27 Aralık 2020 Pazar

Sıkıntıdaki Bir Okurun Garip Halleri 3

Sondan bir önceki siparişte, nihayet, dedim ve koli gelir gelmez ilk onu elime aldım. Şöyle bir göz attım, sonra diğer kitaplarla birlikte okunacaklar bölümüne yerleştirdim. Yazarı tanıyordum: O'nunla tanışmama sebep olan enn bayıldığım kadındı. Yıllar önce, çok uzun zaman önce değil ama, yoğun bir iş sürecindeyken ve ben O'nunla sosyalleşip nefes alıyorken, bana bilmediğim mizah dergileri Ot ve Kafa'yı alır ve gelirken getirirdi. Ve bir de çok nitelikli spor dergisi Socrates'i... Di'li geçmiş zaman yanıltmasın, O hep getiriyordu da ben yeteri kadar okuyamıyordum; çünkü hayatım O ve inşaat olmuştu. Almamasını, parasını boşa harcamış olmamasını ben istedim; iş yoğunlaşmış ve tüm zamanımı alır olmuştu. O dergiler sayesinde yazarla tanıştım. Kaleminden akan mizaha bayıldım. Uzun yazıyordu ve beni çok eğlendiriyordu. Sevilenler hanesine üst sıralardan girmişti. Tasavvuruma göre orta yaşın üzerindeydi ve bir fotoğraf da oluşmuştu kafamda. Ünlü bir yazar değildi, dolayısıyla onunla ilgili bir görsel düşmüyordu önüme. Merak da etmiyordum. Adı ve yazdıkları yeterliydi.

Sonraları bir kitabı çıktı, sonra bir tane daha, sonra bir tane daha... Bir seri üretim! Bir durdum. Merak edip de bir kitabını alayım diye düşünmedim. Oysa yazılarını çok severek okuyordum! Kasılmayan, olgun ve kendi halinde kaleminden, mizahı güzel, cin gibi bir yazar tadı alıyordum. Normal hayatıma döndüğüm evrede okuma hızım normallerime dönse de O'nun bir kitabını yine düşünmüyordum.

Nihayetinde ve şu yakın zamanda perdelerimi yıkıp bir kitabını almıştım!

Yine de, kitaplığa her gittiğimde okunmayanlar kısmındaki başka bir kitapla dönüyor, onu sonraya bırakıyordum. Ürküyordum. Şu seri üretim korkutuyordu beni. Hafızamdaki tadı bozulur, en sevdiklerim listesindeki yeri değişir, diye korkuyordum. Popülerlik fena bir şey değildi, bazısında hoş durur bir durumdu ve bana dahi şirin gelirdi. Önemli olan köpürtmemek ve bir yapaylık tadı hissettiren aşırılığa kaçmamaktı. Yani kısacası bir çıtam vardı, onu aşınca tadım, ne kadar beğenirsem beğenim uzaklaşıyordu.

Sonunda kitabını aldığıma göre, onu diğer vazgeçtiklerimle aynı kategoriye sokmamış o da hissiyatımdaki çıtayı aşmamış, geçmişten gelen sevgim de tükenmemişti. Üzerine ve kitapları hakkında zaman zaman Enn Sevdiğim Kadın'la konuşuyorduk. Bir kaç kitabını önermişti de. Sosyal Medya'da olmadığım, magazine de pek takılmadığım için ne yapar ne eder bilmiyor, düşünmüyordum da... Geçmişte sevdiğim sonra da sildiğim sanat insanları vardı: popülerleştikçe tüccarlaşan, paranın tadını aldıkça doğal hallerini soyunup inkâr eder bir dönüşümle başka türden bir rekabetin içine girerek yapaylaşan, reklamın kötüsü olmaz şiarı ile çakma yıldızlarla aynı düzlemde takılan... Aslında çok katı biri değilim, yakıştırarak yapana eyvallahım var.  Fakat şuramda, "Olmadı bu yaa!" hissi yaratanlara güle güle derim...


Bitirdiğim enfes bir kitabın ardından çekip alıyorum onu raftan. Saklı Bahçeler Haritası'nın okuru kitaba hazırlayan, merak noktalarını uyaran, iki zarftan söz eden ve okuru kitabın ana karakterlerinden biriyle tanıştıran ilk iki sayfası ve -şimdiki zamanda- zekice bir açılışı var.

Sonrasında açılan zarflardan çıkan her biri novella tadında, zengin, soluk kesen mektuplar...

Şimdiki zamandan mektuplara geçince oluşan zaman değişimini ve üslup tadını başlangıçta yadırgıyorum. İki farklı renk arasındaki ton uyumsuzluğu gibi! O kısımlarda kalitem düşüyor. Ama sonra roman, mektuplarda coşkuyla çağıldıyor ve akıp gidiyor. Elimden bırakamaz hale geliyor, zaten sevdiğim yazara beni yanıltmadığı için sürekli teşekkür ediyor ve hissiyatlarımı Enn Sevdiğim Kadın'la paylaştığım gibi ondan hatırımda tutmadığım kitaplarından bir kaçını önermesini istiyorum. Mektuplarda geçen döneme ait siyasal olaylara, savaş dönemlerine, bunların batının yanısıra ülkemizdeki yansımalarına değinen satırları okudukça da yazarı sürekli takdir ediyor, bilgisini, dönemi araştırmış, okumuş olmasını ve bunları kendi eleştirileri ile birlikte öyküye yedirişini alkışlıyorum. Mektuplaşan iki kadın karakter zaten müthiş! İçeriklerde dönemin siyasal gelişmeleri ve savaş ortamı yer alıyor olsa da iki karakterin birbirleriyle ilişkileri de zengin, merak ettirici ve sürprizlerle dolu.  

Okumaktan müthiş tat alıyor, mektuplardaki tüm karakterleri ilginç buluyor, acaba ne olacak merakım sürekli yükseliyor, kitabı elimden bırakamıyordum. Yazarı yücelttikçe yüceltiyor, romanın dünya çapında olduğu inancımı köpürttükçe köpürtüyordum. Özellikle Avrupa'da okur bulacağı noktasında tereddüt etmiyor fakat, tüm bu güzelliklerin dışında ne kadar gayret etsem, görmezden gelmeye çalışsam da bir problemi yaşıyordum!

Şimdiki zamana geçtiğimiz anlarda bir gizem tadıyla verilen ve kim yolluyor bunları noktasında merak yaratmak isteyen satırlardaki zorlama modumu yerle yeksan ediyor, az önce mektuplardaki izlenimlerimi parçalıyor, gülü seviyorsan dikenine katlan noktasına getiriyordu beni. Mümkün olduğunca hızla geçiyordum, o bölümleri. Sonra mektuplarda ve oradaki karakterlerle tekrar yükseliyor, sayfaların içinden geçip her şeyi birebir yaşıyor, her bir anın tanığı oluyordum. İstanbul ve 6-7 Eylül kısmında bir kez daha kaderin kıyağına şükrediyordum. Çünkü Babam  Komutan şoförü olarak o gün onunla olay mahallerine gelmiş, bütün durumu gözleriyle görmüştü ve annemle evlenip biz dünyaya geldikten ve aklımızın erdiği yaşlarda anlatmıştı.

Kitabın 318.sayfadan sonrasıysa bir felaket benim için. Kocaman bir düş kırıklığı; daha ziyade lezzet eksikliği; başta mektuplar olmak üzere gizlerin açığa çıktığı finaldeyse çöküyorum. Atlayarak ama yanıtları alarak ve hızla geçiyorum kalan 26 sayfayı... Sonra, şu şimdiki zamanlı ara bölümler ve finalle ilgili olarak şöyle düşünüyorum: Yazar mektuplarda anlatılan bölümleri önce yazdı. Onlara göre de şimdiye bağladığı ara bölümler düşündü, bağlaç gibi. 

 

Yayınevinin ilgili kişileri ile oturup konuştular, işin ticari kısmı mevzuya katıldı, okur profili ve şimdilerde ne satar meselesi, piyasa, tartışmaya dahil oldu ve onun sonucunda da yarı profesyonellerin etkisiyle bu lezzetsiz, acaba yazarın içine sindi mi diye düşündüğüm, bendeki kalite etkisi negatif, alelacale yazıldığı hissi aldığım bölümler oluştu. 

Aslında kızdım, sevdiğim ve daha büyük bir yaşta tasavvur ettiğim yazarı bu kez aradım nette, buldum. Fotoğrafını ilk kez gördüm ve hımmm diyerek ve  80 sonrası, liberal dönemin talihsiz  kuşağı  halinden bakarak anladım O'nu. Pal Sokağı Çocukları'nın peşine düşme hikâyesinin olduğu bir videodaki düşüncelerine, gençliğine ve coşkusuna gülümsedim. Kıyamadım.

Diğer kitaplarıyla ilgilenmekteyim!..

20 Aralık 2020 Pazar

Geceye Bir Şarkı Eşlik Etse... Ve Deniz... Ve Rüzgâr...

 Öncesi

 


İsmail Şef'in teklifi olağanüstüydü, zaten rüyalar aleminde olan ruhlarımızı uçurmuştu. Ve o akşam, evet o akşam  kesinlikle bir Cuma olmalıydı!

                                                                                      ***

Akşama ve devamındaki geceye uygun hazırlanıyoruz: Sahnenin hayat hikâyemize dair uzun metrajlı bir filmin en özel sekanslarından biri için oluşturulduğu, bir tekrarı olur mu diye düşününce de kendi özel hâlini hep hatırlatacak ama geriye de hüzün bırakacak, baş başa bir akşam yemeğine...

Kostümler abartısız ama şık. Senaryo sağlam. Ufacık bir kurgu yok ve tümüyle doğaçlama... Senarist ise yaşamdan biriktirilenler. Yönetmense kaderimizi hep elinde tutan... Ve bilen.

Varıyoruz Sahil Kafe'ye. Ama çekik gözlü mavi kuştan iner inmez: fark ettiği anda oyunu bırakıp bize doğru uzayan can dostumuzla karşılaşıyoruz.. "O... oooo! Bu ne şıklık," diyerek pek nüktedan bir göz kırpıyor. Oysa ki bir yaz sadeliğinde ama bir güzel gece çağrışımı da yaptıran spor bir şıklık.... Onun laf atmasına gülücükle karşılık veriyor, yolun ortasında iki lafın belini kırıveriyoruz. "Hadi sen de katıl bize," desek de bu anlayışlı minik pek de manalı bir edayla "Annem merak eder" diyerek,  kendisi ile daha önce tanıştığımız karşı ağaçların ardındaki yuvaya doğru yürüyor.


Selamlaşıyoruz Dolores'le... İsmail Şef denizdeymiş? Gözler bakınca o yöne kıyıya vardığını ve hatta bize doğru yürüdüğünü görüyoruz. Nafaka sağlam! Birer akşam çayı içiyoruz kapı önü masalardan birinde. Fırınsa çıtır çıtır odun kokusu ile katılıyor sohbete. Şef müsade isteyip hemen arkadaki evlerine geçiyor. Bir balıkçı şıklığından aklanıp paklanıp, namı olan şef pozisyonunda fırının olduğu bölüme geliyor, bir süre sonra. Bizse masalardan masa beğenmek üzere varıyoruz denizin tam kıyısına... Ama önce Şef  "Izgara mı istersiniz?" diye fikrimizi soruyor. "Sürpriz olsun," diyoruz ve sanatını bildiğimiz şefe bırakıyoruz.

 


Çayların ardından -bizden daha heyecanlı- denize yürüyor, hemen kıyısındaki sıra sıra masaların göz kırpmalarından hareketle kafa dengi olduğu anlaşılan bir masayı seçiyoruz. Ne güzel ki an itibariyle ve günün ruhları dürtükleyen saatinde, bizden başka kimsecikler yok. Sonra geri dönüp Dolores'le birlikte masaya başlangıçları taşıyoruz: Yöre peynirleri, tabak süsü olarak hıyar dilimleri ve domates... üzerinde sarımsaklı yoğurt ile közlenmiş yaz sebzeleri olan bir tabak. Ve daha önce hallederiz diyen Şef'in bize kıyağı olarak da 35'lik rakı, su ve buz. Az sonra da içine tulum peyniri ve tereyağı sıkıştırılmış dumanı tüten Tophaneler geliyor...  Durum şunu gösteriyor ki Dolores ve Şef İsmail bize bu sevdiğimiz günde Shakespeare'e nazire yaparcasına Bir Yaz Gecesi Rüyası yaşatacaklar! Ah keşke Jackie'de olsaydı... Ne garip, fotoğrafını da kullandığım üç yazı yazdım mekâna dair ama adını şimdi, şu yazıyı yazarken hatırlıyorum!

Güneş gülümseyerek vedalaşırken ay denizden yükseliyor. Akşamın sessizliğine denizin müziği nağmelerle katılıyor. Kuşlar yuvalarına usuldan usula çekilirken sona kalan iki mini balıkçıl merakla bizi süzüyor. Muhtemel ki anneleri sesleniyor ve çocuklar için oyun saati sona eriyor. Fakat kırlangıçlar!.. Onlar hava geceye iyice dönmeden akşam ebesi oynayarak günü tamamlıyorlar ve anne bağırtılarına "Off ama ya!" deseler de tıpış tıpış evin yolunu tutuyorlar.

Hava gün ışığını terk ettikçe gecenin ışıkları yanıyor. Süperstar'sa gecenin merdivenlerini usul usul çıkmaya başlıyor. O'nun hakkıdır ki assolist edasında: Önce ucundan görünüyor, sonra kıpraşık denizin içinden nihavent adımlarla yükseliyor. Dolunay. Bir kez daha!..

Tek, iki parmak kalana kadar su ve iki buz atılmış kadehlerimizi ona kaldırıyoruz. Sonra çın çın... Ve gecenin tüm canlılarının şerefine birer yudum. Peynirler muhteşem, hiçbiri endüstriyel değil ve etraf evlerin üretimi. Elbette sebzeler de...

 O halde müzik!  Tık ve tık lütfen.


 


Birinci kadehler usul usul akarken derinlerimize Çay, Simit  ve Peynir tadında...  Uzak evlerden birinin verendasındaki kontraplak bir gitardan fa diyez nidalar akıyor bize doğru... Öyle genç ki usul rüzgâra takılıp da gelen sesler, öylesine yaz kokulu... Hadi buna bir de gecenin, Delta ahalisinin seslerini katın. Ve düşünün... İşte o zaman, boşalan kadehleri, hadi gelin de doldurmayın!

Artık masada bir de mum var. Yerde ve kumların üzerinde de içinde Delta kokulu odunlar yakılı ve iri taş parçaları olan bir eski peynir tenekesi...  Bir şef spesiyali!  Sürprizse midyeler! Üstelik Şef onları mahalle usulü pişirecek, tenekenin üzerinde... "Vayy İsmail Şefim!" deyip boynuna atlayasımız geliyor elbette. Bunu O'nun gülümsemesine, söylüyoruz da... Piştiler ve şimdi kocaman bir kâseyle masadalar. Ama şefin o son dokunuşu ve onun sonucu; kusura bakmayın ama tam anlamıyla anlatılamaz yaşanır durumu. İşte o son dokunuşun alevi ve ardından midyelerle başbaşa kalan, sadece tütsülenmiş anasonun kokusu. Ölelim o halde...


Ara çayları eksik olmuyor elbette... Şef'le Dolores'i de katmak istiyoruz masaya ama biliyoruz ki yaşatmak istedikleri gece bize. İnanılmaz bir rüya yaşadığımız. Delta'da, kumların üzerinde, uçsuz bucaksız sesizlikte ve denizin kıyısında ancak filmlerde rastlanabilecek bir anda ve üstelik koca Cenneti kapatmışız bir durumda, kadeh tokuşturuyoruz.  



Ve geliyor pişirme kararını Şef'e bıraktığımız balıklar. "Aman Allahım!" Olamaz. Olsa olsa bu bir düş... Bir sanat eseri bunlar. Ahh İsmail Şefim! Ellerine sağlık... Ve yüreğine!

Balıklar kiremitte... Peki kiremit neredeydi? Şu coğrafyadan seçilmiş rahiyası çeşit çeşit, miss gibi odunların yandığı fırında... Ahh Şefim ahhh!.. Bu nedir, diyor başka bir şey diyemiyoruz. Ben bu işin kralıyım diyen tüm balık mekânlarına bir çizik. Bugün tarih yeniden düzenleniyor. Kiremitte sebzeli, fırında pişirilmiş balık. Limon tadı varla yok arası, kokusuysa havaya sıkılmış da elle alınıp üzerine salınmış sanki. Fırın izleri bir ressamın dokunuşları gibi. Hadi gelin de seyretmeyi bırakıp, kıyın bu yemeklere...

Onlar servis sonrası çekiliyorlar. Ay bize gülümsüyor. Deniz en güzel şarkılarını söylerken gitar mumun alevinden yankılanıyor. Kadehler doluyor. Yıldızlar kayıyor. Bir süre masadakileri, eşi bulunmaz doğayı, sanki ilk kez geldiğimiz bir yermişçesine Delta'yı, derin nefeslerle soluyoruz. Saatler akıyor. Kelimelerimiz bitmiyor. Ben, Enn Sevdiğim Kadın'ın gözlerinde bir kez daha kayboluyorum.

Sonrası iyilik güzellik diyecekken tam ve ayrılık saati gelmek üzereyken... Ne olsa beğenirsiniz? Fırınlanmış, hafif limonlu tahin helvası ve kahve... ve iki kase dondurma masada yerlerini alıyor. Bu bir rüyaya veda! İstemediğimiz ama beklediğimiz, bildiğimiz ve hiç sözünü etmediğimiz!

Hesap istemiyoruz. Çünkü bu gecenin bir ederi yok. Ve ne yazık ki tekrarı da yok. Gönlümüzden geçeni kasalarının içine yerleştiriyoruz. Hayatımıza kattıkları zamanlar için teşekkür ediyoruz. Ve denizden gelecek -yerine başkası konulamaz- bir sevgiliyi bekler gibi, bir gün çıkar gelir umuduyla... O'nu bekliyoruz...


Bu coğrafyayı adam eden,  partisinden bağımsız olarak takdir ettiğimiz, sevdiğimiz, beğendiğimiz ve yokluğunu milletvekili yapılması nedeniyle hissettiğimiz Başkan, bu kafeyi ve evi de yıkmak durumundaydı ama buranın anlamının ve hikâyenin kıymetinin farkındaydı. Ve bu çiftin bu işi devam ettirmesi için destek olup yer gösterecekti. O üç dönemin ardından başkan olarak devam ettirilmedi ki burası çok önemli! Ancak daha çok evin yıkılması etkiledi ve üzdü aileyi sanıyoruz. Sonra defalarca ve hâlâ cep telefonlarını aramamıza rağmen ulaşamıyoruz. Bir ayakları yurt dışındaydı zaten. Ve orada olduklarını düşünüyoruz. Ve umut ediyoruz ki bir gün yeniden.... Bu umutla Delta'ya her gittiğimizde aramalarımıza devam etmekteyiz. Bu masalar ve sandalyelerse çok kıymetli: Bir gün sormuştum, çünkü çocukluktan kalmış izleri hatırlatıyordu bana, yanılmamışım: Bafra'nın yıllar önce kapanan tek yazlık sinemasının masa ve sandalyeleriymiş.





* Mekâna dair dört bölümlük yazının ilki için buradan lütfen! 

 



**Çay Simit ve  Peynir ile kontraplak bir gitardan fa diyez, Nazım Hikmet'in şiirindendir.

11 Aralık 2020 Cuma

Ya 3000 Uçakla Gelirlerse!

Küçüğüm. Ya ilkokula yeni başladım ya da başlamaya yakınım. Üç odasından ikisi iki kanatlı bir kapıyla bölünmüş, bir koltuk takımı, gece yatak olan bir divan ki o Halamın, yere serilen bir yatak ki o da benim olan aslı misafir, çakması Halamla ikimizin yatak odasındayız. İki kanatlı kapının öte yanı da Babıda ile Dedemin odası. Akşamın hoş saatlerindeyiz, birazdan babam gelecek. Misafir odasının yeni gaz sobası kalorifer tadında.

Boğaziçi Köprüsünde alın teri olan Dayım bizde... Enn Amcam da bizde ama Onlar bankanın lojmanında kalacak. Sohbet güzel. Bana getirilmiş oyuncaklarımla orta yerde oynuyorum. Bir yolcu uçağı, tenekeden, pilli... Ön tekerleğiyle yön verip istediğim genişlikte daireler çizdiriyorum. O yerde dönerken sanki yolcu alacakmışçasına arada bir duruyor, bekliyor, sonra duman salarak egzozundan, hareket ediyor. Babam mağazayı kapatıp gelince de holdeki yeni ve açılır formika masada yemek yenecek. Holdeki döşemenin kenar tahtalarının arasında mantar yetişiyor. Seviyorum onları.

Yemek bitti. Çay faslı. En sevdiğim zaman. Çünkü neredeyse kağıt inceliğinde, üzeri çiçek desenli, filmlerden özendiğim porselen, misafirlere sütlü kahve ikramında kullanılan fincanla kakaolu süt içeceğim. O esnada kulaklarım dikilmiş olacak ve büyüklerin konuştuklarından cümleler kapacağım. Kaptım!

Dayım bir ara dedi ki: "Neyle dayanacağız ki adamlar 3000 uçakla gelip kapkara yaparlar gökyüzünü." Mevzu uzun ve genişti elbette ama onlara da açık antenlerim bu cümleyi kaptı ve uzun yıllar terk etmedi hafızama kaydolan görüntü beni.

Bir film izliyorum sinemada, muhtemeldir ki Halamla. Tankların Hücumu. Seviyorum bu tür filmleri, oyuncak tankım bir de şerit takılabilen, üç ayaklı ağır makineli tüfeğim var. Savaş filmleri favorim: Ben için bir efsane 633 Fedailer Filosu, sonra Kartal Yuvası, Neratva Köprüsü, Genaral Patton vesaire.. Sıkı filmler ama. Sorun şu ki gündüz seansında, iki filmli zamanlarda ve mevsim de kışa doğru yürüyorsa sinemadan çıkışta hava kararmış oluyor. Gerçi gündüz olsa da sinemanın karanlığından çıkınca o garip duygu değişmiyor. Ben ve enteresan bir ürküntü! Salondan işgal altında bir şehre çıkmışım gibi. Yabancılıyorum. Bir ohh çekiyorum sonra. Çok şükür, 3000 uçakla gelmemişler, sokaklarda da SSCB askerleri yok!

                                                                                    ****

Askerlik yaşım geliyor. Ama ondan önce ortaokul sonlarındayken eve televizyon alınıyor ve ancak baharla birlikte havalar düzelince SSCB televizyonlarını izleyebiliyoruz. Ekim Devrimi'nin yıldönümleri bizim Cumhuriyet Bayramları gibi! Kızıl Meydan'dan ne silahlar, ne tanklar geçiyor. Saatler boyu! Gökyüzündeyse iğne atsan yere düşmüyor. Ürküntüm katlanıyor. Daha ilkokuldayken bir karartma gecesi yaşamışım üstelik. Mavi defter kaplama kağıtları ile camları, arabanın farlarını kapatmışız ki dışarı vuran ışık yerleşim olduğunu savaş uçaklarına belli etmesin. Yoklama sonrasında gideceğim yer belli oluyor: Zırhlı Birlikler Okulu-Etimesgut. Tank şoförü olacağım. 12 Eylül'ün ertesi günler... Darbede aldıkları rol nedeniyle de Tankçılar efsane. Yıkıp geçmişler! Duvar yazıları Karabaşlar aleyhine. İyi ki yoktum diyor, iki ay sonrasında asker oluşuma seviniyorum! Emir demiri kesiyor. Ben... ben üzerinden tank geçen taraftanım!

Kara bereye bayılıyorum. Pek havalı. Sıkı eğitiliyoruz. Oyuncaktan gerçeğine, çocukluktan ilk gençliğe geçmek olağanüstü. Filmlerde gördüğüm, elimle halı üzerinde sürdüğüm tanklardan sonra günler süren derslerle tüm detaylarına kadar teorik olarak bilgilendiğim, pratikte de gördüğüm, bağırsaklarına kadar tanıdığım gerçeğinin, bu kez sürüş için içindeyim. Hava buz, çamurlar taş gibi. Çalıştırması bile havalı. Uçak gibi. Tak tak düğmeler, mikrofonlu bir kulaklık. Hem araç içi ile hem de diğer tanklarla iletişim için. Çevrimiçi bir test. Herşey yolunda... Havada uçak neyse karada tank o. Bir de belalısı var tanksavar silahların içinde ki zırhı delip içinde patlıyor. Geriye yanmış kemikleri bırakıyor ama...

Önce yardımcı motoru çalıştırıyorum, sonra ana motoru. O esnada motordaki ısı cehennem gibi, ama o görkemli ses muhteşem. Tankın üstünde, kule arkasında elinde yangın tüpü ile bekleyen bir mürettabat var. İlk çalışmada ana motorun ısısıyla alev alma ihtimali var ki sıklıkla oluyor. Pufff ve söndü. Sıkı, çok sıkı bir eğitimin ardından yazılı sınavı da verip dereceyle ehliyetimi alıyorum. Dağıtımım seçkin birliklerden birine oluyor. İstediğim de Ankara'da kalmak zaten. Sadece Etimesgut'tan Mamak'daki mekanize tugaya geçeceğim. İlk eğitimi M47'lerle yapıyoruz, başarılı olanlar M48 A2C'lere geçiyor. Ahh ne havalı bir durum, telafuzları bile güzel. Ama en güzel yanı seçkin muharebe birliklerine Leoparlar gelecek ve şanslılardan bazıları onların ilk sürücüleri olacak! "Heyy! 28. Mekanize Tugay, Leopar şoförünüz geliyor" havalarındayım. 64 model üstü, süspansiyonu beşik gibi Şevrole taksi kullanıyorum sanki, muhteşem, uçaklarda kullanılan teleskopik amortisörleri var. Nokta dönüşünde fır döndürüyorum tankı. Adeta spin atıyoruz. Gün ısınmaya başlayıp da dönüş yolunda çözülmüş çamurlarda ilerlemek ayrı keyif ama tankı temizlemek de başa bela!

 

                                                                                    ****

Baba ölüyor. Hayaller çöpe. Enn Amcam Genelkurmaya gidiyor. Bir tanıdığı var, durumu anlatıyor. Mağazalarla bağımın kopmaması lazım!  Anlayışla karşılıyorlar. Bir başkası ilk Leopar sürücülerinden olma şansına erişiyor. Ama bere gidiyor, ona çok üzülüyorum. Rahat hareket edebilmem, işe güce de bakabilmem için Tank sınıfım piyadeye çevriliyor, ve dağıtımım yakın bir şehirdeki Tugay Komutanlığı emrine oluyor. Buradaki başlangıcım ise ayrı bir hikâye konusu. Artık piyadeyim ama subaylar bile adım yerine Tankçı demeyi tercih ediyorlar. Bunun anlatması heyecanlı bir nedeni var! Bir uyanıklık durumu.... Yazarım bir gün belki!


Günlerden bir gün geyik yaparken biz, karagahta görevli ve şoförlüğünü yaptığım binbaşım, şeker adam çağırıyor ve diyor ki "Şu sokaktaki şu eve git ve falanca kişiye şunu ver." Mahalle arasında normal bir apartman. Giriyor, söylenen kata çıkıyor, zili çalıyor, normal olarak öğle vakti evin hanımı açacak sanırken siyah takım elbiseli, kravatlı adamlar açıyor kapıyı. Anlıyorum nerede olduğumu. Ünlü gizli servisimiz. İlgili kişiye götürüyorlar, elimdekileri veriyorum. O beni süzüyor, tatlı tatlı ve sohbet tadında soruyor. Anlıyorum ki hakkımdaki tüm ama tüm bilgiler ellerinde olmasına rağmen beni test ediyor. Binbaşıma selam yoluyor, selam çakıp çıkıyorum. O an için bir anlamı yok tüm bunların. Sonra bir gün bölük assubayı beni çağırtıyor. Sağlam bir teşviki mesaimiz var. Gidiyorum. Jipimi başka bir şoföre vermemi söylüyor: "Sen Kurmaylarla gideceksin." Onların şoförü var ama, diyorum. "Sen gideceksin," diyor, "hem eve uğrarsın. Hareket yarın sabah." İyi, diyorum. 3000 uçak korkumun nereye varacağını henüz bilmiyor, öğreneceklerimin havasını yıllarca atacağımı da öngöremiyorum.

 

                                                                                        ****

Bir Kurmay Binbaşı ve Kurmay Yüzbaşı. Alıyorum lojmanlardan, çıkıyoruz yola. Üniformalarımız ve rütbe farklarımız olsa da, sivilleşmiş bir sohbet, güzel adamlar. Özel bir görevlendirme olması şahsım için avantaj ki bunun farkındayım, dolayısı ile çok rahatım. Normal karayolundan ayrılıp şehrin doğu tarafına ulaşacak dağlara vuruyoruz Jipi, şaşırıyorum! Varıyoruz şehre, onları eskiden Amerikan Radarı'nın ana karargâhı ve sosyal bölgesi olan, sonra Sahra Sıhhıye Komutanlığı'na dönen, küçük bir Amerikan kasabası şeklindeki birliğe bırakıyorum; geceyi orada geçirecekler. Şahane bir şehir manzarası, görüş alanında uzun upuzun deniz ve yamacın en üstünde şahane bir Subay Gazinosu var. Şehir merkezine iniyor, Jipi inzibat merkezine park edip eve gidiyorum. Sabah 5'te işbaşı.

                                                                                          ......

Beşte kapının önündeyim. Günaydınlaşıyor, Kurmaylar uğurlayanlarla vedalaşıyor ve yola çıkıyoruz. Henüz nereye ve ne için gideceğimizi bilmiyorum. Yönümüz şehrin sayfiye bölgesine doğru ki bizim evin önünden de geçeceğiz. Yaklaşık 25 kilometre sonra "Buradan sola dön," diyor Kurmay Binbaşı. Bura... ama bura benim enn enn sevdiğim lokantanın* olduğu nokta. Defalarca ama defalarca gelmişim ve sonraki yıllarda da defalarca ama defalarca geleceğim ve hatta bir gün bir blog yazarı olup da hakkında yazacağımı henüz bilmediğim şirin lokanta. Babamın arkadaşları.

Durmuyoruz, diğer Kurmayın açtığı askeri haritadaki yol olmayan yollardan birini onun yönlendirmesi ile buluyoruz. Sonra yol olmayan ama yol gibi kullanılabilecek işaretlenmiş noktalardan gidiyoruz. İşte o zaman kullandığım jipin gücünü iyice anlıyorum. Dağını taşını bildiğim bölgenin bilmediğim, girmediğim noktalarından ilerliyoruz. Sürülmüş, yağmur yemiş topraklardan, bazen dere yataklarından gidiyor, sıklıkla arazi vitesini kullanıyor, tırmanıyor, bir yerde mecburen koca koca tarlaların içinden geçmek zorunda kalıyoruz. Yumuşak toprak balçık...  Sanki zeminsiz bir köpüğün üzerinde kayıyormuş gibiyiz. Geçerim ben burayı derken, tarlaların çoğunu yara yara geçmişken arazi vitesi kesmez oluyor. Ve kaldık. Cep telefonu henüz icat olmamıştı. Zirveye yakınız, etrafımız açık, telsizle her yere iletişimiz var, çok şükür. Ahh işte köyden bir abi ağaçların arkasından çıkıyor, yüzündeki ifade şaşkınlık ama. Bu jip buraya nasıl geldi? Bir traktörle çekiyor bizi. 

İşte o zaman tüm parçalar kafamda birleşiyor ve işin sırrı, ünlü gizli servisin başkanına neden yollandığım anlaşılıyor!

Bir plan tatbikat var. Olası bir SSCB saldırısı karşısında uçsuz bucaksız bölgenin savunmasının nasıl olacağı için dağ başındayız. Bizim Tugayın, bize yakın Hava Üssünün, yine o iç bölgedeki hava savunma birlikleri ile Tugaydaki Tank, Tank Keşif ve değişik ölçülerdeki tanksavar, uçaksavar topçularının savunma pozisyonu alacakları ön saflarda ve bunların konumlandırma planlarının hazırlanacağı coğrafyadayız! Yol olmayan yollardan geldik ki düşman savaş araçlarının geçebileceği kulvarları tespit edelim ve ona göre konuşlanalım. O gün, şu 3000 uçakla gökyüzünü simsiyah yaparlar korkum pufff diye patlıyor. Bulunduğum alanın görüş genişliğini ve hakimiyet gücünü görünce, hem Kıbrıs Barış harekatının literatürlük başarısını anlıyor, hem de denizi olan bir ülkeyi ele geçirmenin zorluğunu kavrıyorum. Çünkü o güne kadar bir ülkenin kalbine girmeye hava kuvvetlerinin ve anayollarının yeterli olduğunu sanıyordum. O gün anladım ki  özellikle coğrafyası geniş bir ülkede anayollar bir harekat için ileri bir hattı ele geçirene kadar hiç bir şey değil, Mozambik bile olsanız. Çünkü bulunduğumuz noktadan düşmanın geleceği tüm hava deniz sahasını, çıkarma yapabilecekleri sahilin ufuk çizgisine kadar görebiliyorduk.

Bu günün sonra çok da geyiğini yaptım elbette... Bu sırları o zaman satsaydım, ne param olurdu, diyerek. Savunmanın bütün detaylarını öğrenmekle kalmamış, hangi birliğin nerede konuşlanacağını,  şehrin öte kanadındaki yerleşme bölgeleri dahil biliyordum. Burası bir ana savunma hattıydı. Mesele düşmanı Başkent'e ulaştırmamaktı! Hava saldırılarıyla gökten yerle bir etmenin bir manası vardı elbet ama kara birliklerini sokamadıktan sonra, hele hele bir başkenti ele geçirmek imkansız denecek derecede zor, ama çok zordu. İsterse SSCB'nin gökyüzünü simsiyah yapacak görkemli hava gücü olsun, isterse koca ölçekli, sayıca bizden çok çok fazla kara gücü... Ülkede işbirlikçiler bulamadıktan sonra bunun imkanı yoktu.

Dönüş daha keyifli. Akşam yemeğini bir başka dağın başındaki saklı, SSCB'yi gözleyen, geçenlerde bir yazımda müze olmalıydı dediğim Amerika'nın radar tesislerinde yiyeceğiz. Amerikalıların uzay hamlelerinden biri de uydular, yerel radarların terk edilmesi, bize devredilmesi, sonra da bazılarının işlevini yitirmesi yakın. Burada küçük bir Türk Birliği de var ki onun komutanı Bizim Kurmay Yüzbaşı'nın arkadaşı. Tesise giriyorum, nizamiyeye kim olduğumuzu bildiriyor, onlar içeriyi arıyor ve Üssün Amerikalı Komutanı ile Türk Subay karşılıyor bizi. Amerikalı Kurmaylarla tokalaşıyor ama bana sarılıyor! Ayrıca Türk Subayı da "Naber! kıvamında halimi hatırımı soruyor. Elbet bir şaşkınlık oluşuyor, bu samimiyet nereden geliyor?** Ben bizim askerlerin olduğu konteynıra geçiyorum. Aman allahım ne mutfak! Dersiniz Amerika'dayım... Ah o kızarmış patatesler... ve de hamburgerler ve de teneke kutudaki Coke'ler... 





**Şuradan geliyor: Amerikalı'nın eşi İngilizdi, arada bir geliyordu ve bizim evin dibindeki evin giriş katını kiralamışlardı. Sıklıkla izin ya da görevlendirilerek eve gelebiliyor, geldiğimde karşılaşıyor ve sohbet ediyorduk. Aramız iyiydi yani... Türk komutanın eşi de şehre geldiğinde o evde kalıyordu, tatlı ve komik bir kız çocukları vardı. Çok tatlı ve hoşsohbet insanlardı ve ben o yıllarda İngilizce espri bile yapabiliyordum....

*Lokanta.

3 Aralık 2020 Perşembe

Kıyı Köşe Filmleri ve İki Kitap

"Bazen blogları okudukça ben hiç film izlemiyor muyum hissine kapılıyorum." diye bir cümle geçiriyorum: Pek tatlı insan hallerinden söz eden film izleme anlarının ve izlenenin etkisi ile kıpraşan  duyguların dile getirilişinin beni ele geçirip de gülümsettiği, içinde kaldığım kısa ama sıcak bir yazıya yazdığım yorumda*... Oysa ki izliyorum. Sanırım her ne kadar adapte olsak da içinden geçtiğimiz dönemin yönetilememesi yüzünden eski normalimizden yeni normale geçmemiz, ona daha yeni adapte olmuş hatta hep böyle yaşardık gibi kabul ederek ama tedbirlerden vazgeçmeyerek yine hayatımızı rüya zamanlardaki gibi renklendirdiğimiz bir evredeyken, öncekinin aynısı ama bu kez daha ürküten yeni yeninormalin normal olmasını hazmedemeyen bünyemin başı dönüyor ve ben aslı kısa ama değişkenliğin baş döndürücü hızı nedeniyle zaman mekân ilişkisindeki bağı kopartıyorum. Soğukkanlı bir ben de var çok şükür! "Hımmmm," yapıyor,  "yeni bir ayara ihtiyaç var sanırım." diye düşünüyor, sonra iki ağızlı anahtarları ve tornavida penseyi alıyor, gereğini yapıyorum. Takdir edersiniz ki çok uzunmuş gibi gelse de toplamda 8-9 aylık kısa zaman diliminde bir evreden bir evreye geçmek, sonra ondan unutulana dönmek; tuzu Saraylar olan yönetenlerin fır dönmeleri kadar kolay olamıyor. Alet edevata ihtiyaç var.

Ama insan her ne kadar düşmanı gibi davranıp onu yok etmeye çalışsa da yine de insana kıyamayıp onu mutlu etmek için  elinden geleni yapan Doğa işte! Rabbim tuzu Saray olanları bildiği gibi yapsın ama Ona zeval vermesin.

Köy insanlarının uyandığı bir saatteyim. Denize doğru bakıyorum. Oyun parkındaki kaydırak sokak lambasının sakin ışığında bağdaş kurmuş Buda gibi. Fotoğrafını bir çeksem diyorum sonra üşeniyorum. Nasılsa hep orada diye düşünüp tembelliğimi zamanın insafına bırakıyorum. "Bak aynı ışık olmaz, üzülürsün," diyor iç sesim. Gidip makineyi alıyor, dönüyorum. Fakat aklımı çelen bir değişkenlik oluşmuş o arada. Kafamı sağa çeviriyorum ki!


Ayarlarım tamam, hayat normalim geri dönmüş! 350 mililitrelik sıkı bir keyf kahvesi gerek; zevkle hazırlıyorum: Dokuz gram filtre kahve frenchprese, su kaynıyor ve durdu. Su biraz dinlenirken fırının çalar saatini ayarlıyorum. 350 mililitrelik suyun 50-60 ml.'sini ortada buluşacak bir daire çizerek kahvenin üzerine döküyor, dakika 4.30'dan dörde gelene kadar da frenchpresi çalkalamayıp sakince çevirerek suyla kahveyi kaynaştırıyor, kalan suyu aynı yöntemle ama biraz daha hızlıca ilave ederek tamamlayıp frenchpresle kahveyi dört dakikalığına başbaşa bırakıyorum. Dört dakika sonunda fırının saati seslenince, presi itekliyor, sonra usulca kahveyi 350 ml'lik sıcak suyla ısıtılmış enn sevdiğim kupama döküyorum. Eğer 250 ml. su  kullanırsam da kahveyi yedi grama düşüyorum.  İyi oluyor valla!


Üsteki iki fotoğrafı yazıdan önce koymuştum aslında; yazarken de filmlerin afişlerini koyarım, diye düşünmüştüm. Kahveden söz edeceğimse bana bile sürpriz. Yazarken öylesine döküldü işte! Her zamanki gibi kararlı yazma işini tembele bağlamıştım, kaç gündür giremiyordum yazıya sonra pattadanak girdim. İlk paragrafta zorlandım, ama sonra fark ettirmeden İlham geldi ve çenem akıp gitti sanırım. Rabbim yazının sadedine ulaşabilecekleri esirgesin!

Hımmm... Filmler diyorduk!

Aslında sinemasal anlamda, eleştirmen gözünde, bence hiç değerinde iki film bahsedeceklerim. Söz etmeye değmez aksiyonlar, mizahı olan, üzmeyecek insan hikâyeleri içeren, ısınıp mutlu olacağım "köpük" filmlerin peşindeyim. Bir yanıyla, şu pandemi yoğunluğunda nefes almalı, diye düşünüyorum. Daha önceleri -üşenmediğim bir zamanda- mesai sonrası kanepeye uzanmışken seçip listeme eklediğim filmler içinde dolaşıyorum.  O mu, bu mu falan derken ayırdıklarımdan cin bir film göz kırpıyor ve kafalıyor beni.  Tanıtımında şöyle yazıyordu: "Samir, 40 yaşlarında bir vinç operatörüdür. Bir gün kafede otururken Agathe adındaki bir kadına delicesine aşık olur. O andan sonra onun bir yüzme havuzunda cankurtaran olduğunu öğrenir. Sırf  O'na yakın olmak için yüzme derslerine katılır."

Türkçeye çevrilmiş hali Yüzme Dersleri olan filmin orjinal adıysa L'effet aquatique. Bana uyar!.. Tıklıyorum. Sanırım bir kaç dakikalık tereddütün ardından o da beni seviyor, ilk an çok kaynaşamasak, biraz mesafeli dursak da tanıdıkça seviyoruz birbirimizi. İki karakteri, Samir (Samir Guesmi) ve Agathe (Florence Loiret Caille) benimsiyorum. İkisi de bence sıcaklar. Fakat Agathe'de Florence Loiret Caille bir başka oynuyor. Sertliğindeki mizahı sempatik buluyorum. Fransa'dan İzlanda'ya geçeceğiz, e bunun bende heyecan yaratmaması mümkün değil. Bir de ilginç tiplerle tanışıyorum İzlanda'da. Manzara, şu bu derken bir bakıyorum zaten kısa olan film bitiyor. O ara içimdeki ukala, şu film yazıları yazan yani: "Neydi bu şimdi?" diye gaza getirmeye çalışsa da beni, hiiiçç oralı olmuyorum. 



"Eğlendim Oğlumm, güldümm, karakterleri sevdimm, içim ısındı mutlu oldumm."

 

 

"Uğraşmaaa, hiiiç tartışamam senle... "

 



"Sevdim yahu, anlamıyor musun?!"

 

Diyorum ...




Sonra yine listemdeki bir afiş dikkatimi çekiyor ve altındaki "Tek amacı normal bir insan olmak olan 30 yaşındaki Maria'nın yapması gereken yedi maddeli bir listenin hepsini tamamlamaktır. Tabii aslında normalin ne olduğunu sorgulamaya başlaması da an meselesidir" cümleleri de perdelerimi açıyor. İyi hisler aldığım filmin portalda Normal İnsan olan adının orjinali afişte de görüleceği üzere şöyle: Requisitos para ser una persona normal. Film kafadan vuruyor beni. Bu çok normal, çünkü Almodovar renkleri var. Leticia Dolera yazmış, yönetmiş ve oynamış. O, Maria. Bir de Borja'mız var, Manuel Burque ki onun entelektüel bir havası, olgun bir kişilik -gibi- duruşu var. Önce bir rastlantısal karşılaşma gerek sanırım. Sonra usuldan usuldan Maria'ya yürüyecek. Ama,  ya kabul görmezse ürkekliği var, çekingen, gözlüklü sakin bir kişilik. Biraz da içe dönük mü acaba? Bir de Gustavo!..

Maria'nın kendini arayışları ile daha kontrollü Borja arasındaki ilişki Maria tarafının kadınsı heyecanları ile pek örtüşmese de dostluğu ve sohbeti güzel. İşte bu nedenle de her romantik filme lazım olan Gustavo var. Bildik bir durum yani. Burnunun dibindekini, seni seveni, güzel vakit geçirdiğini boşlayıp, popüler görünümlü ota konma durumu. E sonuçta gençlik başta duman; golü kendi kalende görmeden olmaz!

Mekânlar ve coğrafya akıl çelebiliyor. Ukala, nedense bu filme çok müdahil olmuyor. Maria'nın annesi de enteresan.

Orta yaşa yürüyen, aslında genç ama "Yoksa... yoksa yaşlanıyor muyum? Tanrımm!" telaşlarındaki ergen halleri ile Maria bildik ama yine de onu sevimli ve ilginç buluyor, Borja'nın yüreği ve duyguları ile de sıcak dakikalar yaşıyorum. Tebessümlü bir seyir, seviyorum.



Pedersen Hoca'nın üzerine gül koklamam diyerek bir süre o türde bir kitap okumak istemiyorum. Kitaplıktayım, seçim yapmak zor derken birini alıyor, bir göz atayım şuna diyor, okumaya çekiliyor sonra da yok bu olmaz deyip geri bırakıyorum. Bir ara sıcak gerek bana... ama sıkı bir kitap olmalı. Bilmediğim bir yazarın 92 sayfalık kitabını çekiyorum bu kez raftan. B.Nihan Eren- Hayal Otel. Kitabı aslında Leylak Dalı'nın bir kaç ay önceki bir yazısında görmüştüm. O'na teşekkür etmeliyim. Güzel söz edilmişti ki ondan öte, fotoğraftaki kitapla etkileşimimiz iyiydi, gözüme girmişti. Severim bu halleri. Çoğunlukla, hatta %100 yakın bir oranda yanıltmaz beni hislerim. Hayal Otel'in üzerinde öykü yazıyor. Benim de niyetim öykü okumak zaten. Yazarın üslubu kıskanılası, karakterleri bol ve renkli, hikâyeleri enterasan. Bayıldım. En fazla üçüncü öyküye gelmişken, başka kitabını siparişe ekliyorum, geldi ve şu an sırasını bekliyor. Öykü yazıyor demiştim, değil mi? Aslında bir roman! Öykülerdeki karakterler gezgin, aynı mekandaki başka alanlarda ve başka öykülerin içinde buluşuyorlar. Gizemleri var!

Neyse uzatmayayım: Yazarı çok sevdim, üslubundaki kıvraklığı, o kıvraklığın bayılınası cümlelerini kıskandım. Tarzını çok iyi bildiğim insanlarım dışında çok kere tekrar ettiğim gibi, tavsiyeci biri değilimdir. Ama rastlandığında kesinlikle bir göz atılmasını tavsiye ederim!



Ve Richard Brautigan. Ben dışında herkes haberdarmış da haberim yokmuş. Bir kitabını almış, yazmıştım da. Yine bu kitapta iş vardır içgüdüsüyle bir seçimdi Sombrero. Farklı üslup hoşuma gitmiş övgüyle de söz etmiştim. Yine kitabının adıyla vurdu beni Richard: Tokyo-Montano Ekspresi. Sandım ki tren yolculuğu... Küçümsemişim. Oysa ki ne yolculuk! Roman. Öyle yazıyor. Birinci tekil şahıstan anlatılar... Kısa kısa... Ama ortada duran bir roman. Hani hayatım roman derler ya... Onun hayatı kaç roman? Gülümsetiyor da...

 

Tokyo-Montano Ekspres'ini okurken. Bir başka yazarı çağırdı aklım sürekli. Belki aynı iradeyle bu dünyadan göçmüş olmalarıydı bunun nedeni, bilmiyorum. Géza Csáth, Brautigan'dan  önce girmişti hayatıma, öykülerine bayılmıştım... Macar yazarlara zaafım olduğundan değil, afyon yutmuş hissettiren, 1888'de doğup 31 yıl sonra sona eren hayatına sığdırdığı öyküleri yüzünden. Merak edin!





*Sıcacık Yazı

28 Kasım 2020 Cumartesi

Günü Batırmayı İyi Biliriz

HES kodumu -Samkart numaralarımın bir kısmı silindiğinden- internet üzerinden yükleme işlemim yarım kalıyor. İstasyonda treni bekleme, kısa bir mesafe de olsa onu uzun yol tadına çevirme, tren epey yüksek ve uzun köprünün üzerinde göğe eriyorken denizi seyretme, sonra o yüksek köprünün üzerindeki ıssız durakta inip bir yanım deniz, diğer yanım orman içindeki -bugünkü senaryoma göre- eski sosyalist ve başka bir ülke hisli lojman görüntüleri, beni bekleyen çekik gözlü mavi kuş ve direksiyondaki tanıdığım ama sanki ilk kez göreceğim kadın ve bunun bayıldığım heyecanı iptal oluyor. O'nu cumartesinin kalabalık trafiğine sokmak istemiyorum. O hâlde üst bulvardan gelsin ve okulun arkasındaki zula sokakta buluşalım. Hımmmmmm, zevkli!  Elbette O evden almak konusunda ısrarcı ama ben de O'na yürümeyi ve bunun ergen tadını seviyorum. Heyecanlı! Daha dün gibi, taptaze.

Hava pırıl pırıl, balkona çıkıp bir ısı kontrolü yapıyorum ki âlâ. Bahar tadında bir sonbahar. Elbette jean, bir gömlek, lacivert v yakalı ince bir kazak, mini sırt çantasının askısından geçirilmiş bir mont, içinde fotoğraf makinesi, yedek maskeler, kolonya, ıslak mendil... Ve binadan çıkıyorum. Bahçe duvarının köşesinden dönüyorum ki kızkardeşim balkonundan sesleniyor. Kime yürüdüğümden emin!

"Nereye?"

"Kuş Cennetine."

"Selam söyleyecek misin kuşlara?"

"Söyle."



Yanaklarımı okşayan güneş zaten uçmakta olan ruhumu iyice uçuruyor. Sevinçle yürüyorum; ayaklarımın altında bir hava yastığı. Şu kapanılmış günlerin jelatini parça parça. Ne güzel! Hayat canlı, felekten çalınmış bir gün ve insanlar yaz şıklığında pırıl pırıl. Yüzler gülüyor. Pandemi yok hükmünde ve bugün kenarda durabilir. Bankamatiğe uğruyorum çünkü bugün oruç açacağız ve protesto kaynaklı bir inadımızı parça parça edeceğiz. Nakit gerekebilir! Belki çocukça bir inattı ama aynı oranda da çok tatlı!


Güneşi yürüyorum. Zevkle! Kalbimin ayakları yerden kesik, çiçek açmış yüzlerle ve tedbirli ama yaşamın elini bırakmamış her yaştan insanla karşılaşmak; siyah beyaz bir hayatın dijital ortamda ama eski halini düşündürtmeyen bir ustalıkla renklendirilmesi gibi... Sanki, şu an görüş alanımdaki tüm insanlar, karşılarından gelene gülümseyip, başarılarının tadını ellerini çakarak, belki de sarılarak kutlayacakmış hissi yaşatıyorlar. Eyy günü ve ayrıca ruhları pırıl pırıl yapan güneş, Sen nelere kadirsin!


İstasyona vardım. Kalp atışlarım normal. Işıkları geçtim ve okulun yüksek duvarının dibinden yürüyorum. Ama gün çok güzeeeelll!.. Henüz gelmemiş olabileceğini düşünüyorum ama hız kesmiyorum. Kalp atışlarım hızlanıyor mu yoksa? Yok canım, normalim. Mi?.. Köşeyse bana doğru hızla yaklaşıyor. Dönüyorum.

Algım yerle bir. Gelmiş, orada, arabasının kapısı açık. Ona yaslanmış ve dışarıda. Müzik dinliyor, sigara havasına ne de yakışıyor. Gözlerim hayta... O'na asılıyor. Uzun, pandemi sürecinde makas değmemiş hafif dalgalı siyah saçları, hımm bir tişört, önü açık ince bir ceket gibi, tişörtle ton uyumu mükemmel koyu bir gömlek, jean, spor ayakkabılar... Gülen bir yüz ki muhtemelen az önce müzikle kıpraşan, kremsi gerginlikte ve beden kıvrımları yürek hoplatan bir kadın. Ona asılmam gerek!

"Naber:)"


Ahhh benim dayanılmaz gülüşüm. Yan koltuktayım. Temassızca sarıldık. Bugün oruç bozma günü dedim ya, inanmayacaksınız ama son yazılarda sözünü ettiğim, yeni başkana saydığım, coğrafyayı düzene sokan, güzelleştiren ve takdir ettiğimiz üstelik aynı partili başkan döneminde yöre halkı belediye işbirliğindeyken şimdilerde peşkeş çekilen yerlerden birinde, yiyebiliriz! Ve artık araç sokulmayan ve ne yazık ki eski başkan olsa farklı ve çok kullanışlı olacak iç ulaşım an itibariyle yerle birken, uzun süredir girmediğimiz bölüme de gireceğiz ki çok özlediğimiz yerler var!

Telefonuna yeni yüklediği, ağırlıkla Gogol Bordello şarkıları olan seçkiyi telefonu entegre ettiği müzik setinden dinleyerek, heyecanı hiç yitmeyen sohbetlerle, sapıyoruz delta yoluna. İkinci kavşakta durup köyün bakkalında su alıyoruz. Ne olur ne olmaz!  Devam edebiliriz derken tam, köprüden sonra sağa sapıyor. Sevdiğimiz bir nokta var, saklı ve delta gezginlerinin pek bilmediği. Duruyor, park ediyor ve "Giriş çıkışlarda kapıyı kapatın, kapatmazsanız girmeyin." yazılı bahçe kapısından içeri geçiyoruz.* Ne güzel ki  gölette az da olsa  su var. Veeee kalabalık bir kaz sürüsü yamacında...


Biraz yürüyor, biraz fotoğraf çekiyor ve devam ediyoruz. Fakat o da ne? Enn sevdiğim şoför sol yerine sağa sapıyor. "Yanlış girdin," diyorum. Evet, bir keresinde arkadaşlarını deltayla tanıştırırken girmiş! İşin ilginç tarafı, iciğini ciciğini bildiğimi sandığım coğrafyada benim için bir ilk. Gizemli. Saklı ve seyrek evlerden bir mahalle...  Arabasını park etmiş, sakinliğin kıyısına mini sandalyesini atmış, ırmağa iki olta sallamış Abi süper. İkinci fotoğraftaki manzaraya hakim, sabırlı bir sessizlikte ve keyfin doruğunda. Hımmm, Abinin keyfine ve manzarasına gözlerimi dikmişken benim elimde ne var dersiniz? 

 




Enfes bir -havalı olsun diye şöyle yazayım- Focaccia. Havasız yazarsam da Fokaça Ekmeği. Hiç abartmıyorum ki bu konudaki açık sözlülüğüm tehlike arz eder. İlk kez yiyiyorum ve sorulmadan söylüyorum. Ba-yıl-dımmm. Üstelik nasıl bir güzel havada ve şu akan suyun yamacında, tatların ve baharatların dünyasında, kendimden geçiyorum. Bir yavru kedi şu an çimlerin üzerine oturmuş akan suya duman üfleyen kadının yanında, seviliyor ve mutlu. Birazını onunla paylaşıyorum, miss, ama miss kokulu ekmeğimin... Hımmmm kırmızı  şarap ve sadece Focaccia?


"Yazıyı mı uzatıyorum, fotoğraflar mı çok?" bilmiyorum. "Önce yazı sonra fotoğraflar yapmalıydım," diye düşünüyorum. "Ama o zaman akıp giden zamana fotoğraflar bırakamazdım çünkü azını kullanırdım ki mandalar olmadan asla! İlk üç fotoğraf  delta tarihimde bir ilk! Çoğunu kullanınca da anlarla fotoğraflar senkronize olamıyor! O zaman şöyle yapalım, şu noktanın öncesine kısa bir özet geçeyim:"

Çekik gözlüyü otoparka bırakıp elektrikli araç kiralıyoruz. İçeriye artık araç sokulmaması doğru bir karar ancak elektrikli araçlar yeterli değil ve zaman ücret noktasından bakınca da 150TL. pahallı, kredi kartı an itibariyle geçerli değil ve bir saatlik süre de yeterli değil. Bisiklet içinse alanın tamamını düşünürsek mesafe çok uzun. Oysa sevdiğimiz ve burayı dünya standartlarına taşıyan Başkan, yol üzerine duraklar yapmıştı; ahşap ve çok güzel. Bir ring otobüsü vardı, üst katı açık olanlardan, istenilen durakta inilip gezilip sonra tekrar istenen duraktan binilebilecekti. İçeri araç alındığı zamanlarda o otobüs insanları şehirden alıp, gezdirip geri bırakıyordu. 

Neyse!.. Araçla yola çıktıktan sonra enn sevdiğim kadın fark ediyor ki bir köpek bizimle koşmakta. Döner diye umuyoruz. Ama vazgeçmiyor. Aynadan onu gözlüyor, hızı artırmıyorum. Bir süre sonra da  kayboluyor. Sonra bir gümbürtü. Arka kasada. Eskiden işgal evlerin olduğu ve yıllar sonra yıkıldığı ama meyve ağaçlarının kaldığı bir noktada duruyor ve iniyoruz. O da iniyor. Sonra biniyoruz, yine bir süre koşuyor ve sonra da hooop kasaya. Bir yandan aracı kullanıyor bir yandan da onu kolluyorum. Bir ara yine yok oluyor. Aracın sağına soluna bakıyoruz ki yok. İndi ve mesafe epeyi uzak olsa da geri döndü diye düşünüyoruz. Muhtemelen iki yıldır araçla girilemediği için ve uzaklığından dolayı -çok kere gelsek de deltaya- gelmediğimiz Cernek Gölü'nün en güzel noktalarından birindeyiz. Tam park edip inerken bir gümbürtü kopuyor. İşte o zaman anlıyoruz ki bu afacan, gitti dediğimiz anlarda aracın tavanına çıkıyor.



Göl henüz yeteri kadar dolu değil, değil dediysem kıyıları... Kankamız da bizle dolaşıyor ki henüz adını bilmiyoruz. Fakat çok sevdi bizi. Biraz çekingen mi diye düşüneceğiz ama hiç de öyle gözükmüyor. Yoksa kime nasıl davranacağını bilen bir terbiyesi mi var? Araç girememesinin bir faydası var aslında, belki biraz da pandemi etkisi; çünkü enn bayıldığımız noktalarından biri an itibariyle bizim. Çekilen sularla açığa çıkan ve gölün içine uzayan incecik ve doğal kum yolların üzerinde yürüyen biri var ki kaçmaz. Kıyıdan 40-50 metre gölün içinde, silüeti berrak göle düşen bir kadın. Çok güzel...  Ve sessizliğe daktilo tıkırtısı gibi dokunan -kesintisiz- bir klik  sesi.  

 

Ve güneş, dolayısıyla günün ışığı? Muh-te-şem. Aküleri azami iki saatlik olduğu için bir saatliğine kiraya verilen araç nedeniyle dönmemiz gerek ki daha yarısında bile değiliz Cennetin. Çaresiz dönüyoruz, biraz da hızlanmamız ve hiç durmamamız gerek. Kanka atlıyor arkaya. Bir süre sonra bakıyorum yine yok ama tecrübeliyim artık!. Sol yana düşen gölgemize bakıyorum ki tavanın ortasında, yüzü gidiş yönünde, kafa dik, dört bacak dimdik, gözler ileride, kıpırtısız bir heykel. Ama ara ara rastladığımız bisikletli grupları ve özellikle çocukların şaşkın coşkusunu görmek lazım. Aracı teslim ederken adını öğreniyoruz: Turbo. Kan çekmiş. Biz daha çocukkenki Alman kurdumuzun adı. Etrafımızdayken ve gözü bizdeyken ona teşekkür ediyor, başını okşayıp seviyor ve -şimdilik. Vedalaşıyoruz...



Bu kez de büyük büyük bir özlemi giderme vakti, dile kolay neredeyse iki yıl ki burası çizilmiş sınırların dışında ve araç sokulmamasının bir manası yok. Bu kez yürüyoruz. Çok ihmal ettik kendisini. Oysa ucunda kahve içip kitaplarımızı okuduğumuz ne günler geçirdik. Günün ruhları dürtükleyen saatleri... Güneşin batış eyleminin başlamasına dakikalar var. O ara sığ sulardan göle ulaşmaya çalışan pat pat seslerini görüyoruz. Onu görünce Enver Abi geliyor akla. Yürüyoruz. Sazlıklardan kuşlar havalanıyor. Renkler, sessizliğin ve ıssızlığın müziği olağanüstü. İlhan İrem konuşuyoruz. İskele uzak bir hasretle bize bakıyor. O'na doğru uzarken yol üstünde yine Gelin çekimlerine rastlıyoruz; ama bu kez eleştirmiyor, kısmi bir anlayışla kabulleniyoruz.

Varıyoruz sevdiğimize... Onun altından, sol yanından sağ yanına bir Kırlangıçlar geçer, bir de Enn Sevdiğim Kadın. Şimdi öte tarafında ve günün renginin peşinde. Günün renginin ve güneşin perde kapanmadan önceki  performansıysa olağanüstü.


Gidemediğimiz Ada* karşıda ve biz iskelenin ucunda sandalyeleri atıp, yavru kırlangıçların jet hızındaki uçuş eğlenceleri eşliğinde kahve içip kitap okuduğumuz noktadayız. O da ne, bizim için mi yoksa! Ada'dan iki kayık, güneşin altına doğru kürek çekiyorlar... Usulca. Gün final sahnesinde adeta döktürüyor. Bir turuncu şov ki başka nüansları da var mı ki rengin diye düşündürüyor. Kayıklara zoom yapıyoruz. Turuncunun enn kızıl halinde şahane bir kaç fotoğraf çekiyor içlerinden birini çok beğeniyor ama buraya koymuyorum. Çünkü yaşamak, biraz da hayal kurmaktır!



Güneşi uykuya gönderene kadar kalıyoruz. Sessizliğin ve akşamın müziğine kulak vererek Çekik Gözlü'ye doğru yürüyoruz. Eve geç kalmış kuşlar görüyoruz. Ve uzaklardan gelip akşama karışan doğanın senfonisine kapılıyoruz. Fakat karınlarımız "Biz?" diyor. "Açıızz.!"

Aslında eski başkanın yarattığı ahşap küçük konaklama evleri ve yine ahşap kafesi, restoranı ve doğasıyla uyumu kusursuz, bayılınası noktada yöre halkı belediye işbirliği ne güzelken, yeterince mekânı olan bir işletmeciye verilmesini protesto ediyor olmamıza rağmen yemeğe karar vermiştik. Kaz tiridi yediğimiz noktalardan birinin açık olduğunu görünce de varsa dönüşte yeriz diyerek sevinmiş ve yine çizmiştik üstünü. Fakat vakit akıp gidince ve varınca önüne görüyoruz ki tiritçi kapalı. İşte o zaman  Enn Sevdiğim Kadın bir soru bırakıyor ortaya... öyle güzel kokuyor ki, hayır demek mümkün değil!



Hımmmmmm bu da alemin en temiz, en iyi ayıklanmış, en lezzetli ve eğlenceli kellesi!



Çok sevdiğimiz baba-oğulun şirin, salaş, minicik lokantasının menüsü aslında kuvvetli ama basit: Kelle paça çorbası, fırındaki tandırda pişmiş kelle, döner ve kuzu tandır. Sorunca... Hafta içi tandır olduğunu ama haftasonu özel sipariş olursa yaptıklarını söylüyor, Baba. 


Bir öğlen gelmeye karar veriyoruz!..




*Kapıdan bahis, kocaman bahçesi ve mini göletin dolu hali yazıdaki 3.fotoğraf

 

*Ada'ya gitme gayretli bir günden bahisse burada

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP