Telefon çalıyor. Ekranda enn sevdiğim ad. Açıyorum. Bir derenin kenarına, pırıl gırıl günün gölgesindeki bir ağacın sessizliğine uzanmışım da sanki çakıl taşlarında şakırdayan serin suyun sesine kapılıyorum ve bir anda mucizevi bir şekilde çoğalıp kalabalıklaşıyor, yüzüme enfes bir gülümseme konuyor, yükseldikçe yükseliyor ve o sevinçle, ertesi sabah için bayramlıklarımı yastığımın altına özenle yerleştiriyorum.
O sınav haftasında. Ülkenin en kariyerli iki üniversitesinden birinin diplomasının yanına birini daha ekleyecek. Dostlarımız gelmişler ve haberi uçurmuşlar, deltadayız diye. Fikrimde nerede atıştırsak seçenekleri sıra sıra. Yükselmiş ruhum onu dinliyor; çocuk sevinçlerim çoktan koşup ayakkabılarımı hazır etmişler.
Sırt çantam "Bende işlem tamam," diyor. Çıkmadan arıyorum. İstasyona yanaşınca tekrar arıyor ve 100 metre yakınında olduğumu bildiriyorum. Tren 10 dakika sonra geliyor. Şimdi onun yan koltuğundayım. Bütün bu paragraflardaki sıcacık ve tazecik anlar bana bir şey fısılıdıyor. "10 yıl sonra bile ilk gün telaşlarında bir sevinçle koşup şu yan koltuğa, şu fıstığın yanına oturuyorsan sen çok şanslısın."
Koltuğumun üzerinde açılmamış bir Marteniçka var. Benim. Sırt çantamı ve ona yaptığım limonçello şişesini arka koltuğa, sokaktaki kediler için orada duran mama torbasının yanına bırakıyorum. Kampüsün üst bölgesindeki yeni doğmuş köpek yavrularını beslemekle ise bugün için bir başka arkadaşı görevli. Fikrimizdeyse Osmanlı Çadırı'nda kaz tiridi yemek var. Bu sezon yiyemedik çünkü deltadaki mekânlar açılmadılar. Ve yine kapalı. Olsun biz de balık yeriz. Ama şimdi dönmeyelim.
İşte bu bir mucize. Evet tam bir mucize çünkü ilk kez görüyoruz. Ya daha önce gelmediler, ya da insan içine çıkmıyor, kendi ırak mıntıkalarında takılıyorlardı. Keskin gözler seçmese onca uzaktan, ben laylay lomdum hâlâ. Duruyor kaptan ve iniyoruz koşa koşa. Evet bunlar Kara Leylek. Hımmmmm demek bu sezon, yeni bebeler burada, bizim deltada doğacaklar. Özenle kaçınıyoruz, sabah gezintisindeki bu çifti rahatsız etmekten desem de inanmayın lütfen. Önümüzde aşılmaz tel örgüler var. Ve üst fotoğraftaki sulak bölgeyi geçmemiz gerek. Makinenin zoom'u da yetmez ama onun da bir çaresi var elbet. İşte Sevgili Okuyucularımız. Kırmızı gagaları ve bacaklarıyla, huzurlarınızda.... "Bay ve Bayan Ciconia Nigra'lar!" Henüz kişisel adları ile ilgili bir bilgi edinemedik ancak sular çekilir çekilmez konuk olup kendileriyle daha yakından ve ismen de tanışmayı düşünüyoruz. Elbette doğacak bebeleri için hediyelerimizle birlikte.
Yol boyu bisiklet gruplarıyla karşılaşıyoruz. Hatta dönüşte yorgun savaşçılara, 40 kilometre hızı aşmayarak arabanın yarattığı hava akımından faydalanıp, alçak basınçlı bir hava koridorunun içerisinde sürüş yapma ve daha az enerji harcama olanağı sağlıyor Enn bayıldığım şoför. Hava bahar, vakit ilerledikçe daha da ısınıyor. Delta önceki haftalara göre biraz daha kalabalık. Her sezon ilk gelip son giden leyleklerden birini direğinde göremeyince endişe ediyoruz. "Uyuyor mu ya da yol yorgunluğunu mu atıyor acaba?" diye düşünüp parmak ucu yürüyoruz. Biraz sonra diğer bir direkteki çifti görünce iniyoruz arabadan ve "Hoş geldiniz, nasılsınız görüşmeyeli?" diye seslenerek hal hatır soruyor, "yol yorgunusunuz, siz dinlenin lütfen, sadece bir selam vermek istedik," diyerek devam ediyoruz.
Hissimiz o ki bu yıl şenlikli. Geçen iki yılın acısı çıkacak. Dağlardaki vedaya hazırlanan karlarla birlikte canlanan doğa ve ısı heyecan verici. Ama delta yine sahipsiz. Ah, Yusuf Başkanımız, diyor başka bir şey demiyoruz. Onun sayesinde hayat bulan deltanın, yine onun sayesinde kavuştuğu doğayla entegre ve enfes şu konaklama alanında kaç gece geçirir, kaç akşamın sofrasında yaşamın keyfini çıkarırdık oysa, diye hayıflanıyoruz. Ve umut ediyoruz, inşallah diyor ve bunlar gider, O'nu da bir başka parti aday yapar ve çocuğu ile kavuşturur ve biz de şu an atıl tüm bu alanın tadını yeniden doya doya çıkarırız.
Biri sesleniyor o ara bize. Umudun tonu var sesinde. Bir şarkının da bir nakaratı. Gün geliiirr... gün geliir, diye devam ediyorken ses, buluyoruz. Bir çiğdem bu. Ankara'nın varsa bizim de var. Gülümsetiyor ve şenlendiriyor yeniden içimizdeki güneşi.
Üzerlerindeki minik biriket hissi veren kum yığınlarından oluşan bölge yılanlar mahallesinde olduğumuzu düşündürtüyor. Bazı yuvalardan firarlar olmuş belli, çünkü üstteki biriketler atılmış ve gençler özgürlüğe salınmış. "Şurada oturmak ister misin?" diye soruyorum. jandarmaların çardağı. Kulübede artık yoklar. Birileri yağmalasın mı deltayı diye acaba? diye düşünmeden edemiyor insan, sahipsiz geçmişini düşününce coğrafyanın!
Fikrimizde ırmak kenarında balık, gözlerimiz karşı dağlardaki karda, kulağımızda Ali Barokas, dilimizde Fransız Kültür'deki gülümseten bir anla* devam ederken biz... enn sevdiğim kadın ben pazar alışverişimi köyden yapim diyerek Yörüklere sapıyor. Hımmmmmm.... Yörüklere sapınca planın değişme ihtimali mutlak.
Tezgâhlara baka baka ilerlerken burnumuza sızan gözleme tadı enn sevdiğim kadını tavlıyor ki öyle kolayca tavlanan biri de değildir. Kendimle şu noktada gurur duyabilirim. O iki diyor ama benim gözüm aç,
"Üç, ıspanak peynir karışık gözleme lütfen."
O sırada boynunda fotoğraf makinesi asılı bir hanımefendi selam veriyor, enn sevdiğim kadın önce hatırlayamıyor, sonra bir imza gününden söz ediyor hanımefendi ve kısa bir ayaküstü sohbet başlıyor. Akabinde salep ve yerel bir iki ürün satılan mini markete giriyoruz. Kulağımıza enfes bir türkü sızıyor. Sesin geldiği yöne bakıyoruz. Orada şeker gibi bir abi var ve bir saz bir adama, bir türkü de bir dile bu kadar mı yakışır. Kapının ağzından dinliyoruz. O içeri davet ediyor ve hoş geldiniz diyor. Biz eşikte kalmayı, oradan, hayran hayran onu dinlemeyi seviyor, teşekkür ediyoruz.
Gönlümden kopuyor. Ancak masanın üzerindeki kağıt bardakta salep var, diyor Enn Sevdiğim Kadın. Selam edip dış masalara geçiyoruz.
Elinde gözleme tabakları ile köy tatlısı genç kız bize doğru yanaşıyor. Görüntü muhteşem. Biraz beklesinler ama. Üçüncüsünün şu an sacın üzerinde olduğunu söylüyor ve afiyet dileyerek çekiliyor. Çay olmalı tabii ki... Ama salep köyündeyiz ve bunun bilincinde.
Ispanağı çiğden koymuşlar, süper diyorum. Yörükler böyle yapar diyor bilgi küpüm. Çok keyifli bir peynir ıspanak buluşması ve tabii ki harika bir yufka ortaklığı. Dörtlemeye razıyım ancak, itiraz var. Bana bir yeter diyor. Frende fikrim, ama onu takip edeceğim. Üçüncünün ucundan bir parça alıyor, e kalanı da bana yeter.
O halde,
"İki salep lütfen"
Enfes dememe gerek var mı bilemedim. Bence gerek yok! Çünkü buradaki üretim akademik düzeyde. Bu konuda üniversitenin eli hep üzerlerinde köylülerin. Belediyenin örgütlemesi sonucunda tarımla ilgili kamu kurumları da katılmışlardı imeceye ve sonuç görüldüğü üzere şahane.
Tabii ki ikinciyi istiyorum. Enn Sevdiğim Kadın çayla, duman keyfinde. "Daha önce fincanla servis etmiyorlar mıydı?" diye soruyorum. "Fincanlar kullanılmıyor ki toz içindeydiler," diyor Enn Sevdiğim Kadın. Tabaktaki ve sunumdaki özeni görünce de diyorum sebep belki de pandemi. Sohbet güzel. Bu sohbetle doğrudan ilişkileri olmasa da konu bir geçmişe, şehrin tarihine dönük bir mevzuya ulaşınca genelev de dahil oluyor konuya.
Salebin keyfi aynıgillerden bir başka tadı getiriyor akla da... genelev ne iş?
Enn sevdiğim kadın soruyor: "Samsun'da ekşi boza yapan bir yer var mı?"
Bir de Yüksekkaldırım'da, oranın yıkıldığından haberi olmayan, orada dolaşırken rastlanan ve geçmişte kalmış bir abiyi anlatan, bir gazetede çıkmış hoş bir yazıdan söz ediyor.
Eğer Çiftlik'de bir araya taşınan dükkân yaşıyorsa Ekşi Boza var diyorum. Bir turşucuydu kendisi. İlk dükkânı şimdiki Site Camii'sinin olduğu alanın karşısındaydı. Biz çocuktuk ve boza nedir bilmezdik; tat olarak ama... yoksa okuduğumuz hikâyelerde bahsi çok geçerdi. Mahallenin yakışıklı abileri, kendi aralarındaki sohbette bahsederlerdi. Aynı mıntıkadaki işkembe çorbasından bir de: Yakup Usta. Onlar abi sonuçta; fısfıs yapsalar da kadınlardan, bir de evlerden bahsederlerdi ki başında genel takısı vardı. Sezerdik bir şeyler tabii ki. O cami inşaatından önce kaç tas sularla yıkanmıştı alan bir bilsen. Aklanıp paklanmıştı şehir!
Ödeme için içeri geçiyoruz. Enn Sevdiğim Kadın cam kavanozda salep alıyor. Beyefendi bir tarif kitapçığı veriyor, bir yandan da anlatıyor. En sevdiğim kadın yöntem konusunda aynı fikirde. Ama son golü ben atıyorum.
İçerken bu tarçının üzerinde bir şey var demiştim, çok eser miktarda ve kirli beyaz. Anlıyoruz ki zencefil. İyi salebe nüans kattığı ise kesin.
Denenmeli!
"Şu saz çalan, çok güzel söyleyen, pek sevimli Abi'nin emeğine destek vermek istiyorum, kabul eder mi?" diye soruyorum.
"Almaz ama siz bana bırakın ben hallederim," diyor, Beyefendi.
Yola çıkıyoruz. Bir tabela aklımızı çeliyor. Ralli pilotum toprak yola giriyor.
Salep tarlasının ortasında bir minik kulübe!
*Barokas ve bizi anı defterine yazdıkları ile gülümseten çocuklar yazıdaki 15.fotoğrafın sonrasında.
15 Kasım Cuma
3 saat önce