24 Ağustos 2021 Salı

Bas Gaza Kaptan Bas Gaza

1.Gün

Dün akşamı çadırın üst koruyucusunu aramakla geçiriyoruz. Bulamayınca acaba verdiğimiz birinde mi kaldı? diye düşünüyor, buluruz umuduyla şehire inmeyi bile göze alıyor ama orada da olmadığını görüyoruz. Olsun, nasılsa yağmur yağmaz deyip diğer malzemeleri atıyoruz bagaja. Hayatta en bayıldığım şeydir yol heyecanı ve yolda olmak. Nelerin beklediğini düşünmek, hayalini kurmak masal gibi geliyor olmalı ki uyuyabiliyorum. Yola erken çıkacağız; ilk hedefimize varmamız için bu gerekli. Eylül 1980'nin 1'i. Uyanıyorum. Ev halkı ayakta. Bagajı son kez gözden geçiriyoruz. Cengiz'in bagajları için yer ayrılıyor. Vedalaşıyoruz. O gün değil ama bugün yazarken gözlerim doluyor. Babam. Şahane adam. Biliyorum ki yüreği atıyor, endişe duyuyor ama bu kapsamda bir yolculuğun bu yaşta  bir kere yapılabileceğini biliyor. Bağrına kimbilir ne taşlar basıyor. Bana, sürücülüğüme güvendiğini biliyorum, aksi durumda sadece bu seyahat için bir araba almaz, benim de farklı ulaşım araçlarıyla gitmem için gerekeni yapardı. Bizim üç harfli 5.25'in içi gidiyor, göz göze geliyoruz. O da bir genç, benimle vakit geçirmeyi seviyor, yaşadığımız maceralara bayılıyor ki aramız fazlasıyla kanka, sırdaşım. Israrcı olsam onla da gidebilirdik ama O bizim! Turuncu ise benim için. Seviyoruz birbirimizi, ilk anda. Eski ve çok sevilen, daha sonra oto aksesuarları dükkanı açan tatlı bir Abi'den aldık Turuncu'yu. Dönüşte satılacak ve edilen kârla benim masraflarım çıkacak. İş adamlığı budur! İşte o taksici abiyle arabayı aldığımızda birlikte gelmiştik mağazaya. Evladından ayrılacakmış gibi endişeliydi. Kime teslim ediyordu? Park yerinden çıktıktan, dar sokaktan ana caddeye döndükten sonra ve biraz ilerleyince bana döndü. "İçim çok rahatladı," dedi, "senin elinde bu arabaya bir şey olmaz."

Ev halkıyla vedalaştıktan sonra evin önünden ayrıldım. Annem arkamdan su döktü. Babannem tespih çekip dualar okudu. Kardeşlerim ben bahçe kapısına gidene kadar ardımdan el salladı. Kapıyı açmak için indim. Çıktım. Bu kez kapatmak için indim. Ev halkı evin önünden bana bakıyorlardı. El sallaştık. Yola çıkıp sağa döndüm. Şimdi Cengiz'lerin yazlığın önündeyim. Bu şömineli yazlık bir konuşsa var ya!  Güngör Teyze ve Tahsin Amca kapıdalar. Cengiz'in bagajlarını yerleştiriyoruz. İkimize de sarılıyorlar. Çıkıyoruz yola. Bir büyük hayal gerçekleşmişcesine çığlıklar atıyor. Kaç kere çak yapıyoruz. Şahane kasetlerimiz var. Ankara yoluna kıvrılıyorum. Sonra bas gaza şoför bas gaza.

Giriyoruz Ankara'ya, Cengiz İş Bankası mavi çek alacak. Onu hallediyoruz. Set'in terasında yemek yiyoruz. Kuzeniyle kaldıkları eve gidip biraz dinleniyoruz, sonra da ilk konaklama noktamıza doğru yola çıkıyoruz. Kızılcahamam'dan geçerken durup fotoğraflar çekiyor. Sonra devam ediyoruz. Sollamaya yol müsait olmadığında sağdaki emniyet şeritlerinden geçiyorum arabaları ki bundan çok zevk alıyoruz. Ahhh çocuk-gençlik işte! Bazen üst model güçlü arabalarla kapıştığımızda radyo antenini indiriyor tüm camları kapatıyoruz ki hız kesen unsurlar sıfırlansın. İstanbul yolunun Ankara sonrasını zaten çok sever, çok da keyifli bulurum. Hava kararmaya başlıyor. İşte tabela göründü. İniş hamlelerine başlıyorum ve sola dönüyorum. Adını çok duyuyor, takvim sayfalarındaki fotoğraflarına bayılıyoruz. O'na yolun, çam ormanlarının tadını çıkara çıkara varıyoruz ki hava iyice karardı. Turban'ın önünde park ediyorum. Müthiş bir serinlik; hani Eylül'den utanmasam kış diyeceğim. Giriyoruz kapıdan içeri, otel sakin. Resepsiyonun önündeyiz. "Oda lütfen," diyoruz. "Oda malesef," diyor papyonlu smokinli resepsiyon görevlisi. O ara hafifçe bankoya eğiliyor Cengiz, tişörtünün küçük cepinden mavi çekin kimlik kartı görevlinin önüne düşüyor. Kimin arkadaşı! Ve onun büyüsü ile bir anda şıp, otelde oda boşalıyor!

Gece ve Göl manzaralı odamıza geçiyoruz. Biraz uzanıyor, balkondan Abant'a bakıyor, şefkatli soğuk anne özlemi gibi yüzlerimizi okşuyor. Doğa elbirliği içinde. "Ne tatlı gençlersiniz siz bakim!" diyor. Duş yapıp üstlerimizi değiştiriyor ve göl manzaralı, miss gibi çam kokulu salona yemek için geçiyoruz. Havalı çocuklarız; iyiyiz ve karizmamızın içi boş değil; saatlerce konuşabiliriz. Gözler üstümüzde farkındayız. Salon çok hoş, sakin ve kalabalık değil ve sanki birbirine aşinaymış insanlar gibi bir sıcaklık var ortamda.

İki kuzu şis istiyoruz. "Bir de kırmızı şarap lütfen." Şahane bir tabak geliyor, enfes şişlerin eşlikçisi kuskus. Etlerin bu coğrafyadan olduğunu da düşününce nasıl bir keyif olduğunu hayal etmek gerek.

Zamana yayıyoruz keyfi, buluyoruz şişenin dibini. Sonra bu enfes doğada biraz balkonda oturup gölün sesini dinleyerek, şarabın rehavetiyle sızıyoruz.


Sabaha erken uyanıyoruz. Verandada, şu fotoğrafın açısından bakarak göle, enfes bir kahvaltı yapıyoruz. Ahh bu güzel, henüz kalabalıklaşmamış doğanın senfonik kokusu! Verdiği tazelik duygusu. Nefeslerimize nasıl bir tat katıyor. Sonra Turuncu ile uzun, ıssız ve yavaş bir tur atıyoruz gölün etrafında ve Otele dönüyoruz. Akşam bağlattığımız telefonun -o yılların normali olarak- hâlâ bağlanamadığını görüyor, eğer bağlanırsa burada ve sağlıklı olduğumuzu ve yola çıktığımızı söyleyin lütfen, diyoruz.


Taptaze bir hevesle, önümüzde bizi nelerin beklediğini bilmeden ama yaşama daha aşık bir coşkuyla yeni hedefimize doğru yola çıkıyoruz. Ana yola bağlanmadan önce iniyoruz Turuncu'dan, bu doğa harikasına bize yaşattığı unutulmaz bugün ve kattıkları için teşekkür ediyoruz.



Bakalım gelecek bölümde kısmette ne var?

Not: Turuncu çok yakın zamana kadar aynı plaka ile bizim sattığımız kişideydi ve sıklıkla görüyordum. Sonra aynı sahiple rengi Bordo oldu. Taze bir bilgim yok çünkü pandemi bizi hayattan alıkoyuyor.

2.Bölüm için buradan lütfen!


23 Ağustos 2021 Pazartesi

Rastlaşmaca

5.Gün

Dün öğle üzeri İzmir'e giriyoruz; 1980 yılının 4 Eylül'ünde. Mustafa Amca İzmir Bayraklı jandarma Komutanı. Önce oraya varıyoruz. Kendisi yok. Evin tarifini istiyoruz, öylesine bir tarif veriliyor. Karşıyaka'yı sokak sokak, cadde cadde geziyoruz. Yok, bulamıyoruz. Yeniden dönüyoruz karargâha, "Adam gibi bir tarif verin, kabak başınızda patlamasın," diyoruz. Harita bile çiziliyor.

Yeniden Karşıyaka. Şimdi tadını çıkarabiliriz. Gözümüz çoğunlukla kızlarda olsa da, tadına vara vara, elimizle koymuşcasına buluyoruz bu kez siteyi. Kapıdaki asker de önce arıyor sonra gösteriyor evi; kendilerinin henüz eve yerleşmediklerini, eşyaların geldiğini onların da Orduevi'nde kaldıklarını söylüyor. Evde oğulları varmış. Bu piyango. Çalıyoruz kapıyı. Açılıyor. Sarılıyoruz. Cengiz'le tanıştırıyorum. Eşyalar denk halinde olduğu için de seriliyoruz halıların üzerine. Uğur Orduevi'ni arıyor, odayı bağlatıyor.

Mustafa Amca ve Türkan Teyze ev yerleşene kadar Orduevi'nde. E güzel! Biziyse akşam yemeği için Orduevi'ne davet ediyorlar. E bu da güzel!

Akşamın ruhları dürtükleyen saatlerinde, püfür püfür Körfez esintisinde, Karşıyaka kızlarını kese kese varıyoruz Alsancak- Kordon'daki Orduevi'ne. Eller öpülüyor, kucaklaşılıyor, sarılınıyor, enn iyi iki arkadaşımdan Cengiz onlarla tanıştırılıyor, anne baba selamları iletiliyor.

Oturuyoruz masaya. O yılların Orduevi! Muhteşem. Orkestra içinde olduğumuz filmin  Big Band'i. Repertuvarsa bu güzel akşamı bir rüyanın farklı farklı katlarına taşıyor sanki. Kadehler teklif ediliyor, ama tokuşturulamıyor; büyüklerimizin yanında içemeyiz. Hem daha yaşımız ne ki! Mustafa Amca ile Türkan Teyze, rakılarını usul usul, hakkını vere vere içiyor. Laf lafı açıyor, şahane yemekler eşliğinde şahane bir akşam yaşanıyor. Gençlik yerinde duramıyor elbette. Eli öpülesi büyüklerimiz çok anlayışlı. Vedalaşıyoruz. Sonra İzmir kazan biz kepçe. Fuar'ı ihmal etmiyoruz. Medrano Sirki tüm ekibiyle orada. Temmuz'da bizim fuardaydılar. Hisseli Harikalar Kumpanyası'nı orada izliyoruz. Erol Evgin'in Söyle Canım şarkısıyla hüzünleniyoruz. Çok keyifli bu romantizmden duygu yüklerimiz ile çıkıyoruz. Kesinlikle teselliye ihtiyacımız var. "Haydi Buraneros görev başına," diyor enn arkadaşım. Akıyoruz geceye ve epey epey geç vakit dönüyoruz eve.. Veda anlarının sızısıyla seriliyoruz yere açılmış yataklarımıza...

Sabah istikamet Çeşme; önce Çeşmealtı'nda -ben hariç- denize giriliyor. Sonra Çeşme Kalesi dahil ilçe talan ediliyor. O yılların enn popüler tatil köyü Altınyunus'a giriliyor, bir tur atılıyor ama  hava bayağı esintili, bir kaç fotoğraf çekiliyor, teknelere bakılıyor sonra vedalaşılıyor.

Şimdi ver elini Foça. Kordonda bir tur atıp gözümüze kestirdiğimiz yol kenarı, deniz manzaralı bir kafeteryanın önünde park ediyorum. Kenar bir masaya oturuyoruz. Bir şeyler içmeye niyetlenmişken ve sipariş verirken karşıdan gelmekte olan ve gözleri bizde üç bahriyeli yanımıza varıyorlar. Bir arkadaşlarının plakayı görünce dikkat kesildiğini ve beni tanıdığını söylüyorlar. E popüler adamım. Cengiz usulca klasik cümlesini kuruyor. "Olum seni burada da buldular!"


Gemiye davetliyiz. Hem beni tanıyan aşçı! Hazırlıkta olduğu için çıkamamış ve o nedenle arkadaşlarını göndermiş. Gidiyoruz gemiye, kıç güvertede masa kurulmuş. Çocukla kucaklaşıyoruz. Samimi olduğum biri değil, bir iki konuşmuşluğumuz var ama arkadaş değiliz. Tatlı çocuk ama. Bir de üst çavuş var orada, çocuklarla kanka. Rütbeler sıfırlanmış, muhabbet gırıla. Gemi komutanı üsteğmen, anlayışlı. "Hoş geldiniz," diyor, sonra çekiliyor. Yemekler yeniyor. Karpuz kesiliyor. Şahane sohbete, fıkır fıkır esprilere, komik anılara çaylar eşlik ediyor. Sonra poz poz, grup grup hatıra fotoğrafları çekiliyor. Fotoğraf çekilme anlarında görev değişiklikleri ile bizden hep bir kişi eksiliyor.

Yolumuz uzun bizim, akşam üstü İzmir'e veda. Önce Uğur'u bırakacağız, kopilotum haritayı açacak ve yeni hikâyeler için yola revan olacağız.



Hayatımın enn kıymetli, Che Guevera'nın Motosiklet Günlükleri'ne benzettiğim, unutulmazım bu seyahati yazmaya soyundum ama sanırım düzenli ve sıralı yazamayacağım, kervan yolda dizilecek bir bakıma.



Sevgili Şule'ye özel teşekkür; O Bergama demese, ben söz vermesem, sadece finali yazılıp yayınlanmış bu uzun hikâye, asla yazılmayacaktı.


3.Bölüm Eylül'de Gel için buradan lütfen.


21 Ağustos 2021 Cumartesi

Geçenlerde Bir Akşamüstü

Telefonum çalıyor.

Ekranda enn sevdiğim ad.

"Naber?" diyor.

O n'aberdeki müziğe hep bayılıyorum.

"Glutensiz biralarla geliyorum, bahçede otururuz," diyor.

Onu yormak istemiyor, "Ben gelim bir yerde oturalım," diyorum.

Çünkü, bir zamandır, O'nunla gün akşam üstüne varmak üzereyken, bira içmek istiyorum.

Ama O çok tatlı... ve ikna edici... ve ısrarcı ve bu ısrarcılık da bir o kadar tatlı. "Geliyorum," diyor. Kapatıyorum ekranı; işe erken veda... ve hatta son verileri almak bile umurumda değil. O'ysa yolda.

Üzerimi değiştiriyor, iniyorum bahçeye. Anne kedi ve bir avuca sığar ama ele avuca sığmaz yavrusu açlar, belli. Aranıyorlar. Fakat ufaklığı görmek lazım; çok ama çok tatlı bir afacan. Hooop zıpladı... ve enginar dalının tepesinde. Oyun parkında ipe tırmanan çocuk. İndi ve bana doğru yanaşıyor. Ortalıkta yemek kabı yok, belki arka bahçede diye düşünüp pek de ilgilenmiyorum.

Sandalyelerden birine oturuyorum. Görüş açım bahçe kapısı. Bir zaman sonra O, bahçe kapısına doğru yanaşıyor. Sırt çantası yerinde ve elinde bir poşet. Tam anlamıyla bir Fıstık. Gözlerimi ondan alamıyorum. İpeksi gerginlikte, rengine ölüp bitilesi bir ten, omuzda dalgalı saçlar, iyi ki bu kadınlayım diyen bir kot,  üst taraf ise tam anlamıyla yaz.  Hayranlıkla bakıyorum, biraz da kendimle kasılıyorum. Kapının sesiyle de dünyaya dönüyorum.

"N'aber?"

"İyi, senden n'aber."

"İyi."




Okuma noktama, yeşilliklerin ardına atıyorum üç sandalye ki biri masa niyetine.


Çilingire bağlıyoruz işi. Fıstıklar ki biri poşette diğeri karşımda. Elindeki torbada midye dolmaları. Tazecik.

Şişesini beğeniyorum Efes'in. Biraz bira üzerine konuşuyoruz. Kapaklar açılıyor. Seni seviyorum'lar eşliğinde tokuşurken şişeler, dilimin de bağı çözülüyor. Çoğu zaman gözlerim konuşuyor. Manzaram çokkk güzel.! 

"Hımmm...," diyorum, "güzel bira."  Kendi içimde fır dönüyorum. Ve her seferdeki bu tazeliğe ve heyecana bayılıyorum. Sanki dün! Karakılçık buğdayından bira, fıstıklar, midye dolmaları, kelimeler şırıl şırıl akıyor. Mey'in yeni -kraft-rakısından söz ediyor. "Esat Abi de tadıma çağrılmıştı," diyor. Mağazayı tadilata soktuğundan, tüm rafları değiştirdiğinden bahsediyor. O sıra ben kendimi bir başka, boğazı olan ve çok özlediğim ve ben için çok özel şehirin boğaz kıyısı lokantasında az önce O'nun sözünü ettiği kraft rakının olduğu masada görüyorum.

Konuşmama bir süre o ânın içinden devam ediyorum.

Ahhh şu haylaz gözlerim!

Fakat bira enfes, manzarama ise paha biçemem. Ahh  arada bir şey almak için çilingir sandalyeye eğilme anları yok mu?! Of anam offff! O hep konuşsa, konuşmaya kapılmışken ben hafif ama muzur bir gülümseme eşliğinde fırsatçı gözlerimle hep ona baksam. O esnalarda bazı kelimelerini kaçırsam, sonra sohbete dönsem ve eksik kelimeleri aralara yerleştirip edeple dinliyormuşum gibi çaktırmasam!

Çok başarılıyım, tebrik ederim kendimi.

Midye dolmalarıysa her an bitebilir.

Bir koşu gidiyorum. Midyecim iş başında. "20 TL'lik verir misin?" diyorum. Yollanınca müşteriler alt çekmece açılıyor. Normal tezgahtan farklı orası. Torba doluyor, indirim yapılıyor, komşu kıyağı olarak da meleklerin payı koyuluyor ve bu kıyağın ve komşuluk vurgusunun altı bilmem kaçıncı kere çiziliyor.

Zaman çok kıymetli, koşar adım dönüyorum. O gidecek ve bir ay bu şehir ıssızlaşacak. Her senenin aynı yerinde olduğu gibi çok sevdiği bir yere; denize, dağa, dereye, köye ve de... kitap ve müzik festivallerine.

Elbette imtiyazlı midye müşterisi havamı atıyorum. Yudumların ve midyelerin tadını kelimelerimiz çoğaltıyor...

Ne güzel gülüyor ve  ne güzel konuşuyoruz. Gözlerimde bir şenlik... Ama zaman da beklemez ki!



Şimdi elimde kocaman bir heyecan var. Ve de kocaman bir merak: O şehirde ve o lokantadaki o akşama dair.

Hayatın bilinmezlikler içeren şu döneminde şahane bir uğraş ben için!

Aktarma aralıkları daha uygun uçuşlar bulmam gerek!

12 Ağustos 2021 Perşembe

Bize Ha!

Öncesi

Cemal, Apo, Amasyaspor'lu iki futbolcu, onların bir arkadaşı, Vali'nin koruma polisi, yine futbolcuların tanıdıkları ama bizim yeni tanıdığımız biz yaşlarda bir gençle hâlâ Roof Bar'dalar. Roof Bar sanıldığı gibi üst kat bir yer değil, bir küçük şehir pavyonu ve gündüzleri kadınlara hizmet veriyor; gün, altın günü, doğum günü gibi etkinlikler mekânı... Kasaba tadındaki küçük şehirlerin tatlı ilginçliklerine bir örnek. Birgül Oğuz'un İstasyon adlı romanında karşılaşınca benzer bir yerle bayılmıştım. Cengiz o akşam kadroda yok. Ben de bahsettiğim gibi ya görevli olarak ya da haftasonu kaçışımla kendi şehrimdeyim. Geç vakit çıkıyorlar Bar'dan. Ford'un koltuk döşemeleri sırayla sökülüp değişiyor o günlerde, o sırada sadece sürücü koltuğu duruyor. Bu süreçte makam arabası Jeep Wagoner. Ford Orduevi'nin park yerinde, gün içinde döşemeciye gidiyor...  Cemal free.

Futbolcuların, koruma polisinin kalacakları yerler yürüme mesafesinde. Diğer kişinin eve bırakılması gerek. Alıyor bizim ekip, varıyorlar evin sokağına; saat gece yarısını geçmiş. İndiriyorlar arkadaşların arkadaşını. Ayrıldıkları sırada bir araç duruyor, Cemal o ara aynadan durumu fark ediyor. Araçtan bir kişi iniyor ve alıyor çocuğu. O arada ikinci bir arabayı fark ediyorlar. O hareket edip yanlarından geçerken iki kişiyi görüyorlar. Yabancı değiller! Bıraktıklarını alan aracın plakasını anons ediyorlar. O zaman durum açığa düşüyor. Araba Narkotiğin. Yetişip önünü kesiyorlar. Tartışma çıkıyor. "Biz adam vermeyiz, bıraktığımız adamı da kimse alamaz," diyorlar. Apo bu tür durumlarda çok sert. Onlar da kararlı, vermiyorlar. Durum hassas. Bizi tanımamaları olanaksız. Aldıkları kişi belki de sadece içici. Çünkü tanımıyoruz ve bizim arkadaşımız değil. Ekibe de söyleyenecek laf yok o anda; iyi niyetle işlerini  yapıyorlar belki. Belki de şu birilerinin bize kumpasına alet edildiler, diye düşünüyorlar. Durum kısmen aleyhte; ilk anda alamayınca polislerden, işin sarpa sarması kesin. Gece alan dışında makam aracıyla ve alkollü bizimkiler. İlk sertlik karşılık bulamadıysa daha uysal bir akıl gerek.

İşi büyütmeden halletmenin bir yolu var. Suçun gerçekliğini bilmemekle birlikte çocuğu da tanımıyoruz; belki de içici olmanın yanısıra satıcı, meçhul. Ama ihbarcıları iyi biliyoruz. Apo ile Cemal net gördü, Onlar.

Bizimkiler başka bir planla, ortalığı çok velveleye vermeden, daha büyük makamları devreye sokmadan çocuğu alacaklar, almalılar. Tanımadığımız ama bizi tanıyan polislerin niyetinden şüpheleri yok. Bizeyse ne olursa olsun arkada adam bırakmak yakışmaz! Gerektiğinde şiddete başvurup araçtan alamazlar mıydı? Kesinlikle alırlar ama dedikodusu, haberdar olacakların mevkilerinden bakınca zan altında kalınma durumunu temizlemek çok zor. Sessizce ve sabah olmadan kapatılmalı konu.

Yazı serisinin ilk bölümlerinde komplo kurduğumuz ama görev sadakatine ve askerlik tarzına saygı duyduğumuz, aslında O'nun da bizim ele avuca gelmez karakterlerimizin bir yansıması olduğunu düşündüğümüz, iş disiplini ve yaşının olgunluğu içindeyken bile: Bir yanıyla sempati de yaratan uçarılıklarımıza içten içe tebessüm ettiğini de hissettiğimiz Şevket Başçavuş'a ulaşmak gerek. O'nunla ilk yüz yüze temas olacak bu, dezavantajlıyız! Apo mandala basıp anonsluyor. Görüşmek istediğini söylüyor. Görev adamı, şahane asker asayiş ihlalli bir durum olduğunu anlıyor, çünkü ne haltlar yediğimizi biliyor ama sanırım bu O'nun da tasavvurunu aşıyor. Buluşuluyor.

Durum anlatılıyor. Bizim geride adam bırakmayız mottomuzun altı çiziliyor. O gülüyor. Varsa bir suçu çeksin cezasını deniyor ama önce alıp evine bırakalım! Biz satıcı olmadığından eminiz ve kefiliz'in altı da bir güzel çiziliyor. Bu sahiplenme ve özgüven ama daha çok da şu tıfıl gözü karalık gülümsetiyor O'nu. Emniyet hemen yan bina. Gidiliyor, çaylar içiliyor ve zaten üzerinden de bir şey çıkmamış çocuk alınıyor. Bir taşla iki kuş. Artık Şevket Başçavuş'la da kankayız!

Komplocularaysa birşey söylemeye ve bir müdahaleye gerek yok. Küçük adamlardı, şimdi iyice küçüldüler. Demiri tavında dövmek gerek, ne kadar doğru bir söz. İş oluruna bırakılsaydı durumlarımızın nereye varacağını biliyoruz. Önceki yazıda ara paragrafta bahsettiğim Gürcan'ın tek kişi ve hızlı hareket edememiş olmasının sonuçlarının farkındayız. Oysa aynı Gürcan'ın üstelik de Tugay'da ertesi günün 23 Nisan Bayramı olduğu bir akşamda yarattığı akıl almaz felaketin üstünü ekip olarak nasıl da kapatacağız daha sonra!

Bizim komplocular biraz saf ya da biz çok zekiyiz; hızlı kararlarla hızlı hareket edebiliyoruz. Orduevi'ne ve Tugay'a uyuşturucu soktuğumuz bilgisini daima cool duran ve poker suratı ile düşmanı daha yanaşılır kılan yaşça da bizden olgun Aziz'e söylüyorlar. Bunun bir tür ayağınızı denk alın türünde göz korkutma hamlesi olduğunu anlamamamız ve ilk fırsatta bunun ellerinde patlayacağını anlamamaları için bizim hakkaten dışarıdan çok çok aptal gözüküyor olmamız gerekiyor. Oysa biz o işi gerçekten yapıyor olsaydık kesinlikle kimsenin ruhu duymaz ve dile de düşmezdi. Varsayalım gerçekten uyuşturucu ticareti yapıyorduk ve bunu gerçekten birileri anlamış olsaydı, kesinlikle direk somut kanıtları ile Komutan'a iletilirdi. Örneklerde olacağı gibi!

Olay elbette Cengiz ve Apo komutanı aldıktan sonra, "Dikkatli olun çocuklar, sizin kuyunuzu kazmak isteyenler var," diyen Anne'ye münasip bir dille sabah Aziz vasıtasıyla anlatılacak!  Eminiz ki Komutan, Hanımefendi'den dinlerken de "Ahh benim adamlarım," diyerek kahkahalarla gülecek. Bunu nereden mi biliyorum.?

 



Devamı

10 Ağustos 2021 Salı

Edepsiz Felsefe

Hayatta var olanı okuyunca ya da bir filmde izlerken -neden- sinemada gözlerini kapatan çocuk oluyoruz acaba?



"Edepli bir kaç okumanın ardından konu suç dünyası ve onun mekânı kodes olunca doğal olarak kitabın dilindeki -evlere şenlik- argo kullanımı terbiyeme dokundu!" yazmıştım, Alain Guyard'la tanışma kitabımız Kodes'le ilgili olarak.* Sonra da uzun bir cümlemin içinde şu sözcükleri kullanmıştım: "Dilimin ucuna gelmişken esirgemeyeceğim üzere fırlamanın âlâsı ve hergelenin önde gideni, sevilesi bir yazar Alain Guyard."

İşte hayal dünyası üzerine araştırmalar yapan, üniversitelerde ve liselerde felsefe dersleri veren bu adam oturmuş +18 ibareli, "yüz kızartıcı" bu kitabı yazmış. O anlı şanlı felsefecilerin ipliğini pazara çıkarmış. Başlangıçta "O ha ne oluyoruz?!" dedirtse de sonrasında kabul ettiriyor ki dünya zaten böyle... Hem de o zamanlar!

Felsefenin kuramlarından ve gelmişinden geçmişinden bahsederken dönem hallerine dair bilgiler eşliğinde felsefenin kibarlaştırılıp uysallaştırılmasına karşı kırmızı noktalı bir magazin turu da attırıyor...

Keyfekeder bir okuma.

Felsefeye eğlenceli, esprili, pornografik ve popüler bir giriş!

Okunmasa ne olur?

Hiç...




Çevirmeni: İsmail Yerguz

*Kodes

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP