Güncele ve Siyasete Dokunuş... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Güncele ve Siyasete Dokunuş... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Ekim 2009 Cuma

Obama'nın Nobel Barış Ödülü




Geçtiğimiz yaz, Polonyalı misafirimizle ailecek yaptığımız sohbetlerden biri sırasında konu Atatürk'e gelmişti. Atatürk'ün yaptıklarını elimizden geldiğince objektif bir şekilde anlatmaya çalışıyorduk. Bir ilkokul çocuğu tarzında Atatürk'ün Türkiye'yi nasıl kurduğunu, düşmanları nasıl yendiğini falan anlattık. Araya da birkaç önemli sözünü sıkıştırdık: “Yurtta barış, dünyada barış” gibi...

Dünya tarihinin en dramatik ve nefret dolu savaşlarından birinde Yunanistan'ı yendikten sadece 10 yıl sonra, Yunan Devlet Başkanı tarafından Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterildiğinden bahsetmemiştik bile.

Bunun üzerine sorduğu ilk soru: “Peki Atatürk Nobel Barış Ödülü aldı mı?" oldu.

Geçtiğimiz gece, A.B.D'nin en çok beğenilen talk-show programlarından “The Tonight Show with Conan O'Brien”ı izliyordum. Conan O'Brien, sözü bir ara Obama'nın Nobel Ödülü'ne getirdi. Obama'nın neden bu ödüle layık görüldüğü sorusuna Nobel Komitesi Başkanı'nın: “Nobel Barış Ödülü'nü aldı ya!” şeklinde cevap verdiğini söyleyerek, herkesi kahkaya boğdu.

Bu işin esprisiydi elbette; ancak daha sonra söyledikleri daha büyük bir ironiydi. Nobel Komitesi Başkanı'nın ödülün nedeni olarak kısaca: “Obama'nın dünyadaki gerilimi azaltmasını” örnek gösterdiğini söyledi Conan...

Demek ki Amerika, artık uluslararası camiada öylesine korkulan bir güce ulaşmış -ya da öyle bir güce ulaştığı sanılıyor- ki; Dünya'da gerilimi tırmandıran bir devlet başkanı görevi bırakınca yerine gelen yeni başkanın neredeyse hiçbir somut hareketi olmamasına karşın, bu konuda söylemlerde bulunması bile bu ödülü almasını sağlıyor!

Demek ki Nobel Ödülleri'nin dağıtılması konusunda, 80 yıldır fazla bir değişiklik olmamış...

4 Ekim 2009 Pazar

Kadın Göğsü

Dün ve hatta bugün Hürriyet com tr de yer alan, "Turkuaz yeşili elbisesi ve derin göğüs dekolteli kıyafetiyle sahneye çıkan sanatçı, hareketli ve romantik parçalarıyla sevenlerine unutulmaz bir gece yaşattı. Elbisesinin azizliğine uğrayan ünlü sanatçı, iş kazası yaşayınca göğüs uçları zaman zaman göründü." diye devam eden Sibel Can Elbisenin Aziziliğine Uğradı başlıklı yazıyı okuyunca, aslında iş kazası denen şeyin iş kazası olmadığına tanıklık ettiğim bir olay geldi aklıma: Dünyadaki örneklerinin çoklukta olduğu bu iş kazasının Türkiye'de hem görsel hem de yazılı medyaya yansıyan belki de ilk örneğiydi bu.

90 lı yılların henüz ilk yarısı, zamanı eskimiş mektubun satır aralarındaki kadının yönettiği butiğimizin başlangıcından henüz bir yıl geçmişti ki, -elbetteki onun başarısının bir sonucu olarak- mağazayı daha da büyüterek, hatta oldukça büyütürek bir pasajın ikinci katındaki küçücük dükkandan şehrin en prima caddesinde büyükçe bir yere taşımıştık. O yıllarda, ülkemizin en popüler mayo firmasının sahibinin oğlu tarafından kurulup Türk moda dünyasına adım atmış ve devler arasında yer kapma savaşındaki firmanın ürünlerini satmaktayız. Marka müthiş bir reklam atağında. Ekran ve reklam yüzü: Henüz Amerika'dan yeni gelmiş ve popüler olma yolunda ilerleyen Meltem Cumbul... Hem televizyonda sunduğu o günlerin en popüler yarışma programında ürünleri giyiyor, hem de tüm popüler kadın dergilerindeki tanıtımlarda o var. Ve o yıllarda Türkiye'nin gerçekten en tanınan ve en popüler yüzü kendisi...

Ama tüm bu artılar firmanın atak yapmasını sağlayamıyor. Ürünler gerçekten çok kaliteli, en ünlü tasarımcılarla çalışılıyor, kumaşlar konusunda kalite anlamında sonuna kadar seçiciler.

Tüm bu değerlerin yanısıra da sürekli olarak, markayı patlatacak bir atraksiyon düşünülüyor. Her sezon ülkenin en ünlü mekanlarında defileler düzenleniyor. Tüm bunlar diğer markaların defile haberlerinin de topluca yer aldığı magazin kuşaklarından öte götüremiyor firmayı.

Sanırım 94 yılı... Bu kez sonbahar kış defilesinin yapılacağı mekan Swiss Otel. Bütün medya defileden haberdar, sinema, televizyon, kültür sanat ve iş dünyasının tüm ünlüleri orada... Elbette ünlü baba ve ünlü dostları da ön sıralardalar. Biz de - özellikle zamanı eskimiş mektubun satır aralarındaki kadın- firmada çok seviliyoruz ve her olayın içinde varız. Zaten çok genç ve çalışma ortamı çok keyifli bir firma o zamanlar...

Tarihe damga vuran o defilenin öncesi kulis hazırlanıyor, sergilenecek kıyafetler sırasına göre yerleştiriliyor, mankenler son hazırlıklarını yapıyor. Kulis çok renkli ve şenlikli... Son kontroller, o, bu, şu derken defile başlıyor. En popüler mankenler bir bir çıkıyor, şahane bir kareografi ve gerçekten o güne kadarkilerin çok ötesinde, çok farklı, markanın iddiasına çok yakışır ve Zeki Beyin takdirlerine mazhar bir sunum var. Medyanın ilgisi yoğun ve gerçekten kalabalık bir medya ordusu podyumun kenarında, flaşlar ardı ardına patlıyor.

Sıra, hakikaten şahane kadın, çok keyifli bir arkadaş, iyi dost ünlü Rus mankene geliyor. - Yani şimdi çok iyi hatırlayamıyorum ama (çok manken tanıdığım için dermişim) sanırım ülkemizde Yolanda diye lanse edilmişti. Tek başına ve hakikaten şahane bir transparan bluzla ırkının bütün görkemini podyuma taşıyan ve zamanı herkes için durduran, solukları donduran bir edayla muhteşem yürüyor o anda. Müzik, podyum ışıkları, Yolanda'nın ışığı her şey olağanüstü bir rüya tadında.

Ertesi günden itibaren haftalar boyunca o an; hem yazılı hem görsel medyada sürekli yer buluyor. Çünkü Yolanda'nın tek göğsü transparan bluzdan dışarı fırlıyor. Ve zaten çok konsantre flaşlar bir bir patlayıp o anı donduruyor.

Aslında 'o an' kuliste planlanmıştı. Ve bütün defile kurgusu ve akışı o ana odaklıydı. Haber bugünkü gibi 'iş kazası' başlıklarıyla yer almıştı medyada. Ama o iş kazası firmanın marka değerine tavan yaptırmış ve en bilinen markalar arasına sokmuştu bir anda onu...

Bir pazar yazısı olsun edasıyla başladığım yazının başlığını kadın göğsü yapınca, ifade biraz da tavuk göğsü oldu gibi geldi bana... O yüzden moda dünyasına hazır dalmışken algı üzerine, biraz da 'söz manasını dinleyenden alır' mantığından yola çıkarak, Neslihan Yargıcı'nın anlattığı bir anıyı paylaşayım burada: Yargıcı ve bir grup manken doğu illerimizden birine defile için mevsimin zorluklarını da göz önüne alarak trenle gidiyorlar. E çıtır çıtır, mini etekli mankenler kaçınılmaz şekilde rahatsızlık yaratıyor yörenin muhafazakar yolcularında... Yine Yargıcı'nın ifadesine göre, kompartumanda yine bir cinsel obje sayılabilecek(!) göğsünü çıkarmış çocuğunu emziren kadın hiç bir rahatsızlık yaratmadığı gibi, hoşgörülüyor. Üstelik durum yanda oturmakta olan muhafazakar kocayı da rahatsız etmiyor. Aslında tutuculuk üzerine bir sohbette bu konuyu anlatan Yargıcı'nın hikayesinden yola çıkarsak; hangisinin cinsel obje olarak daha önde olduğu önemli değil, önemli olan o objenin olağandışı bir halde ortaya konması.

İç çamaşırı, mayo defilesi bile ''kazayla çıkmış'' göğüs ucu kadar haber değeri yaratamıyorsa. Onca eyleme rağmen haber olamayan, medyada yer bulamayan, duyuralamayan, hatta duyurulsa bile polis copundan kurtulamayan gerçek halleri haber yaptırmanın bir yolu olarak düşünülebilir mi meme uçları acep?

Görsel: videlec.org

12 Eylül 2009 Cumartesi

Derin Darbe

Evvel zaman önce bir mışlı ülkede; daha bıyıkları aşklara terlememiş, hayalleri henüz duvarlara çarpıp un ufak olmamış pırıl pırıl öğrencilerken, ergen yaşların ele avuca sığmaz heyecanlarını kenar mahallelerdeki, fabrikalardaki, tarlalardaki yoksulluğa harcamış gençler varmış.

Yine bu mışlı ülkede, kendileriyle aynı yaşta ama farklı görüşteki akranları tarafından sıkıştırıldıkları okul duvarlarında demirlerle, tekme ve yumruklarla kafaları parçalanarak, bazen adres sormayan kurşunlara hedef olarak ölüme gitmiş arkadaşlar varmış.

Bu çocukların bir kısmı, önce farklı görüşleri yüzünden birbirine düşürülmüş. Sonra, siz suçlusunuz denilerek sadist bir keyifle aynı koğuşlara konulup, orada birbirlerini yemeleri istenmiş.

O koğuşlardaki kaçınılmaz kavgalar sonucu huzuru bozansınız diye cezaevlerinin işkence odalarında en aşağılayıcı küfürler eşliğinde ıslatıla ıslatıla dövülmüşler; kanlarına tuzlar basılmış.

O mışlı ülkenin büyük şehirlerinin, küçük şehirlerinin, küçük büyük kasabalarının, büyük küçük karakollarının küçük odalarında birileri; eşleri, kız kardeşleri, nişanlıları yan masalara yatırılmış bir ahlaksızlıkla sorgulanmışlar. Filistin askılarından, taze taze suçlar giydirilmiş cılız cılız bedenlerine...

Mışlı ülkenin mışlı hapishanelerinde, gecenin uykuda bir vaktinde, bayram tatiline yetişeyim keyfindeki savcılar tarafından, adam yerine konmaz ifadeler alınmış...

Bu mışlı ülkede, içlerindeki ülke aşkının genç heyecanları kullanılarak kurşun attırılmış, dernek başkanlarının kişisel alacaklarının tahsili için karşıt görüşlü oldukları söylenen borçlularının katili olmaya gönderilmiş gençler de varmış.

Mışlı ülkenin mışlı gençleri birbirinin gırtlağına sarılırken, yıllar sonra aynı acıları çekip günlük hayatlarına döndüklerinde, hikayelerinin ne kadar benzer olduğunu farketmişler.

Mışlı ülkenin mışlı gençleri yazdıkları metinleri miting alanlarında sahiplenip hava atan (ego) hevesli bazı abilerin üç beş cümlelik klişeden öte gitmeyen ideolojik ahlakının: Aslında masalara gencecik kızları yatıran işkencecilerden pek farkı olmadığını da görmüşler.

Ve o ülkede her seferinde, saf kalplerinin çıkarsız inanmışlığıyla ezilenler için başkaldıranlar ölmüş. Kötüler, ceplerini paralarla dolduran bir satılmışlık sergilerken, bedenlerinin bir parçasını işkencede bırakanlar da nedense hep masumlarmış!

Ve birileri o ülkede, önce insanların siyasal ayrılıklarını körükleyip, sonra, etnik ve inanç farklılıklarının üzerine benzinler döküp kıyımlar yaptırmışlar.

Kapıları bir gecede işaretlenip, mışlı kentlerde evleri cayır cayır yakılıp, kafalarına kurşun sıkılanlar da o ülkedeymiş.

O ülkede, insanlar parmaklarla işaret edilip; katil kurşunlara, bombalara adres yapılmışlar. O ülkede; mahalleler, sokaklar, okullar, ayrıştırılmış.

O ülkede; bizden olmayan okulda okuyorlar diye, bizden olmayan mahallede oturuyorlar diye, bizim okuduğumuz gazeteyi okumuyorlar diye, bizim dinlediğimiz şarkıcıyı dinlemiyorlar diye damgalar basılıp ölümcül cezalar kesilmiş gencecik bedenlere...

Sonra günlerden bir gün birileri birilerine, alın bu ülkenin yönetimi sizin demiş. O birileri o mışlı ülkenin mışlı halkının hafızalarını silmiş. Mış tarihinden sonra doğanların hafızalarına yeni programlar yüklemiş. Ellerine yeni oyuncaklar tutuşturup; ''Düşünmeyin! Biz sizin yerinize düşünürüz,'' demiş.

İşte o gün, tam 31 yıl önce bugünmüş.

ilk yazılış tarihi 2007'de Hotel Rwanda'nın hatırlattıkları başlığı ile bu blogda yayınlandı.

Görsel, Kanada Montreal'de yaşayan ressam Paolo Conti'nin "A season in hell" adlı tablosudur

11 Eylül 2009 Cuma

İlk Taşı Kim Atsın

Son günlerde yaşanan felaketin ardından yağmacılara karşı lanetler okuyan toplumsal duruşumuz ve özellikle medyanın duyarlı tavrı karşısında gözlerim yaşardı. Hatta bu kalkışmayı, bu dimdik direnişi, bu toplumsal mutabakatı tüylerim diken diken izlerken, ''her şerde bir hayır vardır,'' cümlesinden yola çıkarak; en azından gelecek günlerimiz için, içimde sevinç kıvılcımları çakmaya başladı.

Mesela, aklımıza gelecek her türden televizyon yayınında araya koyulan ve binbir hileyle yok tek reklam, yok doğrudan satış, yok bilmem ne diyerek tanımlanıp izleyicinin anasını ağlatan uyanıklıklar ve benzeri cinliklerle bezenmiş programlarda yağmalanmaya duyarsız kalan insanlarımızın, bundan böyle sessiz kalmayacağını düşünüyorum. Ülke sivil sermayesinin büyük bir bölümünün devletin yağmalanmasıyla elde edilmiş olduğunun hatırlanacağını ve bundan öte, bu fırsatların kimseye tanımayacağını, yetim hakkının hesabının da hep sorulacağını hissediyorum. Bu duruşu bir milat kabul edip, bundan sonra tek tek yazsam sayfalar almaz çeşit çeşit yağmalanmaların hepsinde, bu dik tavrın ve duyarlılığın gösterileceğinin umuduyla gözyaşlarımı tutamıyorum.

Bir yandan da, bir türlü gem vuramadığım şüpheci yanımla; sanki, her birimiz elimizden geldiği ölçüde ve fırsatını buldukça, herhangi bir yağmanın bir şekilde ortağı olmamış ak pak, yurtsever, ahlaklı insanlar sahteliğiyle televizyon ekranından önümüze koyulanlara bas bas bağırıyoruz diye düşünüyorum.

Hani şu meşhur hikayedeki gibi biri çıksa, içinizdeki en günahsız kimse ilk taşı o atsa dese, nasıl bir tablo çıkar ki ortaya? Hani bir suça sessiz kalmanın da, bir anlamda o suça iştirak etmek olabileceğinden yola çıkarsak, ne kadar masum olabiliriz ki yaşamlarımızda?

Bir de şunlara şaşıyorum: Aslında dünyanın pek çok ülkesinde, gelişmiş batı toplumları dahil benzer hallerde benzer yağmalamaların yaşanıyor olmasına rağmen, sanki sadece bizim ülkemize özgü bir tavırmış gibi davranılmasını anlayamıyorum.

Ve elbette, bir sürü adaletsizliğin hüküm sürdüğü bu ülkede onca yoksulluk varken, sadece kıyafetleri ve statüleri daha yukarıda diye zengin yağmacılara susulurken; o yağmacıların önemli bir kısmının iletişim araçlarından sunulanlardan yola çıkarak ortaya koyulan bağrış çağrışa bakıp; bu ahlaksal durumun bile siyasallaştırılarak, bunun insana dair bir ahlak sorunu olduğunun görmezden gelinmesine, suçların bazı etnik kimliklere yüklenme çabalarına da ne diyeceğimi bilemiyorum.

Şu veciz sözler: ''Devletin malı deniz yemeyen keriz... Bedava mal (sirke) baldan tatlıdır. Nerde beleş git oraya yerleş.'' bu ülke kültürüne ait değil mi? Hadi biraz daha ileri gidip şunu da söylesem beni yakar mısınız? Yağmalayanın malını yağmalarlar!!!!*

*Dört ünlem, bir ayrımın iyi yapılabilmesi için özellikle koyulmuştur!

Görsel: Videlec org.

9 Eylül 2009 Çarşamba

Felaketim Olur Ağlarım...

Basın toplantısında Kadir Topbaş'ı izliyorum. Toplantının geneline baktığımda söylediklerinin içeriğinden çok, onda simgeleşen genel Türk insanı ve özellikle sorumlu konumda olan Türk insan tavrına bakıyorum. Buradan yola çıkarak, genel siyasetçi tavrımızla birlikte, her olaydaki ideolojik yaklaşımlarımızın dilinden dökülen klişe sözcüklerimiz ve olaylar karşısındaki saf tutuşlarımız üzerine düşünüyorum. Olağandışı bir felaket yaşandığında hala ortak bir payda üzerinden sorunun çözümüne katkı veren çabalar ortaya koymak yerine; öncelikli olarak, her seferinde, olayları tuttuğumuz safla doğru orantılı bir şekilde güncel siyasete malzeme yapma halimize acıyorum: Kadir Topbaş'ın ağzından dökülen ve meali ''böyle bir günde bile siyasi rant sağlamaya çalışan ve zaten siyaset uslupları hep budur.'' diye devam eden, öfkeli ve kendini savunmaya yönelik ve de eleştirdiği tavırdan hiç bir farkı olmayan kelimelerden oluşan siyasi cevap şeklindeki saldırgan ve sinirli giriş cümleleri yüzünden...

Basın toplantısının ilerleyen dakikalarında, Kadir Topbaş'ı dinlerken; bir an, onun Büyükşehir Belediye Başkanı değil de, sorunları ortaya koyma noktasında ağzından bal damlayan entellektüel bir insan olduğu duygusuna kapılıyorum. ''Biz insanlar yaratıyoruz'' diyor ''bu felaketleri; doğayı kirleterek ...'' ve ekliyor; ''Yüksek teknoloji kullanırken, bu anlamda tesisler kurarken, gerekli çevre etkilerini gözetmiyoruz; kendi ticari hedeflerimiz, çıkarsal önceliklerimiz uğruna umarsızca doğayı tüketiyoruz.''

Olay bölgelerini helikopterle dolaşırken, Bahçeşehir arkasında bir vadiye dökülen kaçak toprakların vadinin ağzın set oluşturduğundan, bunun da olası bir selde bir baraj görevi yapıp göl oluşturacağından, bu gölün de Bahçeşehir'in yarısını götürebileceğinden söz ediyor. Sonra insanların, yani hepimizin sebep olduğu çarpık yapılaşmanın ve çevre kirliliğinin sonuçlarından biri olarak ekolojik dengenin bozulduğundan, bunun sonucunda da bu dengesiz yağmurların oluştuğundan, ve bu nedenle de bu çapta felaketlerle karşılaşıldığından söz ediyor. Ve bunun uzun yıllara dayalı yanlış yönetimlerin, ihmallerin bir sonucu olduğunu söylüyor. Buna benzer, herbirinin altına imzamızı atacağımız çok güzel sözlerle, serzeniş tadında devam ediyor basın toplantısına... O da, tıpkı benim gibi, sanki olayların dışında biri edasıyla, belki de derin suçluluk duygusunun savunusu bir ruh haliyle sadece konuşuyor. Kendini hala seçim meydanında siyaset savaşı veren kahraman sanıyor, seçimi ikinci kez kazanıp koltuğa oturduğunun farkında değil!

Oysa tüm bunları bir kenara koyup, en azından bir sonraki felakette bir yararı olur diye; kendi bastırdıkları, çocuklara yönelik, selin nedenlerini ve felaket öncesi yapılacakları anlatan, mesela televizyonlardan meteorolojik uyarıları aldıklarında; özellikle dere yataklarında yaşayan insanları daha güvenli ve yüksek yerlere götürmek gibi, ya da oralardan tahliyelerini yağmur başlamadan önce sağlamak gibi basit önlemlerden söz eden kitapçıktan, oradaki uyarılardan bir iki cümleyle de olsa söz etse... Ya da, mesala şu gün bile olsa, o kitapçıktan daha çok bastırıp insanlara dağıtsalar... Elbette bugüne kadar okumadıkları belli olan ilkokul dördüncü sınıf ve üzeri öğrenciler için Kızılay tarafından hazırlanmış bu kitabı; ''bilmemek ayıp değil; öğrenmemek ayıp:'' vecizesinden yola çıkarak oturup okusalar... Daha yararlı, ona buna laf yetiştirmekten daha ötelerde ve çözüme dönük bir iş yapmış olmazlar mıydı?

Şimdi önümüzdeki günlerde neler olacak bir bakalım: Mimar odaları yetkilileri çıkacak ekranlara... Dere yataklarının ranta açılmasından ve buradaki çarpık yapılaşmadan bahsederken, bataklıkların kurutulup o alanlara siteler yapılmasının ekolojik dengeyi bozduğundan, bataklıkların yağmuru emme özelliklerinin ortadan kalkmasıyla da bu felaketlerin yaşandığından söz edecekler. Siyasete ve belediyeye giydirecekler bu fırsatı ganimet bilip; ve yukarıdan aşağıya... Tüm bu alanların üzerindeki yapıların herbirinde bir mimarın ve mühendisin imzası olduğunu görmezden gelerek...

Anlı şanlı 'bir bilenler', çeşit çeşit akademisyenler, değerli medya mensupları olayın sonuçları üzerinden engin bilgilerini ortaya döküp, kendilerini tv ekranlarından parlatmanın keyfini sürecekler... Ve tüm bunların ve muhalif siyasetçilerin laf seli silip süpürecek ortalığı... Sanki dere yataklarına yapılaşmayı benim engellemem gerekiyormuş gibi... Ya da sahilleri doldurup yerleşim alanları yaratan benmişim gibi... Bataklıkları kurutup, denizleri doldurup inşaat alanı haline getiren benmişim gibi... Ve sanki benzer şeyleri daha önce hiç yaşamamışız ve benzer cümlelerle benzer önlemleri daha önce defalarca konuşmamışız gibi...

Bugün şuna kesin inandım; belediye başkanları bizden masum! Aslında, en çok onlar nedenlerin farkında ve sorunları çok iyi biliyorlar! Bir de bizi en azından oy uğruna da olsa düşünmekten vazgeçip, icraata geçtiklerinde işlem tamam... Sadece biraz daha sabır... Başaracaklar... Hepimizi toptan sele kaptırdıklarında. Şu meşhur, ''Okullar olmasaydı'' diyen Milli Eğitim Bakanı anektodundaki gibi..

Ve bu tür felaketler 80 yılda bir olur diyenlere cevabı da, öngörüsüyle çakıyor Mimar Sinan; Büyükçekmece'de dimdik ayakta duran köprüsüyle... Çağdaşlarmış, hıh!..

4 Eylül 2009 Cuma

Göğüs Farkıyla...


66. Venedik Film Festivali' nin başladığından, çok şükür göğüs farkıyla haberdar olduk!

Bu yıl 66'ncı kez düzenlenen Venedik Film Festivali görkemli kırmızı halı geçişiyle başladı. Gösterilen birbirinden iddialı filmler bir yana festivale gene kırmızı halı görüntüleri damgasını vurdu. İlk günün en çok dikkat çeken yıldızı Maria Grazia Cucinotta oldu. Mor renkli elbisesinin derin dekoltesiyle bütün bakışları üzerine toplayan Cucinotta, fotoğrafçılara da istediği pozları verdi.İşte Venedik'in ilk iki gününe damgasını vuran yıldızlar.

kaynak: Hürriyet.com.tr
Önemli gazetenin dünyanın en önemli festivallerinden birini internet sitesinden duyurma şekli buydu. Elbette fotoğrafı ana sayfaya yem yapma fikri, sanata uzak duran biz zavallı insanları kültür sanat haberlerine yönlendirip yakın tutarak, topluma karşı bir duyarlılığı, yani halkı eğitip biliçlendirme işlevini ve sorumluluğunu yerine getirmek içindi! Gazete görevini yaptı! Biz şahsen haberdar edildiğimiz için minnettarız. Buradan ötesinde; hangi filmler yarışıyor, katılan filmlerde kimler oynuyor, onlar üzerindeki yorumlar neler, yönetmenleri kim gibi bilgileri arayıp bulmak da bize ve size düşüyor. Biz hemen bu bilgilerin peşine düştük. Toparladığımız anda; ve elbette daha güzel ve daha iri bir göğüs bulduğumuzda yazıyı yayınlayıp, göğüs farkıyla reytinglerin en üstlerinde listeleneceğiz inşallah...

25 Ağustos 2009 Salı

Kürt Açılımı Diye Diye Herkes Açıldı. Ben de Bir Açılayım Bakim, Dedim.

Kürt açılımı lafından çok haz etmiyorum. Bunun nedenlerinden ilki, adlandırmanın kendisinin bir ayrımcılık, bir ötekileştirme anlamı taşıyor olması... İkincisi; bir ülke kendi vatandaşlarının bir takım haklarını gasp ettiğini fark ettiğinde, olağan hakları geri vermek anlamında bahşedici bir uslupla yaklaşıyormuş duygusunu vermesi...

Aslında tıpkı anayasa yapılması konusundaki tutumun bir tekrarı ile karşı karşıyayız şu an...

Başlangıçta samimiyetle ortaya çıkan fikirler, niyetler; bir süre sonra, kaçınılmaz bir şekilde iç siyasat dengeleri 'gereği' ve genel siyaset uslubumuzun münazara mantığı taşıması sebebiyle sulanıyor. Temel sorunlar bir kenara bırakılıp, konu üzerine çözümler ortaya koyarak tartışmaya katılıp katkı vermek yerine, kim kime daha iyi giydiriyor noktasına geliniyor. Tıpkı son günlerdeki gibi...

Öncelikle temel yaklaşımımız yanlış...

Evet bu ülkenin, bu ülkede yaşayan her yurttaşın, hadi biraz daha konuyu açmak ona yakın durmak babından söyleyeyim, her etnik kökenden gelen yurttaşın sorunu aynı... Bir kere genel anlamda bir demokrasi sorunu var. Özel anlamda da, (ırksal anlamıyla)Türkleştirme çabalarının ve niyetlerinin yıllar ötesinden gelen sonuçları var. Ve bu bizim görmek istemesekte, ne yazık ki varolan bir gerçeğimiz.

Aslında varolan sorunların çözümü basit... Ama bunun için devrimci bir ruhla, hiç yalpalamadan, sağa sola bakıp frenler yapmadan, iç siyaset hesaplarına bakarak geri adımlar atmadan, radikal kararlar alabilecek bir hükümete ihtiyaç var. Şu anki hükümette çözüm konusunda ve sorunun farkındalığı noktasında niyet var, ama sorunun çözümü noktasındaki o kararlılık, risk, sorumluluk alma ve entelektüel düzey yok. Bunun yerine olayın her türden riskini başkalarına pay etme çabası var.

Muhalefeti zaten uzun uzun konu etmeye hiç gerek yok... Aslında bu sürecin düşünsel anlamda lokomotifi olması gereken, ideolojik temelleri insan ve insan hakları olan bir partinin lideri; bilim ve üniversite çevrelerini, konu üzerine görüş beyan edebilecek sivil toplum örgütlerini olaya dahil edebilecek ve zengin bir fikir ortamı yaratabilecekken, en faşist partiden daha faşist bir tutum sergileyebiliyor. Oysa bu sorun üzerine en farkında ve doğru görüşler, o siyasetin hem parti programında hem de konu üzerine hazırlanmış parti raporlarında fazlasıyla var. Ama! O körolası tribüne oynama ve bu halin olmazsa olmazı, diğer siyasi partileri inadına aşağılama ve onlara sürekli giydirme uslubu yok mu? İşte o, sorunu ana ekseninden ve gerçek düzleminden fazlasıyla uzaklaştırarak ortalığı gerip, soğutup, ana konuyu başka mecralara doğru dallandırıp budaklandırıyor. Ve elbetteki kamuoyundaki sığ düşüncelere odaklı ve onları kaşıyarak kazanım elde etmeye yönelik bölünme dayanaklı korku senaryoları yaratma kolaycılığını da peşinden getiriyor.

Öteki muhalefete gelince: Kendi ırkından insanlara başka ülkelerde ad değiştirmek dahil benzer muameleler yapıldığında bas bas bağıran, hak talep eden ideoloji; söz konusu asimilasyona uğramış kendi topraklarındaki başka etnik kimliklere sahip yurttaşlar olduğunda, insan olduğunu unutuyor.

Bir de olayın, etnik bir kimlik üzerinden siyaset yapan, toplumdaki genel hassasiyetleri gözetmeyen bir uslupla ortamı geren, ve popülizmin temel argümanlarını kullanarak kendi tribünlerine oynayan; lafı sürekli geveleyip insan hakları ve demokrasi taleplerinin ötesine geçen gerçek niyetini saklayan siyasi bir kesimi daha var. Ve elbette tüm bu hallerden memnun olan, bu yangınlara körük sallayan ve adına dış güçler denen bir kesimle onun yerli işbirlikçileri de var.

Lafı fazla uzatmayacağım, insandan yola çıkarak bu ülkede olan bitenler ve gözlediklerim üzerinden bakarak temel inancımı Hotel Rwanda yazımın sonundaki: Ve etrafınızdaki insanları dilleri, dinleri, etnik yapılarıyla görmeyin, insan oldukları için sevin; işaretlemeyin!.. Çünkü birileri fena halde onu yapmanızı istiyor sizden; sizi yok etmek için... Siz istemeyin !.. Bazılarının; sanki bu toprakların insanı değilmiş gibi; özüne sözüne, şarkısına türküsüne, taşına toprağına, yazanına çizenine, yemesine içmesine, diline ninnisine yabancılaştığı ''bu güzel ülkeyi tutkuyla sevin'' cümlelerimle ortaya koymuştum evvel zaman önce...

Sorunun bölge açısından özel nedenlerini ve geçmişini de Öfkem Büyük yazımda iki farklı etnik kimliğin çektiklerini ve orada geçmişten beri süregiden ve sürekli kışkırtılan çatışma ortamının sonucunda yaşananları, babannemden dinlediğim anılardaki iki farklı olaydan yola çıkarak şu cümlelerle gözönüne getirmiştim: ''Kardeşlerim at sırtında kuşanıp giderlerdi, döndüklerinde göz çanakları kan kırmızı olurdu; tüm bunların vicdan azabından öldüler '' ve ''Mezarlara silahlar gömmüşlerdi, bir gecede ortalık kan gölüne dönmüştü. Bir gün baktık ki dağ taş bombalanıyor, emir verilmişki falan yerden öte taş taş üstünde kalmasın; yanımıza ne bulduksa aldık, yola düştük''

Sonra, çocuk gözümle gördüğüm de o günün olağanlığında önem arzetmeyen bir durumu bugünün sorunlarından baktığımda kısaca şöyle özetlemiştim:

Yıllar sonra sokak adlarının, adres tariflerinde adı geçen yerlerin nereden geldiğini buluyorum. Bunu babannenin ''Komşular olarak falancayı filancayı saklamıştık'' dediği cümlelerle bağlıyorum. Dedemin köy girişinde o neşeli haliyle başka dillerden selamlaşmalarını, o farklı farklı oldukları söylenen ama benim bir farklarını göremediğim insanları, o insanların dedemler öldüklerinde onların adlarını alıp kendi adları yapacak kadar sevdiklerini de gözümün önüne getiriyorum.

Ve geçen gün onu bir yere yolculamak için havalanına götürürken ve güncel siyaset üzerine konuşurken bir an farkettik ki benim kızkardeşimin adı Kürtçe! Aslında bunun öyle olduğunu biliyorduk. Ama o birlikte yaşama kültürünün içinde durum hiç farklı gelmemişti gözümüze, dilimize, gönlümüze... Ve hiç bir nüfus memuru, hiç bir kamu kurumu, hiç bir okul sorun etmemişti bunu... Ama etnik kimliği bir başka olan ya da ülkenin bir başka coğrafyasında yaşayan için Kürtçe bir ad sorun teşkil edebiliyordu. Bizim Türk ve o coğrafyanın dışında doğup büyümüş olmamız aynı ada bir başka bakış açısı ve anlam yüklerken, aynı ad bir başka etnik kimlikte ve coğrafyada göze batıyordu, sorun oluyordu. Ve bu ülkede diğer etnik kimliklerin en azından ad anlamında sorunu yokken bir başkasının sorunu vardı.

Tüm bunlar bir şekilde aklımın kıyısından köşesinden geçerken, gözümün önüne gelen her örnek; sorunun aslında halkın sorunu olmadığını, onların birbirleriyle hiç bir anlamda bir ayrışma içinde olmadıklarını ortaya koyuyordu. Sorunu her zaman ülkeleri yönetenler çıkarıyordu. Onların kendi bakış açıları ve etnik kimlikleri, insan olma düzeyleri ve iktidarı ellerinde tutma arzuları zalim olabiliyordu. Hatta oluyordu. Ve onların siyasal hırsları ve demokratik olmayan tavırları, katılımcılıktan uzak akılları, paylaşımcı olmayan ihtirasları ve savaşkan kimlikleri ortalığı yakıp yıkıp kin tohumlarını büyütüyordu. Tıpkı bizim çözmeye çalıştığımız olayın iki tarafındaki siyasetçileri gibi... Oysa devletin dini ve etnik kimliği olmamalıydı. Ve ülke adı ırksal anlamlar yüklenmemliydi. Her etnik kimlik kendi alanlarında, dernekleşip örgütlenerek kendi kültürünü yaşatabilmeliydi. Bu demokratik ve olağan bir hak olmalıydı. Bunlara müdahale edilmemeliydi. Türkiye adı tüm ırksal yüklenmelerden uzak bir vatan adı olarak söylenmeli, bilinçler öyle oluşturulmalıydı. Bireyler de bu yurdun etnik kimliklerini açıkca ifade edebilen yurttaşları olmalıydı. Zaten bu demokratik haklar zamanında verilmiş ve kimlikler insanların kendilerini özgürce ifade edebilecekleri kadar ortada dursaydı... Başta feodalite olmak üzere devlet işine gelen yapıları oluşturmasaydı... Terör de zaten kendine uygun zeminleri bulamazdı. Ve ne yazık ki ortam öyle bir çorba hale geldi ki, bu ülkede dönem dönem yönetim erkini ve gücü elde tutanların bakışları yüzünden o bölgedeki her yurttaşa, ya da Kürt her vatandaşa potansiyel terörist gözüyle bakılmaya başladı. Öyle bakıldı. Ve çözüm diye devlet vatandaşlarını korumak adına onları yerlerinden yurtlarından edip göçe zorlarken, haksız yere canlarını yaktı. Aşını işini yaratıp güvenliğini sağlamak yerine...

Ve korkum o dur ki ve dilerim ki, çözüm için öyle ya da böyle bir yola çıkılmışken; Ken Loach'ın muhteşem filmi Ülke ve Özgürlüğe yaptığım yormun sonuna yazdığım şu cümle bir kez daha tekerrür etmesin: ''Ve her zaman olduğu gibi, çıkarsız inanmışlıkla ''çarpışanların'', çıkar hesapları ''iktidar''(!) olanlar tarafından tasviyesiyle biter''.

Bkz: Öfkem Büyük

Bkz: Hotel Rwanda'nın Hatırlattıkları...

Bkz: Ülke Ve Özgürlük

Görsel: JAMES VITO CORDASCO

9 Ağustos 2009 Pazar

Kürt Açılımı'yla Anayasa Değişikliği'ne Kurban Gidenler!...


Kürt açılımıyla, anayasa değişikliği her 5-6 ayda bir olduğu gibi yine gündemde! Özlemle beklediğimiz çözüm ise hala yok, her kafadan bir ses çıkıyor ve haliyle suni gündem şüphesi yaratıyor. Bu arada olan biz öğrencilere oldu. Özellikle 2. öğretimde okuyan öğrencileri vuran; İktisadi ve İdari Bilimler Fakülteleri'nde 2, Mühendislik Fakülteleri'nde 2.5, Veteriner Fakültesi'ndeyse 5 Bin TL'yi(neredeyse vakıf üniversitesi parası!) geçen harçlar unutuldu gitti!..

Bir tane milletvekili çıkıp da: "Kardeşim, memlekette neye %100 zam geldi ki biz bu kadar zam yapıyoruz? " diye soramadı ya, ben ona yanarım! Gerçi sen en uzak köşelere bile gidip, habire üniversite açarsan olacağı buydu. İçinde hocası olmayan okullar, boş yere ödenek alıyorlar. Geçenlerde Bayburt Üniversitesi verdiği ilanda, iki yıl önce açılmış olmasına rağmen, hala onlarca öğretim üyesi arıyordu!

Şimdi sokaklara çıkıp yürüsek tekrar, boşu boşuna jop yemekten başka neye yarar? Ondan sonra da ülkede beyin göçü var diyorlar!...

Not:Yazının yayınlanmasından 2 gün sonra hükümet bir açıklama yaparak, zamların %8'le sınırlı tutulduğunu duyurdu... Yazının geçerliliğini tüketti. Şimdilik!...

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Falan Filan...

...
Filanya'da kara mizah: ''Biz Filanyalılar''diyorlar '' toprağından sürülenler, toprağa gömülenler, hapse tıkılanlar, ve yıkıma uğrayanlar diye dörde bölündük. Bu ülkede, her gün, davasız, hükümsüz insanlar öldürülüyordu zaten. Çoğunlukla cesetsiz ölülerdi bunlar. Tek bir kurşuna dizme olayı, tüm dünyada bir skandal yaratabilir ama binlerce yitik insan, her zaman kuşkunun yanında kâr kalır. Falanya ' da olduğu gibi, cesetler lağım çukurlarında, tepelerde çürürken, aileler ve arkadaşlar hapisane hapisane, kışla kışla boşuna dolaşıp dururlar.

''Yoketme Tekniği'': Ne bildirilmesi gereken tutuklular ne de uğraşılacak kahramanlar var.

Toprak insanları yutuyor ve hükümet ellerini yıkıyor. Ne kınanacak cinayetler ne de yapılacak açıklamalar var. Her ölü bir çok kez ölüyor ve sonunda sana kalan yalnızca bir dehşet ve belirsizlik bulutu.
...


Yukarıdaki satırlar bu sabah öylesine bakınırken kitaplıktan alıp kurcaladığım ve üzerine 5/ Aralık/ 1986 tarihi atılmış; Eduardo Galeano'nun ''Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri'' adlı yarı belgesel romanının 14. sayfasından alıntıdır. Falan Filan diye geçtiğim yerlere istenen kentler, halklar ve ülke adları yazılabilir.

Yöntemler kardeş çünkü!

19 Haziran 2009 Cuma

Ünlü ve ''Farklı'' Kadının ''Seksi'' Fotoğrafları Üzerine... Salladım Gitti.


Ayşe Arman'ın Hello dergisi için çektirdiği fotoğraflar gazetede yayınlandığından beri üzerine düşünmekteyim. Zaman zaman yazılarını okumaktan zevk aldığım yazara, kendine yönelik anlatılarından da yola çıkarak baktığımda, bir sürü yargı oluştu kafamda... Aslında olayı Ayşe Arman özelinden ziyade, benzer durumdayken bu isteği hayata geçirecek her kadın ya da erkek açısından sorgulamak istiyorum.

Başa, yani Ayşe Arman özeline dönersem eğer; kendi yazısında da ifade ettiği gibi, sevgilisine yani kocasına soruyor bu isteğini... O da, ''Ben senin baban değilim ki, neden benden izin alacaksın.'' diye bir yanıt veriyor. Kendi düşünsel analizlerimi tümüyle sergilemeden önce, baktığım resimlerin bende yarattığı etkiden söz edeyim: Eğer bu resimler Ayşe Arman değil de herhangi birine ait olsaydı, eminim ki daha farklı bir gözle bakardım ve bende yarattığı etki ile ilgili olarak farklı yorumlar koyabilirdim ortaya. Resimlere o kadar düz baktığımı fark ettim ki ve hiçbirine ikince kez dönüp bakma ihtiyacı hissetmedim. Nasıl olmuş ki merakıydı beni resimlere yönelten...

Sonra bu resimleri çektirme arzusunu yadırgamadığımı hatta anladığımı fark ettim; ama bu fark edişin çok önemli nüansları da vardı; bana ve her farklı kişiye özel...

Biliyorum ki, ya da tahmin ediyorum ki kadın erkek ayırmaksızın bir çoğumuzda bu tür fotoğraflar çekme ya da çektirme arzusu var. Belki bir çoğumuz kendi mahremlerimizde bunu yapıyoruz. Ama bu olaydan yola çıktığımda, hiç de ahlaksal yargılama içermeyen bir bakışla düşüncelerimi dökmem gerekirse.. ya da şöyle söylim: Toplumun var olan, doğru yanlış ama bir gerçeklik hali olarak ortada duran değerleri, değerlendirmeleri ve bakış açılarından yola çıkarak bir analiz yapmaya kalkarsam, epey bir sonuç çıkardığımı fark ediyorum.

Olayın öznesinden bakarsam; burada, bu fotoğrafları çektirme niyetinin kökeninde, onları sadece fotoğraf olarak görüp haz almanın ötesinde.. ben, kendi kararlarını alan, bunu açığa koyan ve bu açığa koyma halinden asla çekinmeyen biriyim tavrının göze sokulması, kanıtlanması var sanki. Aynı zamanda, bu hali karşısındaki erkeğe onaylatabilen duruşunun ve gücünün testini yapıp, hazzını yaşama duygusu da var gibi. Bir bireyin, tüm bu etki alanlarını fark edip test etmesini, gücüne güç katmasını ve bunu duyumsama arzusunu anlayabiliyorum. Zaten bir insan hali olarak, benim için olumsuzluk arz eden bir yanı da yok. Ama bu marjinal duruştan, kimsenin yapamadığını ama düşündüğünü yapma halinin göze sokulması hissini almam, o resimlerdeki samimiyeti azaltıyor.

O resimleri, bu sabah gördüğüm, yatak ucundaki pencereden içeri dolan sabah tazeliği ışıklarının üzerine yansıdığı yatağa yüzüstü yatmış, üst tarafını göremediğim ama kalçasının sol yanından aşağı doğru uzanmış ve dizden yukarı kaldırılmış kot pantolonlu bacağın, ayakkabılı ve sanki az sonra gideceği işi için hazırlanmış bir kadın hâli yansıtan fotoğrafının aklıma çizdirdiklerinden bakarak, ikisini kıyasladığımda; söz konusu olan erotizmse (eşiyle yaptığı konuşmada yer alan, eşinin: ''Seks fotoğrafları değil seksi fotoğraflar olsun'' ifadesi bunu destekliyor) ya da resimlerin bu anlamda çağrıştırdıklarıysa.. ikinci fotoğrafla ilgili çok ama çok şey yazabileceğimi biliyorum, seziyorum. Hatta öyle düşünüyorum. Dolayısıyla Ayşe Arman fotoğraflarının altındaki niyet, doğal olan ve bilinmeyenin göz önüne gelme halinin lezzetini yaşatmıyor.

Sonra şuradan bakıyorum birde olaya: Bir adam karısının ya da sevgilisinin bütün geçmiş yaşanmışlıklarını ve değerlerini, marjinal başkaldırı ve kafa tutmalarını bilip görüp, kabul edip onunla mutlu olabilir ve bu çok da normaldir. Ama yine bende oluşan kanaatten yola çıkarak baktığımda: O adam ve benzerlerinin bu süreci hiç içlerinde sızı duymadan, kafalarında olumsuz ve mutsuz duygular dolaştırmadan yaşayabileceklerini sanmıyorum. Elbette tüm bunların dışında gözlerle bakabilecek insanlar vardır. Ama gerçekten seven ve o kadını karısı ya da sevgilisi yapmış bir erkeğin: O fotoğrafların bir profesyonel tarafından çekilmesini, tüm o çekim evrelerini ve o fotoğrafları bir şekilde elden geçiren tüm insanları göz önüne aldığında ve yine bundan böyle gittiği her yerde karşılaştığı her erkekte oluşacak düşüncelerin kaygısından ve rahatsızlığından uzakta bir yerde durabileceğini sanmıyorum. Çünkü erkeklerin dünyasını yine en iyi erkekler biliyor.

Bir kadının geçmişini ve düşüncelerini kabul etmekle, birlikte yaşarken ki süreçte yaşananları kabul edebilmek arasında bir fark olduğunu düşünüyorum. Bunun doğruluğunu yanlışlığını tartışmıyorum. Ama ne kadar özgürüz desek de her birimiz bir şekilde toplumsal değer yargılarının tümünden harmanlanmış insanlarız. Evlilik ya da sevgililik, sonuçta iki insanın ben halleriyle içine girdikleri ve biz oldukları bir evre. Kendince aidiyetleri olan, her türlü karşılıklı kabul edişlere rağmen evlilik, ötekini rahatsız edecek davranışlardan vazgeçişleri de içinde barındıran bir hâldir diye düşünüyorum. Burada, yani yazıya konu halde, kadın kendi kararlarını uygularken aslında bilinç altını bildiği birinin hissedeceklerine karşı da gelebilmenin; o adamın  kabul edemezlikle edebilirlik arasında kalmış haliyle oynaşmanın, ve ona kendi baskın halini göstermenin arzusunun ve sonuçlarının keyfini yaşadığı duygusunu da alıyorum. Sonuç itibariyle bu fotoğraflar, öncelikle bir bireysel tatminin, kendini gösterme gücünü tatmanın ve bunun keyfini çıkarmanın fotoğrafları bence... Ben öyle sanıyorum ya da.

Bu marjinal duruşun, kimsenin yapamadığını ama düşündüğünü yapma halinin göze sokulması, o resimlerdeki samimiyeti azaltıyor ve bende, benzer fotoğraflara bakmanın lezzetini yaratmıyor. Yoksa kadın ve fotoğraflar güzel; ama erotik bir lezzette değil. Kanımca.

Fotoğraf: Hürriyet.com.tr

2 Haziran 2009 Salı

Hayat Arkadaşımız General Motors Ölüyormuş

General Motors'un biz örneğinde olduğu gibi, dünyanın bir çok bölgesindeki insanlar için de özel bir anlamı vardır. İdeolojik bir gözle ya da düz akılla baktığımızda Amerika'nın hem ekonomik anlamda hem de bir yaşam kültürü noktasında en önemli ihraç unsurudur GM.

Genel olarak şunu gözlemiş ve ona inanmışımdır: Az gelişmiş ülkelerin en önemli harcama kalemleri silah gibi gözükse de en ön sırada gelen aslında otomotive harcadıkları paradır. Hatta otomotive harcadıkları paranın ve onun dolaylı yatırımlarının ülke ekonomilerindeki yerini, GM ile Amerika'nın o ülkelerde ele geçirdiği insan sayısını göz önüne aldığımızda; bu yolla hiç tanka topa ihtiyaç duymadan da bazı ülkeleri nasıl işgal edip sömürdüğünü, bu sömürüyü yaparken o ülkelerin tüketim eğilimlerini nasıl yönlendirdiğini, ihraç ettiği yaşam tarzı ve kültür ile oralarda nasıl sempatizan halklar ve işbirlikçi siyasiler yarattığını görmek mümkündür.

Çünkü otomotivde dönen para ve işleyişe baktığımızda: Kamu kurumları adına işlem yapan satın almacılardan başlayıp ustalara kadar uzanan bir rüşvet çarkı, küçük ve yerel görünen ama toplamındaki büyüklüğü sadece sektör üzerinden bakıp odaklanmakla anlaşılabilecek ihalelerden direk ve dolaylı nemalananlarında katılımıyla oluşmuş kocaman bir soygun zinciri görülür.

Türkiye'nin sosyolojik, siyasal ve ekonomik gelişimini ve yönünü anlamak için bir gün, biri oturup bu sektörün tüm sürecini, ardına ülkedeki kırılma noktalarının siyasal ortamını da koyup bir başka açıdan, bir başka odaktan bakarak ülke tarihini yazarsa bu, bazı bilinmeyen gerçeklerin anlaşılması adına o kadar büyük bir katkı olacaktır ki.

İdeolojik bir beslenme sürecine girip, o öğretilerden bakmaya başlayıp sorgulayana kadar GM benim için, istediklerimizi alabilmenin önündeki engelleri kaldıran bir markaydı. Bir yedek parça mağazamız vardı ve biz Chevrolet ve Ford gibi iki önemli Amerikan markasının yedek parçalarını satıyorduk. Buradan kocaman bir zenginlik göze gelsin de istemem açıkçası... Ama yaşadığımız mahallede, içinde mantarlar yetişen en alt kat bir evde kiracı olarak oturuyor olmamıza rağmen babanın tamircilik sürecinden itibaren kapıda eksik olmayan, alınıp onarılıp satılma amaçlı ve 20 yaşından gencine bir türlü rastlayamadığımız Amerikan arabaları yüzünden itibarımız epeydi de diyebilirim mahallede.

Basit gibi gözüken bir sürü unsurun aslında algıları nasıl biçimlendirdiğine de örnektir benim/ bizim/ yaşadıklarımız. Mesela mağazaya gelen kolilerin içinden -yedek parça kutuları nakil sırasında oraya buraya savrulmasın diye sağlarına sollarına sıkıştırılmış- İngilizce dergiler ve gazeteler çıkardı. Ve biz o dergi ve gazetelere bayılırdık. Ülkemizde olmayan, sadece filmlerde ve bu tip dış yayın organlarında görebildiğimiz; televizyon, jean, kutu içecekler, Converse ayakkabılar, müzik setleri gibi ürünler ile güzel evler, arabalar, mutlu aile resimlerine bakar, hayaller kurar, özenir ve elimizdeki resimlerle mutlu olurduk. Bu hesaplanarak yapılan bir şey miydi, bilmiyorum. Ama ta Amerika'dan İstanbul'daki ithalatçıya, oradan da Türkiyenin dört bir yanındaki perakendecilere yedek parçalarla taşınan bu gazeteler bilinçli bir ''Amerikan Siyasetinin sonucu muydu?'' diye düşünmeden de edemiyorum.

Aslında bugünden baktığımızda her bütçenin kendince yaptığı ya da özendiği gereksiz tüketimimizin temelleri çok eski yıllarda ve çok basit yöntemlerle atılmıştır diye düşünüyorum.

Küçük bir çocukken mağazaya gitmeyi birkaç nedenle severdim. Bunlardan ilki, özellikle yaz günlerinde mağazaya gidiş yolu üzerindeki dondurmacılardan ikisine uğrama olanağı vermesiydi. Bir diğeri öğle yemeğinin lokantadan olacak olması... Üçüncüsü Matchbox arabalar satan yan mağazada yeni gelen modellere bakmak. Ve en önemlisi o gün gelecek malların içinden çıkacak çıkartmaları toparlamaktı. O çıkartmaların arkadaşlara da dağıtıldığını düşünürseniz; çok basit bir yöntemle Amerika algısının çocuk akıllara sokulup gönüllüler ordusu yaratarak insanları tavlamanın ve bunlar eliyle uzun vadede yaralanılabilecek yandaş kamu oyları yaratmanın da olası olduğunu düşünebilir miyiz diye bakmak lazım sanki .

Kısa pantolonlu en militan günlerden birinde babama demiştim ki: ''Baba biz aslında neyiz biliyor musun? Biz bir Amerikan şirketinin ücreti yüksek tezgahtarlarıyız; kendi mağazamızda kendimize iş yaptığımızı ve ''çorbacı'' olduğumuzu sanırken hepimiz. bu ülkedeki bir çok insan fena halde yanılıyoruz.''

Bu konuyu aslında bir çok anıyla birlikte elimden geldiğince yazabilirsem; biliyorum ki, çok önemli bir kaynak ortaya koyabilirim. Çünkü Kıbrıs Barış Harekatı bile kendi başına bir dönüm noktasıdır; özellikle o süreçte başlayan Amerikan Ambargosunun sadece bu sektörde Türkiye lehine sağladığı avantajları ve mecburiyetlerin yarattığı gelişmeyi görünce bile bağımsızlığın ne kadar önemli ve değerli olduğunu görmek ve anlamak mümkün. Tabi GM ve benzeri şirketlerin aslında Amerikan Siyasetinin araçları olduğunu da.

Otomobillerin girmesiyle bağı koparılamaz bir sömürü başlangıcının oluştuğunu anlamak; özellikle yukarıda vurgu yaptığım 20 yaş ve yüksek silindir hacimli otomobillerin yedek parça ve yakıt anlamındaki tüketiminin neredeyse uyuşturucu ihtiyacına eş değer bir Amerikan bağımlılığı yaratışının sonuçları, çalkantıları, sosyal erozyonlarının da ülkenin genel gidişinde ne derece etkili bir rol oynadığının anlaşılması adına; GM'in diğer az gelişmiş ülkelerde olduğu gibi Türkiye tarihi üzerindeki etkileri de çok önemlidir.

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Monica Bellucci,Sophie Marceau ve Kahve



İtalyan Monica Bellucci ve Fransız Sophie Marceau, yeni filmleri "Ne te Retourne Pas"ın tanıtımı için çırılçıplak soyunup Paris Match dergisine kapak olmuşlar.

Sabah, elimde kahve kokusu gazetelere göz atarken bununla ilgili bir haber vardı; ikili, 62.Cannes Film Festivalinde kendi filmlerinin galasında, dergiye verdikleri pozu bu kez kırmızı halı üzerinde basına (giyinik) vermişler.

Sabah haberi okurken erotizmin tadını ve Marceau'nun dudaklarından dökülen ''Monica'nın göğüsleri göğüslerime değdiğinde setteki herkesin ağzı açık kaldı. Sadece fiziksel değil, duygusal olarak da yakınlaştık,'' cümlesinin kelimeler bütünü içinden özellikle göğüsleri göğüslerime değdi bölümü üzerine cinsiyet odaklı olmayan, sadece anla ilgili ne kadar sahne ve ne kadar duygu canlandırılabileceğini ve o duyguların tende yaratacağı gök kuşaklarının tüm renklerini sonsuz sayıda tonlarıyla birlikte düşündüm.

Haberi okurken aklımın şeridinden geçip hissiyatımın not defterlerinden çıkan; bir sevişme başlangıcının insanın kimyasında oluşmaya başlattığı mahrem anların sessiz ve diken diken tonu ve tonun insanı durdurulamaz bir hale sürükleyen, fitilin ilk kıvılcımla buluşma esnasındaki tadıydı.

Sabahın en erkeninde bir seremoni keyfinde hazırlanan günün ilk kahvesinin dudağa değdiği anla, göğüslerin bedene değdiği anın yarattığı heyecanın benzetilebilir olup olmadığını sordum kendime.

Düşündüm ve bir yanıtım var.

Ve merak ettim!.. Hayatla düzüşmeyip sevişmek de içgüdüsel bir tavrın olmuşluk hali midir?


Görsel:Videlec.org

17 Mayıs 2009 Pazar

EUROVİSİON FİNALİNİN SONUCUNU BEKLERKEN NEFES NEFESE… NEFES ALMAKTA GÜÇLÜK ÇEKEN EMEKÇİLERE ÖZÜR YAZIMDIR…

Bugün karşımdaki 10 kişiden 8’i işsizdi. Ve işsizim derken sanki topluma ve karşısındaki herkese karşı bir suç işlermişçesine utana sıkıla bu çaresizliklerini dillendirmekteydiler. Bu kişilerden iki tanesi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “ kurtarın” talimatına istinaden kredilendirilen işletmelerinden birinden aylardır maaş alamayanlardandı. Şirketi kurtarmak için bir yerlerden hatırı sayılır miktarlarda paralar aktarılmıştı. Ama aktarılan paralarla ne işçilerin aylardır ödenmeyen maaşları ödenmişti ne de şirketin tekrar işler hale getirilmesi sağlanmıştı. Gözlerindeki yaşları zor zapt eden, omuzlarındaki acımasız yük yüzünden çareyi antidepresanlarda bulmuş emekçinin sessiz çığlıklarını birilerine duyurmak istercesine; “çocuklarınızın karşısında onların ihtiyaçlarını karşılayamayan, onu kazandığı üniversiteye gönderemeyen bir baba olmak nedir bilir misiniz, anlayabilir misiniz?” deyişinde çığlık çığlığa bağıran onca ses vardı ki! İşletmeye sunulan bu imtiyaz karşısında patronlar aylardır maaşlarını ödemedikleri işçilere “helalleşelim ve yolumuza devam edelim” demişlerdi. Ama helalleşip de yola devam etmek o kadar kolay mıydı? Helalleşmeleri gereken o işçilerin eşleri, çocukları aylardır çektikleri sıkıntıların, çaresizliklerin hesabını kime soracaklardı peki? Yarattıkları tahribatların zerrece farkında olmayan ve kapitalist sistemin uşaklığında kusur etmeyen hükümet politikalarının ya helalleşelim ya da hesabımı öbür tarafta veririm gibi laflar etmesi bilindik argümanlardan değil mi artık? Peki bugün kazandığı üniversiteye babasının işsizliği yada emeğini ortaya koyup da karşılığını alamadığı için gidemeyen gençler hesaplarını kime soracak ya da kimle helalleşecek bir bileniniz var mı?

Onlar utana sıkıla işsizliklerini söylerken ben de karşılarında bir işi olan ancak onları zerrece kucaklayamayan, yaralarına merhem olamayan insan olarak onlar kadar mahcuptum aslında… Birisi yüreğinden akan yaşları gözlerine biriktirerek kan ağlıyordu sorduğum sorulara cevap vermeye çalışırken… Bir diğeri umudunu bir yerlerde bırakmış ve artık geleceğe dair beklentilerde bulunmaz olmuştu. Onlara sorduğum soruların hançerle ve binlerce öfkeyle kuşatılmış şeklini sormam gerekenler başkalarıydı aslında! Ve ben soruları soramadığım yerlere inat her sorduğum soruda acımasız hançerlerce hançerlendim verilen cevapları duydukça… Yüreğim kanadı, bildiğim ve bilmediğim her şey yağmalandı…

Ben bugün karşımdaki çaresizlere çare olamamanın çaresizliğinde derbeder olurken, televizyonda birden karşıma çıkan Eurovision Şarkı Yarışmasının yarı final elemelerine takıldı gözüm… Zerrece bir heyecan duymazken ülkelerin ya komşularına ya da çıkarlarına oy verdikleri Eurovision Şarkı Yarışmasına, ki bu durumda her ne kadar İngilizce olsa da sözleri güzel şarkısıyla bizi temsil eden Hadise vardı karşımızda...Ama buna rağmen içinde bulunduğumuz hadiselerin vahametinin çırpınışlarındaydı yüreğim…

Sonuçta Hadise finale kaldı ve Türkiye’nin şanına yakışır bir başarıydı!!! Peki Hadise finale kaldı eyvallah da, “işsizlikleri yüzünden” yürekleri ile birlikte gözleri de kan ağlayan bunca işsiz ve onların eşleri ile çocukları hangi final arası elendiler bu ülkenin yüreğinden?

12 Mayıs 2009 Salı

Lütfen!.. Çocukları Leylekler Getirsin Hep...No Spermbank!


Gazetede, sosyetik güzellerimizden birinin anne olma tutkusu artınca, sperm bankasından sperm alıp çocuk doğurmaya karar verdiği ve bunun için de babasının onayını aldığı yazıyordu. Bu olayı ilk gerçekleştiren, ismini şimdi hatırlayamadığım oyuncu manken medyada haber olduğunda; bunun, şımarıkça bir tavır olduğunu düşünüp tepki vermiştim. Doğru bulmamıştım. Ve etrafıma bakındığımda bir çok genç ve bekar kadında, anormal derecede çocuk sahibi olma arzusunu fark etmiştim. Sadece çocuk sahibi olmak için bir adamla birlikte olmayı, sonra adamı sallamayı göze alan mantığın oldukça yaygın, hatta bir trend olduğunu fark etmiştim.

İlerki günlerde o kızın bir röportajını okuduğumda, onun savunusunun nedenleri ve gerekçelerinden baktığımda hak vermiştim. Bugünlerde Münir Özkul'un kızı üzerinden başlayan tartışmaları da göz önüne alınca, tüm bu süreç üzerine düşüncelerimi ve öngörülerimi bir kaç bölümde yazmaya karar verdim.

Bu olayı Türkiye gündemine ilk oturtan genç kadının çok haklı savunusu şuydu: ''Bu spermler bankada birilerini bekliyor zaten; ve bir vaka olarak var. Ben onlardan birini sahiplenmiş oldum. Belki çok kötü, daha farklı bir hayata sürüklenebilecek; belki hiç sevgi göremiyecek bir çocuğu kurtardım. Ve bu çocuğu ben doğurdum. Kendimden bir çok şey kattım ona. ''Benzer ve mantıklı sözlerle devam eden röportaj aynı zamanda yuvadan bir çocuk alsaydın önermelerini de yersizleştirebilecek bir savunu olarak onay almıştı benden...

Evet ortada bir durum var. Etik anlamda sorgulanması gereken aslında bu sistemi var edenler; ve kapitalizmin temel mantığı üzerine kurulmuş çirkin yüzü... İnsanların en büyük özlemleri üzerinden olayın ahlak boyutunu hiç sorgulamadan, dünyaya gelecek çocuğun zaten varolmayan seçme hakkını bir de doğal bir sürecin uzağına atan, onu bir başka insanın kendi arzularını ve isteğini tatmin edecek bir oyuncak haline getiren sistem; bankanın sahibi yetişkine para kazandırırken, bir başka yetişkinin de talebini gerçekleştiriyor. Bu alışverişin tarafları memnunken, o çocuğun ilerki evrelerde başka çocuklar içinde yanıtsız kalacak sorusunu kimse düşünmüyor. Babanın ölmesi, aileyi terk etmesi kendi başlarına somut ve izah edilebilir, hatta anlaşılabilir birer yanıtken; bunun yanıtı kolayca verilebilecek ve kabul edilebilecek bir şey midir? Bir çocuk için...Ayrı anne babanın çocuklarının bunu arkadaşlarından saklama gayretleri ve bu halin onlar üzerindeki baskısını görünce, bu halin yaratacaklarını tahmin etmek çok zor olmasa gerek...

Sosyetik güzelimizin ve Münir Özkul'un kızının olayını, ilk olaydaki genç kadınınki gibi masum karşılayamıyorum. Duygularındaki samimiyete inanamıyorum. Tıpkı geçenlerde bir dergide okuduğum çok ünlü zenginlerimizden yaşını başını almış bir kadının, yaptıracağı çocuk parkıyla ilgili şu cümlelerindeki bencillik gibi: ''Yurt dışında çok güzel çocuk parkları görüyordum. Filancanın yaptırdığı çocuk parkını da görünce kendi adımı taşıyan bir park yaptırmak istedim. Sürekli gidip bakacağım bir park.'' Buraya kadar anormal bir durum yok; ama tüm bu olumluluk halini ters yüz eden ve o ifadelerin anlamını tümden değiştiren bir tercih var: Parkın yaptırılmak istendiği yer Bebek... Yer Bebek olunca; tüm ulvi amaçlardan öteye giden, sadece kendini tatmin için kendine bir park yapmaktan öte bir anlam yüklenebilir mi buna?

Sperm bankaları olayı pratikte ve algılama biçimine göre olumlukları olan bir durum gibi görünürken; aslında, dünyanın yaşayabileceği en önemli felaketlerden birinin başlangıcı bence... Spesifik örneklere bakarak olumlanamayacak kadar büyük bir tehdit... Niyeleri bir başka yazıya bırakıyorum şimdilik... Çünkü farklı mantıklar ve niyetlere göre, o kadar çeşitlenebilecek kötü haller ortaya koyuyor ki...

Belki, gelecekte sosyoloji biliminin tüm bilinen gerçekleri ters yüz olacak. Ve bu bankalar, bir takım hastalıklı beyinlerde silah fabrikalarının yerini alabilecek, yeni tür silahlar üretme amaçlı olarak!..

Hitler'i ve doktoru Mengele'yi unutmayalım!..

24 Nisan 2009 Cuma

Fark Nerede


Bir kaç ay evvel, güneydoğuda eylemlerde kullanılan çocuklar için bir yazı yazmıştım, bir milletvekilinin basın toplantısında bir soruya verdiği yanıt üzerine... O gün, devletin kırk yılda bir aklına gelen iyi niyetli tavrından söz etmiştim. Dün sanki devlet normaline döndü... Bu olumlu tavrı sürekli kılmak bu kadar zor mu ki insanı yazdığı yazıya pişman ediyorlar. Beni neredeyse daha önce yazdığım yazıda ettiğim söze pişman eden olayı kısaca anlatmak gerekirse; akşam televizyonda bir çoğumuzun izlediği, izlemeyenlerin en azından bugün gazetelerden okuduğu, Hakkari'de eylem yapan çocuklara müdahale esnasında bir polis memurunun bir çocuğu feci şekilde dövmesiydi.

Biraz geniş bakıldığında bu olay sizce bireysel diye nitelenebilecek bir eylem miydi? Bence değildi. Diyelim ki çocuğu acımasızca döven polis bireydi, eylem de bireysel. Peki olay yerindeki onca devlet görevlisi neydi? Bir kişi bile mi çıkmaz bir ambulans çağırmak için... Sonradan olay yerine gelerek, çocuğa ölmüş mü diye bakıp sonra çekip giden polis ötekinden daha mı az sorumluydu?


Osman Baydemir söyleme biçimi açısından en uzak durduğum ve sempati duyamadığım bir insandı. Ama seçim öncesi bir oturumda izlediğimde düşüncelerim değişmişti. Bir takım eylemsel düşüncelerine katılmasam da söyleme biçimini sevmiş, onun gözünden bakarak anlamış, sempati duymuş, bunu da yazımda belirtmiştim.

Dün 23 Nisan'dı, bayramdı. Hepimizin, en çok da çocukların bayramıydı. Oraya katılmamak bir protesto yöntemi olamazdı! Olmamalıydı. Protesto yapmanın önünde engel yoktu ki; yürekli bir adam için binbir yolu vardı. O bayramı, bugün karşı durulan insanlar yaratmamıştı. O bayramı Türkiye halkı kavramını ortaya atan M. Kemal Atatürk yaratmıştı. Bayram, bir çok farklı kimlikten oluşmuş Türkiye halkının bayramıydı. O bayram çocuklar ve Atatürk demekti! En çok da ulusal egemenlik!.. O Kurtuluş Savaşı' nı aklı başında herkes bilir ki bu ülkedeki farklı etnik kimliklere sahip, farklı anadilleri olan insanlar yan yana omuz omuza vermişti.

Bu ülke tarihinin değişik dönemlerinde yönetim gücünü elinde tutanlar; her etnik kimlikten, her dilden, her dinden insana haksızlık, ayrımcılık, işkence, zulüm yapmadı mı? Yaptığını aklı başında hiç kimse inkar edebilir mi, görmezden gelebilir mi?

Ama sürekli barıştan kardeşlikten söz ederken bu ülkenin önderi tarafından yaratılmış bir bayramı: "Her şeyden önce ülkede demokratik tahammül kültürünün ve kabul kültürünün gelişimine ihtiyacı var. Törenlere katılmamamız çok anlamlı ve çok ciddi bir mesaj" sözleriyle bugünkü yöneticilere karşı bir eylem halinde protesto etmek neyin nesi? O zaman bir takım kafatascıların söylemlerini haklılamıyor mu bu? O zaman demokratik tanımlar yüklemenin anlamı var mı verildiği söylenen mücadeleye...

Sürekli barıştan ve kardeşlikten söz etmenin anlamı bu eylemin neresinde? O bayram, karşı çıkılıp varlıkları protesto edilen adamların bayramı mıydı sadece? O bayram; bu ülkede yaşayan herkesin, en çok da çocukların bayramı değil miydi? Oraya gelmemek aynı zamanda bayramı da protesto etmek ve tanımamak değil miydi? En büyük tehlikenin kutuplaşma olduğu bir ülkede, toplumda kutuplaşmanın bu kez bir sivil siyasetçi tarafından yaratılmış hali değil miydi bu eylem? Çocukları eylem alanlarına sürmenin çakalca bir uyanıklık olduğu, bu tür eylemlere müdahale edileceği aşikarken çocukları oralara süren büyüklerin, oluşacak sonuçlardan propaganda olanağı yaratma mantığı güttüğü uzak bir olasılık mıdır? Ahlaklı mıdır?

O zaman devlet ile sivil bir belediye başkanının, demokratik tahammül kültüründen ve kabul kültüründen söz eden siyasetçinin, aynı gündeki olaylar karşısındaki tutumlarının farkı ne?

Resim:Home made,ve çiçekler taze:))

9 Nisan 2009 Perşembe

Ne Ruhmuş Bu Ruh, Allah Korusun Demek Mi Lazım?

Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış "Biz Avrupa Birliği’ne (AB), önümüze koyduğu her şeyi kabul etme mantalitesi ile gitmiyoruz. AB’ye Davos ruhu ile gidiyoruz.'' demiş...

İlk kez Davos ruhu söylemini ortaya koyduğunda Turgut Özal, şimdi hatırlayamadığım biri tuz ruhu benzetmesi yapmıştı.

Davosu ve benzeri toplantıları içeriği ve yararı anlamında yorumlamak istemiyorum. Benim için bu tür toplantılarda sizin sergilediğiniz bağımsız, dik ve tutarlı duruş önemlidir. Ve özünde katılmaktan yanayımdır. Ama kendi sözlerinizi söylemek kaydıyla...

Bugün Egemen Bağış'ın sözlerinin ne anlama geldiğini; gördüklerim, tanıklıklarım ve kendi algılamam üzerinden düşündüm.

Düşündüklerimden kısa bir özeti de son günlerde tanık olduğum bir takım olaylar örneğinden yola çıkarak yazıya dökesim geldi.

Ne yapmıştık mesela çok yakın tarihlerden birinde; Bağış'ın öğündüğü ve şiar edindiği Davos ruhunu hayatımıza katan ''one minutes'' destanını eklemiştik tarihimize... Ve bir de halkın onurunu kurtarıp, sevinçten sokaklara döken bir kahramanımız olmuştu.

Ne olmuştu Bağış'ın simgeleştirdiği ruhun olduğu yerde kısaca bir hatırla bakalım dedim kendime. Önce bir sürü laf edilmişti bir devletin başına, içeriğinde çok doğru cümleler de olmak kaydıyla... Sonra bir modoratöre posta koyulmuştu. Onca bağırtı çağırtıdan sonra hemen bir basın toplantısı düzenlenmiş, aslında muhattap bir başka devletin başkanı hatta top yekün bir milletken, onca sözden çark edilmiş ve bütün öfkenin nedeni olarak modoratör gösterilmişti .

Toplantıda sergilenen tavrı, duruşu sürdürememek, söz konusu ülkeyle ilişkileri sözlerin şiddetiyle doğru orantılı düzeye çekememek de gözümüzün önündeki süreçte apaçık görülmüştü. O sözlerin neresindeyiz şimdiye hiç girmiyorum.

Mesela daha bir kaç gün önce Nato toplantısında çok haklı nedenler ve çekincelerle, şiddetle ve sert ifadelerle karşı çıkılan Rasmussen hemen ertesi gün ve bir takım sözler alındığı iddiasıyla bir anda Nato'nun genel sekreteri oluverdi. Verildiği söylenen sözlerin somut hallerini biz görebildik mi? Söylenenlere göre önümüzdeki süreçte görecekmişiz... Ben eminim göreceğimizden!

Fransa'nın bizim Avrupa Birliği ilişkilerimiz konusundaki tutumu ortadayken... Sarkozy, pervazsızca da olsa en azından tutarlı ve dik ifadelerle bize neden karşı olduğunu apaçık ortaya koyuyorken ve Rasmussen'in fikriyatını biliyorken, iki önemli konudaki veto hakkımızı hem Rasmussen'e hem de Fransaya karşı kullanma olanağımız da varken, kullanamamış olmamız nasıl bir babayiğitlik ve nasıl bir ruhtur ki; bütün bu dış politika zikzakları, tutarsızlıkları bu kadar örneklenesi ve övünülesi bir simge halinde göze sokulabilmektedir.

Ufuk Güldemir'in henüz Cumhuriyet Gazetesi Amerika muhabiriyken, Kanat Operasyonu adı altında bir yazı dizisi yayınlanmıştı gazete de; sonra kitabı da çıktı. Bence, hem uluslararası ilişkilerin insan ilişkilerinden ve algılamalarından ne derece farklı olduğunu, hem de dikta dönemlerinin ve benmerkezci bakışların ulusal çıkarlara verdiği zararları yakın tarihli somut bir durumdan anlamak adına; her Türkiye vatandaşının okuması gerekir diye düşündüğüm bu kitabı da, yeri gelmişken önermek isterim. Çünkü çok önemli tarihsel bir süreci ve kararı anlatan, çok önemli bir belgedir. Kanat Operasyonu denen olayın içeriği son yaşadıklarımızla işleyiş açısından bire bir örtüşmektedir. Orada da Kenan Evren, Amerikalı general Rogers' ın sözünü referans alıp güvenerek, Yunanistan'ın Nato askeri kanadına dönüşüne izin vermiştir. Sözler tutulmamış. Biz de en önemli kozunu elden çıkarmış, Yunanistanla ihtilafları konusunda çok daha dezavantajlı bir hale bürün(dürül)müşüzdür.

Uluslararası ilişkilerin enseye dokunmak, kola girmek, öpüşmek, küçük adlarla seslenmek, düğünlerde şahit yapmaktan ne kadar farklı bir şey olduğunu, kişilere, verilen sözlere değil de, somut belgelere hatta onlarında ötesinde somut sonuçlara dayalı olduğunu anlamak, öğrenmek için yeteri kadar yaşanmışlığı olan bir ülke vatandaşı olarak; Egemen Bağış'a akıl fikir için dua etmekten öte elimden bir şey gelmiyor şimdilik...

7 Nisan 2009 Salı

Yeni Amerikan Silgisi:Obama


Bugün kuştüyü yastıklar üzerinde bir hayatla kucak kucağayım, güneş bir başka parlıyor...

Kışın bütün kirleri kalktı; uçtu, gitti ve bitti... Gülüyorum...

Ağzım kulaklarımla enseye tokat bir samimiyet içinde. Mutluyum; hem de, ne mutlu Türküm demeden... Dünyalar benim !

Dün öyle güzel şeyler yaşadım, öyle mutlu anlara tanık oldum ki; ölsem gam yemem...

Aha buraya da notlarımı düşüyorum ki; torunlarımı göremezsem, dilimden anlatamazsam bugünleri; onlar okusunlar diye...

Ya yok böyle bir mutluluk, aha bu yaşa geldim ben görmedim. Gören varsa beri gelsin.

Dün mesela, emperyalizme karşı dünyanın en zorlu ulusal kurtuluş savaşlarından birini vermiş bir ulusun kanla kazanılmış özgürlüğünün ve bağımsızlığının simgesi bir mecliste, dünyanın en emperyalistinin başkanı ''Evet'' dedi ya! Hani Türkçe konuştu. Ben de müslümanım türünden bir şeyler söyledi. Yurtta sulh dünyada sulh dedi ya bir de... Ve ben de buna tanık oldum, birde üstüne üstlük yedim ya tüm bu samimiyeti, var mı bundan ötesi?

Meclisimizin değerli vekillerinin üzerlerine düşeni yerine getirip, asıl kimin vekili olduklarını gösterdikleri sahne göz yaşartıcıydı. Ufak bir kıskançlık ve kızgınlık içimde kayır kayır kaynasa da, her ne kadar benim gibi güzel öpememiş olsalar da; vekillerimizin o hayranlık dolu bakışları, o şarklı alkış kıyametleri bir nebze de olsa içime su serpti. O an benim damarlarımdaki asil kan dondu da... Onların ki donmadı doğal olarak.

Barack bizim başbakanı yanaklarından öpünce, hatta abi deyince ( bence demiştir kesin) ve hatta bizim başbakanımız da onun eline en olgun, en abi ve anlayışlı haliyle dokununca... Lan dedim kendime; de git sende, yıllarca bu adamlar bizi öptükçe ne diye bağırıyordun ki ...

Amerikan oligarşisinin; her ortalığı birbirine katıp, gerekli kaosları yaratıp, yeni düzenleri oturtup; bir de, bak orada batağa battılar, başarısız oldular imajları yaratıp, çekilir gibi yaparken; dünyada oluşmuş Anti Amerikan bakışları derleyip toparlayıp, sırt okşaya okşaya bekçilere yeni görevler yükleyip, bu yeni karakol görevlerini sen en arkadaşım ülkesin gazlarıyla verme tavrının yeni silicisi Barack Obama'yı ben sevdim valla! Hiç değilse, acıtmadan tatlı tatlı sevecek birisi... Bana öyle geldi;Baykal'a size allah uzun ömürler versin demesinden anladım.

29 Mart 2009 Pazar

Oyumu mu Kullandım,Yoksa Birileri Beni mi Kullandı, Kendimle Hasbihal

Genel olarak oy kullanmaya çok erken giderim. Bu sabah da zaten kafamda şekillenmiş oylarımı atmak üzere oy kullandığım okula doğru yürümeye başladım.

Gün güzeldi, gün güneşliydi, gün keyifliydi.

Severdim, oy kullanamaz bir minikken, büyüklerin yamacında gitmeyi sandığa... Severdim, gecenin bir vaktine kadar, "kim ne oy almış" izlemeyi... Severdim, oy kağıdı çıktıkça sandıktan, atılan artının bizim partiden yana olmasını...

Türk sol hareketinin en büyük önderlerinden Harun Karadeniz, yan komşumuz evin evladıydı. Görürdüm onu, ayakları yerde başı göklerde haliyle... Mahalle sandığında iki oy çıkardı İşci Parti'sine ve ben bilirdim iki oyun sahibini, minicik bir çocukken bile... Biri, benim kitaplarımı henüz yakmak zorunda kalmadan yıllar önce kitapları yakılırken, içilerinden Kızılay İlk Yardım kitabını alıp bir kenara koyduğum en amcamdı. Öteki de o dev.

Birileri devlet elleriyle öldürülürken birilerine devlet töreni yapılacak olması kanıma dokundu bugün. Üzülmüştüm her şeye rağmen. Ölüm! Bu konuda, Sevgili Deran'ın '' Pencerene bak bir yaralı kırlangıç var...'' başlıklı muhteşem yazısınından öte gitmek istemiyorum şimdilik. Uzatmak da istemiyorum bu yazıyı ama kaçınılmaz bir şekilde uzayacak, çünkü mutsuzum.

Çünkü; oyumu kullanıp dönerken, okul kantininde bir tabure üstüne çıkmış, bangır bangır konuşan çocuktum.

Oyumu kullanıp dönerken, bir faşist lideri, namusumuz saydığımız caddeye sokmamak için, asfalta yatmış kalabalığın içindeki çocuktum.

Oyumu kullanıp dönerken; bu kez kendi kitaplarımı cayır cayır yakarken, annemin gözyaşları dökülmesin diye kendi gözyaşlarımı döken çocuktum.

Oyumu kullanıp dönerken, tellerle boğularak katledilen üniversite öğrencisi abilerdim.

Kahraman Maraş'tım oyumu kullanıp dönerken.

Çorum'dum...

Deniz'dim. Yusuf'tum. Ulaş'tım. Taylan'dım. Hüseyin'dim.

Oyumu kullanıp dönerken; yaz kokulu afiş akşamların polislerinden saklanmış, duvar arkasındaki çocuktum.

Oyumu kullanıp dönerken; bir mışlı ülkede daha bıyıkları aşklara terlememiş, hayalleri henüz duvarlara çarpıp un ufak olmamış pırıl pırıl öğrencilerken, ergen yaşların ele avuca sığmaz heyecanlarını; kenar mahallelerdeki, fabrikalardaki, tarlalardaki yoksulluğa harcamış çocuklardım.

Oyumu kullanıp dönerken, cezaevlerinin işkence odalarında en aşağılayıcı küfürler eşliğinde ıslatıla ıslatıla dövülmüş, kanlarına tuzlar basılmış, karakolların küçük odalarında eşleri, kız kardeşleri, nişanlıları yan masalara yatırılmış bir ahlaksızlıkla sorgulanmış, filistin askılarından taze taze suçlar giydirilmiş cılız cılız bedenlerdim.

Oyumu kullanıp dönerken; bir seçim gecesine devrim ateşi tadında şarkılar söyleyenlerdim.

Oyumu kullanırken ben, ben miydim?

İki dönemdir belediye başkanı olan büyükşehir adayına, kıyısından bile geçmeyeceğim partisini bir kenara koyup, beğendiğim için oy verdim. Sevdiğim partinin çok başarılı bir başkanının ardından, aynı duyarlılıkla kenti yönetmeye devam ettiği için... Ve o, bir solcu abiydi!

İlçe belediye başkan adayına, o adamın partisine geldiği için kızdım, "geçen dönem o adam yüzünden kaybettiği seçim gibi olmasın, kurucu başkan olarak yoktan varettiği yere yeniden başarılı hizmetler yapsın," diye, başkanlık potansiyelini bildiğim için, ''adına'' verirken oyumu, hiç sevmediğim adama yarayacağı için de üzüldüm.

İl genel meclisinde, her ne kadar hiç sevmediğim adama zararı olsun diye düşünerek bir başka sol olduğunu söyleyen partiye versem de oyumu, gönlüm, hiç sevmediğim adamın olduğu partiyi hep yukarılarda görmek istediği için, üzüldüm.

Gönlüme sine sine, sorgusuz, kaygısız, acısız, üzüntüsüz verdiğim tek oy, muhtaraydı.

Seçim kampanyaları sürecinden iğrenmiştim. Oy kullanan kendimin yalpalamalarından da iğrendim. Tadım kaçtı.

Sahilden yürüdüm, fırından bir tahinli çörek alıp martılara baka baka...

Aslında, ne denize ne martılara bakıyordum.

"Bu halk anlamıyor," diye kaptan köşklerinden laf sallayıp halkı bilmez sayanlara, faturayı hep ona kesenlere bakıp, şunları aklımdan geçiriyordum: ''Bu ülkede faşizmin hiç olmadığı kadar dorukta olduğu, oligarşinin güçlü, iletişim teknolojilerinin bugüne göre taş devri yıllarında bu beğenmediğiniz halk; bütün cephelere, ittifaklara, baskılara, tarihin en faşist generallerine rağmen, o hiç sevmediğim adamın olduğu sevdiğim partiye %42 oy verdi. Hem de ağırlıkla şimdi birilerinin oy deposu olan varoşlardan, toprak ağalarının diyarlarından, fabrikalardan, madenlerden... Ve o dönemde bütün fraksiyoner farklılıklara, görüş ayrılıklarına rağmen hep birlikte o partinin miting alanlarındaydık, sokaklardaydık, dağlara taşlara yazmaktaydık. Birisi bunu başarmıştı."

Tüm bunları düşünerek eve geldim. Dışarıda enfes bir bahar var, yeni yeni kuşlar gelmeye başladı. Canım uzun zaman sonra, anormal şekilde Joan Baez dinlemek istedi. O çalarken, ben çoktan o çocuk olmuştum.

Elimde kahve kokusu telefonun tuşlarındayım.

Ve şu an, şu şarkının uzaklarına bakıyorum.

5 Mart 2009 Perşembe

Kısa Günün Kârı!..


Dün gazetelere göz atarken, kendisine özel bir ilgim olduğundan Ersun Yanal İstifa Etti spotunu görünce Hürriyet com tr.de, bir sazan olarak tıkladım hemen haberi... İçerikte, haberin -adını özellikle yazmadığım-bir yerel internet sitesi tarafından, sabah antremanına katılmadığı gibi bir takım gerekçelerle desteklenerek verildiği yazıyordu. Haber daha sonra Ersun Yanal'ın böyle bir şey olmadığı ile ilgili açıklamalarıyla geliştirildi. Akşamda, Trabzonspor yönetim kurulundan, bunun takımın başarısını çekemeyenler tarafından ortaya atılmış olduğunu içeren hamasete dayalı sert bir açıklama geldi.

Bugün; dün konu açıklığa kavuşmuş olmasına rağmen, yine Hürriyet'te spottan Trabzon'a İstifa Bombası Düştü diye verilen haberin içeriğinde; gelişmelerle birlikte, söz konusu yerel sitenin bugün yayınladığı şu açıklamasına da yer veriliyor: "Haberimiz meslek yaşantımızın en talihsiz yol kazalarından biri olmuştur. İstihbarat kaynağımızdan gelen bu bilgiyi doğrulattırmadan sitemize koyduk. Haberi ilk duyuran olma heyecanıyla yaptığımız bu büyük, ’yanlışlık’ için özür diliyoruz" .

Biri büyük, biri de yerel iki medya kuruluşu... Siz ikisi arasında ahlak açısından bir fark görebildiniz mi?

Reklamın iyisi kötüsü olmaz sözcüğünün akıllılık örneği gibi sergilenmesinden iğrendiğim kadar; amaca ulaşmak için her yol meşru çirkinliğinden de iğrenmişimdir. Böyle bir istihbaratın gelmesiyle Ersun Yanal'ı ya da Trabzonspor yönetim kurulundan herhangi birini telefonla arayıp haberi doğrulatmak arasında geçecek zaman, yazının yayınlanır hale getirilmesinden daha uzun sürebilir mi? Özellikle bugünün iletişim teknolojisi göz önüne alındığında...

Oysa yan masadan, ya şöyle bir haber patlatalım gündeme oturalım uyanıklığındaki kişiden gelen öneriyi istihbari bir haber sayıp, o gün bunun ulusal medayada da yer bulacağını görüp kendi sitesini gündeme oturtan, gün boyu tık rekorları kırdıran ve ertesi gün de yine oturduğu yerden bir özür mesajı yayınlayarak ''etik bir güzellikte'' sergileyen çalışan: Akıllı ve uyanık olarak değer görüp, el üstünde tutulurken; işin ahlaki anlamda doğrusunu yapacak muhabirin akıllı addedilmesi ve çalışkanlığının takdir görmesi olası mıdır?

Siz bu olaydaki samimiyete inanabildiniz mi?

Ekmek aslanın ağzında değil ,ekmek ahlaksızlığın ağzında...Uzanabilirseniz!

Hayat kirleniyor (mu?) Hergün biraz daha...

26 Şubat 2009 Perşembe

Ellerim Bomboş...


Özgür Basın Kavgası...Mı? başlıklı yazımı, 'gazetemi arıyorum, yıllar önce kaybetmiştim'' diye bitirirken kastettiğim: Bir dönemki iç kavgalar yüzünden henüz yazarlarının bir kısmının oraya buraya dağılmadığı Cumhuriyet'ti.

Aramızdaki aidiyet duygusu ve henüz öğrenen bir çocuk olarak bana katkısı çok fazlaydı. Onu okumak bir onurken; farklı görüşlerdeki insanlarda yarattığı saygı ve güven, değerli ve önemliydi. Okurunu, başkalarının gözünde farklı bir konuma oturtmak, onları saygın kılmak gibi bir özelliği vardı. Okuduğumun gazete olduğunu hissediyordum.

Uzun yıllar okuru olmanın onurunu yaşadığım gazete ile yollarımın ayrılmasıyla ortaya çıkan taklitlerle avunma dönemlerinden beri yalnızım. Ele gazete kağıdı değmeden yaşanmıyor!

Bütün bunları bana hatırlatan, medya üzerine düşündürten, özlemlerimi körükleyen; yeni ve farklıyım iddiasıyla ortaya çıkan Haber/Türk'ün, çakal bir uyanıklıkla, hiç de etik olmayan bir tavırla diğer gazeteleri; adlarını başka anlamlar yükleyerek kullanıp, yasal başvurularda kendini haklılamak üzere kelime oyunlarıyla eleştirerek yaptığı reklamlar ...

Varolanların ahlakının da aslında ondan çok farklı olmadıklarını görünce, sabah kahvemin yanındaki gazete eksikliğime özlemim, ve bu konudaki umutsuzluğum artıyor.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP