10 Temmuz 2021 Cumartesi

Sen Hakkaten Doktor Musun Abi?

Geçen hafta cuma günü akşamüstü bilgisayar karşısındayken sol kolumun dirsek ucu çalışma masasına temas ettiğinde bir sızı hissediyorum. Elimle dokunuyorum ki bir hassasiyet var; fakat bir temas olmazsa bir sızı hissetmiyorum. Umursamıyorum. Geçici bir durum olduğunu düşünüyorum. Yatarken de kolumun o noktası yatağın neresiyle temas ederse etsin bir yanma var.

Ertesi gün üzerine ağrı ile ilişkili bir jel sürüyor, bir yandan da nette araştırıyorum. Genel veriler üzerinden vardığım sonuç bunun Tenisçi Dirseği olduğu noktasında. Gerçi keyifli ve uzun bir telefon görüşmesi esnasında bunun bilgisayarda çalışmakla alakalı olduğunu söylemişti, Enn Sevdiğim Kadın.

Sonra, salı gününe kadar tenisçi dirseği tedavisinde uygulanan hareketlerle ilgili bir video buluyor ve her sabah videodaki hocayla birlikte o hareketleri yaparken gün içinde de buz tedavisi uyguluyorum.

Öyle etkili bir ağrı yok fakat dirsek ucunda bir şişlik de mukim.

Karar veriyor, biraz da eğlence olsun diye salı günü sabah kardeş işyerine giderken, ona takılıp şehir merkezine iniyor, çocukluğunu bildiğim, her zaman ilk danışma noktamız olan aile hekimimize uğruyorum. O ise şöyle bir göz atınca ortopediste görünmemi öneriyor.

Eve trenle dönüyorum ki ne kadar özledim pandemi sürecinde onu.

Çok güvendiğimiz, bizim için küçük oğuldan kaynaklı olarak çok kıymetli ortopedistimizden randevu almak için nete giriyor ama izinde olduğunu görüyorum. Oğuz önermese umurumda olmayacak bu şişlik için, sonuçta bize yakın bir hastanedeki ortopediste gitmeye karar veriyorum. Çarşamba günü randevu için nete girdiğimde tüm saatlerinin neredeyse boş olduğunu görüyor, oradan dönüşte de bir öğle yemeği keyfine karar veriyorum.

Çünkü gün, sabahın enn erkeninden beri güzellikler vaad ediyor.



Varıyorum hastaneye, ödememi yapıyor ama doktoru beklemek durumunda kaldığımı anlıyorum. Haberdar edecekler kendisini. Odasının olduğu koridora geçiyor, sekreterin uzattığı kağıtları imzalıyor, koltuğa oturup beklemeye başlıyorum. Zihnimde bir profil var, kimdir nedir diye nette bakınmış, hakkında olumlu bir iki yorum da okumuştum. E durumum da pek ciddi olmadığına göre bir sorun yok.

Biraz sonra sekreter doktorun geldiğini bildiriyor; "Önümden geçti de göremedim mi?" diye düşünüyorum. Varıyorum bir kaç adımda kapısının önüne, benden sonra gelen iki kişi daha beklemekte... Giriyorum içeri, odada bir kişi var ama ben herhalde yanlış odaya geldim diye düşünüyor, dışarı çıkıp oda kapısındaki adı okumaya çalışıyor, oradaki iki kişiye de "Yanlış mı geldim acaba?" diye soruyorum. Eski hasta oldukları belli iki kişi doğru olduğunu söyleyince tekrar giriyorum içeri.

Fotoğraftaki kişi ile içerideki kişi arasında bir bağ kuramıyorum çünkü ben, ben boylarda daha kalıplı bir kişi beklerken dalgacı tipli, kırlaşmış at kuyruğu saçlı, jean üzerine önlüklü, çizgi filmlerde rastladığımız türden kısmen arızalı bilim adamı tipli bir şahısla karşılaşıyorum.

Odaya bana görünmeden nasıl girdiğini önce anlayamıyor, sonra çözüyorum: Odasının alt katı acil girişi, girdiğim kapının yanında bir kapı daha var. Bu tespit bir senaryo yazdırıyor hemen ama bu benim dalgacı kafamla ilgili değil! "Daha önce gördüğüm örneklerden yola çıkarak, ve profilin sevimli de gelen özelliklerinden hareketle öğle arası iki tek attı ve ne yazık ki ben gelince keyfi masada bırakıp gelmek zorunda kaldı. Her an masaya dönebilir!" diye düşünüyorum. Onu çocukluğumun, bir örneğini görmediği motor kaputları ve çamurlukları parmakları ile dokunarak, şalama ile ısıtıp kaputun ya da çamurluğun altına dayama koyarak çekiçle nokta nokta orjinali gibi düzelten efsane kaportacılardan Paşa Usta'ya benzetiyorum.

Kafa dengi bir muhabbete hoş geldim yani.

Diyorum ki ben teşhisi koydum ama doğru mu bilmiyorum: Tenisçi Dirseği. Diyor ki değil, sıvı birikmiş. Eliyle şöyle bir yokluyor. Yeni olmadığını söylüyor, bilgisayarla ilişkimi soruyor, diyorum ki bütün gün birlikteyiz. Hem iş diyor hem de blog yazıyorum diye ekliyorum. Blog kısmı ile ilgileniyor. Keyifli, çatlak profesörle ondan pek emin olamayan hasta arasında eğlenceli bir sohbet. Seslenmesiyle iki şırınga geliyor o ara. Tüccar değil, hastaneye para kazandırmak gibi bir derdi yok, film falan uğraşmayalım, diyor. Ben onun yönlendirmesi ile muayene yatağının ucuna ilişiyorum. Dirseğim hazır. Şişliğe bir iğne. Sonra bir başka şırınga ile bir iğne daha giriyor içine. Gözüm orada, hedef şaşmıyor, güzel. "Ağrıdı mı?" diye soruyor. Yok, diyorum. "Ağrı kesici yaptım da ondan," diyor. Espri ondan bakınca komik duruyor, gülümsüyorum. İletişim makara tadında, hoşuma gidiyor; eğlenceli bir an ama asla saygısızlık yapmıyorum.

Biraz sıvı çekiyor ama tamamı için umutsuz, bana gösteriyor. Sonra bir kez daha dalıyor, azıcık daha geliyor, sonrası nafile... Bandajlıyor orayı. İlaç yazacak, bilgisayara giriyor fakat bilgisayar benim Türk vatandaşı olmadığımı söylüyor. O vatandaşlık numaramı yanlış girdiğini düşünüyor ve tekrar etmemi istiyor. Tane tane tekrar ediyorum. Bilgisayar Türk vatandaşı olmadığım, yabancı uyruklu olduğum konusunda ısrarcı. Sekretere başvuruyor. O arada kafasında binbir çözüm  olan bilim adamı gibi odada dolaşıyor. Sekreter de deniyor ama bilgisayar kendinden çok emin. Sonuçta sistemde bir arıza olduğuna karar veriyorlar. Günde üç kez püskürtülecek bir sprey ve günde bir kez kullanılacak bir anti inflamatuar yazıyor. Bir de dirseklik gibi bir şey vermeyi düşünüyor, sonra çizgi filmdeki profesöre dönüyor, "Bu sıcakta şimdi rahatsız eder seni," diyor. Bilim adamlığı ile dalgacı, daha doğrusu eski usul doktor hali arasında bir süre bocalıyor ve nihayetinde gerek görmüyor.

10 gün sonra kontrolüm var. Ona mı gitsem yoksa esas doktorumuzu beklesem mi? diye düşünüyorum. Ağrı sızı yoktu zaten, yine yok. Sıvı yok olmaz da bir operasyon gerekirse diye düşününce ise, doktorumun kim olacağı çok net sanırım:)

2 Temmuz 2021 Cuma

Sabah Ekmek Kokuyor

Öncesi

Yüzlerde boş bir ifade. Bu adam ne diyorcasına şaşkın bakışlar...

Tekrar soruyorum.

Hamur yoğuranlar, kasadaki adam adını ilk kez duydukları bir ekmeğin şaşkınlığı ile boş boş bakıyorlar hâlâ... Donuk bir an. Kocaman bir söz boşluğu. Şaşkınlık.  Fırının sıcağı vursa da ekmek kokusuyla birlikte yüzlerimize, sabahın erkenindeki bu an sanki rüya. Altını çiziyorum bir kez daha: "Buradan aldım, alıyordum, burada tanıdım, bildim ekmeği ben..."

Tık yok.

Kendimden şüphe duyuyorum. Sanki zihnimin bana bir oyunu. Bir yanılsama... Öylesine boş bakışlar. Anlatıyorum, anlatıyorum... ama nafile. Unutturulmuş! Rüya şaşkınlığıyla çıkıyorum dışarı. Sabahın ayazı vuruyor yüzüme. Başka başka fırınlara da soruyoruz. Yok. Sanki hiç olmamış. En son ne zaman aldığımı bilmiyorum. Oysa zaman dün almışım gibi; zihnim bir boşluktan bakmıyor, son anla soruyor elbette... Ama yine de nasıl hatırlamaz 30'lu yaşlar civarındaki bu insanlar? diye düşünüyorum. 5-6 yaşlarında ilk kez gittiğim babamın tamirhanesinde içtiğim, soğusun diye önce çay tabağına boşaltılmış oraleti bile hatırlayan ben, şaşkınım. Üzülüyorum. Burası Havza; kurtuluşa giden yolda önemli bir kavşak. Atatürk'ün ayak izleri var. Bulunduğumuz noktanın daha yukarısında biraz sonra uğrayacağımız ev; O'nun Sivas, Erzurum öncesi kaldığı, belki uyumadan ya da bir kısa kestirme ile kongrelerde yapacağı konuşmaları düşündüğü, son notlarını aldığı ev ve o ekmekle, Ata Ekmeği ile yaptığı kahvaltı, ne olacak?!

O ekmek sanki burada hiç olmamış...

Keyfim sabah ayazında buz kesiyor, sonra yere düşüp parçalanıyor.

 

Sonra bir gün, aradan geçen epey zaman sonra bir sabah semtimdeki, sevdiğim ve her zamanki fırınıma ekmek almaya gidiyorum. Yeni ve zenginleştirilmiş bir tabela asılmış; yeni sahibi olduğunu düşündüğüm kişi o tabelaya bakıyor, fırının adını değiştirmemiş. Dikkatimi çeken bir detay var; ürün yelpazesi içinde onun adı. Ata Ekmeği. Soruyorum. Yapmayı istiyor, heyecanı var. Kıpır kıpır. Havza'da yaşadığım andan söz ediyorum. Daha da coşkuyla anlatıyor. Özel bir ekmek olduğunun altını çiziyor. Doğal yöntemlerle yoğrulmalı, katkıları var ve doğal, ve en önemlisi Karakılçık buğdayından un olmalı ama gerçek bir değirmende ya da eski usul bir un fabrikasında özüne sadık kalarak üretilmeli... "Bulacağım ve yapacağım," diyor. Bilen biriyle rastlaşmanın mutluluğuysa heyecanını harlıyor, "Senin için yapacağım," diyerek de gaza basıyor.


Enn Sevdiğim Kadın'ı ekmekle tanıştıramamış olmanın üzüntüsü içimde. Heyecanlarım golü yedi tamam ama en çok yok oluşa ve belki de kısa bir zaman dilimi içinde hatırlanmayacak kadar unutuluşuna üzülüyorum. Bir gelenek yok oluyor... Atatürk Sivas'a gittiğinde de, Erzurum'da da ona bu ekmek yapılıyor. Oysa bu bölgede Ladik gölünden çıkıp Havza üzerinden Yeşilırmak'a giden, bütün ırmaklar kuzeye akarken o inadına güneye akan ve bu nedenle de adı Tersakan olan gürül gürül çay üzerinde ve yemyeşillikler içinde sıra sıra değirmenler var. Sonra usulca usulca yerlerini büyüklü küçüklü fabrikalar almaya başlıyor, sonra tepeden geçen bir duble yol yapılıyor ve yeni Türkiye düzeninde bir sürü özel şey göz önlerinden ideolojik yaklaşımlarla usul usul kalkıyor. Sanki bilinçli bir kıskançlıkla unutturuluyor.


Çarpık yapılaşmanın içinde yenilenmeye çalışılan evlere ulaşınca fabrika ayarlarıma dönüyorum. Gözlerimizi çirkinliklere off konumuna getirip ruhumuzu diriltiyoruz. Irmak kıyısındaki diğer pazar yerini geziyor oradan taş binasıyla sevimli ilkokula yürüyoruz. Bahçe duvarına çıkıp pencereye adımını atıyor ve sınıfın içine bakıyor enn sevdiğim, aynı zamanda bir afacan olan kadın. Bu an kaçmaz! Elleri ile demire tutunmuşken ve dikkatle adımını pencereye atmak üzereyken... klik. An artık zihnimde ve bir fotoğraf karesinde... Çok eğleniyoruz. Yeni okul binasına da selam çakıyoruz ki eğitim şart. Bu eğlenceli adımlarla taş döşeli ara sokakları ve eski bir kaç evi daha talan ederek tepeye, şifalı sular, oteller ve hamamlar bölgesine doğru tırmanmaya başlıyoruz.


Bu sevimli ve virajlı yokuş üzerinde bayıldığım bir şey var: İlçe itfaiyesi. Minik bir binanın altındaki mini garaj ve orada bekleyen iki aracın bana oyuncak hissi veren hali her seferinde çocuk sevinçlerimi zıplatıyor ve çok mutlu ediyor beni. Onun hemen köşe başında da Atatürk'ün kaldığı ev. Elbette müze. Şu saatte kapalı ama merdivenlerini çıkıp pencerelerinden içeriye göz atmamıza engel değil bu...

Ve tam hamamlar, oteller ve güzel camiler bölgesine varmak üzereyken; yeşile çalan köy mavisi tonlu pencere ve kapı ahşapları muhteşem, içerisi her daim loş, taban döşemeleri mazotlu tahta, manzarası panoramik, kadim bir kahve var. Müdavimleri ve çerçevelerle aynı tonda ama daha mavi simit sandığı ile o kadar geçmişten ve o kadar tatlı ki... Önünde mini bir havuz, elbette fıskiye, çam ve şahane söğüt ağaçları... Kuşbakışı Havza. Az sonra varacağız. Loş ve bir kaç yaşlının olduğu iç kısma geçeceğiz, vadiyi gören kenar pencerelerden birinin önündeki masaya oturacağız; soba çıtırdıyacak ve ben "İki çay lütfen," diyeceğim. Sonra da kapının hemen yanındaki minik, camekanlı tezgahtan dumanı üstünde iki simit alarak çayların yanına ekleyeceğim.

Son virajı bu hevesle dönüyorum. O da ne?!! Yok. Yıkılmış ve yerinde betonu bol ucube bir park oluşmuş. Ağızlarından ecdat lafını düşürmeyenlerin gazabına uğramış... Issızlık!

Yılmıyor, gözlerimizi off yapıp çirkinliklerden azade kılıyor, uçurumun kenarına yanaşıp ardımızda o kahve varmışçasına ilçeye ve uzaklarına bakıyoruz. Önceki yazıda fotoğrafı olan perili köşkse bizi bizden alıyor. Nedense o an zihnimde Rock  Müzik çalıyor. Bir pansiyonmuş anladığım... Ne de yakışmış doğaya ama zevk yoksunu, içinde hamamları da olan yeni ve çarpık otellere yenik düşmüş. Oysa orada kalıp, eski hamamlardan birine gidip, sonra dönüp o evde uyumanın keyfi ne de güzeldir! Eski hamamlar yeni yapılmış otellere nazire yapıyor. Hakeza kadim, kasılmayan, zarif ve sıcak camiler de yenilerine... Bu minvalde en tepeye varıyor, oradaki türbe ve minik külliyeyi ziyaret edip dualarımızı ediyor. Biraz daha geçmiş soluyor. Sonra da kardeşle buluşmak için başka başka sokaklara ve güzel evlere dala dala geri dönüyoruz.


Merzifon girişinde, tam garajların önünde kardeşle vedalaşıyor, otogarın kenarındaki çocukluktan beri bayıldığım kırık dökük ahşap dükkânlı, ağaçları güzel mini bulvardan yürüyor, Ankara tadı veren otelin fotoğrafını çekiyor, o esnada bir Merzifon gecesi düşlüyor, ilçenin dinamizmine, yani merkezine doğru ilerliyor ama bir boş dükkanın önünde mecburen kalıyoruz. Bir zamanlar BİM olduğunu anlıyoruz. Cama yapıştırılmış sızlanmayı okuyor, okudukça bir karakter tasavvur ediyor, güldükçe gülüyoruz.

 

Not: Uzun zamandır Havza'ya gitmedim, bir yiğit geçmişi hatırlayıp da ekmeği yapmaya başladı mı bilmiyorum. Ancak Sivas'da, Ankara'da ülkenin başka şehirlerindeki bazı fırınlarında -özüne ne kadar sadakatle olduğunu bilmemekle birlikte- yapıldığını, netten edindiğim bilgiler ışığında biliyorum.

Devam edecek...

26 Haziran 2021 Cumartesi

Ne Güzel Bir Gün

Öncesi


Hafta sonları özellikle gelmenin yanı sıra bu istikamete her çıktığımızda mutlak uğradığımız bir yer var. Ağamız bu klasiği ihmal etmiyor ve ana yoldan usulca ayrılarak park ediyor. Sıcak arabadan inince yolculuğun ve mahmurluğun en güzel eşlikçisi sabah soğuğu suratlarımızı okşarken, sakinlik elimizden tutuyor. Buzz gibi sularda ellerimizi, yüzümüzü yıkıyor, ciltlerimiz ve ruhlarımızı da bu sayede iyice diriltiyoruz. Sabah erkeninin titreten bu tatlı ve temiz soğuğunda mekânın yamaca çıkıntı bölümüne geçiyor ve her zamanki masamıza oturuyoruz. Enfes bir manzara. Epeyi aşağıda, çakıl taşları üzerinden usulca akan bir dere ve onun iki kenarından yükselen yemyeşil yamaçlar... Burası yolüstü menemencileri ile meşhur Çakallı.

Kağıtlar masaya seriliyor, siparişler veriliyor; miss gibi köy tereyağı, bal ve bir kaç zeytin tadımlık olarak yerlerini alırken, dumanı üstünde yöre ekmekleri miss kokularını yayıyor.

Onlarla tatlanırken ve açılırken hücreleri damakların... Tereyağı kokan baş döndürücü menemen ve kavurmalı yumurta masadaki yerlerini alıyor. Ve tabii ki karışık bir turşu tabağı...

Gelsin kaynak suyundan çaylar!

Şimdi istikamet Havza.

Kardeş bizi ilçe girişinde bırakıyor ve sanayi sitesine müşteri ziyaretleri için dönüyor...




O'nu bir ekmekle tanıştırma anını planlıyorum; ama ben için izi çok kıymetli, hayatımın en sevimli, en özel istasyonlarından birini, siloları ve pazar yerini es geçmeden... Bir an var; hafıza kartımda yer etmiş ve hiç silinmeyecek, O'na heyecanla anlatmam gereken bir an! Kaç 10 yıl sonra aynı anı yaşayarak anlatıyorum enn sevdiğim kadına ve kaç yıl sonra şu satırları yazarken yakalıyorum yine yüzümdeki o şefkatli ve kıymetli gülüşü.

"İşlerimi halletmiş, pazarda dolaşmış, bir küçük lokantada enfes ve tekmil bir işkembe çorbasının tadını çıkarmış, akşamın loşluğunun çöktüğü minik istasyona varmış, biletimi alıp Sivas'tan gelecek treni beklemeye başlamıştım.  Pazarın kurulduğu bir gündü, bense yirmilerin başındayım, askerlikle işi bir arada götürüyorum. Genel bir müşteri ziyaretleri dönüşü müydü yoksa haftasonu eve gelişim miydi çok hatırlamıyorum; belki de tek bir noktaya tahsilat için yapılmış bir ziyaretti, bilmiyorum... Amasya'dan otobüsle varmış, işi halletmiş, onunla devam etmek için Sivas'tan gelecek treni bekliyordum. Akşam üzerinin loş ışığı ile aydınlanıyordu küçük ve eskinin güzelliğini taşıyan bekleme salonu. Bir iki öğrenci, şık mantolu, orta yaşın üstü zarif çantalı, avukat olabileceğini düşündürten zarif bir hanımefendi, eskinin şirinliği buram buram istasyon, boş vagonlar ve zaman eskisinden ışınlanmış, tombulca, temiz yüzlü, emekliliği gelmiş ama tren aşkı sönmemiş çok sevimli gişe memuru ve ben; bir rüyanın oyuncuları gibiydik. Gününse ruhları dürtükleyen saatleri...*

Bir kasketli, köylü ve o gün kurulmuş pazarda ürünlerini satıp nafakasını çıkarmış yüzünde emek ve hayat izleri olan baba ile saçları iki uzun örgülü, güzeller güzeli, ak yüzü köy, tatlı mı tatlı ama yaşından daha sorumlu minik kız girdiler içeri. Sanki bir romanın sayfasına gömülüymüşüm gibi hissettim; sanki an sayfalarda önüme çıkmış, kelimeler görüntüye dönüşmüş de ben kitabın içinde karakter olup bütünleşmişim gibi bir hoşluk hali. Küçük bir mekânda ne kadar uzak olursa o kadar uzaktaki ahşap banklardan birine oturdular, çıkınlarını açtılar... O ne güzel bir sofraydı. Beni buyur ettiler. Afiyet olsun, dedim. Elimi kalbime götürüp gülümsedim, teşekkür ettim.  Öylesine doydum ki ben; onların birbirlerine bakışlarından, gülümsemelerinden ve gözlerinin içinde yankılanan sohbetlerinden... O yüreği kocaman minik kızın babaya yarenliğinden, hizmetindeki olgunluğundan...

Şimdi trendeyim, hareket memuru işareti verdi, keskin bir teşekkür düdüğü öttü, usulca  hızlanıyoruz...

Kafam pencere camındayken; kenar bir köşeye, istasyonun demir parmaklı penceresinden içeri süzülen ışıkla birlikte, yük vagonları düşüyor... Akşamın karanlığı usulca çökmüş. Muhteşem bir an daha. Kalbim sıcacık. Bir filmin rolü tamamlanmış figüranıyım sanki. "Birbirlerine bu kadar sevgiyle ve alın teriyle ve bu kadar sevinçle bakan birilerini gördüm mü daha önce?" diye soruyorum kendime."



Bir ekmek satıcısı var Havza'da; minicik bir mekân ve eskiyi hatırlatan. Önce ona uğruyoruz. Enn Sevdiğim Kadın'ı özel bir ekmekle tanıştırmak istiyorum. Ata Ekmeği! Atatürk Havza'da konakladığında ona yapılan ekmek... Her gelişimde o ekmeği aldığım fırına doğru yürüyoruz. Hevesle giriyorum, işçiler ekmek yoğuruyorlar. Onlara günaydın ve kolay gelsin, kasaya hayırlı işler dileyip "Ata Ekmeği lütfen," diyorum...


Sabah Ekmek Kokuyor...

*Yazılarımda sıklıkla ve çok severek kullandığım bu ifade Adalet Ağaoğlu'nun bayıldığım ve enn kitaplarımdan Romantik-Bir Viyana Yazı'ndandır.

23 Haziran 2021 Çarşamba

Işınlanma

Sonraki durağımız Merzifon'du ki yola çıkışımızın asıl nedeni de oydu. Yıllarca ve defalarca önünden geçtiğimiz ama içine girmeyi hiç düşünmediğimiz bir yerleşimdi. İlginçti, çünkü stratejik bir hava üssü vardı. O üssün insanlarından kaynaklı olarak da bir sosyal hayatı. Otobüslerin yolcu alıp bıraktıkları haraketli bir nokta olması sebebiyle de Ankara ve özellikle de İstanbul yolculuklarımda verilen 15-20 dakikalık molalar, -sorunlardan uzaklaşma fırsatı olarak da- çocuk ben için çok keyifliydi. Önce minik ve derme çatma ahşap bakkalından uzun yol  için abur cuburlar alırdım. Onlardan birini açar, hemen garajların yanındaki orduevi, radardaki Amerikalıları ve bir turnuvada karşılaştığımız epey etkili ve güçlü lise basketbol takımları ile hayal dünyamda yer etmiş ilçenin o dar alanında ona dair minik keşifler yapmanın tadını çıkarırdım... Sonraki yıllarda bir iki kez içine girmiş, belli caddesi dışındaki sokaklarına hiç dalmamış, en fazla üs komutanlığına gidip fatura bırakıp ödeme almıştım. Kısacası bu ilçeyi bir gezgin gözüyle talan edeyim, diye, hiç düşünmemiştim. Ve belki de enn sevdiğim kadını tanımamış olsaydım hâlâ o noktada kalacaktım...

Bundan altı-yedi yıl önceydi, ve benim 2014'ü sadece dört, 2015'i de sıfır yazıyla geçtiğim, radikal kararlarla birlikte başlayan yoğun bir iş döneminin içinde, bir enfes gün olmanın yanı sıra verdiği tat açısından da enlerden ve ayrı tutulası gezilerden biriydi.


İlçenin sanayi sitesindeki müşteri ziyaretinin ardından Amasya-Tokat istikametine gidecek kardeşle vedalaştıktan sonra tatlı bir yokuşun ardından ilk vardığımız nokta bir pazar yeri: Çok hoş, zaman eski, bir ışınlanma zamana ve fazlası ile etkileyici... Yol üstüne masalarını ve taburelerini atmış çay ocağıysa çok davetkâr ve sevimli... Minderlerine belli ki değmiş kadın eli... Ev titizliğinde bir mekân. Güleryüzlü bir genç adam, önce hoş geldiniz diyor. Masanın üzerindeki her ne kadar yakın durmasam da Aydınlık Gazetesi içimi yakın kılıyor. Bir ayrımcılık hali olarak değil, ama aldığım his bir Alevi olduğunu söylüyor ve belki de bu durum içinde bulunduğumuz anı daha da sempatik kılıyor. Keyifli dakikalar geçiriyoruz ve hatta bir daha geldiğimizde pazardan aldıklarımızla kahvaltıyı burada yapalım  istiyoruz.

Bu sabah keyfi için iki genç ve kardeş olduklarını düşündüğümüz adama ve hangisinin eşi olduğunu bilmediğimiz ama tahmin ettiğimiz genç kadına teşekkür ediyor, bu şirin pazarın orası burası derken de bedestana varıyoruz. Öncesinde pek çok yere göz atarak geziyor, bu genel  taramanın ardından bazı noktalara ince işçilikle tekrar tekrar dokunmayı düşünüyor ve sabahın sonrasında bunu gerçekleştiriyoruz.


Biz bu planların keyfiyle ve bir ön izleme tavrıyla arşınlarken sokakları bir Abi ve dükkân gözümüzü alıyor. Ve aslında ruhumuzu da zıplatıyor. Çocuk sevinçlerimiz kalplerimize el çırptırıyor. İçinde bulunduğumuz zaman bir kez daha geri sarıyor. Tavaf ediyoruz. Dar sokaktan Enn Sevdiğim Kadın, bir hayal insanın bütün dikkati yaptığı işteyken çok güzel, yakın plan bir fotoğrafını çekiyor. İzinsiz, doğal ve eylemin yarattığı his muhteşem. Aynı açıdan ben de bir tane çekiyorum ama onunki çok çok güzel. Kendi çektiğimi önce yazıya koyuyorum fakat o anı ve duyguyu yeterince veremediği için de kaldırıyorum. Ondan istemiyorum şimdilik ki, çok yoğun. O günü anlatmaya başladığıma göre devam ettiririm yazmayı diye düşünüyor, o zaman sürecinde de ondan fotoğrafları alırım nasılsa noktasına varıyorum.


Sonra giriyoruz kapısından içeri. Kibarca karşılıyor bizi. Paha biçilmez bir olgunluk, şahane bir nezaket ve tadına doyulmaz bir sohbet başlıyor. İzinsiz çektiğimiz fotoğrafları söylüyoruz, gülümsüyor. Anlıyoruz ki buna alışkın. Çay öneriyor, teşekkür ediyoruz. Ama sohbete ve anın tadına doyamıyoruz. Sonra izniyle fotoğraflarını çekmeye başlıyoruz ki  alışkın bir manken edasıyla verdiği son derece doğal pozlarına bayılıyoruz. Teşekkür edip dışarı çıktığımızda o ana kadar geçirdiğimiz kısa zamanın bile heybemize neler neler kattığını konuşuyor, önümüzdeki saatlerin merakıyla düşüyoruz yeniden sokaklarına kasabanın...



Ne Güzel Bir Gün

20 Haziran 2021 Pazar

Leyla'dan Geçilmez

Gül rengi şarap içilmez mi böyle günde?

Ömer Hayyam





"Biz son zamanlarda 'Leyla'ya' dadandık. Denemediyseniz, bir tadın derim," yazmıştı Sevgili Şule; Lucien Arkas Bağları'nın Punto'sundan da bahsettiğim bundan iki önceki yazıma yorumunda... Onu okuduğumda: "Leyla'yı görüyorum hep, daha çok roze ve beyazını, hatta rozeden mi başlasam yaz niyetine diye düşünüyorum da şimdi..." diye yanıtlıyorum.


Peker Reis'imiz ne der hep:

"Söz namus!"

Ben de aynen öyle davrandım. Dün öğle üzeri çıktım yola, önce bir arkadaş ofisine uğramam gerekti. Uğradım, iki lafın belini kırdık, bir kaç proje gördüm, normal çayları bitmiş olduğu için bir fincan elma çayı içtim, iki üç dedikodu yaptık eve döndüm. Sonra da bir şeyler atıştırsam dedim çünkü iç sesimin alarmı çalıyordu ve uyarırken bazı fikirler de veriyordu. İç sesi biraz erteledim, dinlemedim. Aldım telefonu elime. Tek tuş. Enn Sevdiğim Kadın karşımda... O'na bir teslimatım var; Sarı Votka ve Limonçello imalatlarımdan artan kokulu Finike limonları... Gerçi bu ara başını kaşıyacak vakti yok ama hani olursa, bir tren yolculuğu bana dedim. Önümüzdeki hafta enn sevdiğimiz mekânda rakı içeceğiz! 

Evden çıkarken, burgerlerini ve bahçesini sevdiğim yerde cheeseburger, yanında patates ve kola fikrim ağır basıyor; lakin geçen gün, yine sıklıkla söz ettiğim ve sevdiğim lokanta Adem Usta'da da bulgur pilavını görünce dayanamamış, az pilav üstü bir porsiyon tavuk döner ve cacık söylemiştim. Eğlenceli bir öğlendi; tabağın domates, biber ve küçük dilimlenmiş lavaşların ressam titizliği ile yerleştirilmesinden kaynaklı olarak estetik güzelliğini uzun süre seyretmiş, yiyince de tadına bayılmıştım.

Velhasıl bir türlü dizginleyemediğim aklım çeliyor beni ve 20 metre ilerideki burgerden vazgeçiyor, Adem Usta'ya dalıyorum.

Bulgur pilavını göremiyor, tam Güveç'e meyletmişken yok herhalde diye soruyorum. Kapaklı tencerenin içindeymiş. O halde, az bulgur pilavı üzerine bir porsiyon döner ve cacık.

Kesinlikle çok keyifli ve muhteşem bir zaman dilimi; iyi pişirilmiş bulgur pilavı döner birlikteliği muhteşem ve kıvamı yerinde, iri rendelenmiş salatalıkları taptaze ve diri, tuzu ve sarımsağı sakin cacık harikulade!

Üstelik 20 TL!

Esnaf lokantacılığı budur işte!

Oradan çıkınca bir an CarrefourSA'ya uzasam diye düşünüyor, gözümün önündeki Migros'da karar kılıyorum. Bir iki şey ki bunlardan biri Ülker'in yeni ürünü marşmelovlu donat! Diğeri de tabii ki Leyla. Alıyorum.

O an bir eşlikçi fikrim yok. Biraz serinletir, bir, bilemedim iki kadeh içerim diye düşünüyorum. Sonra aklım çeliyor beni. Midye, diyor içsesim. Hemen denizin dibinde, eşi ve iki küçük çocuğu ile arabasının arkasında midye satan ve hakkaten bunları lezzetli ve temiz yapan, dili biraz yağlamacı da olsa çalışkan biri var. Gelince eve Leyla'yı koyuyorum dolaba; buzdolabına değil ama! Niyetim saat 21 civarında dokunmak Leyla'ya. O ara midye konusundaki tartışma sürüyor zihnimde. Vakit yaklaşırken de üşenme yürü diyorum; sonra maskemi takıp varıyorum. 15 tane midye diyorum, o hesap düze bağlansın diye 17 tane vereyim 20 TL olsun diyor. 1,5 liralık midyeleri komşuyuz diyerek 1,25'den verdiğinin de altını çiziyor.  Dönüyorum eve. Leyla bekliyor.



Onun hakkında hiçbir şey okumuyorum, referansa güveniyorum. Endamını ve etiketi çok beğeniyorum; Leyla'ya yakışmış!

 

Saat 21'e yaklaşırken bir kadeh Leyla'yı üzerini kapatarak  buzdolabına koyuyorum. Midyeler dolapta zaten. İdeal serinliğe ulaştığında ikisini birden çalışma odasına taşıyor, müziğimi de açıyorum. Bloglarda vakit geçirmeyi istiyorum. Leyla'yı bir süre seyrediyorum.  Renk ve saydamlık beni benden alıyor. Çalkarası roze için kalifiye bir üzüm. Kendisiyle anlaşacağımızı düşünüyorum. Bir One night stand olmayacak bu... kesin.

Hımmmmm... koku.

Çilek... Hatta çilek reçeli...

Hımmm... Ama ev çilek reçeli değil...

E ben severim bunu!

Ev yapımı olmayan, küçük paket reçel meraklısı bir çocuğum ben, hem gül reçeli ile çilek reçeli birbirinin farklı tonu gibidir.

Valla sevdim, Leyla'ya aşık olabilirim.

Onunla geçen zamanların eğlenceli olacağından eminim sanki.

Bir yudum...

Hisset...

Hissediyorum.

Hissettiğin ne?

Yetişme sürecimde özenerek edinilmiş eylemler ışığında ve kendim olarak, dilimdeki, damaktaki ve bitimdeki evreleri ve de serinletilmiş, limon tadı varla yok arası midye dolması ile uyumunu topyekün değerlendirdiğimde, hissettiğimi ifade edebilir miyim?

Bekliyor.

Hayatıma hoş geldin, Leyla.



Ve çok teşekkürler Sevgili Şule. :)

17 Haziran 2021 Perşembe

Yüz Yıl Önceden Yüzyıl Sonraya Bir Aktarım

Ayrıntı Yayınlarının Türkçe Klasikleri serisi ilginç gelmişti, aldım. Tasarımı ve kapak malzemesi ve renk hoşuma gitti. Dili yazıldığı döneme sadıktı. Kitap, okunmayanlar bölümünde yerini aldı. Tuğla arası kapsamında değerlendirmek istemedim onu ama dün akşam bir kitap alıp da uzansam ve sonra da uyusam, diye düşününce göz atmak maksatlı olarak onda karar kıldım. Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali ve dil içi çevirileri yapan Duygu Turp Kaya'nın yararlı ön açıklamalarını okuyup romanın ilk sayfalarına başladığımda, bazı sözcüklerin günümüzdeki karşılıklarını sayfa altından okumak sıkıntı verse de kitabın 22. sayfasına geldiğimde durum bayağı ilginçleşti! Yazar, 16 Şubat 1330'da, ki bunun Miladi karşılığını 1912 olarak tespit edebildim, Heybeliada'da bitirmiş romanı. Sonra okuduklarımdan yola çıkarak dedim ki yazar 100 yıl sonrasını öngörmüş!.. Belki de bu ülkenin geleneği bu dedim.  Bal tutan parmağını yalıyor. Aslında biraz tereddüt ettim: Okuyup bitirsem ve o zaman kitap hakkındaki düşüncelerimi yazsamla, şu bir kaç paragrafı olduğu gibi yazsam arasında kaldım. Ve nihayetinde bu da böyle bir yazı olsun diyerek, kitabın üç sayfasını halimizi iyi anlamak adına buraya taşıdım. Okuyuculara bir kıyak olarak da bazı kelimlerin bugünkü karşılıklarını hemen yanlarına iliştirdim.







Sayfa 22 , 23, 24'den...

..... Onları bugün affettik, unuttuk. Lâkin tarih sayfalarına, beşeriyet-i ayiyye (gelecekteki insanlığa) gözyaşları döktürecek, ateşten, kandan, irinden, melanetten satırlar nakşettiren, bugün içinde kavrulduğumuz yangının kundakçılarından birtakımları da daha büyük servetlerin verdiği refah ve gurur ile pencerelerinden bu haşr u neşri (toplanıp dağılma) seyrediyorlar. Aç halk birbirini didiklerken onlar tok, endişe-i ferdadan (yarın endişesi, gelecek kaygısı) azade, rahat ve huzur içinde lehlerine yeni bir inkilâp için fitne düşünüyorlar.

Öyleleri var ki İstanbul'un en çukur, en havasız, en karanlık mahallelerinden, en adi evlerinden Taksim'in, Şişli'nin, en âlâ, en mualla, en muhteşem kâşanelerine (büyük, süslü ev) fırladılar.

Zavallı gazeteci, sen bunlardan birinin bahriye tayinatından (erzak, yiyecekler) her ay beş yüz çift ekmeği ne yaptığını düşünüyorsun... Bu kadar ekmeğe ne miktar katık lazım geleceğini bir hesaplasana... Belki yemiyor, satıyordu. O halde bu harp zamanının kepekli kuru ekmeğini irtikap eden bir doymak bilmezin hâsebül-vazife (görev sebebiyle) elinden geçen bilyonlarla sarı liraların cazibeleri önünde çevirmeyeceği entrika mı tasavvur olunur? Beş yüz ekmeğe razı olalım efendi. Afiyetle yesinler...  Ah sen hakikati bilsen, vücudundaki kan, tahamülünden fazla fayrap (ateşi harlama) edilmiş bir makine gibi damarlarını patlatır... Biz canımızı aç kurtlara, peynir tulumlarını kedilere emanet etmiştik, şimdi neye çırpınıyoruz bilmem!..

Evet, Hacı Ferhat Efendi, yağmur yağar iken küpünü doldurmuştu. Servet serveti cezbeder. Talih yardım etti. Zorbaların içinde kulaç attıkları yağma deryasından hanesine bir nehir akmaya başladı.  İki kızı vardı, ikisini de birer zabite verdi. Damatlarından biri levazıma yerleşti. Öteki bilmem hangi komisyonda mühim bir mevki tuttu. Levazımdaki damadı kıymet ve kadir ve ehemmiyetçe Reis İsmail Hakkı Paşa'nın yalnız iki gözü değil bir çift eli ve tek bacağının mütemmimi (tamamlayan), müttekası (dayanmaya yarayan şey), bastonu idi. Onun levazım umurundaki reviyeti (bir işin her yönünü düşünme), kârşinaslığı (iş bilirlik), ve himmetiyle tek bacak Reis artık topallamıyor, sekmiyor, aksamıyordu. Paşadan himmet, damattan gayret öyle bir ticarete koyuldular ki milyonlar önlerinde taklak atıyordu.   En büyük tüccarlar, Kamhiler filanlar yanlarında aciz birer gölge gibi kaldılar.

İkinci damat elinde tekâlif-i harbiye* kamçısıyla bir ticaret evinden, bir depodan içeri girdimi hokkabazların tılsımlı değnekleri gibi bunun ucunu nereye uzatsa, önünde yüzlerle fıçı fıçı yağlar, teneke teneke gazlar, çuval çuval şekerler, gazevilerle* pirinçler, balya balya yünler, pamuklar, kumaşlar, işaret ettiği tarafa akıp gidiyordu. Bu eşya meyanında bazen levazım-ı askeriyyeye* bir vech-i lüzumu tasavvur olmayan ponjeler*, süreler, güpürler, dantelalar, yelpazeler, ajurlu ipek çoraplar, kolonyalar, lavantalar vesaire vardı. Bu zabıt bir kağıdın üzerine iki üç rakam çızıktırınca piyasadaki eşyanın tekmilini kaldırabilmek kudretine haizdi. Şaşılır....

2021'den sevgiler... Durumda bir değişiklik yok!


*Tekâlif-i harbiye: Türk ordusunun eksiklerini gidermek ve Yunan kuvvetlerine maddi anlamda olabildiğince denk bir ordu oluşturmak gayesiyle yayınlanan emirler.

*Gazevi: içine pirinç konan kap.

*Levazım-ı askeriyye: Askeri malzeme.

*Ponje: Bir tür ipekli kumaş.

15 Haziran 2021 Salı

Bir Kaç İyi Şey... Veeee Çooook Şahane Bir Şey!

Erken kalkıyorum; her zaman olduğu gibi. Önce çalışma odasına geçiyorum ki denizin üzeri çıldırmalık.  Böyle merhabaya can kurban! Gökyüzünün melekleri yine konuşturmuşlar... Güller açtırmayı iyi biliyorlar ve her gün başlangıcında pandemiyi eğlenceye çevirmeyi başarıyorlar!

Bir kahve yapsam... Denizin kokusunu eve doldururken onu derin derin solusam ve hatta elime de bir kitap tuttursam... mı?

Hımmmmmm... Müzik?




Geniş bir kahvaltı istemiyorum. Daha önce tarifini yazdığım, Trabzon/Vakfıkebir ekmeğinden tek dilim üzeri ve orjinalinden biraz zenginleştirilmiş Alanos usulü kumruları hazırlıyor, fırına yolluyor, 195 derecede 14 dakika 30 saniye olan pişme süresi içinde zeytin tabağını hazırlıyor, yumurtayı pişmeye bırakıyor, fırının son 5 dakika 40 saniyesinde de filtre kahvemi hazırlamaya başlıyorum; o demlenirken de yumurtayı soyuyor, ikiye bölüp zeytin tabağına ilave ediyor, üzerlerine de pul  biber, nane esintili kekik serpip, sızma zeytinyağı gezdiriyorum.

Fırın sesleniyor!

Bir Alkış?

Bana!

14 dakika 30 saniye içindeki senkronizasyon başarım için... Sonra hepsini bir araya getirip çalışma masasına konuşlanıyor, kuş sesleri eşliğinde şarkılar dinliyorken  blogları ve öncelikle de sevilen köşe yazarları olmak üzere gazeteleri okuyor, bu esnada da ne var ne yoksa silip süpürüyorum.




Çok fazla uzak olmayan bir evvel zaman önce, Spotify açıkken ve ben çalışıyorken o an dinlediğim şarkıcının albümü bitiyor. Sonra, biraz arabeske vuran ama bunu kaliteli yapan şarkıcıları dinliyorum... Öyle damardan vokaller değil tercihim, eğlenceli olsun istiyorum. Bitiyor albüm. Göz at'ı tıklıyor, yenilerde ne var ne yok diye aranıyorum. Şöyle biraz pavyon ağzına çalan ama gazino yıllarındaki solist altlarının tınısına dokunan bir ses ama özellikle bir kadın sesi istiyorum. Bir albüm dikkatimi çekiyor. Kapağı ki  tuğla duvarlı bir alanın fon olduğu bereli, mantolu bir kadın fotoğrafı...* Etkiliyor.  Tıklıyorum. İşte bu! Ben bir isterken Rabbim iki veriyor. Dinliyorum. Öylesine derken kulak kesilmekle kalmıyor fena halde de eğleniyorum. Çok ama çok hoşuma gidiyor, popüler biri olmadığı kesin.. Hatta diyorum ki "Kim hangi pavyonda keşfetti acaba?" Fotoğraftaki yaş hiç taze değil ama edası cuk oturmuş. İki kere üst üste dinliyorum. "Bu ne iş?" diye düşünüyor, "Hele bir bak, başka albümleri var mı? diye dürtüyorum... İsmini tıklıyorum, Spotify saçıyor önüme. Bir "Vayyy beee!!!" çıkıyor ki dilimden; karşı duvardan gidip gidip geri dönüyor. Yağmalıyorum. Yok böyle bir şey! "Ne kara cahilmişim ben ah... ah... ahhh!" diye dövünüyorum.  Utanıyorum ama bunun sorumlusu sen değilsin diye de teselli buluyorum. Bu arada sanatçıya kendimi affettirebilmek için çabalıyorum.

Sonra bir gün Sevgili Momentos* blogunda Ayşenur Kolivar'ın Lazca bir şarkısını paylaşıyor, o paylaşıma şöyle bir yorum yazıyorum: "Sıkı dinlediğim bir grup vardır, Koliva... Bir de Mircan Kaya! Muhtemelen dinlemişsinizdir diye düşünmekle birlikte bir ihtimal daha önce dinlemediyseniz, diye düşünerek, onu da dinlemenizi öneririm. Lazca caz da söyler, Gürcüce de, ve Türkçe dahil üç dilde türküler de. Popüler kültürün sunduklarından olmadığı için kariyeri de pek bilinmez, diye düşünürüm. Özel bir sanatçıdır, vasıtanızla bilinsin istediğim bir kıymettir. Eğer daha önce dinlemediyseniz mutlaka dinlemelisiniz!"

Çok hoş bir yanıtın ardından,  adını başlığa çıkararak daha çok insana ulaşmasını sağlayacak bir paylaşım yapıyor blogunda.  İşte tam o sıralarda ben satın almak için kitap bakınırken; 10 parmağında 10 marifet olan ki bunlardan biri akademik kariyer -üstelik dünyanın dört bucağında- Mircan Kaya'nın bir de kitabı olduğunu görüyorum. Üzerine atlamam kaçınılmaz! Listeme ekliyor ve hemen... ama hemen siparişi veriyorum. Elime geçer geçmez de bir hafta sonu güneşinde bahçeye iniyor, annesinin dilinden,  coğrafyadaki yaşamı gözler önüne serdiği, olağanüstü bir hayat içeren, zihne şarkılar söyleten ve hoş bir kurgusu olan Gece Karanlık Çekirge Ve Sen adlı ki 2014'de çıkmış tek kitabını bir solukta okuyor, arka kapağını kapattığımdaysa elimden bırakmıyor, anın bu tadını hafızamda döndürüp duruyorum.  Yüzümde paha biçilmez bir tebessüm, kalbimde enfes bir sıcaklık...




Yolu uzatıyor ve Carrefoursa'ya varıyorum, demiştim. Sonra "Bu taze marketin raf düzenini seviyorum." diye eklemiş sonra da şöyle devam etmiştim, kısa dönem önceki bir yazımda: 

"Giderken aklımda alacağım şarap netken, orada aklım çeliniyor. İşin aslı sonradan fark ettiğim üzere şarap rafının düzeni değiştiğinden onu eski yerinde göremeyince yok diye düşünüyor, Cabarnet Sauvignon, Shiraz ve Merlot üçlüsüne kapılıyor, hayal ettiğim, başka çeşitlerini deneyip sevdiğim ve hatta mekânında şahane bir İzmir akşamı yaşadığımız markanın denemediğim şarabını seçtiğimi anlıyorum. Bu yazıda kendisi ile ilgili bir fikir vermek isterdim ama henüz şişeyi açmadım. Ramazan geleneği olan bir ailede yetiştiğim için, inanca ve geleneğe saygı duyar, günahmışı hiç umursamaz ama ramazan bitmeden de içkiye bulaşmam." diye bir not düşmüştüm.

İşte o şarabı bayram sonrası açmış, bazı akşamları tek bir kadeh olmak kaydıyla, bazen yanına atıştırmalık bir şeyler hazırlayarak içmeye başlamıştım. Aslında daha önce söz ettiğim aynı markanın İDOL'ü için gitmiştim ama üst paragrafta söz ettiğim karışıklık nedeniyle de PUNTA'sı ile dönmüştüm. İnanır mısınız, bir kez daha fiyat kalite noktasından bakınca (44,90TL) ve hatta bundan da öte içim keyfiyle şarap şaşırttı beni. Fakat özel bir yemek akşamının şarabı olmadığını da söylemeliyim!.. Çünkü Shiraz'ın katılımıyla bir tık daha tatlanmış Punta yalnız başına bir akşamın altından kalkabileceği gibi yemek söz konusu olduğunda işin özü, arafta kalsam da, olumsuzluğa daha yakınım. Fakat, şu pastanelerde olan ve arasına peynir ve yeşillik  koyulmuş sanırım sakallı denilen minik sandviçlerle de keyifler yaşatabileceğini düşünüyor, hatta yine tatlıya yakın pastalarla da belki olabilir diye düşünmekle birlikte, denemediğim için şimdilik bir şey söyleyemiyorum. Ama bu yazmaya susacağım anlamına gelmiyor tabii ki... Çünkü çok keyif aldığım bir sürü şey sanki bana sürpriz olarak ben dışında planlanmış ve o güç tarafından da bir bir aklıma sokulmuş olmalı diye sürekli şaşıran, ama çok da mutlu, coşkulu ve doğal olarak çenesi düşmüş bir adam haline dönüşümü gülerek izliyorum.






Gabriel Garcia Marquez tıfıl çağlarda okuduğum Yüzyıllık Yalnızlıkla hastası olduğum bir adam! Benim Hüzünlü Orospularım'sa hep elimin gittiği ama çocuk aklıyla hep çekimser kaldığım, fazlası ile merak ettiğim bir kitabı. 11.06.2020'de bir toplu siparişle alıyorum. Ama okumuyorum. Bu ara Roberto Bolaño'ya sarmış vaziyetteyim ve elimde bir tuğla sayılabilecek Vahşi Hafiyeleri var. Hoşuma gidiyor, hem kurgusu güzel hem gençlik, benzerlikler falan derken akıyor ancak ortalarına gelince tuğlanın, diyorum ki: "Bununla birlikte hap gibi yutulacak ama "kocaman" bir kaç kitap daha okuyup, okunmayanlar hanesindeki sayıyı düşürsem biraz."

Aklıma yatıyor ve Mircan Kaya ile ilk arasıcağı yapıyorum ve ardına da Marguez'i ekliyorum.  90 yaşını kutlayacak bir Abi. Gün görmüş, zengin bir ailenin son ferdi; ilginç bir karakter, gazetede köşe yazıyor, klasik müzik dinliyor... Kitapsa şarkıların adlarını ve bestecilerini söylüyor. Duygularının ve maceralarının takipçisiyiz. Anlatım bence muhteşem, ortaya saçılanlar da gerçek bir gözlemin ürünü. E duygu da içeriyor, bayağılık yok, romantizm var. Kısa bir roman olsa da ara sıcak muammelesi yapılamayacak kadar da edebi...  Gerçekçi dil bazı anları rahatsız edici yapabilir diye düşünülse de bazı kalemlerde anlam bulabiliyorlar ki bence bu o türlerden biri. Ben bir tek kişi özelinde -ki o yazıları okumuş olanlar anlayacaklardır- şöyle şeyler geçirdim içimden: "Bazı "Orospular" iyi ki tanıdım diyecek, sözcüğü başka bir seviyeye taşıyıp sevimli kılacak ve arkadaşlıkları, kişilik özellikleri nedeniyle unutulamayacak ve roman tadında, upuzun bir yazıya konu olacak kadar kıymetlidir!..."





Mircan Kaya yorumlaşmasının içinde akordiyon sözcük olarak geçiyor ve plağı yerinden almama neden oluyor bu. Dokunduğumda bir zaman yolculuğu başlıyor. Plakçı dükkanlarının neredeyse manifaturacılar sayısında olduğu yıllara uçuyorum. Para atılarak müzik dinlenen cihazlardan ilkinin geldiği Kilim Pastanesini hatırlıyorum ve onun çapraz köşesindeki, bu plağı aldığım mağazayı,  onu bir an önce dinlemek için uçarak eve gelişimi de. 
 

Sonra bu albümü youtube'da buluyorum ve linkini yazdığım yoruma ekliyorum. Ve bütün gün de akordiyon sesi eşliğinde ne güzel yaşadığımı düşünüyorum.

O aralarda blogrolumda Sevgili Elisabeth'in taze yazısını fark ediyorum.* Okuyorum ki etkileyici... Bir kitap; yazarını bilmiyorum. Altına şu sözleri yazıyorum:
 
" Küçük şeyler mi?

Yoksa insanı çoğaltan koskocaman şeyler mi?

Hatta yıllarına sevilme ve sevme izler bırakacak!..

Ne çok soruyorum değil mi?

Yoksa okuduğumu ve ardındaki kalbi anlamıyor muyum? dersin.

Olamaz mı?


Bu arada yazarı tanımıyorum ama kitap ilgimi çekti.

Şimdi de yazarla tanışmaya gidiyorum. Yazını sevdim:)

Ne kazançlı bir gün."



O da şöyle yanıtlıyor: "Okusan ve sevsen nasıl mutlu olurum. "insanı çoğaltan koskocaman şeyler" o kadar güzel bi tanım ki... teşekkür ederim:)"


Okuyorum bir cumartesi öğle sonrası... Bahçede oturuyor, bir yandan bodrum katı mesken bellemiş kedi ailelerinin güneşe serilmiş yetişkinlerini ve de oyun halindeki bebelerini izlerken kitabı bitiriyorum. Sonra da Sevgili Elisabeth'in yazısına dönüp; "Kitabı aldım ve okudum, çok sevdim, hatta bir yazı yazarsam büyüklere şahane masal diye söz ederim kendisinden dedim. Çok teşekkür ederim. Bir gün bizim efsane kedilerimizden de söz ederim belki. Süheyla ve sana mutluluklar," Yazıyorum. 


Vahşi Hafiyelerle başbaşayız...
 
 




*Sevgili Momentos'un yazısı için buradan lütfen

*Sevgili Elisabeth Vogler'in yazısı içinse buradan lütfen.


*Mircan Kaya'nın Bir akşam sen ve ben, adlı albümü.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP