22 Mayıs 2023 Pazartesi

15. Yıl Özel Sayı-7



 Aydın Ve Işıltılı Bir Gün*

Temmuz 2011
 

Rutin işleri halledip elime kitabı almış ve epey ilerlemiştim. Vakitse günün en kavurucu sıcağını iki saat kadar geçmişti. Bir anda soğuk çay ve Eti Finger ile akşam beşten sonra dışarı masada oturup kitap okumanın güzel olacağını düşündüm. Aslında düşünmedim, o ânı kısa süreliğine olsa da tüm kokularıyla yaşadım.

Sonra kendimi Kalkan benzeri bir yerde, beyaz badanalı kerpiçten bir evin bir odasında yatağa uzanmış, açık camdan esen rüzgârla hareketlenen tül perdenin ayağıma değdiği bir esnada kitap okurken gördüm. Tatil alışkanlığı bir yere bağlanıp kalmak olmayan kendimi orada, ya da benzer bir yerde, başka hiç bir yere kıpırdamadan sadece kitap okuyan, akşam üstü bir iki adımlık bir mesafede gidip içki içen, ay ışığını seyreden, sonra dönüp yatan biri olarak hayal ettim. İşin garibi bu durumu sevdim.

Aslında altı ya da yedi yıl önce bir gün, karşıdan gelen "Seni şu an yan odada çalışma masasında yazarken ve ben elimde kahvemle seni izlerken," diye başlayan cümlelerin çizdiği resimle eşledim. Sonra yaşadığım anlara başka sahneler de kattım. Mesela o beyaz badanalı kerpiç evde açık camdan esen rüzgârla hareketlenen tül perde ayağıma değdiği esnada, aynı evin bir nefes uzaktaki diğer odasında sere serpe uzanmış, kitabını okuyan kadını hayal ettim. Neden aynı anda aynı odada ve aynı yatakta kitap okunmasını değil de ayrı odalarda olunmasını tercih ettiğime kıkırdadım. İşin açığı ben açık camdan esen rüzgârla hareketlenen tül perde tenime değdiği esnada, yan odadaki kadının sessizce geldiğini, iki elimle bir insan kafasının geçebileceği kadar yukarıda tuttuğum kitapla kollarımın arasından kafasını uzattığını, bütünüyle kitaba yoğunlaşmış dikkatimi dağıttığını hissetim. Aslında o anda, ne kadının ağırlığı bedenimde, ne de muzırca gülümseyen nefesi nefesimdeydi. Bu ânı sadece ve tümüyle elimdeki kitaptan bağımsız olarak hayal ettim. Tüm bu hayal anlarının beni heyecanlandırmadığını, zaten bir kaç düğmesi çözülmüş elbisesinin üst aralığından görünen bedenini fark etmediğimi tam da metnin burasına yazmam ise külliyetli bir yalan olur.

Kitabı göğsüme bırakıp ama hâlâ iki elimle tutmaya devam ederek bu hayal üzerine biraz daha düşündüm, derinliğinden bağımsız olarak... Bu ânı kimin eli kimin neresinde, kimin bacağı kimin bacağında belli olmayan bir sabaha kadar götürdüm. Buradan bir çıkarım yaptım: son durağın hangi oda olduğunu bilmeden, çok sayıdalık düzeyine varacak bir sıklık içermeden, uzun aralıklar bırakılarak ve zamansızca sürmeliydi bu turlar. Bu anlardan uyanmam uzun sürmedi, çalan telefon üzerine. Araya giren işler beni yıldırmadı ve kaldığım yerden devam ettim, tabii ki.

Tüm bu hayal anlarının çıkış noktasını bir eylemle hayata geçirdim. Önce BİM'e gittim; O da ne, Eti Finger yok! "Olsun," dedim, "onu başka yerden alırım." Hevesle soğuk çayların olduğu reyona geldim. Geldiğim yerde Lipton'lar bana göz kırpıyorlardı. Gözlerimi ovuşturdum, değişen bir şey olmadı. Etikette Teatone 0.55 TL yazıyordu ama rafta gördüklerim Lipton'du. Acaba Lipton kılığına girmiş Teatone olabilir mi bunlar diye görevliye fiyatlarını sordum. Aldığım cevap bunların gerçek birer Lipton olduğunu anlamama yetti. Hayallerim an itibariyle iki sıfır mağluptu. Yılmadım.

Dışarı çıktığımda Carrefour mu Atamark mı ikileminde tercihimi, ikinciden yana kullandım. Eti Finger'ların yanına bir de Egzotik Meyveli Biscolata ekledim ve bir karton kutu Lipton Limon Aramolı Soğuk Çay aldım. Şimdi saat 17'nin ardını bekliyorum. Bu arada elimdeki kitabı göğsüme bırakarak kısa süreli de olsa kestirmişim.

Kendimi tam anlamıyla Kalkan'da sandım sanırım. Gerçi Kalkan, yazıyı bir roman havasına büründürmek maksatlı olarak, bir yazar özentisinin, o an itibariyle havaya girip, yazıyı süslemek amacıyla özellikle seçtiği bir kelime olarak eklenmişti oraya. Bundan hiç şüphe yok. Çünkü zatın bulunduğu yerin de tasvir edilen yerden eksik kalır bir yanı yok. Eksik olan; camdan esen rüzgarla hareketlenen tül perdenin ayağına değdiği anda ayrıntıları verilmeyen, yuvarlak profil boruları mavi renge boyalı, somyası dört bir kenarına yerleştirilmiş yaylara takılı sepet örgü ince ve iki santim genişliğinde saclardan oluşmuş, düz beyaz çarşaflı, beyaz nevresimli ve yatağı yün doldurulmuş ama sertleştirilmiş bir karyolaydı.

Tüm bu anlardan uzaklaşmam ikinci kez çalan telefon kadar yakındı bana. Üzerimdekilerin, yaz rehavetinden sıyrılmış kıyafetlerle yer değiştirmesi biri iki dakikamı aldı. Kapıda bekleyen arabaya oturup da olay yerine varmamsa on dakika. O on dakika beni ısrarla "Seni şu an yan odada çalışma masasında yazarken ve ben elimde kahvemle seni izlerken," diyen kadına götürdü; "Tülden ince tüyden hafif duygularımın demek ki hayatta bir karşılığı varmış" diyen, o tanımlamayı miras bırakan kadına...

Olay yerine vardığımızda işaret edilen kat beşti. Bense aynı jenerasyondan kadınların Tezer Özlü artı Sylvia Plath hayranlığı üzerine düşünüyordum. Bu kuşak ile ilgili ne zaman bir konu açılsa en büyük argümanımdı  iki yazar. Garip bir büyüsü vardı zamanın... Derin hassasiyetleri olan, yürekten seven, bu sevgiyi karşılıksızca veren, sanan, kesinlikle derin kadınlar ve her seferinde bu kadınların verdikleri karşısında kendini bir bok sanıp  şımaran erkekler... Belki de üzerine derin  araştırmalar yapılabilecek bu konuyu şu kıytırık yazının içinde, üstelik de benim gibi hayatı barut kokusu ile cesetler arasında geçmiş birinin anlatabilmesi tabii ki mümkün değil. Ama an itibariyle gitmekte olduğumuz olayın ve biraz sonra karşılaşacağımın ne olduğunu bilmek, kaçınılmaz bir biçimde düşündürtüyordu  bunları.

Merdivenlerden, telaşlı ama meraklı yüzleri hızla eksilterek çıkıp beşinci katın açık kapısına vardım. Kapıdan geçtiğimde geride bıraktığım eşiklerdeki düz, sakin, ahlakçı hayatlardan; başı dik, yürekli, kimseye eyvallahı olmayan ama o eyvallahın sahibini arayan başka bir dünyaya adım attığımı biliyordum. Tavana asılmış bir ip, tekmeyle devrilmiş bir sandalye ve ipin ucunda sallanan gencecik bir hayattı tablo.

İntihar bir eşiktir demiştim bir gün. Kesinlikle bir eşiktir ve o eşiği geçebilmek tülden ince-tüyden hafif, gerçek ve kocaman bir yürek ister, bazen... İpin ucunda sallanan gülümsemeye baktığım ilk anda olayı çözmüştüm. Olay yeri inceleme  narin yüreği usulca indirip ceset torbasına koyarken ve henüz fermuar o gülücüğü kapatmamışken, gülümsedim. Kendi ipini kendi çeken bedenin tüm kelimelerini, çoklukla tanık olduğum, benzerini sıkça gördüğüm gülümsemesinden alıp cebime koydum. Daha bir kaç gün önce, yıllar sonra bir mahkemenin hakkaniyetle ve tam da benim baktığım noktadan kusmuş olmasının sevincini yaşamıştım. O olayı ve o olayın kahramanı genç kadını hatırladım. Neden kadınların tarafında olduğuma ise güldüm; üzerine çok şey yazabilecekken... Olay yerindeki konuşmalara hiç kulak asmayarak mekânı terk ederken az önceki gülümsemesinde parlayan kelimelerinden, haklı sebepler oluşturdum.

şimdi iyiyim...durduğum,soluklandığım yer güzel...eylül 2002 den evvel birtakım sıkıntılarla başlayan süreç dağılıyor.önümde yeni,pırıl pırıl bir dönem.kendimin kendine vaat ettiklerini gerçekleştirme anı bu.salt aşk diyemem,salt şu günlerde hissettiklerim diyemem ama yaşadıklarımın uzantısında sen buluştuğum noktadasın.belki yarın ya da öbür gün olmayacaksın.kendi yollarımıza gitme arzusunda bile bunu anlaşılır,şefkatli kılan bir anlayış var ortada.her şeyi baş göz etme,en güzeli olsun,daha güzeli yaşansın arzuları günü geldiğinde ayırır bizi kimbilebilir ki??? hiç olmadığım,olamadığım ancak olmayı arzuladığım kadar dürüstüm kendime ve bize.bunun bana yaşattığı iç huzuru tarif edemem,kelimelerim eksik kalıyor.sanki ruhum doğuruyor,orgazm oluyor,sanki nirvana...ama o değil ...bunu da biliyorum...........sen şimdi yatağında gömülü,çoktan uykunun en derin anında yol alırken,ben inadına(nöbet bahane)günün en duygusal atraksiyonlu saatlerini tek başıma yaşıyorum şimdi.yanında uyumayı arzulamadığımı hissettim birden.ama sen uyurken,ruhumun koynuna senin ruhunu sokuverdim usulca.masumane ve erotizmden eser yok şimdi.cinsiyetlerimiz yok.beyninle sevişiyorum.kalbi temiz,hayatın kıçına parmak atmanın hoyratlıktan değil sakınımlı yollardan geçtiğini bilen ve hala aşkla donanan güzel erkek...seni bir lütuf olarak hissediyorum bana.ve hergün biraz daha...biraz daha...biraz daha...tam da burada seni seven kadın olarak(:)) aydın ve ışıltılı birgün diliyorum sana.............................



*Olay Yeri İnceleme etiketli yazılardan...

20 Mayıs 2023 Cumartesi

Sinema La Paragas İftiharla Sunar

Aradığım yumuşak, gülümseten, yormayan aksine sevindiren, bir tatlı huzura huzur ilave eden filmler.

Portalı dolaşıyorum çünkü şu film diye bir fikrim yok.

Yolculuk yüreğimin git dediği yöne doğru...

Festival filmleri, şu bu derken komedide kalıyorum. Afişlerden biri oncasının içinden vakarla, sempatik bir özgüvenle ve bende iş var edası ile göz kırpıyor. Kadın elinden çıkmış işlere kefil zihnim turnayı gözünden vurduk gazı da vererek çak yapıyor. Valérie Lemercier bilmediğim bir sanatçı, işin hoşu filmin yönetmeni de...

Keyiften ölüyorum.

Aşk derim ben buna kısmı ayrı güzel, yaşlar 17 tadında bir kemale ermişlikte ve Patrick Timst denen aktör çok tatlı ve sahici...

Şiir gibi ama neşeli, serotonin yayan, tüm karakterleri ile kendini bayım bayım izleten, gündemin toz dumanından ruhu çekip alarak dirilten, beş üzerinden beş yıldızı anasının ak sütü gibi hak eden enfes bir film Marie-Francine.

Bayıldım!


Gaza fena geldim ve gaz kesmeye hiç niyetim yok. Yine komedi segmentindeyim ve "Ben ben!" diyerek ısrarla önüme atlayan filmlerin pek çoğunu hızla geçiyor ve eliyorken bir anda "İşte bu," diyerek yerleri kazırcasına sert bir fren yapıyorum.

Coğrafya Tunus, mevzu iyi, abla Fransa'dan memleketine dönmüş; ilmini orada yapmış ama sanırım taçlandıramamış genç bir kadın. İdealist, atak. Coğrafyaya bittim zaten. Filmin akışına da...

Karakterler tatlı, komik, katlımcı, sahici ve iyi.

İnsanlara derinlikli dokunan, arızaları sevimli bir gülümseme katarak izleten, Ortadoğu'nun arazlarını da mizahın incelikli dili ile pek güzel göz önüne seren... Meraklısının keyiften öleceği ama meraksızına bu ne şimdi dedirtecek... Yine kadın elinden çıkmış, Manele Labidi'nin yazıp yönettiği, Golshifteh Farahani'nin ana karakter olduğu, yan rollerin filmin altından çok güzel kalktığı... Yönetmen dokunuşları ile incelikli ve eleştirel, mizaha bürünmüş oyunculuklarının samimiyetinin mahallemizden birileri tadı verdiği... Ve şahsıma yaşattığı kocaman keyiften kaynaklı olarak yine de mutlaka izleyin diyemeyeceğim ve filme dair son noktayı coğrafyaya, müziklerine, gerçekliklerine, arazlarına ve kendi halindeki güzelliklerine ilginiz ya da merakınız varsaya ek olarak, mizah üzerinden ve kırıp dökmeden de eleştiri yapılabileceğini ortaya koyan bu pek tatlı film: Tunus'ta Bir Divan.

Ben bayıldım ama yine de siz bilirsiniz diyerek son noktayı koyacağım ve ikinci yarı için kendimi şımartıp üç minik kesme şekerli, sütü dörtte üç ve köpürtülmüş, dört gram granül kahvesi iki parmak sıcak suyla inceltilip eklenmiş sütlü kahve hazırlayıp, yanına da bir kesme ekleyerek, bu sinema gününe kaldığım yerden devam edeceğim!

İkinci yarı için başka fikirlerim de var!


Antrak



Ara verince çıkıyorum evden. Aklımda binbir fikir... O mekân şu mekân dönüp dolaşıyor.  Sonuçta dondurma yesem, beni ayartıyor, bu kez de nerede yesem kararsızlığı ipleri ele alıyor. İskele Meydanı kalabalık. Bandolar sıra sıra. Halkımız coşkulu ben Palmiye Kafe'nin dondurma tezgâhının başında.

Tatlı bir genç adam. Şam fıstıklı, balbadem, sade ve karamel olmak üzere beş toptan dördünü seçiyorum, porsiyonda beş top hakkım olduğu uyarısı yapılıyor, biliyorum ancak beşincinin seçiminde kararsızım ve genç adama sen seç onu da diyorum. Karadut?! diyor; başımla beraber. Denizin dibi ama İskele'yi de gören bir masaya oturuyorum. Usulca ama dibini kazıyarak bitiriyorum dondurmayı; dondurma bitiyor fakat fikrim bitmiyor. Bir çevre turu ardından sahilden eve dönerken keman noktasında iki genç son hazırlıkta. Kız keman, oğlan gitar çalıyor ve yeni başlayacaklar; bir an kalıp dinlesem sonra da söyleşsem diyor, sonra da bu fikrimden vazgeçiyorum ama kesinlikle bir akşamüstü geleceğim ve söyleşeceğim kendileri ile; çünkü etkili çalıyorlar. Adımlarım sallana sallana, fikrim ikinci yarıya yönelik. Kardeş İstanbul'da, açıyorum kapısını viskisinden bir bardağa koyuyor, eve çıkıyor, onu buzdolabına koyuyor sütü köpüklenmiş şekerli kahveyi hazırlıyorum ve...



Film Başlıyor



Seçim bu kez İskandinavya; Norveç'teyiz. Kendi halimizde seyir halinde. Film komedi olarak sınıflandırılmış. Öyle de...

Açılış sahnesindeki abi öyle değil ama!

Ormanda. Az önce koca bir hayvan arabanın ön camından içeri girdi.

Elbette film boyunca manzaralar bizi bizden alıyor, absürtlükler de. Bir kara komedi bu ve aynı zamanda komedi sınıfından bir suç filmi. Ben sevdim. Ama tavsiye noktasında sözü orta sahada geveleyeceğim. Genel izleyicide kabul görmeyeceğini söyleyebilirim ancak kuzey sinemasının ve ikliminin tadını kavramış, seven izleyiciye -en azından- orta şekerli tatlar vereceğinin de altını çizebilirim.

Diğer filmlerde coşkuyu yaşamadan tek bu filmi izlemiş olsam ne derdim bilmiyorum -muhtemelen överdim-  ancak yine de meraklı, özellikle kara mizahı seven izleyicilere bir göz atmalarını söyleyebilir, ama mutlaka izleyin diyerek de -geniş kitleye- muhtemel bir pişmanlık yaşatmaktan uzak tutarım kendimi!


Viskim iki buz ile sehpanın üzerinde. Işıkların tümü kapalı. Öykü gerçek hayattan. Bir cezaevi; mahkumlar, Marina Hands'in oynadığı bir kadın yönetici, eski bir tiyatro oyuncusu; bir oyun projesi için bir araya geliyorlar. Sahnelecek eser Samuel Beckett'in Godot'yu Beklerken'i. Film ağırlıkla cezaevinin içinde geçiyor. Bunun yanı sıra ilk sahneden itibaren izleyicisini oyuna dahil ediyor ve sonuna kadar bırakmıyor. Farklı karakterlerin bir araya geldiği bir ortaklaşma. Zor bir süreç. Cezaevi koşulları ve onun dayatmaları bir yanda, özgürlük rüzgârları ötede ve denetime tabi doğal olarak...

Yönetmen için zorlu bir süreç. Cezaevinin bu sosyal proje ile ilgili taraftaki yöneticisi bir kadın, eski bir avukat. Akışı kıvamında bir film, heyecanı diri tutmayı başaran bir yönetmen. Konuyu tüm yanları ile izleyiciye ulaştıran sağlam bir senaryo, duygusal tonlar ve onların sergilenmesi tutarlı ve gönül teline dokunan cinsten... Ve yönetmen Emmanuel Courcol'ün heyecandan -kitleyi- öldüren akışkan bir yönetimle filmi sonlandırdığı final oyunu! Perdedeki oyunun yönetmeni aktör Kad Merad'dan muhteşem, zorunlu, kahramanca ve tek kişilik bir performans.

Birinciyi bitirenlerin ikinci kadehe gideceğiyse kesin!

Mutluluktan mı yoksa üzüntüden mi, kısmı ise sır!




17 Mayıs 2023 Çarşamba

İki Film Birdenli Enfes Bir Gece

Korona nedeniyle yasaklar başlayıp da evlere kapandığımız günlerde ve sürecin ilerleyen ayları ve yıllarında onun hunharca saldırılarına yönelik olarak savunma hatlarımı sağlam tutmam nedeniyle bana bulaşamamış olsa da, o yine de yok etmeyi başardığı milyonlarca insana olduğu gibi bana saldırılarına da kesintisiz devam etmiş, başarılı olamayınca stratejisini değiştirmiş, ve başka bir noktadan vurmuştu beni: Televizyonda film izleyememe, bu yönde bir istek duymama... filmlerle ve genelde sinema ile aramdaki tüm bağları koparma...

Hayatıma bir kara kedi gibi girerek, sürekli zihnime ve alışılmış düzenime engeller çıkararak ve sürekli ateş altında tutarak direncimi kırıp da kalelerimi zaptedememiş olmanın hırsıyla da, hayat normalleşmeye başladığı süreçte bile elinden geleni ardına koymamıştı.

Salonlar açılınca da tüm duygu silahlarımı kuşanıp, ona inat sürekli koşturdum filmlerin peşinde, hiçbir haftayı boş geçmedim. Hayata dokunmayı özlemiştim. Bir açlıktı da sanki bu... Belki de bu nedenle, normalleşmede bile televizyonu koynuma almak aklımın ucundan geçmedi. Çünkü dokunamadığım hayattı geride kalan ve onun boşluğunu çok hissetmiş, özlemiştim.

Ve dün akşam, kısa süre önce başlayan, birkaç gündür süren bazı sevdiğim dizileri izleme evresinin ardından yıllar sonra üye olduğum portalda film açtım, mısır patlattım. Tek filmle kalırım sanıyordum ama üç yıl sonra olağanüstü bir keyifle harika bir gece yaşadım.

Ve o muhteşem tatla ve zihnimle ortaklaşarak, iki kişilik enfes bir hafta sonu hayali kurdum!

*

Aslında önce BBC First'ü açıyorum. Sevdiğim iki dizi var, uzun korona sürecinde ara verdiğim ve bir kaç hafta önce yeniden izlemeye başladığım, süreleri kısa, mizahı hoş iki polisiye. Bu güzel ısınma film için de tahrik ediyor beni, filmlere göz atmaya başlıyorum. Ve bir afiş beni çağırıyor. Üstelik Penélope Cruz var, yönetmen Simon Kingberg. Canımın istediği de aksiyon, hatta absürtlükleri olursa da canıma minnet. Yorulmak istemiyorum ama nefesimi kesmesine, dünyaya ve gündeme dair tüm düşünceleri zihnimden uzak tutmasına ve bunu hiç boşluk bırakmadan sürdürmesine gönüllüyüm. Tersi bir durum olursa bağım kopacak, bir boşluk oluşacak ve çok istekli olmasam da dağılmamış, kararsız bir kafayla uykuya gideceğim, biliyorum.

Filtre kahvem koyu ve hazır.

Mısır kupam kucağımda...

O halde film başlayabilir.


Enfes bir açılış sahnesi, müthiş bir koşturmaca ve dünyadan kopup filmin göbeğine konma. Bond filmleri tadında ancak çağının gereklerini de yerine getiren, masalımsı bir rüya sanki. Oyunculara bayılmış durumdayım, enfes bir kadın ajanlar ortaklaşması. Operasyon coğrafyaları turistik bir gezi... Aksiyon ritmi nefes almayı bile unutturuyor. Müzikler şahane, mücadele zorlu, seyirci soluksuz; tümüyle ekrandan yansıyan dünyaya ışınlanmış durumda ve tüm hücreleri ile filmin içinde.

Kadın ortaklaşması muhteşem, erkekler tarafı kaypak, ters köşeler bol, soluklar kesik, mesajları olsa da filmin, değersiz...

Ama dünyadan kopmak için, ve yenilmiş erkekler görmek açısından da, alınmış bir intikam tadı vereceği kesin...

Mesela memleketin herhangi köşesinden bir abla erkeğinden intikam almışçasına sevinebilir, ajan ablaları kahramanı yapıp ellerinize sağlık diyerek, kadının gücü manasında da kendine pay çıkarıp gülümseyebilir! Velhasıl-ı kelâm hoşça vakit geçirirken zihnindeki gündelik zehirleri bir süreliğine de olsa elektirikli süpürge gibi çekerek oluşturacağı boşluğa, serotonin yükleyeceği kesin bir film... diye düşünmekle birlikte, şiddetle öneririm yerine keyfinize kalmış demeyi daha uygun buluyorum.

An itibariyle kanapede, elimde kumanda bir kararsızlık içindeyim. Gitsem mi kalıp bir film daha izlesem mi?

Sorum bu.

Derken kararım netleşiyor ve film arıyorum. İşte bu! Azmin zaferi! Pandemi öncesinde izlemediğim ama kendisine bayıldığım yönetmen Luc Besson'un son filmi: 2019 yapımı Anna! Üstelik Helen Mirren ile başrolü paylaşan enfes bir Rus genç kadın: Sasha Luss!

Daha ne olsun!

Sakin bir başlangıç. Ben baştan gittim. Çünkü an itibariyle Rusya'dayız. Henüz Anna olduğunu bilmediğimiz genç kadın Moskova'da bir pazar yerindeki minik bir dükkânda oyuncak bebekler satıyor. Bir yabancı yanaşıyor ve bir teklif yapıyor ve sonrasında Paris. Film bir anda geri dönüyor ve biz ne oluyor derken Moskova'da müthiş bir aksiyonlar sahnesi; o dönemdeki -eski- Anna'yı tanıyorken, aksiyon sahnelerinin muhteşemliğine bayılıyoruz. Filmin başlangıçdaki geri dönüşlerini yadırgayıp oluşturduğumuz sorulardan pek bir bilgi alamasak da, sonrasında Luc Usta, yanıtları ilmek ilmek örüyor. Karaktere bayılıyorum ve iddia ediyorum ki filmi izleyecek herkes bayılacak.

Ve filmi soluk alamadan izlemek zorunda kalan kişiler, sürekli ters köşelere yatacak.

Ve final sahnelerinde üst üste şaşıracak ve "Vay be!" nidasını dillerinin ucundan sık sık çıkaracak.


Ve son bölümde şaşkınlıktan başlar fırdönecek; başlar dönerken izleyicinin ruh halleri değişecek; sürprizler üst üste gelecek; çoklukla ne filmdi be denecek...

Sonrasında oyunculara, yönetmene, filme emeği geçen herkese helâl olsun deyip, fırdönmekten biçare olmuş ruhlarının hangi halleriyle final yapacağını yaşayarak görecekler. Kim bilir, belki de bu yazının gazıyla filmi izleyenlerin bir kısmı "Bu muydu şimdi?!" bir kısmı da bu blogda bu filmle rastlaştıkları için "İyi ki!" diyecekler.

Filmin müzikleri harika, klasik müziğin çok popüler örneklerinin bu film özelindeki yorumları etkileyici...

Ve son çıkışta diyor ki bu yazıyı yazan: Okurlarımızın önemli bir kısmının bu filmden büyük keyif alacağı kesin!

Kalın sağlıcakla...




15 Mayıs 2023 Pazartesi

Baharı Bekleyen Kumrular

Son seçimde bile seçime katılan sol partiler olarak toplamda neredeyse %50'ye varan oy almak, ama iktidar olamamak?!

Tam da bizim ülkemize özgü bir durum. Hani desem baraj gibi engelleri olmayan bir ülke, eyvallah.

Oysa kendi ilkelerimiz temelinde ortaklaşmak varken, tırsmak ve defalarca denenmiş olmasına rağmen,

sağa rampa olmak.

Komik...

Çok komik.

Oysa asgari müşterek denen bir gerçek var sol terminolojide. Ama muhteşem de bir engel var.

Küçük olsun ama "ennn benim" olsun.

Hepimiz aynı kitapları okuyoruz neredeyse; sosyal demokratından en uçtaki Marksist-Leninist'ine, Enver Hoca'cıdan Mao'cusuna kadar.

Ama nedense "en çok ben bilirim," iddiasından kurtulup da bir asgari müşterekte buluşamıyoruz.

Ama ne yapıyoruz?

Sağa rampa ediyor, onların bir kısmı ile işbirliği yapıyor, talepleri ile ortaklaşıyor ve umut ediyoruz.

Sonuç?

Hüsran!



Şaşırıyor muyum?

Hayır.

Kapitalizmin dayatmalarına karşı olup, sosyal demokrasiye yakın durup, sana yakın düşünenlerle aynı çatı altında ortaklaşmayan, küçük olsun ama benim olsun tavrı?!

Enn ben bilirim üzerinden ayrışma ve bir sürü saçmalık.

Yıllardır tüy biter dilimde.

Aslında biter di...

anladım ki bir türlü muhteşem abilerin egolarını aşıp akıllarına giremeyeceğim,

vazgeçtim.

Solcuyum diyorsan solculuğunu bileceksin; dik duracak, gerektiğinde asgari müşterekte buluşacak, ilkelerinden vazgeçen hep sen olmayacak ama ideolojik akrabalıklarından da çekinerek ve kapı arkalarında fısıldaşarak, uzak durmayacaksın.

Çabalayacak, tırsmayacak, hep sağa selam çakmayacak, direneceksin.

Ve son seçime bakıp bir kez daha düşüneceksin;

cumhurbaşkanı adayımız %50'yi zorlarken ve biz -solun tüm renkleri- ayrışa ayrışa çoğalırken neden hep aynı hüsranı yaşıyoruz diyecek,

ve sorgulayacaksın!

13 Mayıs 2023 Cumartesi

Meydan Bana Bir Şey Fısıldadı

 "Bu halk anlamıyor," diye kaptan köşklerinden laf sallayıp halkı bilmez sayanlara, faturayı hep ona kesenlere bakıp, şunları aklımdan geçiriyordum: ''Bu ülkede faşizmin hiç olmadığı kadar dorukta olduğu, oligarşinin güçlü, iletişim teknolojilerinin bugüne göre taş devri yıllarında bu beğenmediğiniz halk; bütün cephelere, ittifaklara, baskılara, tarihin en faşist generallerine rağmen sevdiğim partiye %42 oy verdi. Hem de ağırlıkla şimdi birilerinin oy deposu olan varoşlardan, toprak ağalarının diyarlarından, fabrikalardan, madenlerden... Ve o dönemde bütün fraksiyoner farklılıklara, görüş ayrılıklarına rağmen hep birlikte o partinin miting alanlarındaydık, sokaklardaydık, dağlara taşlara yazmaktaydık. Birisi bunu başarmıştı."

Oyumu mu Kullandım Yoksa Birileri Beni mi Kullandı


Çok uzun yıllar sonra miting için evden çıkıyorum. Bir yanım görmüş geçirmiş bir soğukkanlılık içinde ama bir yanım var ki yaş 17. O çocuk dün trene atlıyor ki ilk bingo, partizanlığın ve engel yaratmanın dibi. Tren ücretli! Oysa daha bir kaç gün önce kartımı okuttuğumda kırmızı yanmış, olayı kavrayamamış ve görevliye arızalı mı diye sormuştum. Aldığım yanıt bedava olduğuydu; çünkü birisinin mitingi vardı. Aynı bedavalık hali Teknofest'de de kullanılmıştı. Oysa dün ödeyerek geçiyorduk turnikelerden. Bizim vergilerimizden, ödediğimiz doğal gaz ve su paralarından maaş ve gelir elde eden belediye aynı şehrin insanlarını düşman muammelesi gibi bir ucuzlukla ve cahilce bir tavırla engelleyeceğini sanarak bu kez bedava yapmamıştı ulaşımı. Peki bir şeye yaradı mı? Tüm hayatım boyunca izlediğim mitinglerin en kalabalığı, en renklisi, yaş skalası en genişi ve coşkulusuydu. Her renkten insan vardı ve hiçbiri de meraktan orada değildi. Gecikmeye rağmen bir Allahın kulu bariyerle çevrilmiş alanı geçtim, onun dışında kalan yerleri bile terk etmedi. Müthiş bir ortaklaşmaydı. Kimin kim olduğu kimsenin derdi değildi. Halka her zaman güvenmiş bir insan olarak en umutsuz dönemlerde bile üstteki cümleleri kurmuş ben altını çiziyorum ki insanımızın çoğunluğu iyi ile kötüyü ayırmayı biliyor, cinsiyetçi bir tavrı yok ama -kötülerin kurduğu ve asla vazgeçemedikleri - şu ucube seçim sistemi yıllardır bizi mahvediyor. Bu seçim o duvarların yıkılacağını da gösteriyor. Belki kötüler kötülüklerini bir kez daha deneyecekler; belki yapacaklar ama kesin olan şu ki artık karşılarında o Türkiye yok. Halkın da birbiriyle derdi yok. Giyim kuşam meselesi ise unutulmuş bir kâbus.

Bana günün yıldızı kimdi derseniz. Başı dimdik, makyajını yapmış, kendine güveni dorukta, pırıl pırıl miting alanına yürüyen ve sadece altını çizmek için kullanacağım ifade ile LGBT+ kardeşimizdi. Ama daha önemlisi meydandaki hiçbir bakışın yadırgayıcı ve ötekileştirici olmamasıydı.

Gençler ve kadınlarsa başrolü paylaşıyorlardı.


12 Mayıs 2023 Cuma

Cuma Baharında Mitinge Giden Adam

Yani durum normal, ben aptal aptal gülüyorum an itibariyle. Zaten bu ara yolda yürürken, bir yerde otururken, alışveriş yaparken yoldan gelip geçen herkese iyi geliyorum, eminim. Ne de olsa insanların birbirlerine selam verip gülmediği bir ülkede yaşıyorlar ve en azından aklından geçenlerin, okuduğu satırların, hayalini kurduğu mekânlar ve bazı hinliklerin tadıyla baktığı yerin farkında olmadan gülümseyen bir şaşkının, -kendilerine- gülümsediğini sanıyorlar.

9 Mayıs 2023 Salı

15. Yıl Özel Sayı-Ekstra



Aksiyonlu Günler-Bomba



İlk yayın Ocak 2009


O gün de her zamanki saatte uyanmıştım. Genelde yola çıkılmasına on dakika kala uyanma tercihimden dolayı kahvaltı masasına oturma hakkımı kullanmaz, buna karşılık annemin yaptığı sandviçi, keki, poğaçayı arabada yol boyu tüketmeyi severdim.

Evimiz şehrin dışında olduğundan köyde yaşayan kentli gibiydik, bu çok hoşumuza giderdi. Her sabah okula giderken ve dönerkenki mesafe yüzünden sohbetler çok keyifli olurdu.

Gerçi akşam dönüşleri genelde birlikte olamıyordu; kız kardeşin çıkış saati onlar tam gün okuduklarından daha farklıydı. Ben sabahçı olduğum dönemlerde, öğlen çıkışlarında ya minibüsle ya da belediye otobüsleri ile dönüyordum. Aslında, benim okulum daha erken başladığı için, genelde bize komşu bir kamu kurumunun sabahki öğrenci servisi ile giderdim. Kız kardeşim de okul saati uygun düştüğünden, babamla giderdi. Özellikle kışın o servisle gitmek çok eğlenceli olurdu: Eski bir Unimog'dan bozma servis aracı soğuk yüzünden çalışmaz, şoför motora eter sıkar, o yine çalışmaz ve sonuçta serviste araba kullanmayı bilen tek kişi olarak ben kurumun Dodge pikabının direksiyonuna geçer, onu otobüsle tampon tampona getirip iteklemeye başlardım. Bir süre sonra yeteri hıza gelindiğinde ben Dodge'u durdurur, çakma otobüsü de şoförü yeteri hıza geldiği için debriyajdan ayağını hızla çekerek, şoför lugatındaki tanımıyla, vurdurarak çalıştırırdı. Ben, bir kahraman gibi beni bekleyen otobüse, özellikle şamatacı ufaklıkların alkış ve tezahüratlarıyla girer, gururdan havalanmış yüzünde mutlu tebessümle kitap ve defterlerimi bana uzatan kızın yanına otururdum.

Muhtemelen o gün birinci dersi kaynattığım için, ben de baba kız kardeş ikilisine katıldım. Benim okulum daha önde olduğundan, bir de kız kardeşin vakti olduğu için önce benim şanlı liseme geldik. Lisemin önüne bir geldik ki ortalık karışık; kaldırımda toplanmış insan kalabalığı sabit gözlerle, başlar havada, aynı noktaya bakıp birbirlerine olay yerinden canlı yorum halindeler; etraf, polis ve asker kaynıyor.

Aslında, o dönemler için olağan sayılabilecek görüntüler olduğundan, çok da umursamadan okulun kapısının karşısında durdu babam. Ama belli ki çok önemli bir görevde ve anda olduğunun farkındaki asker; telaşlı, sorumlu ve kendini fazlasıyla önemser bir edayla işaretler ediyordu bize, ''Devam edin!''

Babamın ''Nooluyoki, çocuğu bırakıp gideceğim''ine; bu ânı, bu gücü, bu heybeti bir daha yakalayamayacağını bilen asker; kendini donatan yetkilerin zevkiyle bir kez daha ve sert bir ifadeyle karşılık verdi: ''Devam et!'' Tabii o bunu yaparken, hep sonuç aldığını bildiği için bizim de aynı refleksle tırsıyacağımızı düşündü. Oysa, Allah'ın takdir-i ilahisi işte, genetik kodlarımızın içine sıkıştırdığı bir özelliğimiz hemen ortaya çıktı: Sana dik yapana sen daha dik ol. Babam bu diklikle iki kelâm edince, o heybetli askerin süngüsü düştü, cümleler nazikleşerek durum rapor edildi hemen: ''Beyefendi binaya bombalı pankart asmışlar, lütfen güvenliğiniz için ilerde durun.'' Bu nazik hali tabii ki reddedemezdik, o nazikleşmese biz orada kalır, bombanın vereceği bütün hasara da razı gelebilirdik; zor kullanıp bizi paket etmedikleri sürece...

Kız kardeşin okula geç kalma olasılığı yüzünden babam "Senin bu olayla bir ilişkin var," bakışının dışında fazla söz söyleyemese de, bakışlarına yüklenmiş ifade tüm soruları ve duyguları listeleyip arabadan inmekte olan benim elime tutuşturdu zaten.

Aslında babamın bilmediği şey şu idi: Bu, benim için bile yepyeni bir durumdu. Gerçi kafamı kaldırıp baktığımda pankartı tanımıştım, kendisiyle bir kaç gün önce yan yana kucak kucağa sözcük alış verişinde bulunmuştuk. Ama altında bağlı bomba, benim için de çok büyük sürpriz olmuştu. Tarihsel bir olaya tanıklık ettiğimin de farkındaydım; ve bu tarihsel olayda benim de izim vardı. Ne güzel bir duyguydu o ahh!..

Bu, kentimizi şereflendiren ve kentimize asılan ilk bombalı pankarttı. Orada bulunan halkımız, diğer büyük kentler kategorisine yükselmiş olmanın keyfinde, merakında ve kendilerini gerçekten onlar sınıfında hissetmenin mutluluğundaydı. Keyiflenmiştim; gururlu, heyecanlı ve bir an öncenin adımlarıyla sınıfa geldim. Hocanın: ''O,oo hoş geldiniz, gözümüz yollardaydı,'' cümlesine bir günaydın ve tebessüm atarak sırama oturdum. Sıra arkadaşım; o pankartın oluşumunda ve oraya asılmasında payı olan, darbeyle birlikte sadece yerini benim ve dışımdaki iki kişinin bildiği uzun bir firar döneminin ardından yakalanıp ''neşeli'' bir işkenceden sonra hayata yollanmış biridir. Sıraya oturur oturmaz yüzümdeki tebessüme tebessümle karşılık verince, yüzünün ifadelerinden durumun özetini aldım ve sordum: ''Oğlum bomba ne iş?''

''Bomba işte oğlum!'' yanıtının altındaki her şeyi seziyordum. Bütün olasılıklar aklımın içinde kuyruktaydı ve tek tek gözden geçiriyordum. Elimizde o anlamda bir bomba olmadığını; o güne kadar değil bomba, tabancaya, mermiye bile uzaktan bakan insanlar olduğumuzdan elimizde bomba olsa bile; ona da çok uzaktan bakacağımızı, vereceği zararın hem tarzımız hem de insan olarak aklımızın ucundan bile geçmeyeceğini biliyordum. Hatta ikinci karakterlerimiz ortaya çıksa bile bu na mümkün bir şeydi. Her birimizin her hali mercek altına alınsa, onların her birinden ayrı ayrı yola çıkılsa, gelinecek yer hep aynı cümle olacaktı: ''Bunlar bu haltı yiyemez .''

Gözlerimizle gerekli iletişimi kurup yeteri kadar önsöz oluşturduktan sonra ''Ne iş bu? Nasıl yaptınız?'' diye tekrar sordum. Gelen yanıt çok gevrek bir gülüşe yüklenmiş ''Zor olmadı, çok kolay yaptık.'' olunca, zaten gerekli kodları ayıklamaya ayarlanmış beynim durumu tam göbeğinden yakaladı doğal olarak.

Benim ne anlatırsa yeme pozisyonuna konumlanmış aklım biraz daha sorduktan sonra, o da anlayınca benim de onu sardığımı, başladı anlatmaya: ''Oğlum aslında çok kolay oldu her şey; sadece bombayı elde etmek için bekçiyle biraz cebelleşmek zorunda kaldık ve bir paket sigaraya patladı bu iş. Aslında pankartı sadece pankart olarak asacaktık. Sonra sen zamanı olmayan zamansız bir yerindensin ömrünün dedi ki: ''Bunu bombalı yapalım, en azından daha dikkat çeker ve daha uzun süre kalır orada...'' Biz bombayı nereden bulacağız, nasıl bağlayacağız, düzenek müzenek anlayanımız yok, bulsak bomba zaten elimizde patlar tarihe salak olarak geçeriz... falan diye konuşurken; o, ''çok kolay'' dedi, sakin yeşil gözleriyle kısık kısık gülerek...

"Verince reçeteyi ve düşününce biraz; bir anda başarının kapımızın eşiğinde olduğunu hissederek ve o güzel tadını duyumsayarak; yaşasın, bizim de bombalı pankartımız olacak sevinciyle hemen marşlar söylemeye başladık. Bu kısa kutlamanın ardından hemen inşaata koştuk ve bahsettiğim gibi bekçiden bombayı aldık. Sonra, birimiz eve koşturup büyükçe bir kavanoz getirdi. Bir büyük yassı pil, üç beş farklı renkte kablo ve bir küçük kırmızı ampulle tüm malzemeleri tamamlayıp işe koyulduk.

Önce, inşaatın bekçisinden aldığımız bombayı küçük ve düzgün parçalara ayırarak yaklaşık on santim boyunda ve beş santim eninde üç tane lokum elde ettik, bunların uçlarına her birine farklı renkte telefon ahizesindekiler gibi kıvrım kıvrım yaptığımız kabloları bağladık, sonra onları yassı pile yapıştırdık. Pilin kutuplarından çektiğimiz iki küçük kabloya da kırmızı ışığı takıp bombamızı hazır ve çalışır hale getirdik.

Sonra, okulun karşısındaki bina henüz inşaat halinde olduğundan kimseye zararı olmayacağını düşünerek bombanın miktarı ve patlamanın şiddeti konusundaki tereddütlerimizi de sildik aklımızdan... Son bir toplantının ardından bütün olumsuz olasılıklar silinmiş bir şekilde gece 11 civarında olay yerine geldik. Aşağıda iki gözcü bırakıp sen zamanı olmayan zamansız bir yerindensin ömrünün'le yukarı çıkıp pankartı oraya güzelce bağladık. Bombayı da dışarıdan görünecek şekilde sarkıttık.''

Bizim sınıf arka tarafa baktığı için o an olup bitenden haberdar değildik; ama cadde tarafı sınıfların okulun bahçesindeki ağaçları göz önüne aldığımızda, özellikle üst kattakilerin şanslı olduğunu biliyorduk. Teneffüs ziliyle okul bahçeye yığılıp olayı izlemeye başladı.

Polis bir yandan kalabalıkla uğraşırken, bir yandan başına ilk kez gelen ve eğitimsiz olduğu bu konuda elinden geleni yapmaya çalışıyordu. Bugünkü gibi bomba uzmanları henüz her ilde ilçe de konuşlanmadığından ve yeterli sayıda olmadıkları için, bombalar konusunda reytingi yüksek bir ilden ya da ilçeden uzman bekleniyordu sanırım. Zilin çalmasının ardından sınıflarımıza döndük.

Öğleden sonra, okul çıkışında, bombanın katında polisleri gördük; pankartımızın iplerini kesiyorlardı. Pankart, polis eline düşmenin gururu ve görevini yapmış olmanın mutluluğu ile ağzında sloganlar, elinde zafer işareti, sesini kısmaya çalışan polislere inatla direnerek ve hepimizin ortak zaferine gülerek aşağı indirildi. Alkışlar eşliğinde bindirildiği polis aracından bir kahraman edasıyla son kez dönüp bize göz kırparak el salladı.

Yüzlerimizde iyi bir iş başarmanın, tüm fraksiyonları kıskandıracak bir eyleme imza atmış olmanın haklı gururuyla ve tebessümle ona bakarken, yanımıza gelen sen zamanı olmayan zamansız bir yerindensin ömrümün'e gülerek tebriklerimi yollayıp fırsatın ganimetinden yararlanarak ellerini avuçlarıma aldım. Biz üç arkadaş gülerek ve keyifle yürürken, arkamızdan yükselen müzikle birlikte perdeye "son" yazısı yansıdı. Hayatın ışıkları yandı. İzleyiciler usul usul olay mahallini terk ederken, perdeye şu yazılar düşmekteydi:


Sen zamanı olmayan zamansız bir yerindensin ömrümün: Bu olaydan sonra üniversite için bir büyük kente gitti. Hep karşı durduğu sistemin içinde görev aldı. Kariyerinde doruk yaptı. Önceki yıl doç pikapla çakma otobüsü iten çocukla bir yemek yediler. Zaman zaman görüşmekteler.

Sıra arkadaşı: Bir süre içerde yatıp çıktı. Doç pikapla çakma otobüsü iten çocukla yıllar sonra yolları aynı meslekte kesişti. Çocuğun zaten o işi yapacağı alnına yazılmıştı. Ama ötekinin ki büyük bir sürprizdi. Zaman zaman görüşüyorlar.

İnşaatın bekçisi: İlk işini bir sigara karşılığı olarak yaptıktan sonra inşaatın malzemelerini para karşılığı satarak elde ettiği sermaye ile silah işine girdi çok zengin oldu inşaatlar yaptı, şimdi öteki dünyada hesap vermekte.

Bomba: İnşaattan alınıp bölünen kiremidin her parçasının bir eğe yardımı ile düzeltilmesinden elde edilmişti. Yani bomba sanılan şey dinamit görünümlü kiremit parçasıydı efendim: Ama bu gerçeği kimse kimseye söylemeyerek; iki tarafta, yani hem polisler hem pankartı asanlar; hem bulundukları camialarda popülaritelerini artırdılar, hem de kahramanlıklarını tarihe yazdırdılar.

Sen Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindensin Ömrümün Neyleyim Benle Unutulmaz Bir Akşam?

7 Mayıs 2023 Pazar

Ne Desem Bilemedim

Perşembe günü önce, telefonla halledeceğim ilaç yazdırma olayını işe çevirdim ve trene atlayıp şehire gittim.

Hava muhteşemdi, gömleğin kollarını kıvırdım.

Oğuz yoktu, yerine bakana yazdırdım.

Eczanede çocuklarla iki lafın belini kırdıktan sonra istikametimi pastaneye çevirmiştim ki yıllardır aynı yerdeki oto lastikçisi abiyle rastlaşınca onunla da lafladım. Ve sallana sallana yürüyüp varınca önüne, Hammur'un kapısından içeri süzüldüm lakin her zamanki ablanın yerinde mekânın sahibi olduğunu düşündüğüm bir hanımefendi vardı.

Pastalarımı seçip, böreği eksik bırakmayıp, fincan çayı da söyleyerek bahçeye geçtim fakat Engüç ile Mengüç yerlerinde yoklardı! O sırada her zaman güler yüzlü abla elinde tabaklar ve çay ile geldi ki kuşlar yuvadan uçmuşlardı.

Ama geçen gün anne ile Engüç bir teşekkür ziyaretinde bulunmuşlar.

Ben de işi asıp kendimi şımartmaya karar vermekle kalmayıp, Hakan'a doğru yol alırken, geçmişin izlerini dolaştım. Artık Olgunlaşma Enstitüsü olan Atatürk Ortaokulu'nun bizim lisenin kapalı salonuna komşu olan yüksek duvarının önünde durdum ve o sırada geçmiş yanımda bitiverdi. Sevgilim İzmirliydi, dersi bitince, koşa koşa okuldan çıkıp o duvarın önüne park ederek motor kaputunun üzerine oturmuş, onu beklemekte olan ve onu görmesiyle ayağa kalkan bana sarılışını izledim. Sonra duvarın köşesinden kıvrıldım, lisenin karşısına geçip iki okulun birlikte fotoğrafını çektim. Bir sürü anı üşüşüverdi. O anıların blogda daha önce yazılmış, tarihsel değeri de olan ikisini 15. Yıl Özel Sayı-Ekstra başlığı ile yayınlamaya karar verdim.


Sonra bizim dilimizde Çiftlik, duvara çakılmışında İstiklal Caddesi yazılı efsane olaylar ve günler yaşadığımız caddede yürümeye başladım. Rama Bar'ın olduğu pasajın önünden geçerken, ona gelmeyeli kaç yıl olduğunu hesaplamaya çalıştım. Bu durumu en sevdiğim kadınla paylaşmayı ve düşünürse onunla gelip, sonradan türeyen mekânlar nedeniyle papucu dama atılmış ama döneminin en popüler lounge'ında bir nostalji yaşamayı hayal ettim.


Elbette onla da yetinmedim. Çocukluğumun evine ve mahallesine yanaşınca caddeden bir arka sokağa kıvrıldım, sokakta bir briç kulübü açılmış olmasına sevindim. Parke taşların yerine döşenmiş kare taşları sevdim. Mihri geldi gözümün önüne, onu kırdığıma bir kez daha üzüldüm. Sonra Hakan'a uğradım. Biraz siyaset konuştuk, abisinin konusunu açması ile biraz İzmirlimden söz ettik ki bu tatlı ve taze öğretmen Hakan'ın abisinin dersine giriyordu ve elbette İngilizce'den çakmakta olan ortaokul öğrencisi Zeki'yi torpillemiştik.


Okulların fotoğrafını çekerken sırtımı verdiğim bina kişisel tarihimin yanı sıra, şehrin tarihi açısından da çok önemliydi. 1976-77'lerin tıfıl gözükaralığında imza attığımız ve blogda yazdığım bir eyleme geri dönmekle kalmadım; Sen Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindesin Ömrümün Neyleyim Ben'i de andım ki bu da aslında yukarıda bahsettiğim yazıyı yeniden paylaşmak adına gazı veren olaydı.

Eve dönüp, ekranı açıp piyasalara göz attıktan bir süre sonra son günü olan film için yola düştüm ki Rabbim başımızdan eksik etsin reisimiz miting nedeniyle şehrimizde olduğu için tren bedavaydı!

Biletimi alırken mısır satmaya çalışan görevliye, promosyon kodumu gösterdim ve orta boy mısırımı aldım. Üstelik ben oradayken yeni patlattı ve hem sıcak hem de her beleş mal gibi yine baldan tatlıydı mısırlar...

O sırada bir abi daha filme bilet almak istiyordu. Yalnız abi ile bu film arasında bir bağ kurmak zordu.

Elbette çaktım ben köfteyi!

Abiyi filme çeken Sibel Kekili'ydi. Ya bilet fiyatından ya da umduğunu bulamayacağını anladığından ya da anlatıldığından kaynaklı olarak salonda yoktu. Film başlangıçta Kurak Günler'le benzerlikleri yüzünden pek açmadı beni ki Sevgili Filmgündemi'nin yazısında bu durumun altı çizilmişti. Buna ek olarak da Sekiz Dağ'daki doğa ve dağlar bolluğu da bu film konusunda bendeki dedikoducu uyaranları harekete geçirmedi değil; lakin sonra sakin sakin düşününce ve kendimi ukala sinemasever modundan sıyırıp sadeleştirince iyi filmdi be noktasına geliverdim. En büyük salondaki filmi tek başıma seyrettim ve süreç içinde eleştirel baksam da filme, sonuçta karar verdim ki sıkı ve güzeldi. İki oyuncuyu öne çıkardım; Cem Yiğit Üzümoğlu ve Pınar Deniz. Diğer filmlerden ortaklaşan sahneleri zihnimden silip attım ve sonuçta seyrettiğim iyi bir filmdi noktasını netleştirdim... ve de enn sevdiğim kadınla da film üzerine konuşunca, evet iyi filmdi noktasında saadete erdim.


Bu sabah uyanınca hava beni dürttü, uzun zamandır gitmediğim Sürmene Pidesi'ne doğru yol alırken buldum kendimi. Masama gelen yine muhteşem bir şeydi. Peynir hımmmmmm... küçük bir göl halindeki tereyağı muhteşem; çıtır ve ince bir hamur, ilk dokunuşta patlayan yumurta ve hımmmm... hımmmm... hımmmm... sesleri eksilmeyen lokmalar!

Ellerine sağlık ustam, muhteşemdi nidalarının ardından Lozan Caddesi, bir marketten kola ve sokak aralarının tadı eşliğinde yolu uzatarak anıların zihinden akmasına yol verip tatlarını çıkararak ve sahilden değil de başka diyarlardan eve doğru yol alırken; akıp giden zamandan izleri bugüne taşımaya devamla, yıllardır oyumuzu kullandığımız okulun kenarından geçip denize ve eve doğru yavaş adımlarla yürürken minik ve sevimli manavdan içeri daldım; çünkü Starking elmalar beni çağırıyordu.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP