17 Mayıs 2009 Pazar

EUROVİSİON FİNALİNİN SONUCUNU BEKLERKEN NEFES NEFESE… NEFES ALMAKTA GÜÇLÜK ÇEKEN EMEKÇİLERE ÖZÜR YAZIMDIR…

Bugün karşımdaki 10 kişiden 8’i işsizdi. Ve işsizim derken sanki topluma ve karşısındaki herkese karşı bir suç işlermişçesine utana sıkıla bu çaresizliklerini dillendirmekteydiler. Bu kişilerden iki tanesi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “ kurtarın” talimatına istinaden kredilendirilen işletmelerinden birinden aylardır maaş alamayanlardandı. Şirketi kurtarmak için bir yerlerden hatırı sayılır miktarlarda paralar aktarılmıştı. Ama aktarılan paralarla ne işçilerin aylardır ödenmeyen maaşları ödenmişti ne de şirketin tekrar işler hale getirilmesi sağlanmıştı. Gözlerindeki yaşları zor zapt eden, omuzlarındaki acımasız yük yüzünden çareyi antidepresanlarda bulmuş emekçinin sessiz çığlıklarını birilerine duyurmak istercesine; “çocuklarınızın karşısında onların ihtiyaçlarını karşılayamayan, onu kazandığı üniversiteye gönderemeyen bir baba olmak nedir bilir misiniz, anlayabilir misiniz?” deyişinde çığlık çığlığa bağıran onca ses vardı ki! İşletmeye sunulan bu imtiyaz karşısında patronlar aylardır maaşlarını ödemedikleri işçilere “helalleşelim ve yolumuza devam edelim” demişlerdi. Ama helalleşip de yola devam etmek o kadar kolay mıydı? Helalleşmeleri gereken o işçilerin eşleri, çocukları aylardır çektikleri sıkıntıların, çaresizliklerin hesabını kime soracaklardı peki? Yarattıkları tahribatların zerrece farkında olmayan ve kapitalist sistemin uşaklığında kusur etmeyen hükümet politikalarının ya helalleşelim ya da hesabımı öbür tarafta veririm gibi laflar etmesi bilindik argümanlardan değil mi artık? Peki bugün kazandığı üniversiteye babasının işsizliği yada emeğini ortaya koyup da karşılığını alamadığı için gidemeyen gençler hesaplarını kime soracak ya da kimle helalleşecek bir bileniniz var mı?

Onlar utana sıkıla işsizliklerini söylerken ben de karşılarında bir işi olan ancak onları zerrece kucaklayamayan, yaralarına merhem olamayan insan olarak onlar kadar mahcuptum aslında… Birisi yüreğinden akan yaşları gözlerine biriktirerek kan ağlıyordu sorduğum sorulara cevap vermeye çalışırken… Bir diğeri umudunu bir yerlerde bırakmış ve artık geleceğe dair beklentilerde bulunmaz olmuştu. Onlara sorduğum soruların hançerle ve binlerce öfkeyle kuşatılmış şeklini sormam gerekenler başkalarıydı aslında! Ve ben soruları soramadığım yerlere inat her sorduğum soruda acımasız hançerlerce hançerlendim verilen cevapları duydukça… Yüreğim kanadı, bildiğim ve bilmediğim her şey yağmalandı…

Ben bugün karşımdaki çaresizlere çare olamamanın çaresizliğinde derbeder olurken, televizyonda birden karşıma çıkan Eurovision Şarkı Yarışmasının yarı final elemelerine takıldı gözüm… Zerrece bir heyecan duymazken ülkelerin ya komşularına ya da çıkarlarına oy verdikleri Eurovision Şarkı Yarışmasına, ki bu durumda her ne kadar İngilizce olsa da sözleri güzel şarkısıyla bizi temsil eden Hadise vardı karşımızda...Ama buna rağmen içinde bulunduğumuz hadiselerin vahametinin çırpınışlarındaydı yüreğim…

Sonuçta Hadise finale kaldı ve Türkiye’nin şanına yakışır bir başarıydı!!! Peki Hadise finale kaldı eyvallah da, “işsizlikleri yüzünden” yürekleri ile birlikte gözleri de kan ağlayan bunca işsiz ve onların eşleri ile çocukları hangi final arası elendiler bu ülkenin yüreğinden?

16 Mayıs 2009 Cumartesi

Selamsız Bandosu...


Sinemamızın, mizahın gücünü doğru kullanmak anlamında en güzel filmlerinden biridir benim için... Özellikle; sinemanın,genel anlamda sanatın, amacına uygunluk işlevini oldukça iyi yerine getirebilen; komik olmakla övünen popüler bir çok filmi, sinemasal nitelikleri açısından mizah diye tanımlayıp nerdeyse oscarlık payelendirmelerle yukarılara taşıyanların: Gerçek anlamda mizahın ve genel anlamda da mizahın işlevinin ne olduğunu kıyaslayabilmeleri açısından izlemelerinde fazlaca yarar olduğunu düşündüğüm bir örnektir, Selamsız Bandosu...

Yapımızda varolan ve süregiden bir çelişkinin eleştirisi noktasında, görevini başarıyla yapan film: İktidarlara taşınma arzuları esnasında, varlıklarına ihtiyaç duyduklarında velinimet sayıp, sıkmadık el öpmedik yanak bırakmayanların; o güce ulaştıklarında, aynı halka nasıl da yabancılaşıp değersiz sayarak aşağılayabildiklerinin samimiyetsizliği ile; devletini, sorunlarını çözecek, yanağını okşayacak, derdine çare bir baba gibi gören, onu ağırlamak adına herzaman duygularıyla seferber olup meydanlar dolduran halkın samimiyetini çarpıştıran; politik beklentilerle, ihtiyaçlarının beklentileri içindeki toplumun iki kesimi arasındaki ilişkilerin (çıkarsal) çelişkilerini sergileyen; yapımızda sürekli var olan bütün bu gerçeklikleri: İyi oyunculuklar ve samimi bir dille ortaya koyan, Türk Sineması'nın son derece naif, yüzakı, sımsıcak filmlerden biridir .

Ben hiç bıkmadan ve her seferinde, aynı keyifle izliyorum. Çünkü filmde ortaya koyulan yapı: ''Ananı da al git,''diyenlerle, yaptıkları görkemli binaların kaptan köşklerinde oturup üstelik kendilerini solda sanan siyasetsizliklerinin faturasını (''cahil''!!!)halka kesenlerin, halktan kopuk iktidar savaşlarının söylemleri ve tavırlarıyla sürekli güncelleniyor; bu yüzden de film hiç eskimiyor.

15 Mayıs 2009 Cuma

Özgürlüğün Tadı


*..........
bak sana hayalin yararları ile ilgili bir şey anlatacağım...
cezaevi ortamını ve mahkumların ruh hallerini çok iyi bilirim;
orada yaşadığım,
onların ruh halleriyle bakınca
kafama,
kalbime,
kazınmış...
aslında son derece basit bir cümlenin
orada, nasıl bir dünya yarattığını hissettiğim bir günden söz edim.

Kayseri'li öğretmen bir kız vardı,
siyasi suçlu
ona gelen bir mektubu okudum
o gün ifade için orada olan savcılara eşlik ediyordum...
çünkü mektuplar kontrol edilmek zorundaydı
ben oraya ait değildim ama bu işi yapanlar arkadaşımdı..
kız kardeşinden geliyordu
sadece şu basit cümle bile
ne kadar anlam yüklenmişti
abla buralara bahar geldi, o bana masallar anlattığın suyun yanındaki kayısı çiçek açtı
bunun, mektubu alanın dünyasında açtığı çiçekleri düşünebiliyor musun
bunu hayal et.. *

*Kelebekle; doğru, gerçek, hayal üzerine bir msn konuşmasından...
Fotoğraf, şahane bir mürdüm eriğidir. Kayısı elimizde yok da:)

Yemekteyiz...Fırında Makarna Kesin, Diğerleri Sürpriz!...

Saat akşam üstüne yakın ve günlerden hafta sonu. Yan yoldan bahçeye doğru kıvrıldığımda, köpeklerin en gevezesi Fadik ortalığı yıkıyordu. Onun dünyanın öbür ucundan yönünü bize çevirmiş insanın kokusunu alıp havlamaya başladığını göz önünde tutarsanız. Telaşlanmadım. Tam duvarın dibinden dönüp evin girişine doğru ilerlerken, bizim Bitsy'ye göz attım; sesi çıkmıyor ama telaşı göze çarpıyordu. Kuyruğun hareketine bakıldığında durumun anlattığı şuydu, evin civarında biri var. Bu tehlikeli değil hoş biri. Kadın olma olasılığı da yüksek ve hatta şahane bir kadın olma olasılığı kesin.

Arabayı evin giriş kapısına yakın bir yerde durdurduğumda kargo pantolonlu, beyaz plastik sandalyelerden birini ön bahçenin papatyalar dolu bölgesinde nar ağacının altına çekip çantasından çıkardığı kitabı okuyan ve üstelik bunu gözüne taktığı şık güneş gözlükleriyle yüzünü güneşe dönmüş bir halde yapan kadını gördüm ki güneşin batıya yöneldiği bir saate denk de geldiği için, tüm papatyaların da o tarafa yöneldiği o anda, güneşin kahırlara bürünmüş halini de fark ettim. Çatladı çatlayacak haldeki güneşin bana isyanı: '' Çekin o şahaneyi oradan kıskanıyorum''du. Kadına dikkatli baktığımda ilk kez gördüğüm biri olduğunu hemen söyledi hafıza kartım. İlk kez gördüğüm ama ilk kez görüyormuş hissi almadığım ve hatta oldukça da iyi tanıdığımı düşündüğüm kadının kim olduğunu anlamama bir kaç saniye yetti.

Arabanın kapısını kapatmamla yüzünü benden tarafa dönüp gülümseyen kadın; ona doğru, merakımı çözmeye meyil adımlarla yaklaşmaya başlamamla, gülümseyerek ayağa kalktı. Onun bana yönelmesiyle görüş alanından çıktığı güneş de, kıskançlığın gölgesinden usul bir tebessüm ve rakipsizliğin keyfiyle çıkıp rahatladı. Kumral saçlarından, aydınlık yüzü ve kendine has gülümsemesinden, girişken ve şirin el uzatışından kim olduğunu hemen anladım. Elimi uzatıp sizsiz bir cümle kurdum: ''Hoş geldin.'' Bu sizsiz cümle kısmı önemli. Bu duyguyu bana veren kadının son derece doğal ve dost hareketleriydi. Tabii ki bendeki şaşkınlığın ve üstüne eklenmiş sevincin çocuk halli telaşları geçmeden ve ayak üstü, '' Ne hoş sürpriz? Hem şaşırdım hem şaşırmadım.  Ama çok sevindim. '' cümlelerim eşliğinde üç beş kelamdan sonra, onun, ''Hadi çok açım.'' cümleleri üzerine, enfes kahkahasıyla birlikte ve o ilk an'ın şaşkınlıkları da dağılınca, ''Tamam, sen otur, ben içeri geçip ortalığı bir toparlim.'' dedim.

İçeri girmemiz birlikte oldu. Sürekli bir şeylerden konuşuyor, kısıtlı bir zamanın dayatmaları ve birikmiş meraklarının tonunda, sürekli bir şaşkınlığın tebessümü ile şaşkın bir ritimde, ne konu gelirse konuşuyoruz. Ufak çapta alem dedikodularından tutun, şu yazında onu demiştin bu yazıda şunu demiştin türü bir sürü laf...

"'Açım.''la başlayan cümle aklımda mutfağa yöneliyorum. Genelde günlük ya da iki günlük yemek arzularına göre alışveriş yapan ben, ilk iş olarak, dolapla "Sende ne var ne yok." diyaloğuna giriyorum. Aldığım yanıtla hazırlamayı düşündüğüm menü arasında bir sürü eksik olduğunu fark ediyorum. Hızla onları kafama listeleyip, ''Sen keyfine bak ben bir koşu şunları alıp geliyorum.'' dediğim konuğum,''Ya ben de gelim, hem de etrafı görmüş olurum.'' diyor. O esnada mutfak camının önüne doğru gelen, yüzünde hoş bir tebessümle birlikte endişeler de olan, genç, biraz fındık kurdu kadını fark ediyorum. Benim şaşkın halimin aksine konuğum şaşkın değil, genç kadının telaşına ''Hayırdır?'' diyor. ''Kızı kaybettim onu arıyorum.'' yanıtını veriyor genç ve fındık kurdu kadın. ''Yaa ben bunu tanıyorum.''lar hızla aklımdan geçiyor. Hızlı bir taramadan sonra akıl defterimin fotoğraf albümünden buluyorum kadını. Sonra hızlı bir film şeridi gibi evin içinden dışarı çıkarılmış şezlong, yere serilmiş örtü ve minderler geçiyor gözümün hafızasından. Ampul yanıyor! Eve nasıl girilebileceğini bilen ve kendini bu aileden de sayan biri dank ediyor kafama. ''Vay vay vay, kimler de gelmiş.'' nidaları eşliğinde sarılıp öpüşüyoruz mutfağın camından uzanarak. İki üç kelamlık hoşbeşten sonra soruyorum ben de: ''Hayırdır, neye telaşın?''

''Kızı bulamıyorum.'' diyor, ''Saklambaç oynuyorduk. Daha doğrusu ben uzanmış dergileri karıştırıyordum, o da oraya buraya saklanıp bana numara yapıyordu.''

"Her yere baktın mı?" diyorum. ''Evet.'' diyor. ''Kız cin farkında değil misin? Bezelyelerin içine saklanmıştır.'' diyorum.

O ara ağzına doldurduğu kocaman kahkahalarla geliyor şahane bir kız çocuğu. ''Hadi siz oturun biz gidip alışveriş yapalım.'' deyip; ''Ne yemek var?'' sorularını sürprizin sessizliğine bırakıyorum. Bisiklet garajından iki bisiklet kapıp sahil boyundan yönleniyoruz markete doğru; kargo pantolonlu güneş gözlüklü kadınla.


Gelecek bölüm için yemeklerden birinin, daha doğrusu, biraz da ana yemeğin yanına garnitür yerine düşündüğüm fırın makarna olduğunu şimdiden söyleyebilirim. Ana yemek için kafam şu an bisikletle sahil boyunda rüzgarın keyfini çıkara çıkara düşünmekte ve bir füzyon oluşturmakta. İlk kez denenecek, tümüyle spontane gelişen tarif aklımın yönetim kurulundan okeyi alıp yüzüme tebessümü kondurunca karar kesinleşti. Bunun ışığını yanımdaki şahane dost da fark etti. Marketten gerekli olan malzemeyi alıp, köy zamanından kalmış fırına yöneleceğiz birazdan; farklı farklı ekmekler almak için. Görüşürüz. Bakalım daha ne sürprizler var?

14 Mayıs 2009 Perşembe

Beklenen Resim Yayında...



Naz Özsamsun'un, yine öğretmeni tarafından anahatları kurşun kalemle çizilip ressam tarafından boyanmış 4.tablosunu sunmaktan onur duyuyoruz.

La Paragas

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Naz Özsamsun Görkemli Bir Törenle Doğum Gününü Kutladı

Ünlü ressam Naz Özsamsun; önceki gün, yani 11 mayısta başlayan doğum günü kutlamalarına dün akşam ailesinin ve Ukrayna'dan gelen konukların katılımıyla gerçekleştirilen ikinci törenle devam etmiştir.

İlk kutlamalar ''Galeri Sınıf''ta olup sanat dünyasının ünlü konukları en şık önlüklerini giyerek hazır bulunmuşlardır törende... Muhabirimizin bildirdiğine göre, Galeri Sınıf'ın değişik köşelerinde peçete ile tutulmuş bardaklarda kola, gazoz, fanta benzeri içecekleri ellerinde; servis edilen kanepelerin tadlarına bakarken, çok derin entelektüel sohbetler yapan insan öbeklerine rastlamak mümkün olmuştur.

Küçük aperitiflerle başlayan kutlamada, doğum günü pastanın kesilmesinin ve afiyetle yenmesinin ardından sanat dünyasının ünlüleri; biraz da aldıkları kola, gazoz, fanta benzeri içeceklerin de etkisiyle, usul usul o ağır havalarından kopup sonra kelimenin tam anlamıyla kopmuşlardır.

Dün akşamki kutlamalar, çalışmalarına ara verip kış tatili için İstanbul'da bulunan ünlü hukukçu, cam boyama ve diğer türlerde resimleriyle ünlü, yazılı bir tiyatro eseri ve hikaye kitabı bulunan dedenin ve yeryüzündeki en iyi kalpli ve zarif insanlardan babaannenin katılımı için bir gün sonraya ertelendiğinden yapılmış olup onların ve Ukraynalı konukların renk katmasıyla çok nezih bir akşam olarak anılara kaydedilmiştir.

Akşam, usul usul gelmeye başlayan aile efradının hediyelerini takdim etmesinin ardından; Naz Hanım gelen elbiselerden babaanne seçimi, boyundan askılı, sırtı açık, göğüs dekolteli ve buram buram yaz kokanı hemen üzerindekileri çıkarıp giymiş; yine aynı elbise ile kombin edilmiş bilekten bağlı çok şık sandaletini ayağına geçirmiş, ayakkabının bağlanmasını görevini de dayısına vermiştir. Tabii bununla da yetinmeyen Naz Hanım, içeriden uygun bir kolyeyle geri dönmüş ve en ikna edici tonda bir ifadeyle sırtını dönüp''Dayı bunu takar mısın,'' demiştir. Daha sonra pusuya yatıp hedefini gerçekleştirecek an için, her cümleye kulak kabartan Naz Hanım ilk cümleyi yakalayarak, annesinin ''Kola alın,'' sözüne atlamış, o halde sokağa çıkmasına razı gelmeyen dayısına, ''Ben giderim dayı,'' diyerek, şahne bir uyanıklıkla dekoltesini kapatacak bir üst yakıştırıp mahalle içindeki görkemli tören yürüyüşünü gerçekleştirmiştir.

Daha sonra, kız kardeş eseri muhteşem sofraya geçilmiş; her meze ve yemek, hım hımm sesleri arasında büyük bir keyifle yenmiştir. Konukların bazıları şarap tercih ederken, bazıları rakı keyfi yapmıştır. Çın çın faslına ellerindeki kola, gazoz ve fanta bardaklarıyla katılan küçük fertlere fazla kaçırmamaları, biraz da yemekleriyle ilgilenmeleri konusunda gerekli uyarılar hiç ihmal edilmeden yapılmış, ama onlar her zamanki gibi bildiklerini okumuşlardır. Masada ki çocukların en fırlama yemekteyiz geyiklerini bize ayrılan satır sayısı yüzünden yazıp da limit aşımı yapmak istemiyoruz. Akşam yeteri kadar aşıldı zaten; özellikle yemek konusunda.

Şahane pastanın kesiminin ve afiyetle yenmesinin ardından, prensiplerinden ödün vermeyen ve düzenli yaşamayı kendine ilke edinmiş sanatçı; herkesle öpüşerek dinlenmek üzere odasına çekilmiştir. Tırtıl Bey de uyuma vakti geldiğinden töreni 22 dolaylarında terk etmek zorunda kalmış ve bu süre zarfında da esprileriyle kutlamaya renk katmıştır.

Aslında yazı dizisine çevirebilecek geceyi magazine pek yüz vermeyen entelektüel çevrelerden eleştiri almamak adına kısaltarak, yayın kurulumuzun da onayıyla bu kadar yayımlıyoruz. Kamera arkası görüntülerin keyfini de kendi aramızda çıkarıyoruz.

Bu vesileyle; kendisiyle ilgili tüm yayın haklarının tüm büyük medya kuruluşlarının hala süren ısrarlı ayartma çabalarına ve büyük para tekliflerine rağmen bizde olduğunu hatırlatıyor, sırf bu büyük medya kuruluşlarının görüntüleri aşırıp kendi yayın organlarında yayınlanmamaları için haberin sıcaklığı geçene kadar, fotoğrafları yayımlamıyoruz. Okuyucularımızdan da, o sermaye medyasında çamur at izi kalsın mantıklı çıkabilecek; ''Fotoğraflar öbür makineda kaldı, öbür makinada orada... Oradakiler de şu saat itibariyle; dershane, okul, ora bura,iş güç dağıldı, bu yüzden bir haber koordinasyonunu bile beceremiyorlar; yazı yazıp görseller için bir sürü bahane uyduruyorlar, '' gibi haberlere itibar etmemelerini rica ediyoruz.

Tüm La Paragas ekibi olarak: Sevgili Naz Özsamsun'a daha nice yıllar diliyor, doğum gününü en içten sevgilerimiz ve başarı dileklerimizle bir kez daha kutluyoruz. Sizi çok seviyoruz Naz Özsamsun....

Flaş haber, bir son dakika gelişmesi: Doğum günü esnasında yakaladığımız bir röportaj anında muhabirimizin, ''hayranlarınız yeni resimlerinizi bekliyor, var mı bir şeyler?'' sorusuna Naz Hanım: ''Evet dördüncü resmim tamamlandı, beşinci de bitmek üzere demiş; ve ayrıca haziran ayı başlarında AKM'nin bir salonunda karma bir sergilerinin olduğunu belirtmiştir. Dördüncü resmin fotoğraflarını çeken arkadaşlarımız şu an onu yayına hazırlamaktadırlar, bütün çabamız Naz Özsamsun hayranlarını daha fazla bekletmemek içindir. Muhtemelen bugün, gün ortasında hayranlarıyla buluşacaktır bu şahane resim.

La Paragas Magazin Servisi

12 Mayıs 2009 Salı

Lütfen!.. Çocukları Leylekler Getirsin Hep...No Spermbank!


Gazetede, sosyetik güzellerimizden birinin anne olma tutkusu artınca, sperm bankasından sperm alıp çocuk doğurmaya karar verdiği ve bunun için de babasının onayını aldığı yazıyordu. Bu olayı ilk gerçekleştiren, ismini şimdi hatırlayamadığım oyuncu manken medyada haber olduğunda; bunun, şımarıkça bir tavır olduğunu düşünüp tepki vermiştim. Doğru bulmamıştım. Ve etrafıma bakındığımda bir çok genç ve bekar kadında, anormal derecede çocuk sahibi olma arzusunu fark etmiştim. Sadece çocuk sahibi olmak için bir adamla birlikte olmayı, sonra adamı sallamayı göze alan mantığın oldukça yaygın, hatta bir trend olduğunu fark etmiştim.

İlerki günlerde o kızın bir röportajını okuduğumda, onun savunusunun nedenleri ve gerekçelerinden baktığımda hak vermiştim. Bugünlerde Münir Özkul'un kızı üzerinden başlayan tartışmaları da göz önüne alınca, tüm bu süreç üzerine düşüncelerimi ve öngörülerimi bir kaç bölümde yazmaya karar verdim.

Bu olayı Türkiye gündemine ilk oturtan genç kadının çok haklı savunusu şuydu: ''Bu spermler bankada birilerini bekliyor zaten; ve bir vaka olarak var. Ben onlardan birini sahiplenmiş oldum. Belki çok kötü, daha farklı bir hayata sürüklenebilecek; belki hiç sevgi göremiyecek bir çocuğu kurtardım. Ve bu çocuğu ben doğurdum. Kendimden bir çok şey kattım ona. ''Benzer ve mantıklı sözlerle devam eden röportaj aynı zamanda yuvadan bir çocuk alsaydın önermelerini de yersizleştirebilecek bir savunu olarak onay almıştı benden...

Evet ortada bir durum var. Etik anlamda sorgulanması gereken aslında bu sistemi var edenler; ve kapitalizmin temel mantığı üzerine kurulmuş çirkin yüzü... İnsanların en büyük özlemleri üzerinden olayın ahlak boyutunu hiç sorgulamadan, dünyaya gelecek çocuğun zaten varolmayan seçme hakkını bir de doğal bir sürecin uzağına atan, onu bir başka insanın kendi arzularını ve isteğini tatmin edecek bir oyuncak haline getiren sistem; bankanın sahibi yetişkine para kazandırırken, bir başka yetişkinin de talebini gerçekleştiriyor. Bu alışverişin tarafları memnunken, o çocuğun ilerki evrelerde başka çocuklar içinde yanıtsız kalacak sorusunu kimse düşünmüyor. Babanın ölmesi, aileyi terk etmesi kendi başlarına somut ve izah edilebilir, hatta anlaşılabilir birer yanıtken; bunun yanıtı kolayca verilebilecek ve kabul edilebilecek bir şey midir? Bir çocuk için...Ayrı anne babanın çocuklarının bunu arkadaşlarından saklama gayretleri ve bu halin onlar üzerindeki baskısını görünce, bu halin yaratacaklarını tahmin etmek çok zor olmasa gerek...

Sosyetik güzelimizin ve Münir Özkul'un kızının olayını, ilk olaydaki genç kadınınki gibi masum karşılayamıyorum. Duygularındaki samimiyete inanamıyorum. Tıpkı geçenlerde bir dergide okuduğum çok ünlü zenginlerimizden yaşını başını almış bir kadının, yaptıracağı çocuk parkıyla ilgili şu cümlelerindeki bencillik gibi: ''Yurt dışında çok güzel çocuk parkları görüyordum. Filancanın yaptırdığı çocuk parkını da görünce kendi adımı taşıyan bir park yaptırmak istedim. Sürekli gidip bakacağım bir park.'' Buraya kadar anormal bir durum yok; ama tüm bu olumluluk halini ters yüz eden ve o ifadelerin anlamını tümden değiştiren bir tercih var: Parkın yaptırılmak istendiği yer Bebek... Yer Bebek olunca; tüm ulvi amaçlardan öteye giden, sadece kendini tatmin için kendine bir park yapmaktan öte bir anlam yüklenebilir mi buna?

Sperm bankaları olayı pratikte ve algılama biçimine göre olumlukları olan bir durum gibi görünürken; aslında, dünyanın yaşayabileceği en önemli felaketlerden birinin başlangıcı bence... Spesifik örneklere bakarak olumlanamayacak kadar büyük bir tehdit... Niyeleri bir başka yazıya bırakıyorum şimdilik... Çünkü farklı mantıklar ve niyetlere göre, o kadar çeşitlenebilecek kötü haller ortaya koyuyor ki...

Belki, gelecekte sosyoloji biliminin tüm bilinen gerçekleri ters yüz olacak. Ve bu bankalar, bir takım hastalıklı beyinlerde silah fabrikalarının yerini alabilecek, yeni tür silahlar üretme amaçlı olarak!..

Hitler'i ve doktoru Mengele'yi unutmayalım!..

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP