Geri dönüp baktığımda özel hayatım kesinlikle böyle. Her şey, çok kere tekrar ettiğim üzere babanın çok biçimsiz bir zamanda ölümüyle başladı. Bir anda iki kardeşin abisi, anne ve babanın çocuğuyken ve özgürlük alanlarım geniş, sorumluluklarım kendimle sınırlıyken babanın yerini de doldurmak zorunda kalmıştım. Tüm hayallerim ve planlarım artık raflardaydı. Hayatımın en uçarı çağında kimseye hesap vermek durumunda değilken, baba önümde bir kalkanken artık sorumluklarımla kendi özel hayatımı bir perdeyle -ben- sınırlamak zorundaydım.
Hiçbir şekilde evlenmeyi düşünmüyordum. İstanbul'da yeni bir iş kuracaktık ve ben orada yaşayacaktım. Evlilik denen müessese benlik değildi. Hayat ne gösterir bilinmezdi fakat fikrim çok seveceğim biriyle birlikte olmak, aynı evi paylaşmak, istenirse de ortak bir kararla en erken kırk-kırkbeş yaşımdan sonra 15 yaşını aşmamış çocuklar evlat edinmek, onlara anne baba olmak ve kocaman bir evde onları yetiştirmekti.
Ve elbette aynı aşkı aynı aşkla sevmek, anne baba sorumluluğunun yanı sıra hayatı olmuşlukla ama hep 17 tadında yaşamaktı.
Ve plan doğal olarak hayatla yapılmış anlaşmanın tek taraflı kararı ve zorunlu olarak bozulmasıyla yırtılıp atılmıştı.
Evlenmem gerekiyordu. Aile büyüklerimizin talebi buydu, daha çok da enn amcamın. Elbette babamın hayali de torunlardı... Babayla bunu halledebilirdim çünkü hesap vereceğim insan oydu ve o da beni iyi tanıyordu. Hiçbir zaman yolumu kesmedi, uyardı ancak müdahil olmadı, sınırlamadı çünkü bana çok güveniyordu. Sonuçta o yok olunca sıfırdan planlar kuruldu. Çok güzel ânları olan ama sonsuza kadar olamayacağı kesin bir evlilik ve yaklaşık 20 yıl sonra elveda. Herkes boyunun ölçüsünü almıştı ve artık müdahale edilebilecek bir yaşta değildim. Ben aynıydım ama özgürdüm. Kendi şehrimden kimseyi istemiyordum. İşim açık denizlerleydi. Bilgisayarla hiç işim olmadığı gibi onun üzerinden iletişim de kurmazdım. İlk iş eve bir bilgisayar aldım. Bloglardan haberim yoktu, messenger ilgimi çekmişti. Çok popüler bir sinema sitesinde film yorumları yazmaya başladım. Sonra alemlerin en siberini keşfettim; ilgimi çekti ve farklı şehirlerden bir çok kadınla arkadaş oldum, ama adım dışında tümüyle ben olarak. Elbette inceden duygusal bir beklenti olduğunu hissediyordum karşı taraflarda ama sınırları aşmıyor, arkadaşlığın altını çiziyordum. Derken 30'lu yaşlarda bir profil fena dikkatimi çekti. Mesaj attım, yanıt aldım. Duyguların arasına karbon koyulmuş gidiydi. Kültürel birikim kaymaklı ekmek kadayıfı olmuştu. Ekran karşısında rakı masaları kuruyor, bazen şarap içiyor, her geçen gün biraz daha biraz daha yaklaşıyorduk birbirimize. Benim beklentilerim yüksek değildi dolayısıyla mesafeler de benim açımdan önemli değildi ve karşımdaki bir çok insana göre tecrübeli olduğum bir saha olmamasına rağmen çabuk kavramıştım. Sonuçta birbirimizi tanıyıp benimseyince ve aşk serpintileri başımızdan aşağı gül yaprakları dökmeye başlayınca o ân için yola çıkma vakti geldi.
**
Tırtıl'la sinemaya gidiyoruz. Ona bir fotoğraf makinesi aldık. O hamburgerini yerken ve ben buz pistindeki bir âna gülümserken beni fotoğraf karesine hapsediyor, birazdan yola çıkacağım. Onu annesine bırakıyorum. Kız kardeşim ve eşi de beni otogara bırakıyorlar.
Keyifli bir yolculuk, o zamanlar otobüs yolculukları acelem yoksa tercihim. Yolun tadını, pencereden akıp giden zamanı zihinden geçenlerle eşleştirmeyi, kendimle konuşmayı, iş yükünden ve geride bırakılmış evlilik sorunlarından uzaklaşmayı, yalnızlaşmayı çok seviyorum. Yol boyu da buluşma ânının tadını hayal ediyorum. Buluşma noktamızsa Mecidiyeköy Profilo AVM'nin önü.
Servisten Ali Sami Yen'de iniyorum. Profilo'yu keserek ve üzerine dondurma koyulmuş vişneli ekmek tatlısı kadını seçmeye çalışarak karşıya geçiyorum. İşte orada, gülümseyerek yanaşıyorum, o beni fark etmedi. İlk fiziksel temas, omuzuna dokunuyorum. Dönüyor ve sarılıyoruz. Ve elim omuzunda, bazen de belinde yürüyoruz. Çenemiz düşmüş vaziyette. Fırına uğrayıp ekmek alıyoruz. Sanırım sanal ilişkinin gerçeğini de çok seviyoruz.
Enfes bir kahvaltı masası. Çok keyifli bir sohbet. Güzel bir genç kadın ve bir sürü ortak nokta ve ânında adapte olunan gerçek hayat. Duş alıyorum ve birlikte uyuyoruz. Dışarıdaki akşam yemeğini erteliyoruz. Elimde akşam için, Yapı Kredi Bankası'nın Gold Kart'ın 10.yılı dolayısıyla gold kart sahipleri için düzenlediği Sezen Aksu Konseri'ne iki kişilik bir davetiye var. Gidiyoruz. Keyifle, çoğu zaman şarkılara eşlik ederek, çok uzun yıllardır birlikteymişiz bir sıcaklıkla konseri izliyoruz. Muhteşem bir tazelik. Gecenin bir vakti konserden çıkıp taksiyle dönerken ani bir kararla Taksim'de iniyoruz. Geceyi kesinlikle uzatmak fikrimiz ve Kaktüs'deyiz. İki bira lütfene iki shot votka ekletiyoruz ve sonra da bunu ikiye katlıyoruz. Deryalar gibi, susuz kalmışçasına, kırk yıllık kahvenin hatırında bir sohbet. Geceyi sarmaş dolaş yürüyor, bir süre sonra bir taksiye atlıyor, paspasın altından anahtarı alıyor ve kendimizi "uykuda" buluyoruz.
Ve gün cumartesi. Dışarıda yemek bir kez daha erteleniyor. Profilo'ya alışverişe o halde. Masa evde kurulacak. Öncesinde onun hastaneye gitmesi gerek; birlikte çıkıyoruz, Cevahir'deki Starbucks'da kahve içiyor, Şişli'ye kadar yürüyor, hastanenin köşesinde vedalaşıyor, sonra tekrar buluşup eve dönüyoruz. Bir kez daha akşam dışarıda yemekten vazgeçip, birlikte, bin bir espriyle marketten alış veriş yapıp, aldığımız şaraplarla kurduğumuz masadaki mum ışıkları, duygular, lakırtılarımız, ve sürekli başa aldığımız El Cordobes romantizminde; inci tanesi sözcüklerimizin içinde yok oluyoruz.
Ve birlikte uyanıyoruz çünkü gün artık pazar. Akşamı ediyoruz ve şimdi Ulusoy'un Okmeydanı yazıhanesinin önündeyiz. Otobüs ekibi tanıdık, çocuklar sırt çantamı alıyorlar, içinde hâlâ sakladığım ve zaman zaman giydiğim, benim için alınmış bir sweetshirt var. Akşamın ruhları dürtükleyen saatlerinde göz göze, gülümseyen sözcüklerle coşkulu, temaslı, çookk keyifli bir veda ânı. O sırada çantasından bir kitap çıkartıyor. Benim için. Sadece alıyorum. Kapağını açmıyorum. Otobüse saklıyorum. Sarılıp vedalaşıyoruz. Otobüs kalkana kadar bekliyor. El sallıyorum, el sallıyor. İstanbul'dan çıkana kadar kitabı açmıyorum. Kafamı pencereye dayıyorum. Akıp giden zamanı baştan alıyor, muhteşem üç günü yeniden yaşıyorum. Elimdeki, henüz okumadığım kitabın ondaki kıymetini biliyorum. Kitabın kadın kahramanın adı onun rumuzuydu ve profilinin sevdiği kitaplar bölümünde tabii ki kitap vardı. Kalbim 17 yaşında, çok coşkulu bir özlem yanaklarımdan süzülüyor. Ayaklarım yerden kesik ruhum kanat çırpıyor. Bir toy çocuk tadıyla uykuya sığınıyorum.
Keyifli bir yolculuk, o zamanlar otobüs yolculukları acelem yoksa tercihim. Yolun tadını, pencereden akıp giden zamanı zihinden geçenlerle eşleştirmeyi, kendimle konuşmayı, iş yükünden ve geride bırakılmış evlilik sorunlarından uzaklaşmayı, yalnızlaşmayı çok seviyorum. Yol boyu da buluşma ânının tadını hayal ediyorum. Buluşma noktamızsa Mecidiyeköy Profilo AVM'nin önü.
Servisten Ali Sami Yen'de iniyorum. Profilo'yu keserek ve üzerine dondurma koyulmuş vişneli ekmek tatlısı kadını seçmeye çalışarak karşıya geçiyorum. İşte orada, gülümseyerek yanaşıyorum, o beni fark etmedi. İlk fiziksel temas, omuzuna dokunuyorum. Dönüyor ve sarılıyoruz. Ve elim omuzunda, bazen de belinde yürüyoruz. Çenemiz düşmüş vaziyette. Fırına uğrayıp ekmek alıyoruz. Sanırım sanal ilişkinin gerçeğini de çok seviyoruz.
Enfes bir kahvaltı masası. Çok keyifli bir sohbet. Güzel bir genç kadın ve bir sürü ortak nokta ve ânında adapte olunan gerçek hayat. Duş alıyorum ve birlikte uyuyoruz. Dışarıdaki akşam yemeğini erteliyoruz. Elimde akşam için, Yapı Kredi Bankası'nın Gold Kart'ın 10.yılı dolayısıyla gold kart sahipleri için düzenlediği Sezen Aksu Konseri'ne iki kişilik bir davetiye var. Gidiyoruz. Keyifle, çoğu zaman şarkılara eşlik ederek, çok uzun yıllardır birlikteymişiz bir sıcaklıkla konseri izliyoruz. Muhteşem bir tazelik. Gecenin bir vakti konserden çıkıp taksiyle dönerken ani bir kararla Taksim'de iniyoruz. Geceyi kesinlikle uzatmak fikrimiz ve Kaktüs'deyiz. İki bira lütfene iki shot votka ekletiyoruz ve sonra da bunu ikiye katlıyoruz. Deryalar gibi, susuz kalmışçasına, kırk yıllık kahvenin hatırında bir sohbet. Geceyi sarmaş dolaş yürüyor, bir süre sonra bir taksiye atlıyor, paspasın altından anahtarı alıyor ve kendimizi "uykuda" buluyoruz.
Ve gün cumartesi. Dışarıda yemek bir kez daha erteleniyor. Profilo'ya alışverişe o halde. Masa evde kurulacak. Öncesinde onun hastaneye gitmesi gerek; birlikte çıkıyoruz, Cevahir'deki Starbucks'da kahve içiyor, Şişli'ye kadar yürüyor, hastanenin köşesinde vedalaşıyor, sonra tekrar buluşup eve dönüyoruz. Bir kez daha akşam dışarıda yemekten vazgeçip, birlikte, bin bir espriyle marketten alış veriş yapıp, aldığımız şaraplarla kurduğumuz masadaki mum ışıkları, duygular, lakırtılarımız, ve sürekli başa aldığımız El Cordobes romantizminde; inci tanesi sözcüklerimizin içinde yok oluyoruz.
Ve birlikte uyanıyoruz çünkü gün artık pazar. Akşamı ediyoruz ve şimdi Ulusoy'un Okmeydanı yazıhanesinin önündeyiz. Otobüs ekibi tanıdık, çocuklar sırt çantamı alıyorlar, içinde hâlâ sakladığım ve zaman zaman giydiğim, benim için alınmış bir sweetshirt var. Akşamın ruhları dürtükleyen saatlerinde göz göze, gülümseyen sözcüklerle coşkulu, temaslı, çookk keyifli bir veda ânı. O sırada çantasından bir kitap çıkartıyor. Benim için. Sadece alıyorum. Kapağını açmıyorum. Otobüse saklıyorum. Sarılıp vedalaşıyoruz. Otobüs kalkana kadar bekliyor. El sallıyorum, el sallıyor. İstanbul'dan çıkana kadar kitabı açmıyorum. Kafamı pencereye dayıyorum. Akıp giden zamanı baştan alıyor, muhteşem üç günü yeniden yaşıyorum. Elimdeki, henüz okumadığım kitabın ondaki kıymetini biliyorum. Kitabın kadın kahramanın adı onun rumuzuydu ve profilinin sevdiği kitaplar bölümünde tabii ki kitap vardı. Kalbim 17 yaşında, çok coşkulu bir özlem yanaklarımdan süzülüyor. Ayaklarım yerden kesik ruhum kanat çırpıyor. Bir toy çocuk tadıyla uykuya sığınıyorum.
2.Bölüm için buradan lütfen