26 Şubat 2023 Pazar

Galiba Bir Masaldı!

Malesef öyle... ancak bu yorumun daha önce üzerine hiç düşünmediğim bir hikâye verdi bana; bu yazıdaki son fotoğrafla ilgili olarak... Bir ara o fotoğrafı kullanarak yazacağım bunu.

Diyerek yanıtlıyorum Sevgili Kitapkeşfi'nin Bir Masaldı Galiba! başlıklı yazıya yaptığı yorumunu; ve öylesine çekilmiş bir fotoğraf bir ânda başka bir boyut kazanıyor. Zihnimde olasılıklar cirit atıyor. Hayal dünyasının ucu bucağı yok sonuçta. Fotoğraftaki Peri Kız'ın ve o ânda onunla birlikte orada olan diğer kişilerin hepsiyle o gün, o saatte, o ânın içindeyken, onların hiçbirinin bizden haberleri yok. Bunun yanı sıra o kişilerin de bizim için özel bir anlamı yok ancak biz, onların varlıklarını, boylarını boslarını, kılık kıyafetlerini, o ânki sevinç ve heyecanlarını görüyoruz. Bir fikrimiz var mutluluklarına ve heyecanlarını dair, çünkü bunu hissettiriyorlar. Tüm bunlara rağmen 2017 yılındaki o ân için, çok anlamlandırılacak bir durum da yok bizim açımızdan. Bir mezarlığın önündeki bankta; mandalina ağaçlarının altında; dalından kopardığımız mandalinaları tüketirken, bir yandan da bulunduğumuz coğrafyanın tadını çıkarıyor, coğrafyaya bir kez daha gelmenin ve bu kez en azından çok güzel dostlar edindiğimiz Vakıflı'da bir gece geçirmenin hayallerini kuruyoruz.


Dün Sevgili Kitapkeşfi'nin yorumu tetiklemese herhangi bir fotoğraftan öte bir anlam da içermeyecekti bu kare.

Ama şimdi; acaba yaşıyorlar mı diye düşünüyorum. Sonra o ândaki hepimiz açısından bakıyorum olaya. Onlar çok mutlu. Biz de mutluyuz ama çektiğim fotoğrafın o ân için hiç bir değeri, önemi olmadığı gibi o insanlarla duygusal bir bağımız ve tanışıklığımız da yok. Geldikleri arabanın kapıları açık ve yüksek sesle müzik çalıyor. Fotoğrafçı son hazırlıklarında. Birazdan çekimlere başlayacak. Günün özellikle seçildiği anlaşılan saatindeki ışık fotoğraf çekimi için muhteşem.

O mutluluk ânını uzaktan gözlemiş ve havada uçuşan tüm duyguları hissetmiş biri olarak düşünüyorum da; aynı zaman diliminde orada olan ve gelecekten habersiz iki taraftan -onlarla- bir şekilde bağ kurmuş biz tarafında yaşam -sağlıklı- devam ediyorken, bizden habersiz onların hayatlarında muhtemelen yıkımlar var. Bizim tüm geçmişimiz, fotoğraflarımız ve hayatlarımız hâlâ ellerimizdeyken üstelik.

Tüm bu cümleleri kurarken de şimdiki zaman canlanıyor gözlerimde: Varsayalım ve dilerim ki yaşıyordur bu çift; ama deprem nedeniyle fotoğraflar dahil her şey yok olmuş. Ya da fotoğraflarla birlikte kendileri de yok olmuş. Ve tesadüfen, onları tanıyan birileri; Hatay, deprem, Vakıflı falan diye nette arama yaparken fotoğrafı görüyorlar ve eğer yaşıyorlarsa Peri Kız'a ya da bir yakınına diyorlar ki: "Peri Kız'ın bizde olmayan, depremde göçük altlarında yok olan tüm fotoğraflarına rağmen, internette rastladığımız ve bilmediğimiz bir fotoğrafı var."

Ve  o fotoğraf en huzurlu, en coşkulu, en mutlu güne ait. Üstelik  bir eşinin olmayacağı bir açıdan ve epeyi uzaktan çekilmiş... ve üstelik profesyonel fotoğrafçının henüz hazırlık aşamasında olduğu, sevinçle iki basamağını tırmandığın şirin evin çiçeklerine uzanıp kokladığın, o mutlu ânda -meçhul bir kişi tarafından- o âna dair çekilmiş ilk kare.

Nasıl bir duyguyu tetikler ve çok şeyin yitirilmiş olduğu o ânda neler hissettirir, yıkım yaşamış bir insana ya da yakınlarına diye düşünüp duruyorum?


Çekenin notu: Elimdeki makine minik bir Nikon L23'dü, bulunduğumuz nokta ile Peri Kız'ın bulunduğu yer makinenin zum kapasitesine göre uzaktı ki kapasiteyi sonuna kadar kullanmıştım, onun avantajı da fotoğrafı masal tadında bir görselliğe ulaştırması olmuştu. Ama o ânın böyle bir anı olabileceği aklımın ucundan bile geçmemişti...

24 Şubat 2023 Cuma

15. Yıl Özel Sayı-3

Yemekteydik!


Yazının Promosyonu Kievski ve Eggs Florentine Tarifleri






29 Kasım 2008

Yani bu ara kısmetim açık mı desem ne desem, bilmiyorum. Dünün öğleden sonrasının akşama dönmeye başladığı saatlerinde, son günlerde susmak bilmeyen telefonum ''Gözün aydın misafirin var!'' tonunda çalmaya başladı. Sesin sahibiyle telefon üstü hoşbeşten sonra akşam buluşup biraz kaynatalım tonuna bürünen konuşma hiçbir yere kımıldamaya gönlü olmayan ben tarafından ''Akşama gelin,'' şekline bürününce, zaten hazır kıta bekleyen karşının ''Tamam falancayla geliyoruz,'' yanıtıyla son buldu.

Başka bir şehirde mesleğini icra etmekte olan bu arkadaşla, mesleğinin gereği yaz tatillerini burada geçirdiğinden sıklıkla görüşürüz aslında. Bu sefer bayramı raporla birleştirip uzattığı için süreyi, mevsim normallerinin dışına çıkıp da gelivermiş.*

Tek başına muhabbet pek çekilmeyeceğinden, böyle anların can kurtaranı bir başka arkadaşımızı ''Durum bu, hemen geliyorsun,'' diyerek aradım. Kısa bir ayak sürümeden sonra ''Lan keşke o gün öldürselerdi de ömür boyu sana hayır diyemeyecek adam halinde kalmasaydım,'' lafını da sokarak, ''Kulüp toplantım da vardı,'' serzenişini araya sıkıştırırken, aslında, gitmemek için bahaneye baktığı toplantıya gerekçeyi bulmuş olmanın keyfiyle ''Tamam gelirim bir şey lazım mı?'' diyerek telefonu kapattı.

Sonra düşünmeye başladım; ''Ne yemek yapsam?'' diye. Cephanelikteki mühimmata göz atarken menü de şekillenmeye başladı kafamda. Her ne kadar şikayetçi gibi gözüksem de aslında hoşuma gitmişti bu ziyaret. Mutfakta uğraşırken düşünmeyi seven bir yapım olduğu için oyuncağıyla buluşmuş çocuk kıvamına geliverdim hemen.

Hava soğuk olduğundan ofis olarak kullanılan bölümdeki klimayı açıp, odayı dört kişilik bir restoran kıvamına getirdim öncelikle. Sonra, akşam yemeğinin mühimmatını cephanelikten usul usul çıkarmaya başladım. Bir koşu gidip manavdan eksik listemde olan ıspanağı aldım.

Mutfak tezgâhının üzerine kullanacağım tüm malzemeleri ayrı ayrı tabaklara koyup dizdim.

Düşündüğüm menüdeki yemekler bana göre yapımları kolay ve bir akşam yemeği, özelikle sohbetlerle uzayacak davetler için çok uygun.

Sohbetin derin olacağı belli akşam için içecek olarak kimsenin fazla da itiraz etmeyeceği votka ve birayı tercih ettim. Votkayı derin dondurucuya atıp, yeterli miktarda bira olmadığını fark edince, zor anların kurtarıcısını arayıp ''Gelirken bira al, ama sakın abartıp da adamın dükkânını alıp gelme,'' diye ekledim.

Kısa bir süre sonra gelen biraları da dolaba atıp mutfağa daldım. Ön hazırlıkları zaten yaptığım mutfağa girmemle birlikte, beşli çetenin erken uyarı sistemi çalışmaya başladı. Genelde diğerleri olur olmaz her şeye havladıkları için bizim Bitsy havlayana kadar ben popomu kaldırmam. O havladımı kesin yabancı bir madde sınır ihlali yapmıştır derim. Kapının önünde stop eden motor sesine çıkan kurtarıcım konukları içeri alırken, ben de mutfaktan seslenip karşılama törenine ön girişi yaptıktan sonra, mutfak kapısında da sarılıp öpüştüm.

Bu ana gelene kadarki süre içinde, genelde göğüs eti kullanılmasına rağmen daha yağlı ve yumuşak olduğu için tercih ettiğim tavuk butlarının kemiklerinden sıyrılmış ve hiç dağıtılmamış etlerini iyice döverek incelttim. İçe gelecek yüzeylerine kendi tercihim olarak toz karabiber yerine tane karabiberleri ve tuzu döktüm. Çekilmemiş karabiberleri içki tercihim votka ve bira olduğu için kullandım. Eğer roze şarap olsaydı daha az miktarda ve toz karabiber kullanırdım. Sonra, içlerine tereyağı parçacıkları ve dilim kaşar koyup uçları kapalı bohça şeklinde beklemeye bıraktım.

Eggs Florentine için önceden hafifçe haşlayıp sularını sıktığım ıspanakları, tereyağında ölümün eşiğine getirdiğim soğanlar ve yağı daha ısıtmaya başlamadan içine attığım bir iki dış sarımsakla buluşturdum. Karabiber, tuz ekleyip kavurmaya başladım. Bu esnada, bir kızartma kabında ısınmakta olan sıvı yağ kıvama geldiği için, iki uçlarını kapatarak bohça yaptığım etleri önce una, sonra yumurta sarısına, sonra etimekleri döverek elde ettiğim ''galeta'' ununa bulayıp kızgın yağın içinde sıklıkla çevirerek, klasik cümleyi hemen kurayım "altın sarısı bir renk" alana kadar kızartım.

Dışarıda, erik ağacının dibindeki masanın kenarında, soğuğa meydan okuyan bir başkaldırının fuşya çiçeği gecenin yakışıklı lacivertine uyurken usul usul; '' bir ışık vardı / ben ona bakıyordum./ O ışık sallanıyor sanıyordum./ Oysa hemen anladım, Ki ben kımıldanıyordum./'' halindeyken, kavrulmakta olan ama suyunu kaybetmeyen ıspanaklar son aşamaya yaklaştığı için Hindistan cevizi ilave ettim. Az miktarda!

Onun henüz altını kapatma aşamasına gelmeden hollandez sosun yapımına başladım. Sıcak su dolu olan bir kabın içine bir başka kase oturtup -ocağı en kısık haline alıp- suya oturttuğum kabın içine yumurta sarılarını kırdım. Yumuşamış tereyağını usul usul ve sürekli çırparak ilave etmeye başladım. Tuzunu karabiberini atıp, yumurtalar iyice ısındıktan sonra - dikkat edilecek nokta, pişmemesi gerekiyor- çırpmaya devam ederek limonun suyunu ilave ettim. Tüm bunları yaparken de, içine çılbırdaki gibi yumurtalar elde etmek için sirke damlatılmış kaynayan bir başka kaptaki suya yumurtaları dağıtmadan kırdım. Ve ayrıca, dört beş santim boyunda küçük parmak kalınlığında kesilmiş, tabak başına iki tane düşecek şekilde havuç haşladım.

Tüm bu işlemleri hiçbiri diğerinden geri kalmayacak bir ritimle yaparken, aklım da sokak arası meyhanelerden birinde Halka Küpeli'yi hayal ederken; dilimde, ''Uzun bir gün varsa, ve de kısa bir gece../ Başladıktan sonra, bitme'den öncedir./ Kısa bir gün varsa, ve de uzun bir gece../ Bittikten sonra, başlama'dan öncedir./'' dizeleri; büyükçe tabaklara ikişer adet kievski koyup, yanlarına kavurduğum ıspanaklardan yerleştirdim. Ispanağın üzerine, suda içi rafadan kalacak şekilde pişmiş yumurtalardan birer tane, kenarına tavşan kulağı gibi duracak ikişer de havuç koyup üzerine bir iki kaşık hollandez sos döktükten sonra, zaman sorunu yüzünden kızartamadığım parmak patatesler yerine, mikrodalgada ısıtılmış tırtıklı cipsleri ayrı bir tabakta olmak üzere servis ettim.

Müzik çalara Vladamir Vysotsky'nin CD'sini koyup, shot bardaklarla donmak üzere kıvamda votkaları tek yudumda içip, ufacık lokmalar halinde ağıza atılan kievskileri çiğnerken; patlayan karabiberlerin acılığını birayla dindirip, bir sürü güzel şey konuştuğumuz, lise yıllarında gezdiğimiz sohbetin de dibine vurduk. Bet seslerimizin artık hayallerimizde kalmış marşlarını üzerine dondurma koyulmuş çıtır kadayıflarla tükettikten sonra, o küçük hallerimizden çıkıp koca adamlar olarak vedalaşıp; her birimiz, bugünümüze döndük damağımızdaki lezzetlerle.

Masayı olduğu gibi bırakıp bir şişe birayı kaparak odama çıktım. Karşı dağların uykuda ışıklarına bakarak; ''Önce büyük düşündüm./ Sonra büyük büyük yaşadım/ dizeleri dilimin ucunda, Sana söyleyince söyledim sanıyorum./ Söyleyince sana sanıyorum söyledim./ Söyledim sanıyorum söyleyince sana./ Sanıyorum söyledim sana söyleyince/'' şiiriyle uykuya daldım.

Dizeler, Özdemir Asaf'ın Kımıltı, Aşka Gerekli Üç Anlatım, Bir Şeyin Adı ve Dum adlı şiirlerindendir.

*Uzun yıllardır Antakya'da İngilizce öğretmeni, bisiklet federasyonu temsilcisi ve okul müdürü olan, uzun süredir haberleşmediğim, çok faal ve sosyal ve henüz bir haber almadığım lise arkadaşım.

Halka Küpeli ise şu kişidir.

22 Şubat 2023 Çarşamba

Sağaltıcı Üçlü



Ülkeme kışın en karası düşmüşken;

ve ben kitap okumuyor, eğlenceli hiçbir şey izlemiyorken;

altında kaldığım göçükten inatla kalkıyor, yürümeye başlıyor ve yazları tadını çıkardığım soluk alma noktalarımdan birinin verandasında;

kışların en soğuğu bir akşamda,

her zamanki üçlümle birlikte kendimi sağaltıyorum.




18 Şubat 2023 Cumartesi

Uçsuz Bucaksız Bir Akşam

Günlerdir bir enkazın altında geçmişi yaşıyor olmanın ardından, tüm eğlencelerini terk etmiş ben, hayat da devam ediyor ama moduna bir türlü geçemezken, kıyısından köşesinden de olsa piyasaların açılmasıyla birlikte iş hayatına, odağa yerleştirmeden, ilk adımları atıyorum. Öğlenleri yemek için dışarı çıkmanın dışındaki zaman yatak odamda yatağa uzanmış, sırtımı yastıklara yaslamış bir vaziyette bilgisayar ekranında geçiyor. Kitap okumuyor, eğlenceli hiçbir şey izlemiyor, Hatay anılı yazıların içinden pasajlar seçip onları blogda yayınlıyor, arada haberlere göz atıyorum.

Coğrafyaya her dönüşümde ise hayatımıza kattıklarına şükranla birlikte bazı anlarda gözümden süzülen yaşlara da engel olamıyorum.

Etinden et kesilse gözünden tek damla düşmeyecek ben, fena halde şaşkınım.

Ve nasıl bir aşkın içinde olduğumu da -öyle olmasa bile- sanki onu kaybedince anlamış olduğumu fark ediyor ama kendime yine de engel olamıyorum. İşte o sırada içimdeki cevval olaya el koyuyor ve "Hadi sinema!" diyor. Ayaklarım ve ruhum çekimser, kalbim göçük altlarında atıyor, iradem yıkık ancak gerçekçi yanım da hayat devam ediyorda ısrarcı.

Tam bu haller içindeyken Sevgili Okul Arkadaşım'ın yazısının altına tamı tamına şu silkiniş cümlelerini yazıyorum:

"Ben bugün karar verdim, hafta sonu -belki de yarın- sinemaya gideceğim ve hayata sıfırdan başlayacağım. Depremin ilk gününden beri bir odanın içinde bilgisayar kucağımda, piyasalar kapalı olduğu için iş güç de yok, hayat ve ruh gri, öğle üzeri bir şeyler atıştırmak için dışarı çıkıyorum; orada burada biraz laflama, sonra bari hatırlatma aşımı olayım bahanesi ile sağlık ocağı gibi aktiviteler, başka şehirlerdeki arkadaşlarla telefonlaşma falan... Blog dünyası olmasa ve yazmasaydık ne yapardık diyorum bir de... Şaşkınım, bana bir şehir için çok üzüleceksin deseler, hadi ordan derdim Sevgili Okul Arkadaşım, içimize nasıl girmişse insanları ve kendisiyle... Kalbime gözyaşı döktürüyor... Garip!"


*
Günler sonra diyeceğim ama o günler bana yıllar gibi geliyor; istasyona doğru yürüyorum, öğlen yemeğini kasıtlı olarak geciktirdim ve Adem Usta'ya dalıp içinde yeşillik olmayacak sade bir sandviç döner söylüyor ve yiyorum. O ara, ödeme yaparken bankaların hırsızlıklar nedeniyle kredi kartlarını temassız ödemeye kapattıklarını,  kapatmadan sonraki  ilk kullanımda şifre girmeyi zorunlu kıldıklarını, sonrasında da temassız ödemeye açtıklarını öğreniyor ve alkışlıyorum kendilerini.

İstasyon cansız, en yoğun olması gereken saatte tren boş, öğrenci kalabalıkları yok olmuş.

Tren yol aldıkça hayata biraz daha yaklaşıyorum. Sanki kocaman bir göçüğün altından çıkmışım ve hayata biraz da bencilce, yıkılmadım ayaktayım havası atıyorum. Ayaklarım yine bir köpüğün üzerinde uçar adım gidiyorlar. Etraftaki insanlara göz atıyorum; vicdanları kader birliği etmişler ve ruh halleri depremin altından az önce çıkmışlar gibi. Klasik sinema alışverişi için Migros'tayım. Bu saatlerin geleneksel kalabalığından eser yok. Önümdeki anne ve oğul alışverişleri için ödeme yapacaklar; önce oğul teşebbüs ediyor. Yetersiz bakiye! İkinci kartı deniyor; değişen birşey olmuyor ama benim içim cızz. Çünkü aldıklarının toplam ederi iki haneli. Anne çıkarıyor bu kez kartını ama benim de ödüm kopuyor. Ödeme tamamlanıyor ve feraha eriyorum; elbette Saray'a da insanları düşürdükleri bu hal nedeniyle "sevgilerimi" yolluyorum.

Sinema ve yeme içme katındayım, sanki depremde göçük altında yok olmuşuz gibi o da ıssız, yemek alanındaki masalarda tek tük insan. Gişelerin önü de şaşırtıcı, çünkü boş. Bir tek gişe açık! Benim tatlı gişecim beni gördü ve el sallıyor. D-3'ü seçti ve birikmiş bilet puanımı kullanmayı teklif etti, düş diyorum. Sonra biraz sohbet ediyor, biraz da Hatay konuşuyoruz; ülkeyi yönetenlere çakmadan da duramıyoruz elbette. Ben de doğuluyum, diyor, soruyorum neresindensin doğunun diye ve bir an dede baba toprağımızdandır diye düşünüyorum. Batman, diyor ve biraz da doğu konuşuyoruz. Ben salonlara çıkaracak yürüyen merdivenlere doğru ayrılırken o iyi seyirler diliyor.

Biraz terasta oturuyorum. Gece ve şehrin ışıkları acıların üzerini kısmen karartıyor. Fuayede ben dışında Allahın kulu yok. Bir iki salondan film sesleri geliyor, çoğunluğun kapıları açık ve boşlar. Süre yaklaşınca her zamanki salona yürüyorum ve giriyorum; ben dışında ve hemen arka sıramda iki genç adam var ve film sonrası, izlenimim olarak arada çıkarlar diye düşünme ukalalığımı yerle bir ettikleri için şükran duyuyorum kendilerine...




Beklermiş Her Kitap Da Belli Bir Ânı



Depremin ilk gününden itibaren zihnimi gömülü olduğu yerden alıp başka yere taşıma bencilliği ile okunmayı bekleyen kitaplar rafına gidiyorum ve bir kitap çekiyorum, kısalardan... Başlıyorum, biraz devam ediyorum, kitap güzel ama bir türlü beni ruh halimden kopartıp da pışpışlayamıyor; zihnim kanatlanıp her çabalamamda, yine Hatay'a gidip konuyor. Bırakıyorum, bu sefer yeniden yıkık ruh halim baş köşeye kuruluyor. Ve bu anlardan birinde bir ışık yanıyor.

Koşuyorum çalışma odasına, gözüm radar detaycılığında tarıyor okunmayanlar bölümünü. Fakat hayal kırıklığı; aldığımdan eminim oysa! O ara benzer renkli bir kitabı fark ediyorum, o an onu öbür kitap olarak düşündüğümü sanıyorum ve üzülüyorum ki içim dürtüyor beni; onu aldığım konusunda ısrarcı. Yeniden göz atıyorum raflara, sonra en üst sıradaki kitapları yeniden tararken arkada da kitaplar olduğunu fark ediyorum ve bingo! Burası Radyo Şarampol. Üzerindeki tarih 18 Ocak 2021. Hemen alıp yatağıma dönüyorum; gün ışımamış ve sabahın en erkeni. Başlıyorum ve başlamamla birlikte kitap hüüp diye çekip alıyor beni. Artık başka bir dünyadayım; ruhum kitabın içinde bedenim yatakta olsa da... Zihnim fırsat bulsa güne dönecek ama nerede o fırsat.

O nasıl bir üslup, o nasıl güzel betimlemeler, o nasıl güzel cümleler; kelimeler, harfler sadece bir araç, benim gözümde film kareleri gibi akıyor kitap. Bütün karakterlerini sanki hepsini bizzat tanımışım, tüm mekânları gezip görmüşüm gibi anlatmazsam namerdim. Müthiş bir yazarla tanışıyorum: Şükran Yiğit. Bu kadar mı yetenekli olur bir insan diyor başka bir şey diyemiyorum. Ve tüm bu cümleleri çok kolaylıkla yazdığından da adım gibi eminim. Doyamıyorum, elimden bırakamıyorum, bırakıp da karabasan dünya hallerine dönmek istemeyecek kadar da bencilim.


**

Film Başlamak Üzere




Uzun cümleler kuramayacağım film hakkında çünkü aldığım tadı ve yaşadığım uçsuz bucaksız öyküyü anlatmaya yetemeyeceğimi biliyor ve bunu peşinen kabul ediyorum. Penélope Cruz'un performansına bayıldığım gibi canlandırdığı anne ve kadın karakterine de bayılıyorum. Kesinlikle ödüllük bir performans ve "oğlu" rolündeki Andrea'nın oyunculuğuna ve canlandırdığı karaktere hayran olmakla birlikte adın neden işaretli olduğunu anlayacaksınız sevgili okurlar, diyor ve kısa kesiyorum. Altını çizerek ve de iddia ile diyorum ki olağanüstü keyifli bir film yapmış -kendisi de çok özel bir karakter olan- yönetmen Emanuele Crialese ki senaryo yazarlarından biri de aynı zamanda. Meseleyi o kadar incelikli bir mizah da kullanarak o kadar güzel işlemiş ki ve bunu yaparken ve de sevginin yanı sıra kadın nahifliğinin altını çizerken; odun erkek kitlesini de bir erkekle temsil ettirmeyi ihmal etmemiş. Filmin Andrea (Luana Giuliani) dışında iki küçük yaşta çocuk karakteri daha var. İki oyuncu da son derece sahici; ve özellikle küçük kızın performansına dikkat.

Ve 70'li yıllarda geçen 2022 yapımı filmin büyük sürprizi:

Televizyonun Raffaella Carrà ve Patty Pravo şovlu yıllarını hatırlayanlar kesinlikle bayılacaklardır siyah beyaz sahnelere; Türkçelerini de bildikleri şarkılara ve danslara kapılıp bu dünyaya bir Raffaella daha gelmeyeceğinden emin olacaklardır diye düşünüyorken ve Pepsi Max'imin son yudumlarındayken tam da ben... Film bitiyor!



Ama Bu Güzel Gün Güzel Bir Finali Hak Ediyor



Sinemadan alınmış keyif tavanda çıkıyorum salondan. Yürüyen merdiven tabana vardığında sola kıvrılıyor, bir kaç adım atıp el sallayarak iyi akşamlaşıyoruz, gişedeki tatlı kızla. Ancak AVM'nin alt katına inecek yürüyen merdiven arızalı ve asansöre yönlendiriyor güvenlik görevlisi. Bu akşamı AVM'de bir mekânda değil, bizim mahallede çoğaltmak fikrim var.

Trende tam yan koltuğumda bir çift var, genç kızın sırtı bana dönük. Genç adamla bir meseleyi tartışıyorlar. Oğlanın sakız çiğneyen sakin ama baskın tavrı beni ayar ediyor. Benden iki istasyon önce ineceklerini bilmiyorum ve o nedenle dilim frende. Sorun kızın ayakkabı ve çanta seçerkenki kararsızlığı ve oğlanın uzun süre beklemiş olması. Konu durağa kadar bitmeyecek gibi. Mesele özür diledin dilemedin odaklı anlaşıldığı üzere. Bazen gülümsetiyorlar beni. Sonra oğlan gevşiyor, kıza sarılma teşebbüsleri, barış çubuğu hazır, çocuğu sevmeye başladım çünkü hiç gerginlik yaratmadan sabırla dinledi ve kısa cevaplar verdi. Sonunda konuyu kapatacak hamleyi de yaptı. Ama -bazı- kadın kısmı işte! Süngü düşünce, meselesi yani.

İniyorlar,aslında pek tatlılar, oğlana gülümsüyorum.


Üçüncü kez el değiştiren ve yenilenen mahallemizin yeni pastanesinde karar kılmıştım ve süzülüyorum kapıdan içeri. Dipteki masayı gözüme kestirmiş durumdayım; az önce boşalmış ve tatlı bir kız temizliyor. Beni başka bir masaya yönlendirme arzusu var. Sakıncası yok beklerim, diyorum. Girince siparişimi vermiştim. Kitabımı açıyorum. Onun beni esir almasına gönülden razıyım. Yok ediyor içinde yine beni, kaldığım yerden devam ediyorum. Pastam, Ayaspaşa Rus Lokantası'ndaki kadar lezzetli değil; katlarında sorun yok da arasındaki krema ben krem şantiyim diye bağırıyor. Biraz pasta biraz çay derken ve ön masadaki mütahit cenahından deprem bölgesindeki inşaat potansiyeli üzerine elde kağıt kalem ve hesap kitapla fiyatlandırma çabalarını dinlerken; bu güzel akşam için beni yönlendiren iyilik meleklerime selâm çakıp teşekkür etmeyi de ihmal etmiyorum ve eve varır varmaz da bu yazının fotoğraflarını yerleştirip yazımını sabaha bırakıyor, yayımını da saat 17:55'e ayarlıyorum.

17 Şubat 2023 Cuma

Bir Masaldı Galiba!

Başka denizlere benzemeyen deniz çekiyor. Oltaya gelmemek mümkün değil. Güneş, cam altlarındaki fotoğraflar gibi parlatıyor onu. Sırtımız Musa Dağı'nda. Alabildiğine Akdeniz. Ellerimiz mandalina kokulu. Tüm politik yaklaşımların uzağında, tüm tarihsel süreçlerin dışında, bir masal yaşamak istiyoruz. O da buna çağırıyor zira.



Şu karşıdaki ev ne sevimli. Pamuk Prensesle Yedi Cücelerin mi? Çıktığımız yokuş umurumuzda değil. Neden bu kadar çiçekli ve bakımlı olmuyor diğer köyler? Kendi içinde kenetlenmek ve biraz da öksüz hissetmek olabilir mi sebebi? Oyun parkı derin bir yalnızlık. Tüm çocukları eskideymişçesine bir özlem. Huzurlu bir sessizlik. Usul bir rüzgâr.


"Biz varız amaa!" 

Şeniz üstelik!

Birimiz kaydırağın tepesindeyken ve diğerimiz  Akdeniz'e doğru uçarken; göğe doğru uzattığımız dümdüz ve bitişik bacaklarımızla yararak havayı, gittikçe artırıyoruz hızımızı.  Yeşilin, huzurun ve sessizliğin her tonunun tadını çıkarıyoruz bir zaman. İki yaşlı insan çıkıyor o ara yokuşu. Kim bilir kaçıncı kez? Oyun parkıyla masal evin arasındaki yola kıvrılıyorlar.

Selâm veriyorlar.

Selâm veriyoruz.

Sonra... merakla, onların gittiği yolu yol edip yürüyoruz. Bi güzellik bi güzellik ki sormayın.



Hıdırbey'e geçerken -aklımız kalarak- süzdüğümüz bu küçük köyü tavaf etme zamanı.

Önce likörlerin ve şarapların tadına bir bakalım mı?

Yirmi sekiz kadının oluşturduğu kooperatifin ürünleri bunlar. Tabii ki reçeller ve zeytinyağları da... Tezgahtaki kadınlardan daha genç olan İskenderun'dan gelin gelmiş köye. Diğeri eltisi. Tadım yapıyoruz likörlere. Kendi yaptıklarımızdan çok farklı gelmiyor önce. Sonra meyvelerin dalından oluşu çıkıyor öne. Şaraplara dokunuyoruz... Taşıma sorunu... Taş yerinde ağır bir de! Her yere kargo ile gönderiyorlarmış. Alıyoruz kartlarını... Yandaki bina dikkat çekici.  Pansiyonmuş meğerse...  Ah bilseydik keşke! Köyde uyanmak! Hımmmm... Vakıflı'da. Vadiden gelen portakal mandalina kokuları eşliğinde solumak sabahın serinini ve verandasından bakmak Akdeniz'in ötelerine... Misafir olurduk bir akşam yemeğine; Ermeni mutfağı ve yerel şaraplar eşliğinde, koyulturduk bir geceyi mesela. Yapacağız ama. Kesinlikle. Belki bir bağ bozumunda, belki de sadece lezzetleri için yeni bir Hatay turunda.


Kilisenin adını soruyoruz, tadarken likörleri. Sonra manasını. Kilise ile ilgilenen ve sorumlusu hanımefendiye yönlendiriyor bizi, bilmediğini ekleyerek gelin. Bir üstte zaten kilise. Surp Asdvadzadzin Ermeni Kilisesi. Bir kaç kadın kapısının biraz yanındaki bir masada, tam da evin kapısında, sohbetteler. Hanımefendi gülen gözlerle kalkıyor, açıyor kapıyı ve giriyoruz birlikte kiliseye. Pırıl pırıl. Sorularımızı tek tek yanıtlıyor. Sonra -anahtarı bize teslim edip- yalnız bırakıyor. Gönlümüzce para atıp  kumbaraya, alıyoruz mumları. Yakıyor ve gömüyoruz kuma, dileklerimizle birlikte. Bu toprakların genelinde yaşanmış ve yaşanmakta olan acılara dualarımız. Olmasalardıya yok bir faydası elbet, ama geleceğimiz olsun kardeşçe diye.


Kimler geldi kimler geçti köyden merakımız. Giriyoruz mezarlığa. Bazıları taze. Üzerlerinde kırmızı fenerler, ışıyorlar kırmızı camların içinden. Bazılarında aynı aileden 3-5 kişi. Dualarımız hepsine. Olağanüstü huzur veren bir coğrafyada sessiz bir köy Vakıflı; küçük, sakin, ama cansız değil. Peri kızları dolaşıyor içinde. Gözlerimle gördüm desem inanır mısınız?  Yoksa bir masal mı benimkisi?


Mezarlığın hemen yan tarafında, yoldan yüksek bir set üzerinde, bir çeşmenin dibinde bir banka oturuyoruz. Karşımız pansiyon. Tepemizde mandalinalar. Sağ tarafta, uzak tepelerde, peri kızın başının biraz  üstünde rüzgar santralleri. Ne kadar daha rastlayacağız bu coğrafyada. Ne güzel.

İçimizde bir hayıflanma... ve bir derin ukde. Bir gün mutlaka... Hatta,  Hıdırbey'e giderken minibüsün köye doğru döndüğü virajın solunda kalan, ve aklımızı alan, seyir teraslı restoranda içeceğiz bir akşamüstü rakısı. Bu ucundan, Cebelitarık'ı görecekmişçesine bakacağız Akdeniz'e.



Çok Teşekkürler Vakıflı'nın 28 Kooperatifçi Kadını...

Çok Teşekkürler Hanımefendi...

Çok Teşekkürler Bize Göründüğün İçin Peri Kızı...

Ve Bir Kez Daha Çok Teşekkürler İki Güzel Abi...

Görüşmek Üzere...*


*Edindiğim bilgiye göre köyde depremden ölen kimse yok, bir iki ufak hasar var, ancak İki Güzel Abi'den Mehmet Abi Samandağ'da yaşadığından ve ora da yerle bir olduğundan Görüşmek Üzere vurgusu yine soluk... Kooperatifteki kadın sayısı da 32 olmuş.


16 Şubat 2023 Perşembe

Bizi Banka Çakan Genç Adam

Herkesçe kabul gören ve önerilen mekânların fazlası ile farkındayız. Aslolansa onların bize neler fısıldayacakları. Bir ipucu vermeliyim sanki burada, ya da bir sır: Başkalarına benzemek zorunda kalıp özlerini yitirmesinler diye çok hoşlandığımız, büyük aşklar yaşadığımız, kalbimize sokup orada sevdiğimiz, onlara karşı fazlaca korumacı olduğumuz mekânlar vardır bizim; bütün sevgi sözcüklerini içtenlikle kurduran.

İşte bunlardan biri ile büyük bir aşk yaşayacağımızdan henüz haberimiz bile yok.



Çoğu zaman içeride görülen sokak lambalarına aldanıp da sokak sanarak girdiğimiz, daracık sokaklara daracık girişlerle ulaşan ve aynı avluyu paylaşan evler muhteşem. Sakin ve mutlu. Şaşırtıcı derecede güzel mekânlar ve sokaklar barındıran bir mahalle burası. Zenginler Mahallesi.


Her taraftan müzik sesi geliyor ama asla rahatsız edici değiller. Bodrum'un eski zamanlarını çağrıştırır gibi. Bunu konuşuyoruz kendi aramızda. Ama sanki daha özgün ve daha buraya ait bir güzellik bu. Özenli, şık bir mütevazılık ve samimilik hissettiriyorlar. Hepsine tek tek girmek istiyor insan. Çok güzeller gerçekten. Çok ama!


Önünde kalıyoruz mekânın, bira ile ilgili fiyat uygulamaları, ve adına uygun tabelası ilginç geliyor. Mekân da... Göğe Bakma Durağı. Bizi çekti. İlk bakışma etkileyici. Birkaç saat sonra buluşup dost olacağımız ise kesin gibi!



Gecenin Ruhları Dürtüklediği Saatler



Her biri tablo güzelliğindeki evlerin ve mekânların arasından geçerek otele doğru çakırkeyif yürüyoruz. Müzik sesleri gencecik. Gençlikle tarihselin muhteşem tamamlayıcılığına tanıklık ediyoruz. Kıpırdatıyor insanı kaçınılmaz olarak. Solunan hava fazlası ile tahrik edici. Cıvıl cıvıl bir hayat. Rahatsız ve huzursuz edecek hiçbir şey yok. Hani desem ki evinizde bile bu sokaklardaki kadar huzurlu ve güvende hissetmezsiniz kendinizi. İnanın bana. E biz de genciz yahu. Üstelik yalayıp yuttuğumuz bir hayat var. O halde rakı üstü bira mutlak. Biraz daha tereddütün ardından Göğe Bakma Durağı'ndayız.


Üst katta odunların çıtırdadığı bir sevimli sobanın karşısındaki masaya konuşlanıyoruz. İçeri mekânın sahibi ile girmiştik zaten. Biranın yanında, içinde havuç, çubuk kraker ve salatlık turşusu olan sevimli bir tabak geliyor. Müzik şahane. Solist gitarı konuşturuyor. Akorlardan bile duygu akıyor. Bir ufak eleştirimiz de oluyor ki bunun şarkı söyleyişle alakası yok. Mikrofondan bir tık geri dursa keşke, diyoruz. Bas seslerde patlıyor da biraz... İlgimiz ve de övgülerimiz mutlu ediyor mekân sahibi genci. Bunu açıkça da beyan ediyor. Çok seviyoruz burayı. Avludaki masalarından birinde doğum günü var.

Çıkarken kutlayacağız ve o masadan sahneye gelip de muhteşem sesi ile hem gitar çalıp hem söyleyen güzel kızı tebrik edeceğiz.

Ediyoruz.

*


Otele döneceğimiz köşeye yaklaşıyoruz. Bir müzik sesi geliyor ki muhteşem. Önce bir mekândan sanıyoruz ve onu arıyoruz. İçeri gireceğimiz kesin. Yorum muhteşem. Bir mekândan değil.

Bir CD dükkânından olabilir mi?

Oradan da değil. Bu ses trafiğe kapalı caddede. Adımlarımız hızlı. Bulduk. Önce ayakta dinliyoruz, bir süre. Sonra çakılıyoruz banka. Bira bulmalıyız! Her şarkı bitiminde elinizdeyse alkışlamayın. Göz kontağını kurduk. Sesiyle muhteşem oynuyor şarkıcı. Caz'a ne kadar da yatkın. Bir isimle benzeştirdik bazı şarkılardaki tarzını. Bir süre sonra bitiriyor konseri. Yanına gidiyoruz. Enn bayıldığım yol arkadaşım cinsiyetin altını çizerek, Tülay German gibi yorumunuz, diyor. Tebrik ediyor, tokalaşıyoruz. O bilmiyor Tülay German'ı. Hiç dinlememiş. You Tube'dan bulup dinleyeceğini söylüyor. Ritim çalan çocuğu tebrik edip kasalarını da besleyerek, kulağımızdaki enfes lezzetle ayrılıyoruz oradan.

Geceyi bitirmesek mi?



Teşekkürler Göğe Bakma Durağı'nın Genç Patronu ve Kardeşi...

Teşekkürler Güzel Şarkılar Çalıp Söyleyen Öğretmenimiz...

Teşekkürler Güzel Kız ve Arkadaşları...

Teşekkürler Ritim Çalan Çocuk...

Teşekkürler Muhteşem Sesi ve Güzel Şarkılarıyla Bizi Banka Çakan Genç Adam...

Görüşmek üzere...

Seni Asla Unutmayacağız




*


Ve Sen Kadar Sağlam Duracağız!





*Yıkıntı fotoğrafı Haber Expres Gazetesi'inden alıntıdır.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP