17 Nisan 2012 Salı

Duygu

günün finali


"Mesela tansiyon yükselmiş illet bir başağrısıyla sarmaş dolaş, yatak yorganla kardeş düşler içinde kulaçlar atarken, hep eksik kalmış cümlelerimi düşünmüşümdür.

Ve her bu haldeyken bir sürü insan geçer akıl defterimden...

Ve ben her seferinde söylenmemiş kelimelerimi ard arda dizer, her avuca özel cümleler bırakırım.

Çok saklı bahçem, o saklı bahçelerde çok sayıda "aslında ne olmuştu"larım vardır.

Akıp giden zamanın bir yerinde, avuçlara avuç olsam, gözlerine bakıp aslındalarımı döksem isterim."




Üç yıldır anını bekleyen bir kitap vardı; kitaplığa her göz attığımda gözümün içine bakan, arada bir alınıp dokunulduğunda güzel izler bırakan.

Ve bir sürü eksik cümlem.

Kitabın ilk sayfasına bir cümle yazdım.

Gözlerine eksik cümlelerimi bırakmaya çalıştım.

Dili kullanma, iletişimi sürükleme konusunda çok becerikli ben; nedense bu kez kelimeleri, kem kümden öteye taşıyamadım.

Ama kendimi, anı ve Seni çok sevdim.

.

11 Nisan 2012 Çarşamba

Çok Anlatılmış Ama Yazılamamış Bir Eylül Hikâyesi

Eğer  bir sebep olmasa bu hikâye bir mailde yazıya dönüşemeyecek ve asla akıp da giden zamanda bir not olamayacaktı. 
Çok teşekkürler ve iyi ki !

O gün 12 Eylül 1980'di. Yaşananlar 11 Eylül'de olsa çok rahatlıkla yazabilirdim. Ama bu konuyu ne zaman yazmaya kalksam bir kılçık gelip takılıyor boğazıma... vicdan yapıyorum; tıpkı blogda satır aralarına sıkışmış, "Mussano ailenin yeni kuşağının ilk çocuğu olarak dünyaya geldiğinde bizim odada koca bir aile şakırdarken, yan odadaki doğumun ölü olduğu haberi sus pus etmişti hepimizi... kendi sevincimizi bırakıp oradaki hüznü paylaşmıştık" anındaki gibi .

Ne gariptir ki eğitimini Amerika'da yapma kararı almış ben, üstelik aile de onaylamışken, ama aileye bir çalım atma fikrini de kafama koymuşken; "her babası ticaretle uğraşan çocuğun yazgısı mı desem, ya da hiç tevazu göstermeden yetenekli bir çocuk olmam nedeniyle en amcamın ben üzerindeki hayalleri mi desem" arasında sıkışmış da biri olarak- onlara "ekonomi okuyacağım" dememe rağmen- televizyoncu, özellikle yapımcı/yönetmen eğitimi almak fikrimi kesinleştirmiştim.

Matematik dersleri ile başım belada olmasına rağmen hayatın matematiği konusunda -öngörülerim açısından- epey de başarılıydım. Yani babamın erken ölebileceği aklıma düşmüştü ve bunu değişik sohbetler esnasında arkadaşlarımla paylaşıyordum. İşte bu nedenle askere gidip dönüşte Amerika'ya gitme fikrini doğru bulmuş ve askere gitmeye karar vermiştim. Bu gezi de iki ay sonra gitmem gereken birliğime teslim olmadan önce yaptığım bir geziydi. Askerlik dönüşü de Amerika'ya gitmeden önce yine bu gezide birlikte olduğumuz "en arkadaşımla" bir Avrupa turu planlamıştık.



Ben o gün orada hayatımın en güzel, en anlatılası günlerinden birini yaşarken, benim arkadaşlarım bir bir tutuklanıyordu. Ben onların arasında değildim. Çünkü önemli makamlarda olan yakınlarım tarafından kollanmıştım. Ne garip bir tecellidir ki gittiğim birlik  bölgenin en önemli ve  bölgedeki tüm birliklerin emrinde oldukları koca bir tugaydı. Orada ülke tarihinin en önemli davalarından birinin sanıkları yatmaktaydı, tüm soruşturmalar orada yapılmaktaydı. Tabii ki mahkemelerde... 

Nöbet günlerimden birinde, bir gecenin bir yarısında Harekat Merkezine girdiğimde duvardaki listede -ki bir örgüt şemasıydı bu- arkadaşlarımın adını görmek, bu çocukların daha liseyi henüz bitirmiş, kimi bitirmemiş bile çocuklar olduğunu, üstelik de örgüt adı olarak kullanılan adla bu çocukların uzak yakın ilişkisi olmadığını  ve an itibariyle neler yaşadıklarını bilmek hep acıtmıştır beni... hele bir Semih kısmı vardır ki, en çok yarayı ondan alırım.

10- 11 Eylül geceleri 19-20 yaşlarındaki iki genç Marmaris'tedirler, Kuşadası'ndan çıkarken rastlaştıkları bir doktor çiftin çocukları da onlarla takılmaya başlamıştır oradan beri. Ve aileyle Bodrum'dan beri aynı mekânlarda konaklamaktadırlar ama onlar gecelere aktıkları için o çocuk da onlarla gelmektedir. Çocuk dediğimiz de 17 yaşlarındadır.

Bu ekip 10 Eylül günü her gittikleri yerde yaptıkları gibi barlar sokağının bir başından girip, hiçbir barın hatırı kalmasın diyerek öte baştan çıkmaktadırlar. Ama o gün bir barda takılı kalırlar. Barın arkasındaki kadın çok güzeldir. İsveçlidir ve bir Türkle evlidir. Garip bir şekilde de bu satırların yazarının İsveçli Penfriend'ine benzemektedir. Çok ahbap olurlar, iyi çocuklardır ve kolay iletişim kurabilmektedirler.

11 Eylül

Kadına bir hediye alıp o gece sadece o bara giderler, barda çalışan ODTÜ'lü bir genç de vardır. Onu da ihmal etmezler.  İçmeler mevkinde bir diskotek görmüşlerdir ve oraya gitmeye çoktan karar vermişlerdir. Bir süre sonra bu isteklerini bardaki kadınla paylaşırlar, Christina oraya gittiklerinde kendi adını vermelerini söyler.  Vedalaşıp giderler ve ne tesadüftür ki diskoya girdikleri anda  Another Brick In The Wall çalmaktadır, pistte yukarıdan aşağıya bembeyaz, tek parça pantolon bluz giymiş siyahi bir gay, tek başına dans etmektedir. Şu tepelerdeki mor lambaların yeni çıktığı, buralarda henüz olmadığı zamanlardır. Nefis bir gece yaşamışlardır.

Bu lezzetle Marmaris'e dönerler ve bir işkembeciye girerler. Çıktıklarında arabalarının başında biri epey iri yarı iki genç adam durmaktadır. En arkadaşı Buraneros'a döner der ki: "Olum seni burada buldular". Buraneros da der ki "Yapılacak bir şey yok, soldaki benim". Aslında şakalaşıyorlardır. Ve zaten onlar da oraya çalışmaya gelmiş Termeli çocuklardır. 55 plakalı arabayı görünce hasret gidermek için beklemişlerdir.

Gelinir ve yatılır.

12 Eylül

Sabah askeri bir cip sokağa çıkma yasağı dahil pek çok yasağı bildiren anonslarla geçmektedir, hemen denizin dibindeki toprak yoldan. Buraneros dışarı çıkar arabanın radyosunu açar ve darbe olduğunu, ikinci bir emre kadar bulundukları yeri terk edemeyeceklerini, içki satışının yasak olduğunu öğrenir. Kaldıkları yere döner ve en arkadaşına "ihtilal olmuş," der. "Sizinkiler mi yapmış?"tır gelen cevap.

O gün için planları daha aşağı doğru inmek Mersin'den de Kıbrıs'a geçmektir. Ama anlaşılmıştır ki tatil bitmiştir.

Gün içi dışarı çıkamayan çocuklar kağıt oynamaya karar verirler. Yan tarafta kalan iki kızı fark etmişlerdir aslında; ama zaten onlar erkenden çıkıp gece geç vakitte dönmektedirler, dolayısıyla o kızların bir önemi olmamıştır onlar için.

Bu kez mecburen kızlarla konuşma ihtiyacı hasıl olmuştur. Bu türden işlerin sorumlusu da Buraneros'tur. Kızlara yanaşır oyun kağıtları olup olmadığını sorar. Olmadığını söylerler ama yandaki bir evi tarif ederler. İhtiyaç duyduklarında oradan almaktadır onlar da...Buraneros gider ve o evden kağıtları rica eder. Kağıtlarla döner. İki kişilerdir ve üçüncü zaten "küçüktür",  kızlar da iki kişidir zaten. Buraneros kızlara "Birlikte oynayalım mı?" teklifini yapmak üzere dışarı çıktığında kız sayısının üç olduğunu görür. Yine teklifini yapar ve kızlar da kabul ederler. Buraneros Berrak'la, en arkadaşı da Leyla ile eş olur ve pişti oynamaya başlarlar. Laflar lafları açar, oyun biter sohbet başlar.

Leyla Berlin Üniversitesi'nde okumakta olan bir  kızdır ve Kürttür. Berrak oraya babasıyla gelmiştir. Orada tanışmışlardır. Maria ki Ria diye kısaltılmıştır adı, Leyla'nın üniversiteden arkadaşıdır. O gün Buraneros'la Berrak arasında İstanbul'da buluşmanın planları da yapılmıştır; özellikle o günlerde popüler olan bir mekâna gitmek için... Ve Berrak'ın dahili numarası 55' dir.  Amerika'dan yeni dönmüştür ve önemli bir şirkette çalışmaktadır.

Kızlar ortak kullanılan dolaptaki şarapları fark etmiş ve kendi aralarında "a aa biri şarap alabilmiş" diye konuşmuşlardır. Hayata zaten antenleri açık olan Buraneros da bunu duymuştur. O şarap aslında dışarı çıkma yasağı olduğu için duvardan duvara atlanarak ulaşılan bir restorandan gidip de alınmıştır.

O günün akşamı

Avlu tabir edebileceğimiz bir yerde, o mekânda kalan sakinler yazlık sinema tadında sıralanmışlardır televizyonun karşısında... Netekim Paşa da konuşmaktadır siyah beyaz camda. Hemen onların sağ tarafında da biri 24 diğer ikisi 22 yaşlarındaki üç genç kız ve 19-20-17 yaşlarında 3 genç erkek oturmaktadır bir masanın etrafında... Şarap içilecektir de nasıl olacaktır bu. Sorun Berrak'ın babasıdır. Ondan çekinilmektedir ve gecenin önemi dolayısıyla diğer insanlara da ayıp olmasın endişesi vardır.

Biraz sonra masaya bir demlik, bir çaydanlık, çay kaşıkları, şeker ve çay bardakları gelir. Çözümü Ria üretmiştir. Acayip gülünür ve şaraplar keyifle içilir. Kızlar denize girmeyi teklif ederler gecenin bir yarısında, denize girmek için yolun ötesine geçmek gerekir, sokağa çıkmak yasaktır ya! Oğlanlar korkarlar, ailelerine ulaşamamışlardır ve karşılıklı endişelerin ne boyutta olabileceğini tahmin etmektedirler.

Gecenin finali duygu doludur.

Çocuklar sabah yola çıkabilmek için gerekli olan izin kağıtlarını alıp Ankara'ya varmak zorundadırlar, çünkü beşten sonra sokağa çıkma yasağı vardır. Aslında o gün, özellikle Leyla ile enfes siyasi tartışmalar yapmış, pek çok ülke üzerinden şahane şeyler konuşmuşlardır. Bugün Buraneros o gün söylediği pek çok şeyin gerçekleşmiş haline tebessüm etmektedir.

Ve o gün, onların geldiği yöne devam etmeyi planlayan kızların yarım kalan tatillerini tamamlamak adına, geliş yönünde topladıkları tüm kartpostal ve hediyelik eşyaları kızlara verirler. Kızlar da onların gidemeyecekleri ama kendilerinin geldikleri yönde topladıklarını. Aslında 1982 yılında yapılacak Avrupa turunu birlikte yapmak üzere anlaşmışlardır. Üstelik Dünya Kupası İspanya'dadır. Ama kader ağlarını örmüştür ve Buraneros da zaten buna hazırdır.


Buraneros bu satırları yazdığı mailin içine şunları da yazar :

Sevgili İyi ki Varsınız,

Size ne kadar teşekkür etsem azdır, evet belki de sizi yordum. Ama inanın bunu çok daha uzatabilirdim. Ve emin olun buraya anlatmasam bu konu üzerinde en ufak bir notum bile olamazdı. Bu hikâye uzantıları ve kesişmeleri ile birlikte bir roman bile olabilir. Mesela Kenan Evren ile yolların  iki farklı kesişmesi vardır. Artık onlar da henüz imalatta olan bira bardaklarının imalatları bitip de ulaşacakları mekâna kalsın.

Görüşmek üzere,
Sevgilerimle

Buraneros



Devam yazısı Netekim Yazmalıydım


9 Nisan 2012 Pazartesi

Taşhan'da Fısıltılar

- Geçenlerde bir kadın dolanıyor buralarda. Anladım ve dışarı çıkıp "Girebilirsiniz" dedim. Elinde bir kağıt var ve onunla arayıp bulmuş burayı, çekinerek girdi içeri, sonra bir kaç fotoğraf çekmek istediğini söyledi. Çay ikram ettim ve sohbet ettik. Ben şu köşede doğdum dedim. Nasıl yani diye sordu. Babam buradaydı, abilerim buradaydı, e ben de buradayım, benim çocuklarım da burada nereden baksanız yüz yıl dedim.


-Bak bunlar da girmek istiyorlar ama çekindiler ve kesinlikle buralı değiller.

-Eğer bu arastada olmasaydı babalarımız sence biz bilir miydik? Düşünsene burası sanki bize ait özel bir mülk gibiydi. Hiç bir yabancının giremediği, şehirlinin bilemediği korunaklı, dışarıya kapalı bir oyun alanıydı bizim için. 

Bir kaç kahveci değişti bu handa ama bu çayın lezzeti sanki hiç değişmedi biliyor musun. En çok da bundan korkuyorum. Hep bizim olmuş, keyfini sadece bizim çıkardığımız, onca haylaz anının içinde saklı olduğu bu alanı başkalarıyla paylaşmak fikri biraz da tadımı kaçırıyor aslında... Çünkü biliyorum ki artık burası bize anlattıklarının dışında şeyler söyleyen bir han olacak. Başka insanlarla da tanışacak. Bizim buranın tadını çıkarmış sanşlılar olarak özel olma halimiz de ortadan kalkacak.
 
Kıskandın:))

Yok olum ben safımı seçtim; ne olursa olsun "Saathane bizimdir bizim kalacak" diyesim  yok.:))




Aslında belki de uzun yıllar sonra başkaları tarafından ortaya çıkarılacak, tarihi bir buluntu muamelesi yapılacak ve ortalığı bir süre sarsacak  şahane bir haylazlık ürünüyle ilgili de çok şey konuşuldu ama malesef yazılmayacak. Vasiyet edildi ki ben ölürsem..... 

- Ne garip değil mi, şehri gezmeye gelenlerin elinde bir bilgi var, buraya geliyorlar ama ancak içlerinden bir kaç tanesi biraz cesaret bulabilirse, etrafta kendisini fark eden bir göz olursa ve o kişi destek verirse içine girebiliyor. Şehirli ise bi haber...


- Burada öğretmenleri tarafından gezmeye getirilmiş bir tane bile öğrenci grubuna rastlamamış olmamız ilginç değil mi?


-Taşhanın tarihsel değeri olan bir han olduğunu içindekiler bile fark etmedi hiçbir zaman. Burası alalede bir işyeri olarak görüldü ve hoyratça kullanıldı. Bölge özellikle parekende tüketicinin girmediği bir alan olduğu için belki de, şehirliyle bağı tümüyle koptu.

-Şu, ağırlıkla yıkım içeren proje beni acıtıyor evet.. ama bir yandan da bu karşı duruştaki çıkarcılık düşündürtüyor insanı... Eğer geçmişte verilen fırsat devam ettirilse, şu camlarına afiş asmışlardan hangileri dikmeyecekti 5 katlı binaları... Madem ki bu kadar değerliydi buranın dokusu, neden o fırsatları bulup da binaları dikenlere karşı durulmadı. Neden sadece kendilerinin çıkarları doğrultusunda istediklerini yaparken, bölgenin dokusunu bozacak eklemeleri pervasızca hayata geçirirken kayıtsızdılar? Burayı sadece kendilerine ait bir yer olarak gördüler. Kentten koparılmış olmasına sessiz kaldılar. Hep o Amerikalı profösör sayesinde farkına vardığım Göğceli Camisi gelir aklıma. Geçenlerde bir daha gittim, yeni fotoğraflar çekmek için ve hala yangına karşı ciddi bir tedbir alınmamış olduğunu gördüm. İşte tüm bu çelişkiler, bu çıkarsal bakışlar, sahip çıkmama bize, bu ülkeye ait ve birileri, başkaları tarafından tahrip edilmiş bir alanı ortaya çıkarmaya, başka insanlarla tanıştırmaya kalktığında, insan kaçınılmaz bir şekilde iki arada bir derede de kalıyor. Kimsenin derdi buranın halkla kucaklaşması, hayata kazandırılması değil, küçük bir azınlığın ticari çıkarcılığının başka bir duruş altına saklanmış ve o çıkarcılığa farklı duyarlılıkları olan insanların tepkisini katma hali. Bu samimiyetsizlik kötü.
-Evet?
-Ne evet
-Baştaki soru
- Yani aslında senin de dediğin gibi, bir yandan etraf yıkılsın, meydan ve sokakların bu hali değişsin istemiyorum. Öte yandan da sen getirmesen belki de yaşamım boyunca buranın içinde ne var bilmeyecektim, benden sonrakiler de ve bu şansa sahip olmayan arkadaşlarım da... Ortalık temizlenip bu binalar ortaya çıkınca,  bu bölgeye gelmeyen insanlar da mutlaka gelecektir, hatta pek çoğu "Allah Allah bu han da nereden çıktı, burada böyle birşey mi varmış?" diyecektir. Öğretmenler müzelere götürdükleri öğrencileri buraya da getireceklerdir. Herşeye rağmen keşke vakti zamanında sahip çıkılsaymış ve hep aslı gibi kalsaymış da diyorum, özellikle burayı gördükten sonra?


Saathane Meydanından Fısıltılar

8 Nisan 2012 Pazar

Muzaffer Önder Parkı ve Bir Teşekkür

Muzaffer Önder parkındaki heykelin üzerindeki öykünün yanlış ifadeler içerdiği üzerine yazdığımız yazıda  CHP İl Örgütününün bunu fark etmemiş oluşunu da eleştirmiştik.

Yazıdan kısa bir sonra, içimiz rahat etmedi ve bu hatalı ifadeyi bizzat CHP İl Başkanlığına giderek paylaştık.

Hemen nete girildi, blogdaki yazı ve fotoğrafın bir çıktısı alındı. İlk okumanın ardından ifadelerin yanlış olduğu konusunda fikir birliği oluştu.

Blogdan indirilen yazı ve fotoğraf  hemen belediye meclisinin CHP'li üyelerine gönderildi. İki gün sonra eski levha yerinden indirilmişti. Bir sonraki gün de yeni şekliyle  yerindeydi.

Her ne kadar kendilerinin fark etmiş olmaları gereken bu durum uyarımız üzerine gerçekleşmiş olsa da bu hız ve sonuç alıcı çaba için CHP İl Örgütüne ve konuya duyarlı yaklaşan Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Yusuf Ziya Yılmaz'a teşekkür ederiz.


*Yazının düzeltilmeden önceki hali için

29 Mart 2012 Perşembe

Saathane Meydanında Fısıltılar

-Kelle yemeyi reddedip de hamburgere takıldığın için pişman olacaksın. Çünkü kent tarihinde mutlak yeri olması gereken ve görebileceğin en küçük yeme-içme yerlerinden birini görme  şansını kaçırdın. Tabii ki ben de üzerine bir yazı hayallerimi ertelemek zorunda kaldım.


Tırtıl, sen ve ben bu alanı, ara sokaklarını bu haliyle sevdik ve bunun değiştirilecek olması belki biraz da üzüyor bizi. Şu dükkanların camlarında asılı olan afişlerde yazılı olanlara baktığımızda çoğu insan gibi biz de  sadece restore edilmesi gerektiğini düşünüyorduk di mi?

-Evet ve ben hala öyle düşünüyorum.

-Çünkü bizim gördüğümüz bu ve sanki burası tüm zamanlarını böyle yaşamış gibi hissediyoruz. Tıpkı yeni halini ilk görecek nesillerin ileride birileri tarafından değiştirilmek istendiğinde verecekleri tepki gibi. Bizden önceki halini bilenler bugünkü, bizim öyle sevip benimsediğimiz halini görseler ne diyeceklerini bilmediğimiz gibi .

Geçenlerde bir gün Samsun Kalesinin -ki bir çokları böyle bir şeyin varlığından bile haberdar değildir- son taşlarının yanına koyulmuş, tarihçesiyle ilgili bir yazı okudum. Orada tarif edilen alanı, o haliyle gözümün önüne getirdim ve çok hayıflandım.

Sonra şu soruyu sordum kendime: Kentin dokusunun bozulmasına göz yumup, bu meydanda hiç olmaması gereken binaların yapımına izin verip, çok önemli tarihi yapıların, şehir insanı tarafından bile fark edilmez hale getirilmesine fırsat verenler mi suçlu, yoksa bu kirlenmişlik içinden o yapıları ışığa çıkarıp da kente katmak çabası içinde olanlar mı? Bu sorunun cevabını seni götüreceğim bir yeri gördükten sonra vermeni istiyorum.


Biliyor musun ben ilk midye dolmamı da bu meydanda yedim. Babamla bir pazar günü dolaşırken bir sokak satıcısından almıştık... o dolmadan sonra yıllarca bu şehirde midye dolması olmadı... ancak İstanbul'a gitmelerimizde yiyebiliyordum. Ben annemin yaptığı zeytinyağlı biber dolmalarına limon sıkıp onları midye dolması niyetiyle yerdim.

-Bak burası eskiden Çarşı Karakoluydu. Pek namlı bir yerdi. Sokakta ara sıra düdük çalarak dolaşan  gece bekçilerini gördüğümüzde aklımıza burası gelirdi. Dayı dediğimiz bir akrabamız burada görev yapmıştı ve bir pazar günü babamla çay içmeye gelmiştik, ortada bir soba vardı ve onun etrafında oturmuştuk. Tabii ki ben paşa çayı içiyordum. Bilir misin paşa çayı nedir?

-Hayır
- Hiç içmedin mi?
-İçmedim.
- İçtin aslında.

-Eskiden babamla pazar günleri gezerken arkadaşlarının yanına uğrardık, ki ben en çok İzmir Otelinine gitmeyi severdim, orada taşlamacı dükkanları vardı. Oraya bir gün  özellikle gitmemiz lazım. Atatürk de gitmiş çünkü... Neyse işte o gidişlerde  çocuklara Paşa diye hitap ederlerdi dolayısıyla soru paşa ne içersin ya da paşa ne içer şeklinde gelirdi. Tercihin sıcak bir şeyse ki bu çay ya da oralet olurdu. Ona bir miktar soğuk su ilave edilirdi. İşte o çayın adıydı paşa çayı.

-Haaaa!:))
-Aslında restore edilip, bu dükkanların yerine farklı ürünler satan dükkanlar gelse, kafeler falan, olabilir sanki!
-Sence Büyük Caminin bu haliyle verdiği fotoğraf mı daha güzel, bu binaların yıkılmış olmasıyla oluşacak gezi alanından görünüşü mü daha güzel olur.

-Ben buradan verdiği fotoğrafı sevdim valla...

-Ne yalan söylim ben de...
-Nereye kadar yıkılacak buralar.?

-Caminin önünden, alt caddeye kadar hepsi yıkılacak dendi,
sonra buraların yıkılacağı, şuraların da ikinci etapta yıkılacağı gibi bir söylenti çıktı.

-Oğlum fotoğrafın çekiliyo..
-Ne güzel işte, 100 yıl sonra birileri bu fotoğraflara baktıklarında sen de olacaksın, belki torunlarının torunları a aa bu bizim büyük dedemiz diye sevinecekler.:))
-Şu tuvaletin bi işleticisi vardı tıpkı Oliwer Twist'deki adama benzerdi. Çok huysuz ve ürkütücü bir adamdı. Şehrin en pis kokan tuvaletiydi ve mecburen mağazaya geldiğimizde burayı kullanmak zorunda kalırdık. Tıpkı şu anki gibi kokusu taa sokağa taşardı ve ben o adamın içerde oturabiliyor olmasından yola çıkarak onun bir çizgi film kahramanı olduğuna daha çok inanırdım.
-Gel seni biriyle daha tanıştıracağım.  Şu soldaki kepenkleri çekili olan dükkan sanayiye taşınmadan önceki mağazaydı bizim. Sokakta kaldırım vardı ve 10 vitesli bisikletimi ki senin 24 vitesli bisikletine 10 basardı, öyle havası vardı, o kaldırıma park ettiğimde herkes başına üşüşürdü. Peugeot marka bir yarış bisikletiydi. Şehirde iki tane vardı.


-Abi nasılsın?

-Tırtıl bak  bu şehrin görebileceğin en güzel adamlarından biridir bu abi, şehire gelen ilk Murat 124'ü, ki Gökçe idi bayisi, bu abi almıştı. Ben de o arabaya bakar, küçüklüğünden yola çıkarak kullanabileceğimi düşünür, kullanırken kendimi hayal eder, babamın da ondan almasını isterdim. Kocaman Amerikan arabalarının yanındaki haliydi bu duyguyu veren tabii ki...

Abi ısrarla bir şeyler ikram etmek ister. Duygulanmıştır. Küçücük bir çocukken onu kahramanlarından biri yapan bir babanın, küçük oğluyla onu tanıştırıyor olmasındandır tüm bunlar.

Vedalaşırken "hakkını helal et" der, gözünde sıralanmış damlalarla. "Bizim ne hakkımız olabilir ki sende" denmek istense de kelimeler boğazda düğümlenip kalmıştır.

Bu bugün ikinci kez duydukları bir ifadedir ki bir tanesi bir vasiyet de içermektedir.


-Taş Hanı, defalarca buradan geçmiş olmamıza rağmen hiç fark etmiş miydin? İçinin böyle olabileceğini hayal etmiş miydin?

-Hayır

-Aslında yalnız değilsin biliyor musun bu şehirdeki pek çok insan da bilmiyor. Eğer çocukluğum bu arastada geçmese, mağaza bu caddede olmasa benim de belki hiç haberim olmayacaktı.

-Şimdi baştaki soru ile ilgili cevabın ne?

28 Mart 2012 Çarşamba

Ara Sıcak

"İnsanın yüzüne ve elbette gününe bundan daha güzel bir tebessüm yerleştirilemezdi.
Asıl biz teşekkür ederiz.

Muhtemelen yazıların içinde hayatı anlamlı kılan ödüllerin asıl neler olduğunu vurgulayan cümlelere rastlamışsınızdır. İnsan yaşamı içinde çok övgü alıyor elbette... ama bazılarını kaçınılmaz bir biçimde alıp daha değerli ve başka bir yere koyuyor, sizinki onlardan biri.


Aslında insanı anlamak çok zor değil, belki biraz emek istiyor... oysa sıcaklık ve samimiyeti algılamak için sadece insan olmak yetiyor.


Her bir kelimeniz ve içtenliğiniz o kadar değerli, o kadar saklanası ki ..."

Bu satırları, bir önceki gün aldığımız e-postaya verdiğimiz cevabın içinden buraya taşıdık. Çünkü o e-postadaki satırlar aslında tüm blog yazarlarının yaptıkları işin hem değerini hem de yazdıklarının bir karşılığı olduğunu anlatıyordu.

Biliyoruz ki bir çok blog yazarı için aldığı yorumlar önemli... ama inanın belki de yorum bırakanlardan daha sadık, içtenlikle sizi takip eden, yazdığınız her kelimeye büyük saygı duyan insanlar var. Bunu sakın ola ki  yorum özürlü bazı blog yazarlarının kendini sıyırma ifadesi olarak almayın. Aldığımız  pek çok e-postanın içinden bunu özellikle öne çıkardık ki yazdıklarınızın değerini, kabul görürlüğünü sadece yazılarınızın altındaki yorum sayılarına bağlamayın.

"Blogunuzu yaklaşık iki senedir okuyorum. Aslında bugüne kadar blogda okuduğum neredeyse her yazının altına bir şeyler yazmayı isteyen ama bugüne kadar farklı nedenlerden yazamayan ben, bugüne kadar yapamadığımı yapıp teşekkür etmek istedim hepinize.

Yazının konusu ne olursa olsun, gözlemenin, düşünmenin, hissetmenin, duyarlı olmanın ve tüm bunları yazıyla ifade edebilmenin güzelliğini gösterdiğiniz ve bazen sıkıldığımda ve kendi şehrimi özlediğimde, göz ardı ediyor olabileceğim güzellikleri hatırlattığınız için...


Aslında yazabileceğim/yazmak istediğim bundan daha fazlası elbette, ama en kısa ifadesiyle "sayenizde resmen bir blogla arkadaş oldum". Umarım çok uzun bir süre yazarsınız,.."

Cümlelerini buraya taşıdığımız e-posta her ne kadar Sevgili La Paragas Yazarları diye başlıyor olsa da, yazının içinde her birimize ayrı başlıklar altında övgü sözleri edilip teşekkür edilse de, her blogun sessiz okuyucusunun da aynı duygular içinde olduğunu bildiğimizden(for example:biz), bu güzel duyguları sadece La Paragas'a değil tüm bloglara ve yazarlarına mal ettik.

Bunun dışında iki güzel şey daha yaşadık. Bunlardan bir tanesi, Ben Feuerbach yazımıza yazılan yorum sayesinde güzel bir hayat dersi almış olmamızdı.  Bu ders için bir kez daha teşekkürler Sayın Sema Engin- Edinsel.

Tiyatro yazılarımız genelde Facebook'ta paylaşılıyor ve önemli bir trafik alıyoruz oradan... fakat bu trafiğin özellikle bir oyun üzerine yoğunlaştığını ve uzun süredir artarak devam ettiğini ve  dünyanın her tarafından olduğunu fark ettiğimizde merak ettik, kurcaladık. Sırça Kümes oyununun yönetmeni Jason Hale'di ve yazımız da oyunun Facebook sayfasında Müge Hale tarafından paylaşılmıştı.

Ve erasmusa gidecek, giden öğrencilerden aldıklarımız tam da şu yıldızlar hikayesinin bir yansıması, o kadar güzel cümlelerle o kadar soru ve teşekkür yağıyor ki... iyi bir şey yaptığımızı, korkuları yendiğimizi, onlara yeni heyecanlar kattığımız anlıyor, her seferinde onlarla bizde oralara gidip aynı heyecanları yaşıyoruz.

Tekrar e-postaya dönersek; oradaki en önemli vurgu, bizi en çok sevindiren sözcük arkadaştı. Bunun bazı dillerdeki anlamını da, nasıl bir yüreğin o dili aracı olarak kullandığını da çok iyi biliyoruz. Sadece o ifade için bile çok çok değerli ve çok özel yazdıklarınız SEVGİLİ ARKADAŞIMIZ. ÇOK TEŞEKKÜRLER.

Sizi de, yani hepinizi  çok seviyoruz ARKADAŞ! Gelip bazen yorumlar yazamıyor olsak da...


La Paragas


*Fotoğraf için Sevgili La Loba'ya teşekkürler.

25 Mart 2012 Pazar

La Conda Carmenére İle One Night Stand

Üç gün önce aldığım şarabı cumartesi akşamı için rafa yatırmıştım. Dün akşam şişeyi aldım ve  içinde tulum, kaşar, keçi ve tam yağlı gravyer peyniri olan bir tabak hazırladım.

Bende mevcutlar   bunlardı ve onun samimiyetine güvendiğim için ona özel bir alışveriş yapmamıştım. Beyaz peyniri de zaten geceye ve ona yakıştıramazdım.

Aslında evvel zaman önceleri, ben henüz hevesli bir tıfılken oradan buradan okur, onu bunu dinler,  denilenleri kutsar, onlardan gayrısının cehaletimi ortaya koyan şeyler olacağını düşünürdüm.

Gel zaman git zaman kendimden başkasını ve samimiyetine saygı duyduğum bazı insanlardan ötesini umurum etmedim.

Üstelik fark ettim ki;  benim henüz popüler olmamışken kucaklaştığım pek çok şey zaman içinde ödüllendiriliyordu.

İçlerinden şöhreti kaldıramayan, şımaran, herkesin sevgilisi olacağım diye çırpınanlar çıkarsa, bu uğurda tavizler vermeye başlarlarsa... ben de o zaman o güne kadarki yol arkadaşlıklarına teşekkür edip, eyvallahı çekiyordum.

Carmenére, Google üzerinden edinebileceğiniz bilgiler üzerine Şili' ye özgü ama  Fransızlardan devşirilmiş, literatüre Şili'li olarak kayıt düşülmüş bir üzüm türü.

Bana yeni biriyle tanışmanın  heyecanını,  daha önce duyulmamış kelimelerdeki lezzeti yaşatan;  diğer Şilililerin kazandığı popülarizmle raflarda kendine yer bulmuş; daha açıkcası anlı şanlı bir süpermarkette göze sokulan popüler markalardan kendine  yer bulmayıp da duvar arkası bir yere sokuşturulmuş, üzerindeki tozdan anlaşılacağı üzere insan eli değmemiş; fiyatı an itibariyle 16,90 TL olan; Google'da bu yazıya kadar hakkında tek kelam edilmemiş  La Conda-Carmenére, sek bir kırmızı şarap.

O şarap dün gece beni alıp nerelere götürdü bir bilseniz desem; bu, bu şarabın iyi bir yol arkadaşı olduğu anlamına gelebilir değil mi?

Bana "onu" hatırlattı mesela..

"Ondan" bir radara yakalanma meselesini anlattığım yazının içinde ettiğim iki kelam dışında hiç söz etmedim

"O" benim tam da  ilişkilerdeki önceliklerin duygularla tatlanmaya başladığı bir yükselme döneminde; bir bedeni sevmekle bir ruhu sevmek arasındaki farkın ayırdına varma yolculuğundaki ruhumun, güzel olanın onunla uyanmak olduğunu hissettiği evreden önceki  bitirme sınavının,  yüksek notlar almamı sağlayan  bir tanesiydi .

Bir şarabın  insana ve an'a ne kattığını en güzel cümlelerle ilk kez o dile getirmişti;  şimdi yerinde yeller esen müzikli bir mekanda birlikte yediğimiz, başlı başına hikaye konusu bir yemek akşamında.

Bu şarabın insanı keyifli bir zaman yolculuğuna çıkaran böyle de bir etkisi var işte! Alkolü %14, genizde bıraktığı asiditenin ise hatırı sayılır.

 Berrak, kıyıları bordo, ortası carmen, gözyaşıları gülümseyen, rüzgarını bekleyen duru bir göl gibi La Conda.

Kadehteki duruşuyla bayağı gövdeli  duygusu yaratsa da bu hissiyatı verenin onun rengi olduğunu hemen anlıyorsunuz.

Bu kanıdeli Şilili dengeli diyemeyeceğim serseri bir yol arkadaşı. Ama bu karakterli bir serseri, kafa dengi bir yoldaş...

Ben de zaten bu  halini sevdim..

Aramıza katılan keçi peyniriyle o da bende anlaşamadık Gravyer ve tulumla keyfimize keyif kattık Kaşar belki eski olsa masadan kalkmayabilirdi. Diğer bir kaç peynir üzerine de düşünmekteyiz. Ha kızartılmış kepek ekmeği de ihmal edilmemeli.

Epey baharatlandırılmış, orta acılıkta, azı zeytinyağı daha fazlası tereyağı ile pişirilmiş, et suyu ile yoğunlaştırılmış, sadece biber salçası kullanılan, biraz helmeli bir kuru fasulyeyi ısıtıp birlikte de denedim ve ne yalan söyleyeyim çok sevdim.

Peki bu serseri şarap tek başına, yanında eşlik edecek kimse olmadan keyif verir mi?

Şüpheliyim.

Fakat denemeye meraklı, "yaşamayıp da pişman olacağıma yaşayıp da pişman olayım" diyebilen, kusurlar arayan hallerini off konumuna getirebilen, samimiyeti fark edip artı atabilen iki serseri ruhun bir araya geldiği her ortama ayak uyduracağını... keyifli bir gece yaşatacağını çok net söyleyebilirim.

Benim için olağanüstü keyfili bir geceydi. Üstelik kuru fasulye ile şarabı ilk kez bir araya getirmiştim.

Ha "Bir başka gecede  ilk aklına gelenlerden biri La Conda olur mu? diye sorulacak olursa...  cevabım hayırdır.

Bir kez daha yollarımızın kesişeceği konusunda şüphelerim var açıkçası...

Ona, dün gece bana  keyifler yaşattığı için teşekkür ettim.

Şişenin diğer yarısı bu gece Behzat Ç. izlerken...

Sideways'deki  lafı tekrar edersem: Bekler her şarap belli bir anı!

Dünün gündüzü çok güzeldi..

Bu gece diziyi izlerken,  şarap belki de ezilecek.

Şarap mı anı güzelleştirir, yoksa an mı şarabı?

Yine bilemedim.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP