ım
** Geçen yıldan kuşlar ailesi bahisli yazı
"Fransa esintili, Alanos usulü ve tembel işi bir omletim var ki onu yaparken kendimi literatüre yöntem katmış şef gibi hissediyorum! Onu da bir fotoroman edası ile aşamalı resimleyip yazmayı düşlüyorum." diyerek bitirmiştim Alanos Usulü İzmir Kumru* yazımı ki aradan neredeyse beş ay geçmiş. Elbette çok kere yaptım ve kısmen de fotoğrafladım geçen süreçte, lakin yazmak bugüne kısmetmiş...
Yıllar önce aldığım standart dergilere ek olarak bazıları sürekli olmasa da ara ara yemek dergileri de alıyordum ve yeni yetme delikanlı merakıyla yemeklere ve kokteyllere sarmıştım. Aslında yemek zevki ailenin bir sıçrama yapmasını arzulayan en amcamdan bulaşmıştı bana. Yemek ve giyim zevki olan, entelektüel gelişimi kıvamında ve o yıllarda bekâr en amca bankayı teftiş için şehre her geldiğinde işi dolayısıyla ve genelde de çok şık giyiniyor, hiç istemememe rağmen beni de şık giydiriyordu. En güzide mekanlara götürüyor, şehrin en güzel lokantalarının ki buna Cumhuriyet Lokantası da dahil mutfaklarına giriyor, yemeklerimizi şefler ve sahibi Aslan Kaptan ile üzerlerine konuşarak, seçiyorduk. Aslında o bende, giyimi kuşamı ve mesleği ile hayalindeki insanı yaratmak istiyordu. Buna ailedeki ilk çocuk olmanın avantajı mı yoksa dezavantajı mı demeli, bilmiyorum. Aslında biliyorum da yazıya dramatik bir hava katıp biraz da eksik bıraktıklarımı, ya da zorunda kaldıklarımı savunmak istiyorum belki de... Kim bilir?!
Aslında muttfak camı ile paralel ve tarabalarına bayıldığım bir bahçesi olan kalabalık ailemizin kira evinde ve kuzinede çok güzel yemekler pişerdi... İçli Köfte ve Patile'nin, Bumbar Dolması, reyhan kokulu İşkene, sarımsaklı yoğurdu ya da Kurut'u ve üzerine dökülmüş miss gibi tereyağı ile ve bizim dilimizdeki adı ile Sürun'un; kavurmanın hamurun içine gömüldüğü, öylece fırınlandığı ve nihayetinde üst kapağı kesilerek ortaya çıkan görüntüsüne paha biçilemeyecek Gömme'nin; üzerine sarımsaklı yoğurt, onun üzerine de biberli ve yakılmaya az kalmış tereyağının döküldüğü bulgurlu köftelerin ve elbette ev yapımı, bir tık kalın özel yufkaların, soğanla ve çok az mukaşerle pişmiş lezzetli tavuk etiyle -bazen de tavşan ya da keklik ile ve miss gibi tereyağıyla buluşturulduğu Öfeleme'nin; taze fasulye, bulgur ve et suyu ile yine kuzinede yapılan Helle'nin, Kurban Bayramlardaki muhteşem ötesi kavurmanın ve -Ermeni Mutfağı etkileşimli- başta Işkın olmak üzere çeşit çeşit otlarla yapılmış yöre yemeklerinin âlâsı olurdu bizim evde. O zaman Kız Enstitüsünde öğrenci olan halaların bi tanesi mutfağın modern yüzüydü; Çılbırı onunla tattık mesela, üzeri vanilyalı ay şeklindeki ve içinde fındık parçaları olan minik pastaları, kekleri ve elbette Krem Karameli muhteşemdi. Çapkınlık derslerini aldığım, ilk maçlarıma onunla gittiğim, ailenin en ele avuca gelmezi ve haylazı en küçük amcamın eşi Nurhan Yengem çok iyi yaptığı bir iki şey dışında diğer şeflerden bir tık aşağıda olsa da Balkan Yemekleri sorumlusuydu... En Amcamsa et uzmanıydı ki ona da babanneden sirayet etmişti bu yetenek; içinde tel ızgarası olan, kek tenceresi gibi kapanan ve üzerinde dalgıç penceresi gibi camı olan elektrikli mutfak aletinde üzeri kekiklenmiş ve elbette eti özenle seçilmiş kuzu pirzolalar yapardı ki mutfağa yayılan enfes kokusundan ve tadından yenmezdi. Her daim bizim evde sağlam bir mutfak ekibi vardı yani. Anneme ise ayrı bir sayfa açmak gerekir ki, babanneden sonra mutfağın uzun yıllar muhteşem şefi oydu. Amcam evlendi sonuçta tabii ki, Keriman Yengemle; o biz için peri masallarından bir kızdır. Elbette mutfağı muhteşemdi ki masallardaki gibi soylu, çiftlik sahibi, senatör bir babanın ve yine gerçek bir soylu, o oranda da tatlı bir annenin kızıydı. Onun bizim ailemize katılmasıyla birlikte onun ailesinden öğrendiğimiz çok da şey var, aslında. Amcamın beni yine şımşıkır giydirdiği ve henüz nişanlıyken onlar, evlerine yaptığımız ziyaret, evdeki şömine, bizim kira ev kadar salon-salomanjesi, ve yemek masasının güzelliği ve ev halleri ben için bir Kül Kedisi hikayesi gibiydi. Tina çizgi roman dergilerini orada görmüştüm, çok hoşuma gitmişti...
Elbetteki tüm bu beceriler sonraki nesillere de sirayet etti... Onlarınki kadar ve o yılların lezzetinde olmasa da güzel işler çıkaran, beş yıldızlı mutfak tadında masalar kuran bir kaç kişimiz var ki bire kız kardeşi, ikiye de en küçüğümüz olan erkek kardeşi yazmak gerek!
Ben mi?!..
Fransız Omleti; ıspanaklı, peynirli, karabiber ve muskat dokunuşlu.
Nihayetinde Gelebilirsem Fransa Esintili Alanos Usulü Omlet'e!
Aslında gerçek Fransız Omleti'ni yapabiliyorum ben ki o zaman kesinlikle tereyağı kullanıyorum; hem de çok güzel yapabiliyorum, öyle başarılı ki dağılmadan dilimlenebiliyor -tekrar bakınız, yukarıdaki foto. Şimdilerde pek uğraşmak istemiyorum ama o yöntemden yararlanarak, tek tava ve bir çırpıda hallediyorum bu işi. Yani Alanos Usulü Omlet'i.
Önce, yıllar önce okuduğum ve muhtemelen Tat Dergisi'ndeki ya da Alacarte'daki tariften hareketle bir kişi için iki yumurtayı bir küçük kaseye kırıyor, işin sırrı olarak da iki yumurta için iki çorba kaşığı su ilave ediyorum; Fransız Omleti'nde olduğu gibi! Bazen, kullanacağım malzemeye göre içine çok olmamak kaydıyla muskat rendeliyor, yine malzemelere göre biraz karabiber, çok az pul biber, bazen de taze fesleğen falan ekliyorum. Elbette zevke göre tuz da ilave edilmeli ki ben peynirden ve diğer tuzlu ürünlerden dolayı tuza gerek duymuyorum. Sonra da yine Fransız dokunuşu olarak yumurtaları bir çatalla sarılar ve beyazlar çok biribirine geçmeyecek ve tümüyle sarıya bürünmeyecek şekilde, biraz çırpıyorum.
Ama önce tek kişilik döküm tavamı ocağın orta gözünde ve çeyrek ateşte ısınmaya bırakıyorum, o arada da diğer malzemelerimi hazırlıyorum ki bugünkü tarifim, malzemelerinden ve pizzadan esinlenerek adını Napolitanos koyduğum omlet.
Avuç içimi ara ara tavanın üzerine yaklaştırarak ısısını kontrol ediyorum; hemen cızırdatmayacak, tavanın tabanına el değebilecek bir ısıdayken yüzeyi kaplayacak kadar zeytinyağı döküyorum. Eğer et ve türevi ürünleri peynirle birlikte kullanacağım bir omletse yapacağım, yağdan önce tatları da patlasın diye tavaya kekik ve pul biber ilave ediyorum ki Napolitanos Omlet için buna gerek yok.
Sonra soyulmuş ve istenen ölçüde doğranmış domatesleri kısa süreli cızırdatıyorum tavada ve kuru fesleğen ekliyorum bir miktar üzerlerine; sonra bir kez karıştırıyorum. İstenirse ayrı bir tavada da yapılabilir bu işlem ki gerçek bir Fransız Omleti'nde öyle yapıyorum. Domatesler kesinlikle öldürülmemeli ama!
Sonra kasedeki yumurtayı tavaya döküyorum, o ilk cızırdamayı duyunca altta incecik bir taban oluşuyor ve sıvının kaldırma gücü ile de domatesler yüzeyde kalıyor, sonra da beyaz peynir parçalarını dağıtıyorum üzerlerine ki burada peynir seçimi sizin. Benim çok sevdiğim, kısmen keçi sütü katılmış, çok yumuşak olmayan, Trakya yöresinden bir beyaz peynirim var ki onu kullanıyorum, domatesli omletlerimde.
Yumurta tabandan itibaren katılaşmaya, yani pişmeye başlıyor sonra, o zaman altını en kısığa alıyorum ocağın. O usul usul pişerken peynirler de erimeye başlıyor o ara. Bir dilim ekmeği kızarmaya bırakıyor, bir yandan da filtre kahvemi hazırlıyorum bu süreçte.
Buradan ötesi yine sizin zevkinize ki ben yüzeyini, kızarmış ekmek parçalarını banmak için biraz sulu bırakıyorum. Onun için de belli bir noktada altını kapatıp ocağın, döküm ayaklarının ve tavanın kendi ısısı ile tadının kolektifleşip, zenginleşmesini bekliyorum bir süre.
Bazen sosis, kaşar peyniri; bazen de sosis, adı her ne kadar hindi füme olsa da bir tür salam dilimleri ve eski kaşar ile de yapıyorum ki bazen de içlerine domates ve biber dilimleri de katıyorum. İşte o zaman peynir hariç tüm bu malzemleri yine yağda belli bir noktaya kadar çeviriyor, sonra tavaya döktüğüm yumurtanın üzerine dağıtıyorum.
Bir de küçücük kasede salatalık dilimleri, zeytin çeşitleri, eğer domates kullanmamışsam domates parçaları, kekik ve zeytinyağı ilaveli bir garnitür hazırlıyor, kahvemi de yanıma alıyorum.
Salona açık mutfağımın manzaraya paralel masasına geçiyor, sabaha yayılan Radio Swiss Classic'in enfes melodileri eşliğinde doğanın - bu sabah kuzey denizlerinden, yine bir kuzey olan bizim denize getirdiği- enfes "buzdağını" seyrediyorum. Bir gemi giriyor sonraki karede fotoğrafa... Bahar dalları açmış ve kuşlar denize bakan penceremin üzerindeki damlalığa yerleşmiş! Yeni miniklerimiz olacağı kesin.
Elimde kahve kokusu, kombinin bacasının üzerinde cikleyen kuşa bakıyorum. Aynı kuş musun sen, diyesim var; halkalasak mı bunları acaba?!**
*Alanos Usulü İzmir Kumru
Amca, ben ve bankaya dair cümlelerin olduğu bir yazı: Benim Kars'ım
** Geçen yıldan kuşlar ailesi bahisli yazı
Etiketler:
akıp giden zamana notlar...,
Alanos Usulü Omlet,
yemekler...
20 Şubat 2020 Perşembe
Cumartesi'nin Hikmetinden Sual Olunmaz
Trene doğru yürüyorum, saat onikiyi ondan sayarsak, vakit öğlen. Bir kaç hafta evvel, ben için çok kıymetli bir blog yazarının, sevgili Evren'in yorumuna, "Bu hafta yazamazsam da haftaya kesin, kazın âlâsı nerede bildireceğim, alem kaz neymiş bir görsün!" cümlesini de içeren bir cevap yazmıştım. Yazıyı vaat ettiğim sürede yazamadım ki yazacak malzemem de vardı aslında! Sonra dedim ki ben bu Kazın tazesini de yazarım, nasılsa. İhmale bırakmadım yani, sıcak olsun istedim ki bir tık eksiğine rağmen lezzeti arşa değen ve yazabileceğim, bir kaç haftalık eski kaz fotoğrafı aşağıda.
Trene doğru yürüyorumdan devam edebilirim şimdi! Gerçi evden çıkmam zaman aldı, bankamatiklerde kuyruk vardı ki ayın maaş günü olduğunu bilememişim, vazgeçtim. Gecikmeli olsa da duraktayım. Sanki cebimden telefonun sesi geliyor. Alışkın olmayan kulak zor duyuyor, çoğu zaman da başkasının sanıyor!.. Enn sevdiğim kadın arıyor; gecikince merak etmiş, buluşma noktası konuşuyoruz. Binince arayacağım, mutabıkız.
İlk gelen trende bingo ki çok sevdiğim durakta inebileceğim; tren tırmanmaya başlayınca kapıya yanaşacağım ve göğe doğru yükseldiğinde de denizi seyretmenin tadını çıkaracağım. Hafta sonu ıssızlığındaki göğe değen o durakta inmeye bayılıyorum, çünkü kendimi Brooklyn'in tenhalarında sanıyorum. Yan yolda bekleyen araba merdiven başında görünmemle hareketleniyor; merdiveni inince de duruyor, mini sırt çantamı ve kabanımı arka koltuğa bırakıp enn sevdiğim kadının yan koltuğuna oturuyorum. Gün katmerleniyor.
İstikamet belli ki şu alemdeki en sevdiğimiz noktalardan biri; ünü dünyayı sarmış biriciğimiz, tam adıyla Kızılırmak Deltası Kuş Cenneti.* Sabah nerede kahvaltı yaparızı konuşurken telefonda, zokayı atmışım. "Katmer," demişim ki bir kaç hafta önce görünce heyecan yapmış ve aklı kalmıştı. Yanına kahvaltı, ya da şu bu demiş, sonuna da sanki bir seçenekmiş gibi kazı eklemiştim. Aslında ben bazı ipuçlarından hareketle cevabından emin olduğum tuzaklar kurabiliyorum; belki bilmezsiniz ki yazılarda hiç sözünü etmedim. Ama kesin olan bir şey var; bizim Kaz, o ünlü kazı döver!
Üst fotoğraf bahse konu cennetten ve bir kaç hafta önceye ait. Şu ipuçları verdiğim ve birazdan anlatacağım mekanı biraz da mecburiyetten keşfettiğimiz güne dair. Gerçi buna pek keşif denemez ki biliyorduk, önünden geçiyorduk ama biz o zaman başka bir yeri seviyorduk ve bak onu gördüler ve hemen açtılar, diyerek de ötekine sahip çıkıyorduk! Böyle de koruyup kollayıcı bir yanımız var.
"1,5 porsiyon Kaz Tiriti, lütfen" demiştik, o hafta.
"İki ayran, lütfen" de demiştik.
Üzerine de pek süslü bir sunumla gelen kahvelerimizi içmiştik.
Üstelik lezzetiyle ilgili olmayan bir eleştirimize rağmen çok güzel bulmuş, hatta ki ona gidiyoruz diye çıktığımız ama artık kapanmış olduğunu gördüğümüz ve bayıldığımız önceki yere göre bir tık daha lezzetli olduğunu konuşmuştuk, tiritlerinin.
Sonra da geçen yıl "Şu yoldan gidelim," diyerek saptığımız ve bayıldığımız yoldan devam etmiş, demir kapısına asılmış tabelasında "Giriş çıkışlarda kapıyı kapatın, kapatmazsanız girmeyin." yazılı olan ve bizi gülümseten evin, dereli arazisine dalmış, uzun ağaçların üzerinden göz kırpan dolunayın gündüz güzeli halinin fotoğraflarını çekmiştik. Sonra, o yolu devam etmiş, küçük köyün içinden geçmiş ki bir süre kavga eden iki genç ineğin yolun ortasındaki kavgasını beklemiş, henüz öfkesini dindirememiş olanın arabayı yeme niyetine posta koysak da yoldan çekilmesini bir süre beklemiş, o arada terk edilmiş ve içinden ağaçlar çıkan iki evin fotoğrafını da ihmale bırakmamıştık. Sonrasında da yoldan çıkmış, traktör izlerinin yol yaptığı yemyeşil doğaya dalmıştı ki enn sevdiğim kadın, pek şeker ve çekik gözlü kuşu da dönüvermişti arazi aracına. Ben için ne konfor! Müzikler de doğayla uyumlu ki gün de olması gerektiği kadar ışıklı.
Bu genç benim can dostum, otlamakta olduğu çitlerle çevrili alandan, onu izleyen beni görünce doğrudan gelmiş, hemen sıcak bir iletişim kurmuş ve hoş sohbet etmiştik kendisi ile... Sonra, "Havalar ısınınca ama!" demiştik ve bazı planları birlikte hayal etmiştik. Hele bir havalar ısınsın, bahar topraktan fışkırsın ve çeşit çeşit kuşla birlikte leylekler de tepemizde uçsun... İşte o zaman "Şuraya serilelim, yanımızda kitaplarımız olsun," demiştik. Fakat bu saklı coğrafyanın, yer yer su birikintileri ile karşılaştığımız, sadece doğanın ve kuş sesleri eşliğindeki ıssızlığını çoğaltan ve insanı bir başka gezegende hissiyle arındıran, ruhuna konforlu bir coşku ve onunla birlikte de sürüş zevki veren halinin tadını çıkaran biri de var! Elbette çekik gözlünün radyosu bu rüya güzelliğe duyarsız kalmıyor ve konseptle uyumlu müzikleri ruhumuza akıtıyor.
Gelirsek Güncel Kaz'a
Varıyoruz ben için hep Engiz, değişen adıyla Ondokuzmayıs'a... Buradaki bankamatiği neredeyse her geldiğimizde kullanıyorum ki benimkinde sıra falan yok... Çıkıyoruz yeniden Delta yoluna, konumuz doğal olarak kuşlar ve onların peşinde bir tek kare fotoğraf için diyar diyar dolaşan insanlar. Saz Horozu yine baş konu. Sürü sürü geziyorlar ama bir türlü rastgelemiyoruz. Ahh... en sevdiğim kadın canlı canlı bir görse! Özellikle büktüğü ayağının üzerinden yemek yiyişini... Oysa görülmeyen neleri gördük.
Leylek yuvaları şimdilik ıssız, bir kaç hafta sonra gelecek sahiplerini bekliyorlar. Önce erkekler gelecek ve onaracaklar yazlıklarını. Sonra aile boyu şenlik; elbette burada doğacak çocuklar, renk katacaklar. Marteniçkalarımızı bir kez daha asacağız ağaca... Leylek Toki'miz var üstelik bizim, esprili de bir belediyemiz. Önceki iki başkan candı ki ikincisinin yaratımı Leylek Toki. Var fotoları ama hele bir gelsinler, güncelini yazarım, o zaman da koyarım fotolarını, diye düşünüyorum şu an.
Varıyoruz Osmanlı Yörük Çadırı'na. Hava güzel, çadıra girmiyor, dışarıda oturuyoruz.
"Hoş geldiniz."
"Hoş bulduk."
Biri daha genç iki abla; belki kardeş, belki iki elti. Genç olanı daha atak, sakin abla daha çok mutfakla ilgili.
"Bir sade katmer, lütfen."
"Bir porsiyon da kaz tiriti, lütfen"
"Birlikte mi getirelim?"
"Kaz tiritini daha sonra, lütfen!"
Neredeyse pide boyutunda bir katmer geliyor ki daha gelirken aklı alıyor, iyi ki bir tane söylemişiz! Fakat muhteşem; miss gibi ev yapımı tereyağı kokuyor ve çıtır bir tazelik içinde. Götürüyoruz çayla ki beni bile tiriti bitiremezsek korkusu sarıyor. Öylesine bir porsiyon. O ara iki motorsiklet geliyor; sürücüleri full aksesuar. Önce biri, edalı edalı ve göstere göstere geliyor, o esnada kaskını çıkarıyor ki kadın. Doğrudan çadıra yürüyor, o ara diğeri de geliyor ki o da kadın. Ne güzel!
Çoğunu ben yemek kaydıyla bitirmek üzereyiz katmeri, çok beğendik ve kendisi ile ilgili hayallerim var... Tiritse hazırlanabilir.
Geliyor alemin kralı... Yanında havuçlu, marullu bir salata ve turşu ile. İşte bu, mükemmel tirit bu! Geçen sefer "Bulguru bir tık daha diri olsaydı," demiştik, "lezzette bir sorun yok," diye de eklemiştik. Onlar da ilk kez böyle oldu diyerek kabul etmişlerdi durumu. Eklemiştik ki Kars'ta* da yedik biz bunu ama bu o ünlü ve artık endüstriyel tiritten çok çok daha güzel de demiştik.
Kusursuz tirit, kusursuz bir kaz tiriti, budur işte! Kazların yemeğe bıraktığı yağlarla yağlanmış pırıl pırıl ve incecik ve de çok lezzetli yufkalar... etin yağının ve tadının geçtiği muhteşem bir bulgur pilavı ve bu coğrafyada büyümüş, lezzetlenmiş, dünyanın tüm kaz yemekleri ile yarışabilecek lezzetteki kaz etleri... Rüya gibi! Koca bir porsiyon, üstelik iki kişiye yetiyor. Önden bir şey yenmeyecekse de iki kişi için bir buçuk porsiyon ideal. Kapanan mekandaki tirit de çok güzeldi ki orada da iki torun bakıyordu mutfak işine, tatlı insanlardı da. Ama işletme yöneticisi ve bu işi bilirim havasındaki eş ile ilgili fikrimi de beyan etmiştim enn sevdiğim kadına ki beni yanıltmadı şahıs ve bir yıl sonra kapandı mekan. Bir haftasonu da kahvaltıya gitmiş, köy yerinde yöre ürünleri hayali kurmuştuk ama bu kez sıradanlığına şapka çıkarmıştım! Köy yerinde, üstelik böyle bir coğrafyada şehir özentisi bir işletmeye ne gerek vardı, en çok işlerine heves ve coşkuyla sarılmış kadınlara üzüldüm.
Aslında bu kaz tiritinin öncülüğünü eski belediye başkanı döneminde belediyeye ait mekanlar yaptı, örnek oldu ve çoğalttı sayılarını, ondan önce şehir dışında bir benzinlikdeki tek bir lokanta vardı, kaz tiriti yapan. Yok olmuştu lokantalarda bu gelenek. Ve dönüşü gerçekten muhteşem oldu.
"İki orta şekerli kahve, lütfen."
Başka bir yerde abartılı bulacağım ama burada, niyet ve heveslerinden de yola çıkarak çok sevimli bulduğum ve artık başka türlüsünü hayal edemeyeceğim bir sunumla geliyor kahvelerimiz. Öyle güzel gidiyor ki kahvenin yudumları bu lezzet kasırgasının üzerine ve öylesine lezzetli ki kahveler, sıklıkla tekrarlıyorum aldığım zevki. Ve öylesine ucuz ki günün şartlarında bu menü... Üç kişi yese doyar bir katmer, iki kişi doyuracağı kesin bir porsiyon kaz tiriti, iki çay, ayran ki kendi hayvanlarının sütünden yapılmış yoğurttan, üstelik de köyün tadının buram buram hissedildiği, hafifçe mayhoş, kıvamlı, çok ama çok lezzetli iki koca bardak ayran ve iki kahveye ödediğimiz para, sıkı durun, 73 TL.
Bugün kısa bir tur yapacağız; önce sıklıkla kahvaltıya geldiğimiz, açık alanına bayıldığımız, kahvaltısı zengin, köyün kadınlarının elinden gözlemeleri lezzetli, havalar soğuyunca ve yağmurlar başlayınca kapanan, su basar ormanlarının içindeki yine eski başkanın eseri mekana. Bolca, poz poz fotoğraf çekiyoruz. Kokinalar muhteşem. Bir de mini minicik ve özel tür kurbikleri görebilsek ama yoklar ortada. Güneş göründü görünecek ki şimdilik ısısız bir beyaz ışık halinde.
Ahhhh işte... bizim hipilerimiz. Canımız ciğerimiz mandalarımız. Manda Klasik Korosu. Provadalar ki enn sevdiğim kadın şahane bir video çekiyor anında, sesli. Duruyoruz elbette, iniyoruz arabadan. Şu deltaya en yakışan yaratıklar, sütlerinden yapılan dondurmaya ise paha biçilemez. Bir de sular çekilince açıkta kalan ay yüzeyi gibi geniş alanda koşturan yılkı atlarımız var bizim, elbette taylarıyla... ve onları yakalayıp binmeye çalışan köyün gençleri. Ne muhteşem bir görüntüdür o. Peki, Cernek Gölü üzerine uzanan iskelenin uç noktasında, kırlangıç yavrularının hava gösterisi eşliğinde, kahve tadıyla kitap okumanın zevki? Üstelik düğün fotoğrafı için o noktaya gelen ekipler kızdırsalar da bizi yine de gelin damatla iletişimin ve bazen teknik desteğin tadına ne demeli?
Bu bizim delta var ya... ömür!
Öyle doymuşum ki salepten ve de muhteşem sütlaçtan vaz geçiyorum. Bir de akşamı var bunun, sakin olsam hayrıma!
İlk hedef Migros o halde!
Sonra da mahallemizin bir tanesi, pastaların kraliçesi Türkan'ın dükkanına geçiyorum.
"Bal kabaklı pastadan iki dilim paket, lütfen" diyorum ki, o ara, önce göremediğim, sonra farkettiğim ve niyetimde olan Medovik göz kırpıyor bana.
"Pardon, Medovik varmış, görememişim, onun tamamı lütfen."
Mutluyum, çıkıyorum pastaneden ve geçiyorum enn sevdiğim kadının yanına, bir dakika sonra da evdeyiz.
Biraz dinlenme derken kuruyoruz çilingir sofrasını televizyonun karşısına...
Şu cümleleri kurmuştum iki önceki yazımda ki bir özlemdi de bu aslında, yine aynı yolu izleyeceğiz, usul usul demlenirken...
"Cumartesi yemeklerinde müdavimi olduğumuz Kıbrıs Rum Kesimi televizyonunun şahaneler şahanesi programı eşliğinde yeni bir akşam. Fakat şöyle bir sorun oldu bir kaç ay önce; sevdiğimiz sunucu ki tatlı bir kızdı, programdan ayrıldı, o tatlı kızın olmadığı haliyle de sanki eski tadı bir türlü geri dönemedi. Şimdilerde yine açıyoruz ama eski tadı alamazsak da Yunan Televizyonu ERT''deki pek ışıltılı ve çok şenlikli tavernaya geçiyoruz."
O ara Rum kesimi televizyonu açık, spor haberlerinde ki bizim program bizim saatle 22.30'da başlıyor. O esnada program tanıtımları geçiyor. Fırsatı ganimet biliyorum ve espriyi patlatıyorum: İşte bu! La Paragas'ın gücü, diyorum. "Rum televiyonu bile duyarsız kalamadı," diye diye de olayı iyice köpürtüyorum. Ama çok ama çok mutlu oluyoruz, çünkü sevdiğimiz sunucu, aynı saatte, aynı ekiple hazırlanan, konseptte ve dekordaki yenilenme, yeni ve yerel koro eklenmeleriyle ve yeni program adıyla ekranda.
O halde yarasın!
*Kars Kazı ve Kars'ta yeme içme
*Kızılırmak Deltası Kuş Cenneti'nden usta işi bir İzler ve Yansımalar
*Bu da amatör işi bir Kızılırmak Deltası Kuş Cenneti
Trene doğru yürüyorumdan devam edebilirim şimdi! Gerçi evden çıkmam zaman aldı, bankamatiklerde kuyruk vardı ki ayın maaş günü olduğunu bilememişim, vazgeçtim. Gecikmeli olsa da duraktayım. Sanki cebimden telefonun sesi geliyor. Alışkın olmayan kulak zor duyuyor, çoğu zaman da başkasının sanıyor!.. Enn sevdiğim kadın arıyor; gecikince merak etmiş, buluşma noktası konuşuyoruz. Binince arayacağım, mutabıkız.
İlk gelen trende bingo ki çok sevdiğim durakta inebileceğim; tren tırmanmaya başlayınca kapıya yanaşacağım ve göğe doğru yükseldiğinde de denizi seyretmenin tadını çıkaracağım. Hafta sonu ıssızlığındaki göğe değen o durakta inmeye bayılıyorum, çünkü kendimi Brooklyn'in tenhalarında sanıyorum. Yan yolda bekleyen araba merdiven başında görünmemle hareketleniyor; merdiveni inince de duruyor, mini sırt çantamı ve kabanımı arka koltuğa bırakıp enn sevdiğim kadının yan koltuğuna oturuyorum. Gün katmerleniyor.
İstikamet belli ki şu alemdeki en sevdiğimiz noktalardan biri; ünü dünyayı sarmış biriciğimiz, tam adıyla Kızılırmak Deltası Kuş Cenneti.* Sabah nerede kahvaltı yaparızı konuşurken telefonda, zokayı atmışım. "Katmer," demişim ki bir kaç hafta önce görünce heyecan yapmış ve aklı kalmıştı. Yanına kahvaltı, ya da şu bu demiş, sonuna da sanki bir seçenekmiş gibi kazı eklemiştim. Aslında ben bazı ipuçlarından hareketle cevabından emin olduğum tuzaklar kurabiliyorum; belki bilmezsiniz ki yazılarda hiç sözünü etmedim. Ama kesin olan bir şey var; bizim Kaz, o ünlü kazı döver!
Üst fotoğraf bahse konu cennetten ve bir kaç hafta önceye ait. Şu ipuçları verdiğim ve birazdan anlatacağım mekanı biraz da mecburiyetten keşfettiğimiz güne dair. Gerçi buna pek keşif denemez ki biliyorduk, önünden geçiyorduk ama biz o zaman başka bir yeri seviyorduk ve bak onu gördüler ve hemen açtılar, diyerek de ötekine sahip çıkıyorduk! Böyle de koruyup kollayıcı bir yanımız var.
"1,5 porsiyon Kaz Tiriti, lütfen" demiştik, o hafta.
"İki ayran, lütfen" de demiştik.
Üzerine de pek süslü bir sunumla gelen kahvelerimizi içmiştik.
Üstelik lezzetiyle ilgili olmayan bir eleştirimize rağmen çok güzel bulmuş, hatta ki ona gidiyoruz diye çıktığımız ama artık kapanmış olduğunu gördüğümüz ve bayıldığımız önceki yere göre bir tık daha lezzetli olduğunu konuşmuştuk, tiritlerinin.
Sonra da geçen yıl "Şu yoldan gidelim," diyerek saptığımız ve bayıldığımız yoldan devam etmiş, demir kapısına asılmış tabelasında "Giriş çıkışlarda kapıyı kapatın, kapatmazsanız girmeyin." yazılı olan ve bizi gülümseten evin, dereli arazisine dalmış, uzun ağaçların üzerinden göz kırpan dolunayın gündüz güzeli halinin fotoğraflarını çekmiştik. Sonra, o yolu devam etmiş, küçük köyün içinden geçmiş ki bir süre kavga eden iki genç ineğin yolun ortasındaki kavgasını beklemiş, henüz öfkesini dindirememiş olanın arabayı yeme niyetine posta koysak da yoldan çekilmesini bir süre beklemiş, o arada terk edilmiş ve içinden ağaçlar çıkan iki evin fotoğrafını da ihmale bırakmamıştık. Sonrasında da yoldan çıkmış, traktör izlerinin yol yaptığı yemyeşil doğaya dalmıştı ki enn sevdiğim kadın, pek şeker ve çekik gözlü kuşu da dönüvermişti arazi aracına. Ben için ne konfor! Müzikler de doğayla uyumlu ki gün de olması gerektiği kadar ışıklı.
Bu genç benim can dostum, otlamakta olduğu çitlerle çevrili alandan, onu izleyen beni görünce doğrudan gelmiş, hemen sıcak bir iletişim kurmuş ve hoş sohbet etmiştik kendisi ile... Sonra, "Havalar ısınınca ama!" demiştik ve bazı planları birlikte hayal etmiştik. Hele bir havalar ısınsın, bahar topraktan fışkırsın ve çeşit çeşit kuşla birlikte leylekler de tepemizde uçsun... İşte o zaman "Şuraya serilelim, yanımızda kitaplarımız olsun," demiştik. Fakat bu saklı coğrafyanın, yer yer su birikintileri ile karşılaştığımız, sadece doğanın ve kuş sesleri eşliğindeki ıssızlığını çoğaltan ve insanı bir başka gezegende hissiyle arındıran, ruhuna konforlu bir coşku ve onunla birlikte de sürüş zevki veren halinin tadını çıkaran biri de var! Elbette çekik gözlünün radyosu bu rüya güzelliğe duyarsız kalmıyor ve konseptle uyumlu müzikleri ruhumuza akıtıyor.
Gelirsek Güncel Kaz'a
Varıyoruz ben için hep Engiz, değişen adıyla Ondokuzmayıs'a... Buradaki bankamatiği neredeyse her geldiğimizde kullanıyorum ki benimkinde sıra falan yok... Çıkıyoruz yeniden Delta yoluna, konumuz doğal olarak kuşlar ve onların peşinde bir tek kare fotoğraf için diyar diyar dolaşan insanlar. Saz Horozu yine baş konu. Sürü sürü geziyorlar ama bir türlü rastgelemiyoruz. Ahh... en sevdiğim kadın canlı canlı bir görse! Özellikle büktüğü ayağının üzerinden yemek yiyişini... Oysa görülmeyen neleri gördük.
Leylek yuvaları şimdilik ıssız, bir kaç hafta sonra gelecek sahiplerini bekliyorlar. Önce erkekler gelecek ve onaracaklar yazlıklarını. Sonra aile boyu şenlik; elbette burada doğacak çocuklar, renk katacaklar. Marteniçkalarımızı bir kez daha asacağız ağaca... Leylek Toki'miz var üstelik bizim, esprili de bir belediyemiz. Önceki iki başkan candı ki ikincisinin yaratımı Leylek Toki. Var fotoları ama hele bir gelsinler, güncelini yazarım, o zaman da koyarım fotolarını, diye düşünüyorum şu an.
Varıyoruz Osmanlı Yörük Çadırı'na. Hava güzel, çadıra girmiyor, dışarıda oturuyoruz.
"Hoş geldiniz."
"Hoş bulduk."
Biri daha genç iki abla; belki kardeş, belki iki elti. Genç olanı daha atak, sakin abla daha çok mutfakla ilgili.
"Bir sade katmer, lütfen."
"Bir porsiyon da kaz tiriti, lütfen"
"Birlikte mi getirelim?"
"Kaz tiritini daha sonra, lütfen!"
Neredeyse pide boyutunda bir katmer geliyor ki daha gelirken aklı alıyor, iyi ki bir tane söylemişiz! Fakat muhteşem; miss gibi ev yapımı tereyağı kokuyor ve çıtır bir tazelik içinde. Götürüyoruz çayla ki beni bile tiriti bitiremezsek korkusu sarıyor. Öylesine bir porsiyon. O ara iki motorsiklet geliyor; sürücüleri full aksesuar. Önce biri, edalı edalı ve göstere göstere geliyor, o esnada kaskını çıkarıyor ki kadın. Doğrudan çadıra yürüyor, o ara diğeri de geliyor ki o da kadın. Ne güzel!
Çoğunu ben yemek kaydıyla bitirmek üzereyiz katmeri, çok beğendik ve kendisi ile ilgili hayallerim var... Tiritse hazırlanabilir.
Geliyor alemin kralı... Yanında havuçlu, marullu bir salata ve turşu ile. İşte bu, mükemmel tirit bu! Geçen sefer "Bulguru bir tık daha diri olsaydı," demiştik, "lezzette bir sorun yok," diye de eklemiştik. Onlar da ilk kez böyle oldu diyerek kabul etmişlerdi durumu. Eklemiştik ki Kars'ta* da yedik biz bunu ama bu o ünlü ve artık endüstriyel tiritten çok çok daha güzel de demiştik.
Kusursuz tirit, kusursuz bir kaz tiriti, budur işte! Kazların yemeğe bıraktığı yağlarla yağlanmış pırıl pırıl ve incecik ve de çok lezzetli yufkalar... etin yağının ve tadının geçtiği muhteşem bir bulgur pilavı ve bu coğrafyada büyümüş, lezzetlenmiş, dünyanın tüm kaz yemekleri ile yarışabilecek lezzetteki kaz etleri... Rüya gibi! Koca bir porsiyon, üstelik iki kişiye yetiyor. Önden bir şey yenmeyecekse de iki kişi için bir buçuk porsiyon ideal. Kapanan mekandaki tirit de çok güzeldi ki orada da iki torun bakıyordu mutfak işine, tatlı insanlardı da. Ama işletme yöneticisi ve bu işi bilirim havasındaki eş ile ilgili fikrimi de beyan etmiştim enn sevdiğim kadına ki beni yanıltmadı şahıs ve bir yıl sonra kapandı mekan. Bir haftasonu da kahvaltıya gitmiş, köy yerinde yöre ürünleri hayali kurmuştuk ama bu kez sıradanlığına şapka çıkarmıştım! Köy yerinde, üstelik böyle bir coğrafyada şehir özentisi bir işletmeye ne gerek vardı, en çok işlerine heves ve coşkuyla sarılmış kadınlara üzüldüm.
Aslında bu kaz tiritinin öncülüğünü eski belediye başkanı döneminde belediyeye ait mekanlar yaptı, örnek oldu ve çoğalttı sayılarını, ondan önce şehir dışında bir benzinlikdeki tek bir lokanta vardı, kaz tiriti yapan. Yok olmuştu lokantalarda bu gelenek. Ve dönüşü gerçekten muhteşem oldu.
"İki orta şekerli kahve, lütfen."
Başka bir yerde abartılı bulacağım ama burada, niyet ve heveslerinden de yola çıkarak çok sevimli bulduğum ve artık başka türlüsünü hayal edemeyeceğim bir sunumla geliyor kahvelerimiz. Öyle güzel gidiyor ki kahvenin yudumları bu lezzet kasırgasının üzerine ve öylesine lezzetli ki kahveler, sıklıkla tekrarlıyorum aldığım zevki. Ve öylesine ucuz ki günün şartlarında bu menü... Üç kişi yese doyar bir katmer, iki kişi doyuracağı kesin bir porsiyon kaz tiriti, iki çay, ayran ki kendi hayvanlarının sütünden yapılmış yoğurttan, üstelik de köyün tadının buram buram hissedildiği, hafifçe mayhoş, kıvamlı, çok ama çok lezzetli iki koca bardak ayran ve iki kahveye ödediğimiz para, sıkı durun, 73 TL.
Bugün kısa bir tur yapacağız; önce sıklıkla kahvaltıya geldiğimiz, açık alanına bayıldığımız, kahvaltısı zengin, köyün kadınlarının elinden gözlemeleri lezzetli, havalar soğuyunca ve yağmurlar başlayınca kapanan, su basar ormanlarının içindeki yine eski başkanın eseri mekana. Bolca, poz poz fotoğraf çekiyoruz. Kokinalar muhteşem. Bir de mini minicik ve özel tür kurbikleri görebilsek ama yoklar ortada. Güneş göründü görünecek ki şimdilik ısısız bir beyaz ışık halinde.
Ahhhh işte... bizim hipilerimiz. Canımız ciğerimiz mandalarımız. Manda Klasik Korosu. Provadalar ki enn sevdiğim kadın şahane bir video çekiyor anında, sesli. Duruyoruz elbette, iniyoruz arabadan. Şu deltaya en yakışan yaratıklar, sütlerinden yapılan dondurmaya ise paha biçilemez. Bir de sular çekilince açıkta kalan ay yüzeyi gibi geniş alanda koşturan yılkı atlarımız var bizim, elbette taylarıyla... ve onları yakalayıp binmeye çalışan köyün gençleri. Ne muhteşem bir görüntüdür o. Peki, Cernek Gölü üzerine uzanan iskelenin uç noktasında, kırlangıç yavrularının hava gösterisi eşliğinde, kahve tadıyla kitap okumanın zevki? Üstelik düğün fotoğrafı için o noktaya gelen ekipler kızdırsalar da bizi yine de gelin damatla iletişimin ve bazen teknik desteğin tadına ne demeli?
Bu bizim delta var ya... ömür!
Öyle doymuşum ki salepten ve de muhteşem sütlaçtan vaz geçiyorum. Bir de akşamı var bunun, sakin olsam hayrıma!
İlk hedef Migros o halde!
Sonra da mahallemizin bir tanesi, pastaların kraliçesi Türkan'ın dükkanına geçiyorum.
"Bal kabaklı pastadan iki dilim paket, lütfen" diyorum ki, o ara, önce göremediğim, sonra farkettiğim ve niyetimde olan Medovik göz kırpıyor bana.
"Pardon, Medovik varmış, görememişim, onun tamamı lütfen."
Mutluyum, çıkıyorum pastaneden ve geçiyorum enn sevdiğim kadının yanına, bir dakika sonra da evdeyiz.
Biraz dinlenme derken kuruyoruz çilingir sofrasını televizyonun karşısına...
Şu cümleleri kurmuştum iki önceki yazımda ki bir özlemdi de bu aslında, yine aynı yolu izleyeceğiz, usul usul demlenirken...
"Cumartesi yemeklerinde müdavimi olduğumuz Kıbrıs Rum Kesimi televizyonunun şahaneler şahanesi programı eşliğinde yeni bir akşam. Fakat şöyle bir sorun oldu bir kaç ay önce; sevdiğimiz sunucu ki tatlı bir kızdı, programdan ayrıldı, o tatlı kızın olmadığı haliyle de sanki eski tadı bir türlü geri dönemedi. Şimdilerde yine açıyoruz ama eski tadı alamazsak da Yunan Televizyonu ERT''deki pek ışıltılı ve çok şenlikli tavernaya geçiyoruz."
O ara Rum kesimi televizyonu açık, spor haberlerinde ki bizim program bizim saatle 22.30'da başlıyor. O esnada program tanıtımları geçiyor. Fırsatı ganimet biliyorum ve espriyi patlatıyorum: İşte bu! La Paragas'ın gücü, diyorum. "Rum televiyonu bile duyarsız kalamadı," diye diye de olayı iyice köpürtüyorum. Ama çok ama çok mutlu oluyoruz, çünkü sevdiğimiz sunucu, aynı saatte, aynı ekiple hazırlanan, konseptte ve dekordaki yenilenme, yeni ve yerel koro eklenmeleriyle ve yeni program adıyla ekranda.
O halde yarasın!
*Kars Kazı ve Kars'ta yeme içme
*Kızılırmak Deltası Kuş Cenneti'nden usta işi bir İzler ve Yansımalar
*Bu da amatör işi bir Kızılırmak Deltası Kuş Cenneti
13 Şubat 2020 Perşembe
Penfriend'lik Müessesesi
Bir arife günü yazısı...
Kısa bir yazı planlamıştım. Oldukça kısa! Şöyle başlayacaktım yazıya: Bir gün, eski günlerini düşünürken blogların ve canlıyken dünya; diğer sosyalleşme alanları henüz yokken ve gözdeyken bloglar bir bakayım şimdiki zamanda, dedim; geniş alanda ve daha genç nesillerde durum nasıl? Önce eski blog yazarlarından sevdiğim bir bloga düşülmüş ve genç birine ait olduğunu düşündüğüm yorumdan hareketle o bloğa gittim, hoşuma gitti ve blogroluma ekledim. O blogdan da bir başka bloğa... O da hoşuma gitti, onu da ekledim. Sonra onlar üzerinden tıpkı eski biz dönemi gibi bir çember oluşturduklarını gördüm ve zaman zaman o çemberdeki diğer blogları da okumaya başladım. Çok da sevindim üstelik, bloglar yaşıyordu ve canlıydı! Üstelik bu insanlar geziyor, okuyor, fotoğraf çekiyor ve yaşadıklarını da kendi üslupları ve tazelikleriyle güzel güzel anlatıyorlardı. Ve üstelik başta mimler olmak üzere sürekli kendi çemberlerinde etkinlikler düzenliyorlardı. Buralardan önemli kazanımlar elde etmiş, her zaman bu ülke insanına ve gençliğine güvenmiş, bu ülke ile ilgili umutları hep pozitif olmuş biri olarak mutlandım da. İlgimi çeken, hoşuma giden, sıcak yazılara yorumlar yazdım. Gördüğümde beni en heyecanlardıran eylemlerden biri dünyanın dört bir yanından insanlarla mektuplaşıyor olmalarıydı. Birbirlerine ülkeleri ile ilgili kartlar yolluyor, onları süslüyor püslüyor, emekle güzelleşmiş bir iletişimi zevkle ve hevesle yapıyorlardı. Üstelik ekran üzerinden anlık ulaşabilme olanakları olmasına rağmen o mektupların ve kartların gidiş gelişlerindeki onbeş günlere varan zamanları büyük bir heyecan ve zevkle bekliyor, bu duygularını da pek güzel satırlarına döküyorlardı.
Yıllar yıllar önce
Liseye yeni başlamışım, İngilizcem çok iyi ama bunu yeterli bulmayan, yıllar yıllar sonra içimizdeki en yetenekli Buraneros'tur diyecek en amcamın eksik kalmış hayallerinin bir projesi olan ben, onun zoruyla özel İngilizce dersi almaya mecbur kılınıyorum. Öğretmenim yıllar içinde bu şehrin bir üniversite, OMÜ'yü kazanmasına sebep olacak, uzun yıllar da Amerika'da kalmış güzel, tanınan bir kadın; Üstün K. Hanım... Fakat ben gönülsüzüm. Çoğu zaman ekiyorum. Bu derslerin de katkısıyla elbette İngilizcem iyice yükseliyor. Amerikalı, İngiliz dahil hangi ülke insanı olursa olsun, çatır çatır konuşabiliyorum. Okuldaki sınıfımda bir kız var, o da iyi. Zamanla İngilizce dersleri kızlar ve erkekler takımları arasındaki maça dönüşüyor. Öğretmen kilit ve zor bir soru sorduğunda sadece iki parmak kalkıyor. Bazen de tek ki o benim. Taraftarlar heyecanla bekliyor ama bunun farkında olan kadın öğretmenimiz ise pozitif ayrımcılık yapmaya başlıyor. Bu da fayda etmiyor, o kız bilemeyince yine top bana geliyor. Benim içinse her soru topu boş kaleye atmak gibi... Yıllar sonra, sınavda öğretmen tahtaya soruları yazarken kağıdını alıp cevaplarını yazdığım sıra arkadaşım zaman içinde İngilizce öğretmeni olduğunda, "İlk yıllarımda en çok korktuğum, sen gibi bir öğrenci ile karşılaşmaktı" diyeceği kadar iyiyim. Uzun yıllar karşılaşmadığım arkadaşlarımla karşılaştığımda ilk sordukları: "İngilizcen o kadar güçlü kuvvetli mi?" olur, hala. Fakat bir öğrenci olarak da fizik hariç fen derslerinde, cebirde, kısmen geometride, bir de olaylar ve süreçler değil de tarihler söz konusu olduğunda tarihte yokum.
Bu özel dersler ve özel öğretmenim sayesinde bir uluslararası arkadaşlık servisinden haberdar oluyorum; merkezi Finlandiya'nın Turku şehrinde olan International Youth Service. Bir de form veriyor bana. Kendi sınıfım ve yakın arkadaşlarımla başlıyorum işe ki yanlış hatırlamıyorsam 8 veya 10 kişi buluyor, onları forma kaydediyor, istedikleri ülkeleri, cinsiyetleri ve yaş aralıklarını belirtiyor ve ücretini alıyorum. Sonra o paralarla postaneye gidiyor, international reply coupon denen ve her ülkede paraya çevrilebilen kuponlardan alıp formla birlikte zarfı, sistemin kurulu olduğu Finlandiya'ya yolluyorum. Benim bu işten kazancımsa her formda ücretsiz bir arkadaş edinebilme.
İlk arkadaşım enteresan ki Finlandiya Turku'dan. Sonra İsveç'ten. Sonra jamaika'dan. Gözdem Finlandiyalı Anne ama! Diğerleri ile kısa tutuyorum. Anne ile ise frekansımız örtüşüyor. İkinci mektupta fotoğrafı geliyor. Çok güzel bir Finlandiyalı. Dünyamı ele geçiriyor. Plaklar gönderiyorum ki ilki Modern Folk Üçlüsü'nün bir albümüydü; içindeki şarkılardan birinin adı da Ali Veli. Bu sayede Veli'nin Fincede kardeş anlamına geldiğini öğreniyorum. Bizim müzik yelpazemizden, Esin Engin'in orkestra düzenlemeleri olmak kaydıyla oyun havaları dahil örnekler koyduğum kasetler de hazırlayıp yolluyorum. O da kendi müzikleri ile hazırladıklarını bana... Elbette bugünkü gibi kapıma gelmiyor bunlar, postanenin bir tür gümrük sayılacak ve bayağı uzaktaki birimine gidiyor, orada görevli polisler tarafından açılıp bakılmış halleriyle ve bir sürü sorgu sualden sonra alıyorum onları. Hakeza gönderdiğim her şey de kontrol ediliyor.
Mina rakastan sinua,* diyor bir gün. Uçuyorum fakat bir yandan da dilin Orta Asya Türkçesi ile benzerliğini düşünüyorum. Dünyamdaki bir numaralı kız oluyor Anne. Ne hayaller kuruyorum. O günün koşullarında tek iletişim olanağımız gitmesi ve yanıtın gelmesi toplamda neredeyse 30 günü bulan mektuplar. Ama okul dönüşlerimde apartmanın bize ait posta kutusundaki, günlerce yokladığım o renkli zarfı görmenin tadına da paha biçemem. Yüzüm ışıldıyor, yüreğim küt küt atmaya başlıyor, sanki asansör gitmiyor sanıyorum. Kapıdan girişim, defterleri kitapları bırakışımdaki hız anlatılamaz. Tüm ayrık otlarımdan kurtuluyor, kolamı alıyor, yanına da mutlaka tatlı bir şey buluyorum. Yaşamımın en güzel halleri hanesinden bir ritüel bu. Avrupa ile erişilmez bir bağ! Sanki mektubu okumuyor Anne ile yan yana kucak kucağa sohbet ediyorum, neredeyse kokusunu duyuyorum. Hatta bir yaz o İrlandaya dil okuluna gitmeyi düşünüyor, ben İngiltereyi düşünüyordum ancak o yılların şartlarında, döviz çıkarma miktarlarına koyulan sınırlar yüzünden ben gidemiyorum. O bana İrlanda Cork'tan mektuplar atıyor.
Elbetteki kız arkadaşlarım var ki bu manada hiç sıkıntı çekmeyecek kadar hoş, talep gören bir çocuğum. Ama Anne bir masalın, benim masalımın kahramanı ben için. Sonra sınıfta kalıyorum. Sosyal bilimler, edebiyat, coğrafya, felsefe, sosyoloji, mantık, ingilizce dersleri üst seviye olan bir çocuk olarak... fen bölümünde benim işim ne diye sorguluyorum? Amcamla benim hayallerim bir biriyle uzlaşmaları mümkün olamayacak kadar birbirine uzak. Sınfta kalma meselemi Anne'le paylaşamıyor, bundan utanıyor ve bir süre sahadan çekiliyorum. Bir süre sonra, toparlayınca kendimi Anne'in bir arkadaşı ile mektuplaşmaya başlayan bir arkadaşımla atlası önümüze alıp Finlandiya'ya varacak bir Avrupa turunu, gün gün, santim santim planlıyoruz ama ülke koşulları yüzünden kağıt üzerinde kalıyor bu da. Babamın hep tahmin ettiğim erken ölümü gerçekleşiyor bir zaman sonra ve ben de zaten öngördüğüm ve hep hazır olduğum hayatı yaşamaya başlıyorum. Ama hayatımın en özel, en tatlı, en heyecan verici olaylarından biri olarak hem hafızamda hem de kalbimdeki yerini hep koruyor bu unutulmaz penfriend'lik serüveni ve müessesesi.
Elbette yıllar içinde zaman zaman düşünüyor, net üzerinden bulup ulaşabileceğimi biliyorum. Ama o yaşların ve orada kalmışlığın, o yıllardaki hayallerin, imkansızlıkların o özel tadının ve çok hoş bu rüyanın da yiteceğini biliyorum o zaman. İngilizcem de yeni hayatımda pas tutan demire dönüyor zaman içinde.
Bir gün annem yıllarca biriktirdiğim Hey, Gırgır, Fırt ve Alacarte gibi dergilerimi evde fazlalık yapıyorlar diye çuvallara doldurup atıyor ki onlarla birlikte tüm mektuplarım da gidiyor. O an çok üzülüyorum buna... ama çok. Özellikle St. Valentine's Day nedeniyle gönderdiği, çok hoş ve çok romantik renklerle süslenmiş, üzerinde bir kız ile bir oğlanın, kızın çıkardığı şapkasının arkasına yüzlerini saklamış oldukları çizim kart'a ve içine yazılmış sözcüklerin yok oluşuna üzülüyorum. O günlerde bilmediğimiz, bize uzak ama şimdi yaşamımızın bir parçası olan günden ve bu kültürden de onun sayesinde haberdar oluyorum. Fakat nasıl oluyorsa fotoğrafı kalıyor. Allahtan yaşadığı güzel anların izleri hafızasından ve kalbinden asla silinmeyen, her birini dün gibi hisseden, hatırladığında yaşayan ve kıymetlerini bilen biriyim.
Dün gibi!
*Seni seviyorum.
Kısa bir yazı planlamıştım. Oldukça kısa! Şöyle başlayacaktım yazıya: Bir gün, eski günlerini düşünürken blogların ve canlıyken dünya; diğer sosyalleşme alanları henüz yokken ve gözdeyken bloglar bir bakayım şimdiki zamanda, dedim; geniş alanda ve daha genç nesillerde durum nasıl? Önce eski blog yazarlarından sevdiğim bir bloga düşülmüş ve genç birine ait olduğunu düşündüğüm yorumdan hareketle o bloğa gittim, hoşuma gitti ve blogroluma ekledim. O blogdan da bir başka bloğa... O da hoşuma gitti, onu da ekledim. Sonra onlar üzerinden tıpkı eski biz dönemi gibi bir çember oluşturduklarını gördüm ve zaman zaman o çemberdeki diğer blogları da okumaya başladım. Çok da sevindim üstelik, bloglar yaşıyordu ve canlıydı! Üstelik bu insanlar geziyor, okuyor, fotoğraf çekiyor ve yaşadıklarını da kendi üslupları ve tazelikleriyle güzel güzel anlatıyorlardı. Ve üstelik başta mimler olmak üzere sürekli kendi çemberlerinde etkinlikler düzenliyorlardı. Buralardan önemli kazanımlar elde etmiş, her zaman bu ülke insanına ve gençliğine güvenmiş, bu ülke ile ilgili umutları hep pozitif olmuş biri olarak mutlandım da. İlgimi çeken, hoşuma giden, sıcak yazılara yorumlar yazdım. Gördüğümde beni en heyecanlardıran eylemlerden biri dünyanın dört bir yanından insanlarla mektuplaşıyor olmalarıydı. Birbirlerine ülkeleri ile ilgili kartlar yolluyor, onları süslüyor püslüyor, emekle güzelleşmiş bir iletişimi zevkle ve hevesle yapıyorlardı. Üstelik ekran üzerinden anlık ulaşabilme olanakları olmasına rağmen o mektupların ve kartların gidiş gelişlerindeki onbeş günlere varan zamanları büyük bir heyecan ve zevkle bekliyor, bu duygularını da pek güzel satırlarına döküyorlardı.
Yıllar yıllar önce
Liseye yeni başlamışım, İngilizcem çok iyi ama bunu yeterli bulmayan, yıllar yıllar sonra içimizdeki en yetenekli Buraneros'tur diyecek en amcamın eksik kalmış hayallerinin bir projesi olan ben, onun zoruyla özel İngilizce dersi almaya mecbur kılınıyorum. Öğretmenim yıllar içinde bu şehrin bir üniversite, OMÜ'yü kazanmasına sebep olacak, uzun yıllar da Amerika'da kalmış güzel, tanınan bir kadın; Üstün K. Hanım... Fakat ben gönülsüzüm. Çoğu zaman ekiyorum. Bu derslerin de katkısıyla elbette İngilizcem iyice yükseliyor. Amerikalı, İngiliz dahil hangi ülke insanı olursa olsun, çatır çatır konuşabiliyorum. Okuldaki sınıfımda bir kız var, o da iyi. Zamanla İngilizce dersleri kızlar ve erkekler takımları arasındaki maça dönüşüyor. Öğretmen kilit ve zor bir soru sorduğunda sadece iki parmak kalkıyor. Bazen de tek ki o benim. Taraftarlar heyecanla bekliyor ama bunun farkında olan kadın öğretmenimiz ise pozitif ayrımcılık yapmaya başlıyor. Bu da fayda etmiyor, o kız bilemeyince yine top bana geliyor. Benim içinse her soru topu boş kaleye atmak gibi... Yıllar sonra, sınavda öğretmen tahtaya soruları yazarken kağıdını alıp cevaplarını yazdığım sıra arkadaşım zaman içinde İngilizce öğretmeni olduğunda, "İlk yıllarımda en çok korktuğum, sen gibi bir öğrenci ile karşılaşmaktı" diyeceği kadar iyiyim. Uzun yıllar karşılaşmadığım arkadaşlarımla karşılaştığımda ilk sordukları: "İngilizcen o kadar güçlü kuvvetli mi?" olur, hala. Fakat bir öğrenci olarak da fizik hariç fen derslerinde, cebirde, kısmen geometride, bir de olaylar ve süreçler değil de tarihler söz konusu olduğunda tarihte yokum.
Bu özel dersler ve özel öğretmenim sayesinde bir uluslararası arkadaşlık servisinden haberdar oluyorum; merkezi Finlandiya'nın Turku şehrinde olan International Youth Service. Bir de form veriyor bana. Kendi sınıfım ve yakın arkadaşlarımla başlıyorum işe ki yanlış hatırlamıyorsam 8 veya 10 kişi buluyor, onları forma kaydediyor, istedikleri ülkeleri, cinsiyetleri ve yaş aralıklarını belirtiyor ve ücretini alıyorum. Sonra o paralarla postaneye gidiyor, international reply coupon denen ve her ülkede paraya çevrilebilen kuponlardan alıp formla birlikte zarfı, sistemin kurulu olduğu Finlandiya'ya yolluyorum. Benim bu işten kazancımsa her formda ücretsiz bir arkadaş edinebilme.
İlk arkadaşım enteresan ki Finlandiya Turku'dan. Sonra İsveç'ten. Sonra jamaika'dan. Gözdem Finlandiyalı Anne ama! Diğerleri ile kısa tutuyorum. Anne ile ise frekansımız örtüşüyor. İkinci mektupta fotoğrafı geliyor. Çok güzel bir Finlandiyalı. Dünyamı ele geçiriyor. Plaklar gönderiyorum ki ilki Modern Folk Üçlüsü'nün bir albümüydü; içindeki şarkılardan birinin adı da Ali Veli. Bu sayede Veli'nin Fincede kardeş anlamına geldiğini öğreniyorum. Bizim müzik yelpazemizden, Esin Engin'in orkestra düzenlemeleri olmak kaydıyla oyun havaları dahil örnekler koyduğum kasetler de hazırlayıp yolluyorum. O da kendi müzikleri ile hazırladıklarını bana... Elbette bugünkü gibi kapıma gelmiyor bunlar, postanenin bir tür gümrük sayılacak ve bayağı uzaktaki birimine gidiyor, orada görevli polisler tarafından açılıp bakılmış halleriyle ve bir sürü sorgu sualden sonra alıyorum onları. Hakeza gönderdiğim her şey de kontrol ediliyor.
Mina rakastan sinua,* diyor bir gün. Uçuyorum fakat bir yandan da dilin Orta Asya Türkçesi ile benzerliğini düşünüyorum. Dünyamdaki bir numaralı kız oluyor Anne. Ne hayaller kuruyorum. O günün koşullarında tek iletişim olanağımız gitmesi ve yanıtın gelmesi toplamda neredeyse 30 günü bulan mektuplar. Ama okul dönüşlerimde apartmanın bize ait posta kutusundaki, günlerce yokladığım o renkli zarfı görmenin tadına da paha biçemem. Yüzüm ışıldıyor, yüreğim küt küt atmaya başlıyor, sanki asansör gitmiyor sanıyorum. Kapıdan girişim, defterleri kitapları bırakışımdaki hız anlatılamaz. Tüm ayrık otlarımdan kurtuluyor, kolamı alıyor, yanına da mutlaka tatlı bir şey buluyorum. Yaşamımın en güzel halleri hanesinden bir ritüel bu. Avrupa ile erişilmez bir bağ! Sanki mektubu okumuyor Anne ile yan yana kucak kucağa sohbet ediyorum, neredeyse kokusunu duyuyorum. Hatta bir yaz o İrlandaya dil okuluna gitmeyi düşünüyor, ben İngiltereyi düşünüyordum ancak o yılların şartlarında, döviz çıkarma miktarlarına koyulan sınırlar yüzünden ben gidemiyorum. O bana İrlanda Cork'tan mektuplar atıyor.
Elbetteki kız arkadaşlarım var ki bu manada hiç sıkıntı çekmeyecek kadar hoş, talep gören bir çocuğum. Ama Anne bir masalın, benim masalımın kahramanı ben için. Sonra sınıfta kalıyorum. Sosyal bilimler, edebiyat, coğrafya, felsefe, sosyoloji, mantık, ingilizce dersleri üst seviye olan bir çocuk olarak... fen bölümünde benim işim ne diye sorguluyorum? Amcamla benim hayallerim bir biriyle uzlaşmaları mümkün olamayacak kadar birbirine uzak. Sınfta kalma meselemi Anne'le paylaşamıyor, bundan utanıyor ve bir süre sahadan çekiliyorum. Bir süre sonra, toparlayınca kendimi Anne'in bir arkadaşı ile mektuplaşmaya başlayan bir arkadaşımla atlası önümüze alıp Finlandiya'ya varacak bir Avrupa turunu, gün gün, santim santim planlıyoruz ama ülke koşulları yüzünden kağıt üzerinde kalıyor bu da. Babamın hep tahmin ettiğim erken ölümü gerçekleşiyor bir zaman sonra ve ben de zaten öngördüğüm ve hep hazır olduğum hayatı yaşamaya başlıyorum. Ama hayatımın en özel, en tatlı, en heyecan verici olaylarından biri olarak hem hafızamda hem de kalbimdeki yerini hep koruyor bu unutulmaz penfriend'lik serüveni ve müessesesi.
Elbette yıllar içinde zaman zaman düşünüyor, net üzerinden bulup ulaşabileceğimi biliyorum. Ama o yaşların ve orada kalmışlığın, o yıllardaki hayallerin, imkansızlıkların o özel tadının ve çok hoş bu rüyanın da yiteceğini biliyorum o zaman. İngilizcem de yeni hayatımda pas tutan demire dönüyor zaman içinde.
Bir gün annem yıllarca biriktirdiğim Hey, Gırgır, Fırt ve Alacarte gibi dergilerimi evde fazlalık yapıyorlar diye çuvallara doldurup atıyor ki onlarla birlikte tüm mektuplarım da gidiyor. O an çok üzülüyorum buna... ama çok. Özellikle St. Valentine's Day nedeniyle gönderdiği, çok hoş ve çok romantik renklerle süslenmiş, üzerinde bir kız ile bir oğlanın, kızın çıkardığı şapkasının arkasına yüzlerini saklamış oldukları çizim kart'a ve içine yazılmış sözcüklerin yok oluşuna üzülüyorum. O günlerde bilmediğimiz, bize uzak ama şimdi yaşamımızın bir parçası olan günden ve bu kültürden de onun sayesinde haberdar oluyorum. Fakat nasıl oluyorsa fotoğrafı kalıyor. Allahtan yaşadığı güzel anların izleri hafızasından ve kalbinden asla silinmeyen, her birini dün gibi hisseden, hatırladığında yaşayan ve kıymetlerini bilen biriyim.
Dün gibi!
*Seni seviyorum.
Etiketler:
akıp giden zamana notlar...,
Penfriendlik Müessesesi
9 Şubat 2020 Pazar
Hayaller Gerçekleşmelerin Önizlemesidir
Öncesi
Gün cumartesi, enn sevdiğim kadın bir nikaha katılacak ve sonra da gelecek. Kafamda bira var, bunu konuştuk mu bilmiyorum; bilmiyorsam büyük ihtimalle konuşmamışızdır diye düşünüyorum. Bir an gidip biraları alsam diyorum ama sağ ayak orta parmağım şişmiş durumda ve can arkadaşım doktorumla az önce telefonla konuşuyorum; durumu dinledi, gerekli önerileri yaptı, ilaç adı verdi ve bir kaç gün zorlamamamı söyledi! Aslında çok sevdiğimiz bir mekana gideriz de vardı fikrimde lakin durum yapma, sakin ol, diyor. Geliyor enn sevdiğim kadın; sırt çantasında iki ellilik bira var, daha önce görmediğim ve bilmediğim ama etiketinde mavi yazılar olan, şişenin opak siyah renginden dolayı içi görülemeyen iki bira. Hımmmm bir de profiterollü pasta!
Önce ona sarılmalıyım ve de bir kez daha bayılmalıyım. Kahve!!! Tek şeker, şeker seviyesinin üzeri kadar köpürtülmüş süt, filtre kahve ki her kademede French Press'in kenarını pışpışlayarak köpük oluşturup, o köpüğü en üst katmana kadar taşıma becerisi ve uygun kıvam süresi dolunca da hepsinin kupalarda buluşması. Pastayı dilerim abartmam. Bira şişeleri çok hoş; Efes'in yeni birası Blue Winter; kraft değilse de o kategoriden değerlendiriyorum. Gün geceye doğru yol alıyor, taverna saati yaklaşıyor; uzun zamandır, ilk 6.kattayken uyduda tesadüfen bulduğum ve o gün bugün ev akşamlarının cumartesi yemeklerinde müdavimi olduğumuz Kıbrıs Rum Kesimi televizyonunun şahaneler şahanesi programı eşliğinde yeni bir akşam. Fakat şöyle bir sorun oldu bir kaç ay önce; sevdiğimiz sunucu ki tatlı bir kızdı, programdan ayrıldı, o tatlı kızın olmadığı haliyle de sanki eski tadı bir türlü geri dönemedi. Şimdilerde yine açıyoruz ama eski tadı alamazsak da Yunan Televizyonu ERT''deki pek ışıltılı ve çok şenlikli tavernaya geçiyoruz. Orada da çok eğleniyoruz ama; hem Türkçe şarkılar da söyleniyor, ya da Türkçelerini de bildiğimiz Rumca şarkılar...
Atıştırmalık konusunda ise klasik kovada karar kılıyoruz. Ama önce gidip bira takviyesi yapmalıyım. Ayak parmağım izin veriyor ki buz ve diğer önerileri yerine getirmiştim çoktan. Dört şişe 50'lik Budweiser ile dönüyorum. Veriyoruz siparişimizi, bir süre sonra geliyor klasik kovamız; COOL Chicken'dan. Bize yakın, bölgenin en güzel müzik çalınan, en ünlü şarkıcısına ve grubuna sahip -arkadaş- mekanlarından biri... Bir yandan atıştırıyor, her zamanki gibi çok eğleniyor, biraları seviyor, şahane sohbet ediyor ama iki şişe ellilik Blue Winter ile kalıyoruz. Biraz hastayız sanki!
Pazar Öğlene Doğru
Erken uyanıyorum ki son günlerin enn enn ennnnnnnnnnnnnnnn güzel uykusu. Ona sarılarak uyumak!.. Masal tadında bir gece ben için; kendimi çok çokk iyi hissediyorum. Bütün mırmırlıklar terk etmiş bünyeyi... Bütünüyle fabrika ayarlarına dönmüş, eğlenceli ben olmuşum. Uyuyuşuna bayıldığım Güzeli izliyorum bir süre. Uyandırmak da istemiyorum ki çok yoğun çalıştı bu hafta. Fakat görünen teninin kremsi gerginliğine de bir öpücük kondurmadan duramıyorum. Ben bu çok tatlı, güzel yürekli ve hımmmm kadını çookkkk seviyorum.
Şimdi balkondayız. Sabah kahveleri hazır. Hımmmm bir dilim de pasta. Öğlen Metro'ya gideceğiz, bir başka niyetse Barınak'ta balık! Varmadan gün öğlene çıkıyoruz yola, istikamet çevre yolundan Metro, hoş sohbet gidiyoruz, bir kaç ay önce açılan sushi lokantasının dedikodusunu yapıyor, ilk büyük çoklu kavşağı geçiyor, Ordu-Trabzon yönüne dönüyor, rotayı oturtunca da basıyor gaza Schumacher'im.
Çok zevkli bir yolculuk, güneş yoksa da günün rengi sevimli. Laflaya laflaya giderken çevre yolundan ayrılmamız gereken çıkışı son dakikada kaçırıyor ve ilk uğrak noktamız Metro'ya dönemiyoruz. Şimdi binalara tepeden bakıyoruz, göğe yükseldik. İnişe başladıktan bir süre sonra da ilk çıkışta yan yola sapıp, karar revizyonu neticesinde önce yemek yiyelim o halde niyetimiz doğrultusunda Barınak'a bir geçiş bulma gayreti ile yola ama bu kez şehir merkezi yönüne doğru devam ediyoruz. Fakat tren yolu Tekkeköy'e kadar uzatıldığı için barınağa dönebileceğimiz geçiş yollarının kapatılmış olduğunu düşünemiyorum o an ki kapatılmış. O tarafa geçebileceğimiz ilk kavşağa kadar gidiyor, geçen gün girsem mi diye düşündüğüm dükkanı görünce cağ kebabı mı yesek fikri bir şekilde ortaya çıkıyor ama karar yetkisi bu haftanın çok çalışanına bırakılıyor.
Arabayı demiryolunun kenarındaki otoparka park ediyoruz. Raylarda ve çevresinde hummalı bir çalışma var. Yeni ve hızlı trenimize ahhh bir kavuşsak! Çoookkk planlarım var!
Kebapçıya doğru yürürken, eski tamirhane, aynı zamanda lokomotiflerin yön değiştirdiği demiryollarına ait ve benim her zaman bayıldığım, eski başkanlar döneminde Cerrahi Aletler Müzesi yapılmasına karar verilen ve o doğrultuda düzenlenen binanın açıldığını düşünüyorum. İçeride ışıklar gördüm, eminim! Bu arada ufak bir bilgi düşersem şuraya: Şehir cerrahi aletler üretimi, kalite ve marka konusunda dünyanın sayılılarından ve en ünlülerindendir, demeliyim...
Hele bir karınımızı doyuralım! İlk kez lokantaya giden, kahvaltı yapmadığı için fazlaca acıkmış, meraklı bir çocuk gibiyim. Ohhh ışıklar da yeşil! Hobbidi hobbidi geçiyoruz karşıya. Saat tam anlamı ile ve gün pazar olduğu için kahvaltı vakti ki lokantada sabah temizliği son anlarında... Arka kapısından giriyoruz içeriye. Muhtemel, hatta kesin ki açılışı biz yapıyoruz. Oturuyoruz bulvara bakan cam dibi masalardan birine; tatlıca bir genç kız geliyor ve başlatıyorum diyor, kebap servisini. Onaylıyoruz.
Biraz süzme yoğurt, bir acılı ezme, kararında ve hoş bir salata, bir tabak dilimlenmiş soğan ve daha ince olabilirdi dediğimiz dilimlenmiş lavaşlar yerlerini alıyorlar masada. Ufak ufak test ederken masadakileri, ne içeceğimize karar veriyoruz.
"Biri şekersiz iki kola lütfen."
Geliyor ilk şişler; görüntü muhteşem ki burna gelen koku da pek âlâ. Aslında Doğu ve Güneydoğu'da sabahın köründe ciğer ve benzer etlerle yapıldığını düşününce kahvaltıların, günün bu saatinde mekanda olmak fazlası ile hoşuma gidiyor. Şımarıyorum ve meraklı çocuk rolüme bürünüyorum. Önce biraz ezme koyuyorum lavaşıma, sonra üzerine biraz et çekiyor ve test ediyorum. Sonra yoğurtla aynı işlem, sonra salata ile derken ikinci şişler geliyor ve bundan sonrakileri biz istemeden getirmeyin lütfen, diyoruz. Artık soğanla devam ediyorum. Kesinlikle çok lezzetli fakat ikinci şişin gelme süresi biz ölçüsüyle erken olduğu için hem yağ kaybı oluyor hem de kısmen soğuyor et. Enn sevdiğim kadın iki şişte doydu fakat ben iki arada bir deredeyim.
"Bir şiş daha lütfen."
İşte bu! Sulu sulu, sıcaklığı tazelik kokan, kışkırtıcı görünümü ile baş döndüren bir final şişi. Ufak ufak çekiyorum lavaşların içine, başka hiç bir şey yok; et ve lavaş. Muh-te-şem! O halde, adetten madem, gelsin final çayları. Üstelik ödemeye geçtiğimizde önümüze gelen rakam gayet makul. İlk açıldığında gelmiştik Palandöken Cağ Kebap'a bir kez ve bu iki. Bizim konumumuza göre ise şehrin taaa ötesi.
"Teşekkür ederiz, ellerinize sağlık."
Ona göstermek istediğim fakat bir süre önce el değiştiren, hep niyetlenip ama bir türlü uğramadığım bir kafe var; tam anlamı ile Britinya havasında olan, İrlanda yeşili renkli ahşapları ve caddeye bakan ahşap tarabalı minik bahçesi ile çok ama çok sevimli bir mekan. Varıyoruz önüne ki neredeyse tanıyamayacağım; devralan o yeşili hiç de sevemeyeceğim bir sarıya çevirmiş, ad değişmiş ve ben için anlamını yitirmiş mekan. Oysa ki kahve içeriz hayali kurmuştuk. Enn sevdiğim kadın bir an niyet gösterse de engel oluyorum. Metro'ya gideceğiz ki önceki yazıda bahsettiğim kahveci dükkanı ile tanıştırmak onu niyetim.
Arabaya doğru yürürken müze olması düşünülen yapıda gözlerim. Ana kapının önünden geçerken iyice bakıyorum içeri; evet, bazı ışıklar yanıyor. Ön tarafına geçince dışarıdaki iki koltuk ve arabalar dikkatimi çekiyor. Yürüyoruz o tarafa doğru, o ara görünen bir salonunda bir sürü insanı koltuklara oturmuş vaziyette ve bir noktaya bakarken görüyoruz. Bir toplantı hali yani!
Kapıyı buluyor ve içeri giriyoruz; bir kafeterya havası var, henüz tam yerleşmemiş olsa da. Bir tatlı kadın "Hoş geldiniz," diyor, çikolata ikram ediyor. "Açıldı mı müze," diye soruyoruz ki henüz açılmamış. İçerideki kalabalıksa bir müzayedenin katılımcılarıymış. Hanımefendi bizim katılımcı olduğumuzu düşünüyor sanırım!.. Girebilirmişiz. Numara istermiş miyiz bir de... "İstemiyoruz, sadece izleyeceğiz." Enn sevdiğim kadının ortam ve karakterler çok hoşuna gidiyor ve müzayedelerden haberdar olmak istiyor. Artık gruba dahil. Mekansa neredeyse yüz yıllık.*
Şimdi istikamet Metro. Yolda iki faytona rastlıyoruz ki muhtemelen nihai park noktalarına gidiyorlar. Enn sevdiğim kadın çok şahane, Paşabahçe'nin dörtlü ayaklı bira bardağı setinden alıyor; sonra da en aradığını bulamasa da ki Jameson Viski fıçılarında dinlendirilmiş, sınırlı sayıda üretilmiş kraft bira asıl aradığı.. başka kraftlar alıyor. Bir de ardıç tohumu arıyor ama ne yazık ki bulamıyoruz onu da... Çıkınca Metro'dan, bir önceki yazıda bahsettiğim coğrafyada ilerliyoruz, burayı yürümek için gelmediğimizden saklı yerlerini şimdilik gezdiremiyorum ki baharda ya da güneşli bir günde olmalı!.. Üst geçidi çıkıp sağa, ona göstermek istediğim kahve dükkanına yöneliyoruz ve onun azıcık uzağında bulduğumuz park yerine giriyoruz.
Yaklaşık bir yıldır fark ettiğim ve bildiğim ama girmediğim dükkana, Vera'ya ilk kez gireceğiz. Çift olduklarını düşündüğüm bir genç kadın ve bir genç adam. Bir de kız çocuğu var; ya raflardan aldığı bir kitabı okuyor ya da ders çalışıyor. Tam anlamı ile bir aile işletmesi ve ev şirinliğinde küçük bir mekan.
Kahve çeşitlerine bakıyoruz ve Kenya AA'da karar kılıyoruz. İnternet üzerinden kahve satışları da varmış; hatta Trendyol, Hepsiburada gibi sitelerde de dükkanları. Vera adı doğal olarak Vera'yı, Nazım'ın Vera'sını çağırıyor bana! Soruyorum. Mersin'deki ortaklarının kızıymış ve ad da tahmin ettiğim yerden geliyormuş. Hoş ve kocaman fincanlar ve de demliğinde kahvemiz geliyor. Küçük kaselerde de çikolata, kavrulmuş fıstık ve kayısı. Seviyorum ilk kez içtiğim Kenya AA'nın tadını. Kıvamlı kahveleri seven ben için ince gelse de yumuşak, baharatlı ve nüanslı hali çekiyor ilgimi.
Güzel vakit geçiriyoruz. Kitaplıktaki kitaplarından masaya taşıdıklarımıza göz atıyor, sahipleri ile sohbet ediyor, bu bölgede fazlaca inşaat yapan, blogdaki bir yazıda da bahsettiğim, epeydir rastlaşmadığım bir arkadaşımdan söz ediyorum.** Sonrasında, geçen gün bu dükkanın önünden geçerken düşünüp de vazgeçtiğimi yapıyor ve çektiriyorum kahveyi. Bir de hoş geldiniz paketi uzatıyorlar elime; taze çekilmiş Türk Kahvesi. Teşekkür ediyor ve ayrılıyoruz mekandan. Sıklıkla gelebileceğimiz bir noktada değil ne yazık ki; üstelik kendi coğrafyamız -yeni açılacaklar hariç- kahveci kaynıyor, içlerinde favori mekanlarım da var!
Çıkıyoruz park ettiğimiz yerden, biraz ilerliyor ve duruyoruz: Ağaç altı köşe masalardan birinde, İngiliz tuğlalı bu şirin mekanın duvar dibinde, yolu seyrederek çay içerken görüyorum kendimizi ki tam o an bayılarak okuduğum Ben û Sen'den izler ve onun müdavimleri geliyor aklıma... diye bahsettiğim Kahvehane'nin karşısındayız. Kapı önünde müdavimleri var. Yanılmadım! Bayılıyor Kıymetlim...
Biraz daha ilerleyince Şu kadim balıkçının şık restoranında, arka camın önündekilerinden, mahalle ve demir yolu manzarasına mazhar bir masada, uzun ufuklara, görkemli dağlara bakar gözlerle taze balık yemek nasıl olur? Hımmmm güzel olabilir... diye bahsettiğim yerin önünde de duruyoruz; bu kez ikinci katı manzara açısından daha da cazip buluyorum.
Bu yazıyı yaşanan günden bir hafta sonra bugün yayımlanmak niyeti ile yine bir cumartesi günü, dün yazarken, yılın ilk karı yağıyor. Deniz dalgalı, kar yağışı mutedil! Güneşse usulca ve muzırca göz kırpıyor...
Pencerenin önüne geçmeli kar yağışının tadını çıkarmalıyım...
*Mekanın 2011 yılında kararı alınmış ama restorasyona başlanmımış hali şu yazıdaki sondan 2. fotoğraftır.
** Bir arkadaşımdan bahisli yazı
***Karga ailesi bahisli yazı
Gün cumartesi, enn sevdiğim kadın bir nikaha katılacak ve sonra da gelecek. Kafamda bira var, bunu konuştuk mu bilmiyorum; bilmiyorsam büyük ihtimalle konuşmamışızdır diye düşünüyorum. Bir an gidip biraları alsam diyorum ama sağ ayak orta parmağım şişmiş durumda ve can arkadaşım doktorumla az önce telefonla konuşuyorum; durumu dinledi, gerekli önerileri yaptı, ilaç adı verdi ve bir kaç gün zorlamamamı söyledi! Aslında çok sevdiğimiz bir mekana gideriz de vardı fikrimde lakin durum yapma, sakin ol, diyor. Geliyor enn sevdiğim kadın; sırt çantasında iki ellilik bira var, daha önce görmediğim ve bilmediğim ama etiketinde mavi yazılar olan, şişenin opak siyah renginden dolayı içi görülemeyen iki bira. Hımmmm bir de profiterollü pasta!
Önce ona sarılmalıyım ve de bir kez daha bayılmalıyım. Kahve!!! Tek şeker, şeker seviyesinin üzeri kadar köpürtülmüş süt, filtre kahve ki her kademede French Press'in kenarını pışpışlayarak köpük oluşturup, o köpüğü en üst katmana kadar taşıma becerisi ve uygun kıvam süresi dolunca da hepsinin kupalarda buluşması. Pastayı dilerim abartmam. Bira şişeleri çok hoş; Efes'in yeni birası Blue Winter; kraft değilse de o kategoriden değerlendiriyorum. Gün geceye doğru yol alıyor, taverna saati yaklaşıyor; uzun zamandır, ilk 6.kattayken uyduda tesadüfen bulduğum ve o gün bugün ev akşamlarının cumartesi yemeklerinde müdavimi olduğumuz Kıbrıs Rum Kesimi televizyonunun şahaneler şahanesi programı eşliğinde yeni bir akşam. Fakat şöyle bir sorun oldu bir kaç ay önce; sevdiğimiz sunucu ki tatlı bir kızdı, programdan ayrıldı, o tatlı kızın olmadığı haliyle de sanki eski tadı bir türlü geri dönemedi. Şimdilerde yine açıyoruz ama eski tadı alamazsak da Yunan Televizyonu ERT''deki pek ışıltılı ve çok şenlikli tavernaya geçiyoruz. Orada da çok eğleniyoruz ama; hem Türkçe şarkılar da söyleniyor, ya da Türkçelerini de bildiğimiz Rumca şarkılar...
Atıştırmalık konusunda ise klasik kovada karar kılıyoruz. Ama önce gidip bira takviyesi yapmalıyım. Ayak parmağım izin veriyor ki buz ve diğer önerileri yerine getirmiştim çoktan. Dört şişe 50'lik Budweiser ile dönüyorum. Veriyoruz siparişimizi, bir süre sonra geliyor klasik kovamız; COOL Chicken'dan. Bize yakın, bölgenin en güzel müzik çalınan, en ünlü şarkıcısına ve grubuna sahip -arkadaş- mekanlarından biri... Bir yandan atıştırıyor, her zamanki gibi çok eğleniyor, biraları seviyor, şahane sohbet ediyor ama iki şişe ellilik Blue Winter ile kalıyoruz. Biraz hastayız sanki!
Pazar Öğlene Doğru
Erken uyanıyorum ki son günlerin enn enn ennnnnnnnnnnnnnnn güzel uykusu. Ona sarılarak uyumak!.. Masal tadında bir gece ben için; kendimi çok çokk iyi hissediyorum. Bütün mırmırlıklar terk etmiş bünyeyi... Bütünüyle fabrika ayarlarına dönmüş, eğlenceli ben olmuşum. Uyuyuşuna bayıldığım Güzeli izliyorum bir süre. Uyandırmak da istemiyorum ki çok yoğun çalıştı bu hafta. Fakat görünen teninin kremsi gerginliğine de bir öpücük kondurmadan duramıyorum. Ben bu çok tatlı, güzel yürekli ve hımmmm kadını çookkkk seviyorum.
Şimdi balkondayız. Sabah kahveleri hazır. Hımmmm bir dilim de pasta. Öğlen Metro'ya gideceğiz, bir başka niyetse Barınak'ta balık! Varmadan gün öğlene çıkıyoruz yola, istikamet çevre yolundan Metro, hoş sohbet gidiyoruz, bir kaç ay önce açılan sushi lokantasının dedikodusunu yapıyor, ilk büyük çoklu kavşağı geçiyor, Ordu-Trabzon yönüne dönüyor, rotayı oturtunca da basıyor gaza Schumacher'im.
Çok zevkli bir yolculuk, güneş yoksa da günün rengi sevimli. Laflaya laflaya giderken çevre yolundan ayrılmamız gereken çıkışı son dakikada kaçırıyor ve ilk uğrak noktamız Metro'ya dönemiyoruz. Şimdi binalara tepeden bakıyoruz, göğe yükseldik. İnişe başladıktan bir süre sonra da ilk çıkışta yan yola sapıp, karar revizyonu neticesinde önce yemek yiyelim o halde niyetimiz doğrultusunda Barınak'a bir geçiş bulma gayreti ile yola ama bu kez şehir merkezi yönüne doğru devam ediyoruz. Fakat tren yolu Tekkeköy'e kadar uzatıldığı için barınağa dönebileceğimiz geçiş yollarının kapatılmış olduğunu düşünemiyorum o an ki kapatılmış. O tarafa geçebileceğimiz ilk kavşağa kadar gidiyor, geçen gün girsem mi diye düşündüğüm dükkanı görünce cağ kebabı mı yesek fikri bir şekilde ortaya çıkıyor ama karar yetkisi bu haftanın çok çalışanına bırakılıyor.
Arabayı demiryolunun kenarındaki otoparka park ediyoruz. Raylarda ve çevresinde hummalı bir çalışma var. Yeni ve hızlı trenimize ahhh bir kavuşsak! Çoookkk planlarım var!
Kebapçıya doğru yürürken, eski tamirhane, aynı zamanda lokomotiflerin yön değiştirdiği demiryollarına ait ve benim her zaman bayıldığım, eski başkanlar döneminde Cerrahi Aletler Müzesi yapılmasına karar verilen ve o doğrultuda düzenlenen binanın açıldığını düşünüyorum. İçeride ışıklar gördüm, eminim! Bu arada ufak bir bilgi düşersem şuraya: Şehir cerrahi aletler üretimi, kalite ve marka konusunda dünyanın sayılılarından ve en ünlülerindendir, demeliyim...
Hele bir karınımızı doyuralım! İlk kez lokantaya giden, kahvaltı yapmadığı için fazlaca acıkmış, meraklı bir çocuk gibiyim. Ohhh ışıklar da yeşil! Hobbidi hobbidi geçiyoruz karşıya. Saat tam anlamı ile ve gün pazar olduğu için kahvaltı vakti ki lokantada sabah temizliği son anlarında... Arka kapısından giriyoruz içeriye. Muhtemel, hatta kesin ki açılışı biz yapıyoruz. Oturuyoruz bulvara bakan cam dibi masalardan birine; tatlıca bir genç kız geliyor ve başlatıyorum diyor, kebap servisini. Onaylıyoruz.
Biraz süzme yoğurt, bir acılı ezme, kararında ve hoş bir salata, bir tabak dilimlenmiş soğan ve daha ince olabilirdi dediğimiz dilimlenmiş lavaşlar yerlerini alıyorlar masada. Ufak ufak test ederken masadakileri, ne içeceğimize karar veriyoruz.
"Biri şekersiz iki kola lütfen."
Geliyor ilk şişler; görüntü muhteşem ki burna gelen koku da pek âlâ. Aslında Doğu ve Güneydoğu'da sabahın köründe ciğer ve benzer etlerle yapıldığını düşününce kahvaltıların, günün bu saatinde mekanda olmak fazlası ile hoşuma gidiyor. Şımarıyorum ve meraklı çocuk rolüme bürünüyorum. Önce biraz ezme koyuyorum lavaşıma, sonra üzerine biraz et çekiyor ve test ediyorum. Sonra yoğurtla aynı işlem, sonra salata ile derken ikinci şişler geliyor ve bundan sonrakileri biz istemeden getirmeyin lütfen, diyoruz. Artık soğanla devam ediyorum. Kesinlikle çok lezzetli fakat ikinci şişin gelme süresi biz ölçüsüyle erken olduğu için hem yağ kaybı oluyor hem de kısmen soğuyor et. Enn sevdiğim kadın iki şişte doydu fakat ben iki arada bir deredeyim.
"Bir şiş daha lütfen."
İşte bu! Sulu sulu, sıcaklığı tazelik kokan, kışkırtıcı görünümü ile baş döndüren bir final şişi. Ufak ufak çekiyorum lavaşların içine, başka hiç bir şey yok; et ve lavaş. Muh-te-şem! O halde, adetten madem, gelsin final çayları. Üstelik ödemeye geçtiğimizde önümüze gelen rakam gayet makul. İlk açıldığında gelmiştik Palandöken Cağ Kebap'a bir kez ve bu iki. Bizim konumumuza göre ise şehrin taaa ötesi.
"Teşekkür ederiz, ellerinize sağlık."
Ona göstermek istediğim fakat bir süre önce el değiştiren, hep niyetlenip ama bir türlü uğramadığım bir kafe var; tam anlamı ile Britinya havasında olan, İrlanda yeşili renkli ahşapları ve caddeye bakan ahşap tarabalı minik bahçesi ile çok ama çok sevimli bir mekan. Varıyoruz önüne ki neredeyse tanıyamayacağım; devralan o yeşili hiç de sevemeyeceğim bir sarıya çevirmiş, ad değişmiş ve ben için anlamını yitirmiş mekan. Oysa ki kahve içeriz hayali kurmuştuk. Enn sevdiğim kadın bir an niyet gösterse de engel oluyorum. Metro'ya gideceğiz ki önceki yazıda bahsettiğim kahveci dükkanı ile tanıştırmak onu niyetim.
Arabaya doğru yürürken müze olması düşünülen yapıda gözlerim. Ana kapının önünden geçerken iyice bakıyorum içeri; evet, bazı ışıklar yanıyor. Ön tarafına geçince dışarıdaki iki koltuk ve arabalar dikkatimi çekiyor. Yürüyoruz o tarafa doğru, o ara görünen bir salonunda bir sürü insanı koltuklara oturmuş vaziyette ve bir noktaya bakarken görüyoruz. Bir toplantı hali yani!
Kapıyı buluyor ve içeri giriyoruz; bir kafeterya havası var, henüz tam yerleşmemiş olsa da. Bir tatlı kadın "Hoş geldiniz," diyor, çikolata ikram ediyor. "Açıldı mı müze," diye soruyoruz ki henüz açılmamış. İçerideki kalabalıksa bir müzayedenin katılımcılarıymış. Hanımefendi bizim katılımcı olduğumuzu düşünüyor sanırım!.. Girebilirmişiz. Numara istermiş miyiz bir de... "İstemiyoruz, sadece izleyeceğiz." Enn sevdiğim kadının ortam ve karakterler çok hoşuna gidiyor ve müzayedelerden haberdar olmak istiyor. Artık gruba dahil. Mekansa neredeyse yüz yıllık.*
Şimdi istikamet Metro. Yolda iki faytona rastlıyoruz ki muhtemelen nihai park noktalarına gidiyorlar. Enn sevdiğim kadın çok şahane, Paşabahçe'nin dörtlü ayaklı bira bardağı setinden alıyor; sonra da en aradığını bulamasa da ki Jameson Viski fıçılarında dinlendirilmiş, sınırlı sayıda üretilmiş kraft bira asıl aradığı.. başka kraftlar alıyor. Bir de ardıç tohumu arıyor ama ne yazık ki bulamıyoruz onu da... Çıkınca Metro'dan, bir önceki yazıda bahsettiğim coğrafyada ilerliyoruz, burayı yürümek için gelmediğimizden saklı yerlerini şimdilik gezdiremiyorum ki baharda ya da güneşli bir günde olmalı!.. Üst geçidi çıkıp sağa, ona göstermek istediğim kahve dükkanına yöneliyoruz ve onun azıcık uzağında bulduğumuz park yerine giriyoruz.
Yaklaşık bir yıldır fark ettiğim ve bildiğim ama girmediğim dükkana, Vera'ya ilk kez gireceğiz. Çift olduklarını düşündüğüm bir genç kadın ve bir genç adam. Bir de kız çocuğu var; ya raflardan aldığı bir kitabı okuyor ya da ders çalışıyor. Tam anlamı ile bir aile işletmesi ve ev şirinliğinde küçük bir mekan.
Kahve çeşitlerine bakıyoruz ve Kenya AA'da karar kılıyoruz. İnternet üzerinden kahve satışları da varmış; hatta Trendyol, Hepsiburada gibi sitelerde de dükkanları. Vera adı doğal olarak Vera'yı, Nazım'ın Vera'sını çağırıyor bana! Soruyorum. Mersin'deki ortaklarının kızıymış ve ad da tahmin ettiğim yerden geliyormuş. Hoş ve kocaman fincanlar ve de demliğinde kahvemiz geliyor. Küçük kaselerde de çikolata, kavrulmuş fıstık ve kayısı. Seviyorum ilk kez içtiğim Kenya AA'nın tadını. Kıvamlı kahveleri seven ben için ince gelse de yumuşak, baharatlı ve nüanslı hali çekiyor ilgimi.
Çıkıyoruz park ettiğimiz yerden, biraz ilerliyor ve duruyoruz: Ağaç altı köşe masalardan birinde, İngiliz tuğlalı bu şirin mekanın duvar dibinde, yolu seyrederek çay içerken görüyorum kendimizi ki tam o an bayılarak okuduğum Ben û Sen'den izler ve onun müdavimleri geliyor aklıma... diye bahsettiğim Kahvehane'nin karşısındayız. Kapı önünde müdavimleri var. Yanılmadım! Bayılıyor Kıymetlim...
Biraz daha ilerleyince Şu kadim balıkçının şık restoranında, arka camın önündekilerinden, mahalle ve demir yolu manzarasına mazhar bir masada, uzun ufuklara, görkemli dağlara bakar gözlerle taze balık yemek nasıl olur? Hımmmm güzel olabilir... diye bahsettiğim yerin önünde de duruyoruz; bu kez ikinci katı manzara açısından daha da cazip buluyorum.
Bu yazıyı yaşanan günden bir hafta sonra bugün yayımlanmak niyeti ile yine bir cumartesi günü, dün yazarken, yılın ilk karı yağıyor. Deniz dalgalı, kar yağışı mutedil! Güneşse usulca ve muzırca göz kırpıyor...
Pencerenin önüne geçmeli kar yağışının tadını çıkarmalıyım...
*Mekanın 2011 yılında kararı alınmış ama restorasyona başlanmımış hali şu yazıdaki sondan 2. fotoğraftır.
** Bir arkadaşımdan bahisli yazı
***Karga ailesi bahisli yazı
Etiketler:
an'larım...,
Palandöken Cağ Kebap,
Tıbbi Aletler Müzesi,
Vera Kahve
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)