13 Ekim 2020 Salı

Tek Yumurta İkizi Değiller Ama...

Yavaş Hayat başlıklı yazımın bir bölümünde, "Bir isim koydum; La Gazetta dello Sport ile El Pais arasından La'yı seçtim, ironik seçimim Asparagas'ın da As'ını attım," diye söz etmiştim, blog adımla ilgili olarak...

 



Geçen gün Mussano gelip de söyleyene kadar blog adımın sadece bana ait ve benim imalatım bir sözcük olduğunu düşünüyordum. Ne olur ne olmaz, diye, Google'a aratmış ve o tarih itibariyli La Paragas geçen tek bir ifade ile karşılaşmamıştım. Özgün bir ad olduğuna kanaat getirmiş ve kullanmıştım.

 



Bahse konu yazımda da ifade ettiğim gibi sonraki yıllarda çok olmasa da -ki o da bir şarkının adı olarak- başka La Paragas görmeye başlamıştım ama bir dilde, özellikle de  dünyanın ortak dili olması amacıyla yola çıkılmış bir dilde kelime olabileceği aklımın kıyısından bile geçmemişti.



Mussano onca yıl sonra merak edip, "İspanyolca ya da İtalyanca'da bir anlamı var mı?" diye, Google Translate'de aramasa, O da, "Yok ama bir de Esperanto diline bak," diye uyarmasa varlığından hiç haberdar olmayacaktım.



Alınca Mussano'dan haberi, Google Translate'e "Esperanto dilinden çevirir misin bir kez daha?" dedim. "Şemsiye," dedi. İçeriklerimle bağdaştırdım, kan çekti.

Sevindim.



Gülümsedim....



Bloguma ithafen yapılmış bir şarkı demeyeceğim elbette;

O halde Guillermo de la Roca'dan geliyor: La Paragas.





9 Ekim 2020 Cuma

Takıntının Mutlu Sonu

Şuradan başlayan  üçlemenin son yazısıdır.


Nedense bir mekânda bira içme seçeneklerim içinde O yoktu ve bu normaldi: Tıfıl çağlara, özenme yıllarına, ilk bira mekânlarının açılmaya başladığı zamanlara dönme, o yıllar tadında ama yetişkin halimle bir keyif anı yaşamaktı arzum. Bu minvaldeki ilk fıçı biramı bir okul çıkışında, o zamanki evimize yakın ve ilk açılan konsept dükkânlardan birinde üç arkadaşımla içmiştik. Hatta birer bira bardağı  olsa da içtiklerimiz, kafalarımız bayağı iyi olmuştu. Sonra devam etmedim, saklanarak içmeyi manasız buldum. Fuarın tadının olduğu yıllardı ve Efes Pilsen fuarın içinde, yaz akşamlarına yakışan çok hoş ve yetişkinliğe imrendiren bir mekân yapmıştı. Red Kit'de ya da kovboy filmlerinde gördüğümüz kulplu bira bardakları ile içiliyordu. Yaşımsa 16-17 civarı... Babayla geçirilecek üç, dört yılımız kaldığını, o acıyla yüzleştiğimde neler olacağını henüz bilmiyorum. Dikildim babamın karşısına, izin istedim. İçme demedi ama sosyal bir içici olamazsam sonunun nereye varacağını söyledi. Yaşıma hiç vurgu yapmadı, çocuk olduğumun altını hiç çizmedi, "İçki seni içmesin," dedi.

  Gözümde biriken bu ıslaklık da ne ki?

Arkadaşlarla ufak tefek, çocukça ve çok ama çok seyrek içmeler dışında 18'e gelene kadar hiç bir mekânda oturup da içmedim, sadece yaşım bir an önce büyüsün istedim ve onun beni içmesine hiç fırsat vermedim; anları keyiflendiren bir eşlikçilik ilişkisiydi bizimkisi, birbirinin bağımlısı iki varlık olmadık, olamadık ama sevdik birbirimizi. 


                                                                                      ****


17 Ekim 2012: Bir akşam üstü banklarda kitap okuyordum.



..."Aslında kitabı okurken ve saat 19'dan sonrayken yanımda biri vardı, o da benim gibi kitap okuyordu. Denizdeki teknelerden sandık sandık balık kokusu geliyordu. O an ona döndüm. Biraz ileride küçük bir balıkçı lokantası tadında şık ama sade mekânda, dışarıdaki deniz kokan masalardan birinde bir 35'lik rakı, beyaz peynir, kavun ama illaki Süheyla... Belki kalamar, belki karides güveç eşliğinde zorunlu olarak bu kez balıkların donakalacağı bir sabaha kadar değil de kapanma saatine dek sürecek, bir teklifte bulundum."...*




3 Haziran 2016: 

Kapalı bir gün. Bir sonbahar esintisi tadındaki ikindinin akşama yakın saatleri.  Hayal edilip de kurulan cümlelerden dört yıl sonra mekâna doğru yürüyoruz. Tanınan ailelerden birinin aynı alandaki iki yazlığından birinin evrilmesi ile oluşmuş bahçeli, hoş bir lokanta; önünden geçerken sürekli çağırıyordu, etkilemişti, güzel sinyaller veriyordu ama yoğun bir iş döneminin tam da göbeği zamanlardı... 

Giriyoruz içeriye, eski zaman tadında bir garson ve hoş bir karşılama. Sanki Siyah-beyaz bir  Yeşilçam filminin lokanta sahnelerinden birindeyiz. Yol kenarı dış masalardan birine karar veriyor, oturuyoruz. Yönetmen sinyali veriyor ve şahane bir yağmur başlıyor... Kapatılan üst yağmurluğa pıt pıt vuran damlalar, çalan şahane şarkılara eşlik ediyor. Günün en güzel saatlerindeyiz ve bizden başka kimse yok. Mekânla kaynaşma had safhada, sevdik birbirimizi. 

"Bir beyaz peynir lütfen,"

"Bir kavun lütfen,"

"Ve bir 35'lik rakı lütfen." 

Onlar masada yerini alırken  mekânla ilgili izlenimlerimiz de olumlu yönde ilerliyor. Hımmmm hoş ve lezzetli bir meze tepsisi... Geleneksel mezeler ve zengin tepsisiyle biz varız ya, diyor mekan.


"Beyin lütfen,"

"Arnavut ciğeri lütfen,"

"Pilaki lütfen,"

"Deniz börülcesi lütfen,"

"Humus lütfen."


Yokluğunu hissettiğim, çok özlediğim bir mekân var, şehirden bahis olunca Enn Sevdiğim Kadın'a sıklıkla anlattığım bir efsane: Gar Lokantası. Yaşı bizden çok çok büyük, mimari muhteşem, garsonları, dekoru ve müdavimleri sanki bugün çekilen bir filmin geçmişi yaşatan sahneleri gibi. En genç müşterileri ben ve arkadaşlarım: büyüklerimizden gördüğümüz bir rakı kültürümüz var ve masanın adabını bilir, güzel de donatırız. O eski, şık ve güzel hikâyeler anlatan binayı hafifçe kıvrılan bir viraj yüzünden yıktılar ve bir efsane yok oldu. Peşi sıra da önce işhanı olan, sonra bir katı oğul tarafından lokantaya çevrilen ama eski tadını yitirdiği için yok olan Cumhuriyet'le birlikte bir kültür de bu şehri terk etti. Pek çok yeni yer açıldı elbette... ama o günleri tıfılken bile yaşamış olanlar için bir anlam ifade edemediler; meyhane adabı, insan kalitesi değişti. Uzun süre sonra ilk kez bu akşam, eskinin o solunası tadı buram buram! Az önce bahçemizden toplanmış Nergisler vazoda. 



                                                                                          *****


 

Eylül 2019:

Akşamüstü şu sahil boyunda en sevdiğimiz mekâna gideceğiz. Patates kızartması, sigara böreği ve çöp şiş... ve de biralı bir masa hayalim var. Ama kapıyı da aralık bırakmışım. Hımmm bir rakı masası da pekâlâ olabilir... Bugüne kadar, özellikle yazın hep rakı içmişiz. Sadece bir kez, bahçede oturulamayacak bir mevsimde de şarap. Sevdiğimiz kim olsa ve çıkacaksak bir yemeğe, kesinlikle buraya geliriz. Adını vermiyorum; üç yıldan fazla bir süredir onun üzerine yazılacak bir yazı bekliyor...

Oturuyorum mekânı da gören bir banka. Tatlı ve ılık bir rüzgâr, okşuyor yanaklarımı. Güneş henüz çekiliyor ve bir süre sonra ay devralacak geceyi. Biraz daha zamana ihtiyacı var, o nedenle gözüm mekâna dönük... Bekliyorum. Fakat!

Telefon. Tek tuş. Ve O.

"Nerdesin?"

"Pelitköy."

"Sanırım bu akşam açmamışlar."

Gözümse mekânda, sanki ışık görüyorum. Gönül işte! İstiyor.

"Açık sanki," diyorum. En son gittiğimizde çalan çocukları bizzat masadan kalkıp giderek kutlamıştık. Hanımefendi ne kadar sevinmişti, sonra masamıza gelip sevinçli bir heyecanla açıklamalar yapmış, sokakta çaldıklarının, rast geldiğinin, burada çalmaya cesaret edemediklerinin, bunun bir deneme olduğunun, bizim onları cesaretlendirdiğimizin altını çizmiş; tekrar tekrar teşekkür ederek ve başarısının onaylanmasının tadını, gülen bir yüzle, çok  tatlı bir coşkunlukla çıkarmıştı. Bir keman ve bir çello! Muhteşemdiler...  O, bir ay yok! Orada olmalıyız! Nasıl huzurlu bir repertuvar ve nasıl huzurlu bir çalmaydı o. Ne de güzel bir geceydi! Üstelik hanımeli kokulu, dolunaylı, deniz esintili kadim sokaklardan yürümüştük eve... Temaslı! İlk kez yaptıkları vişne taneli ve likörlü çikolatalarından ikram etmişlerdi bize. Ne kadar da güzeldiler.**



2 Ekim 2020 Cuma

:

En Sevdiğim Kadın dün dünyaya geldi. İlk kutlamayı enn sevdiği arkadaşlarından biriyle yaptı. Bugünse enn sevdiğimiz gün. Her biri masal tadında bir sürü gün yaşadığımız, ama pandemiye yenik düştüğümüz için ara verdiğimiz, ama bu şehirdeki enn sevdiğimiz mekânda buluşacağız.

                                                                           ................

Maskemi takıyor, asansörün düğmelerine elimdeki ıslak mendille dokunuyor, kapıyı ve bahçe kapısını onunla açıyor, olağandışı günlere rağmen yaşamın olağanmış gibi devam ettiği sahil boyunca yürüyor, mekâna varıp, hâl hatır sorup her zamanki masamıza oturuyor, sipariş için gelen garsonu şimdilik erteliyorum. Yönüm bahçe kapısına dönük. O'nu bekliyorum.

Enn sevdiğim, enn bayıldığım kadın biraz sonra giriyor kapıdan, selamlaşıyor personelle, hâl hatır soruyorlar; onu izliyorum, ve buna bayılıyorum.  

Telefon ne güzel bir araç ki fiziki olarak hiç bir boşluk duygum oluşmamıştı, sanki dün yüz yüzeyedik gibi hissim, o bir aylık yokluğu kenarımdan bile geçmemiş, bu kaçıncı bile olsa bir özlem boşluğu yine oluşmamış bünyemde. Ya da bir kez daha onunla aynı masada olmak zaman boşluğunu unutturuyor, sanki o hiçbir zaman hissetmediğim boşluk, bir kez daha zamanda bükülüyor.

"İki bira lütfen."

 



Bu mekanda bir ilkin akşamı! 



Geliyor alemin en zengin meze tepsisi ama bu kez seçim biraz zor oluyor: zor oluyor çünkü Rakıya çok yakışan bu mekânda ilk kez ve hayal ettiğim, hatta bunu pandemi sürecinden çıkmadan yapılacaklar listesine kaydettiğim ve üçlemenin ilk yazısında "Canım, mekânlardan birine oturup bir şeyler atıştırıp bira içerken -ki hayalim kızarmış parmak patates, yanına biraz kızrmış sosis, belki de bir atıştırmalık tabağı eşliğinde-kitap okumak istiyor: Gün ışığında, yüksek volümlü müzik ve insan gürültüsünün henüz mekânlara çökmediği saatlerde, günün ve denizin sakinliğinde yaşansın, diyor," cümleleriyle ifade ettiğim üzere seçimimiz, Bira.


"Dil lütfen."

"Salatalık turşusu lütfen."

"Arnavut ciğeri lütfen."



"Kalamar lütfen."

"Patates kızartması lütfen."


Aslında gelirken aklım Rakı'ya meyletmemiş değildi ama bilindiği üzere bir mekânda bira takıntım da devam etmekteydi. Masada da bu tereddütü yaşamaya devam ediyorum elbette... Bir yanıyla da bir kutlama akşamı olduğunu düşünüyorum. Yadırgatıcı bir yanı da var tecihimin; öyle ki mekân sahibi sohbet için geldiğinde masamızda bira görünce şaşırıyor ve hatta yadırgayıcı bir vurgu ile soruyor.

Kalamar'a bayılıyoruz. Yumuşatılma ve kızartılma becerisini takdir ediyor, lezzetinin altını çiziyoruz. Kendi yaptıkları turşu enfes. Ve ben için bira turşu eşleşmesi ilk.

Gökyüzü çok güzel. Patatesler muhteşem bir kızartma becerisinin eseri. Hava karardıkça Ay daha görünür oluyor, üstelik bir kez daha dolunay! Eşlikçisiyse pırıl pırıl: Ben Venüs olduğunu düşünürken Enn Sevdiğim Kadın Mars olduğunu söylüyor. Teknolojiden yararlanınca da Mars olduğu kesinlik kazanıyor. Venüsse öte yanda. Şahane bir akşamı yaşıyoruz; Mekânın, yani Restaurant Hut'un bundaki rolü yadsınamaz. Bir tek gün bile herhangi bir üründe bir eksiklik hissettirmemiş olmaları bir başarı elbette, ama personelin disiplinli, güler yüzlü ve belli ki eğitimli tavrı ve elbette bütün bu güzellikleri bütünleyen mutfağın sırları, tartışılmaz. O halde, Korona Günlerine...



"İki Bira daha lütfen!"

 



Bu yazı daha uzun, daha keyifli devam ediyor olabilecekti aslında: Önceki yaz bir heyecanın önizlemesini yaşamış, bundan, yani önizlemesinden çok büyük bir zevk almıştık. Benim için çok kıymetli bir Dost, kalemi çok güçlü güzel bir Kadın, Sevgili Eşi, Annesi ve Babası çıktıkları Karadeniz Turu'nun bir ayağında burada olacaklardı. Planların alternatifli eskizleri yapılmış, teyitleşilmiş, Kardeşim Tırtıl'la Macaristan, Çekya, Avusturya, Almanya güzergahında olduğu için onun bahçe katı, binamızın en keyifli dairesi hazırlanmıştı. Elbetteki yemek akşamı için enn sevdiğimiz mekândaki altı kişilik rezervasyon cepteydi. Heyecanlıydık! Amasya'dan yola çıkacakları sabah telefonum çaldı; yola çıktıklarını haber vereceğini ve iki seçenekli buluşma noktasından birinde buluşup onlara katılarak rehberliğin tadını çıkaracağım güne başlayacağımızı düşünmüştüm. Başka bir şehirden aldıkları bir acı haber nedeniyle ne yazık ki aramızda bir saatlik yol kalmışken, gezinin devamı iptal oldu. Oysa ki bu mekânda ne keyifli bir masada ne keyiflerî paylaşacaktık. Ertesi gün hayatlarında görebilecekleri en güzel pideyi, ve belki de eşi benzeri olmayan kelle-paçayı tadacaklardı. 

 Program sürekli gelişiyor, rezervasyon hâlâ geçerli, ve ucu açık. Yaz çok.



 Bilginize! :)





*Cümlelerin geçtiği yazının tamamı.

**Paragrafın olduğu yazının tamamı içinse buradan lütfen.


***Balıkların donakaldığı bir akşama dair.

3 Ekim 2020 Cumartesi

Bira Takıntısı Hâlâ Dürtüyor

Özerk Merkez Bankası'nın başındaki bağımsız kararlar alma yetisine sahip, elbette özellikle atanmamış, emir yerine kendi kararlarını alabilen Başkanı ve yine bağımsız kurulları,  her an politika faizi artırımı yapılacağını öngören oyuncuları yanıltmayarak, gereğini yapıyorlar! Bu arada her olayı abartarak olduğundan büyük bir başarıymış gibi duyurmaya bayılan kişi mikrofon karşısında değil. Piyasa oyuncuları denen kitle ise sahada! Günün yoğun ama birilerine av keyfi yaşatırken, birilerini de acılı isyanlara sürükleyeceği, aslında her biri  manipülasyon alanı olan forumlarda da her zaman olduğu gibi öfke sözcükleri ile acılı iç döküşlerin olacağı, kimsenin kendi hatası olduğunu kabul etmeyeceği, kapitalizm denen nesnenin bir kazananlar ve kaybedenler oyunu olduğunu bilmeyen, hâlâ bunu anlamayan cümlelerin olacağı kesin. Devletin Bankaları ve elbette yandaşlar alıcı konumunda el ovuşturuyor. 



Gong çalıyor ve öngörüler tüyo almışçasına gerçekleşiyor; bir sürü hisse kırmızıya bürünüyor, istenen panik ne yazık ki oluşuyor. Kısa süre içinde de, bir bilet alıp rüyalar kurmak, şans oyunları oynamaktan farklı olmayan bir hayal ve anlayışla zenginleşeceğini düşünen  kitle aynı tekrarları yapmaya devam ederek ve bir kez daha; ev ya da araba almak için biriktirdiği parayı kurtlar sofrasında hiç ediyor. Sonra, maaşımı yatırmıştım, gibi pek çok kadersizlik vurgusu, sıra sıra geliyor! Forumlardaki acılı çığlıklar, hâlâ gaz veren uyanık önermelerle iç içe geçiyor, hisseler fakirden zengine doğru el değiştiriyor. Bu oyunun defalarca tekrar ettiğini bilen, büyük hayallerin uzun emek süreçleri ve bilgiye verilen, gündem takip eden bir değerler silsilesi ile gerçekleşeceğini bilenlerin daha profesyonelleri, akşam açacakları viskinin tadını düşünüyorlar.  Bu son derece aktif, neredeyse gözümü ekrandan kaldıramadığım günün ve öngörümden kaynaklı hedef fiyat konulmuş onbir emirden onunun gün içinde gerçekleşmesinin ardından kendimi temiz hayata atmak üzere, son verilerimi kaydediyor ve ekranımı kapatıyorum.



Son sayfalarında olduğum, bir nefeste bitecek kitabım da mini sırt çantamda. Kirli ama temiz kalanlar için aslında zevkli ve aslında eğlenceli  bir dünyadan temiz, mavi, ufak hislerle mutlu olabilen insanların dünyasına çıkıp, sol, proleter ve insan kimliğimi kuşanmak iyi geliyor bana. Ay olması gerektiği kadar güzel, deniz mutedil, iskele ve ucundaki kafe davetkar... 

Masaları ve oturakları yüksek olmasa bu akşam kesin gideceğim ve bence bölgenin en güzeli, terası neredeyse karşı kıyıyı görecek, bünyeyi olağan hayatın kirlerinden bir gemi güvertesindeymişçesine  kurtarıp bir masalın içine dahil ederek kendi masalını yaşatacak kadar güzel! Fakat niyetimde kitap okumak, onun dünyasında takılıp kendisi ile ilgili- artık- bir fikrim olan kahramanın hayatına, onun kadınlara bakışıyla ilgili, özellikle kadınlardan birinin finali nereye taşıyacağı konusundaki öngörümün doğruluğunu test etmek, kitabın saf, gerçekçi ve temiz dünyasında yok olmak istiyorum. Dolayısı ile mekânda bira kısmı şimdilik kalabilir.



İskeleye şöyle bir göz atıyor, önünden geçerken ona sapmadan devam ediyor, onunla bir akşamı yaşamam, gönlünü almam, onunla bir Korona Günleri hatırasını akıp giden zamana bırakmam gerek, diye düşünüyorum. Genç, müşterisi  nitelikli bir kahve mekânının; bize yakın bir yerde ama sahilden içerde ve yeni açılmış, hoş dekorasyonu ile dikkatimi çeken bir yerde tabelasını görünce geçenlerde bir gün: ilk yerinin kapandığını düşünüyorum ki bunu enn sevdiğim kadınla da paylaşıyorum. Sırf bu nedenle şu an ilk yerine doğru yürürken bir an Kahve Dünyası aklımı çelmeye çalışsa da, önünden geçmekte olduğum Palmiye Kafe göz kırpsa da ki onunla bir kaç gün önce bir öğle arası özlem gidermiş, canlı plajının kenarındaki kafesinin denize bakan masalarından birinde Cola içip hamburger yemiştim. Üstelik parmak patatesleri sona bırakmış, plajın kalabalığının yazı normalleştirmiş olmasına sevinmiş, korana sanki buraya gelmemiş bir keyifle öğlenin ve güneşin ortama kattığı Copacabana tadını benimsemiş, rolümü güzel oynamış, şahane bir keyif yaşamıştım.

Bir yandan merakımı gidermek için yürüyor, bir yandan da bu merakım nedeniyle yürüyeceğim mesafeyi gereksiz bulup dönmeyi düşünüyorum. Hiç gitmemiş olsam da daha çok genç, ama dünyanın farkında gençlerin takıldığı ve sahipleri de genç bu mekânın-şu anki zor koşullar nedeniyle- kapanmış olmasını, eksikliği hissedilecek kalitesinden dolayı istemiyorum. Yaklaştıkça bir korku da yaşıyorum ama, önümdeki ağaçları geçince bir ohh çekiyorum. Yaşamın farkında, elindeki kahve bardakları ile piyasa yapmayan, kahvenin ve sohbetin tadında kızlı erkekli gençleri görünce seviniyor, bu sevinçle de geri dönüyor ve sevdiğim kitap okuma noktalarımdan birine, sevdiğim Triliçesinden yeme fikriyle bir fırın-pastaneye doğru, yürümeye daha keyifle devam ediyorum.


                                                                                        ****


"Dört tane ekler lütfen."

"Bir de bardakta çay lütfen."

 




Reyonda ve etrafta aranmama rağmen görüyorum ki Triliçe yok. Bunu sıkıntı etmiyorum çünkü eklerini de seviyorum ve gördüğüm üzere hacimlerini biraz daha büyültmüşler... Oturuyorum her zamanki, Down Sendromlu gençlerin çalıştığı, belediyemize ait kafenin de içinde olduğu Down Park'a komşu masama. Mekân sakin; eklerim ve çayım geliyor. Burada kahve içmiyorum: gördüğüm üzere bir kahve düzenekleri yok ve gelen kahve granülün suya karıştırılmasından oluşacak. Ayrıca fırın ile çayı daha ilişkili buluyorum. 



Bu akşam aslında çantamda iki kitap var, çünkü Elden Düşme Dünya son düzlükte ve ben pastalarımı bitirmeden o bitecek. Diğer kitapsa  Altenburg'un Ceviz Ağaçları. 



Hımmmmm eklerim çok lezzetli ve çayın aldığı dem şahane...


O ara bir çift geliyor mekâna; menüyü istiyorlar ve çökertme sipariş ediyorlar. Yemek olmadığını söylüyor genç ve tatlı kız! Düşünüyor ve üzülüyorum ki aslında çok da eski olmayan bu işletme, büyük hedef ve hayallerle yola çıkıp hayatın, hayallerin aksine acımaz halleri ile de yüzleşmiş ve üretim noktasında küçülmüş. Üzülüyorum çünkü ticari kurnazlıklardan çok kalplerinin sözünün peşinden giden ve tatlı hayalleri paranın önünde gelen ve güzel hislerin yansıdığı mekanların müşteriye keyif veren halleri yok olmasın istiyorum.

Çünkü ötekilerden çokça var! 



Çayım, eklerim ve bense mutluyuz. Okuduğumuz kitap ilk andan beri, bir yaşamın ve bir tadın içine davet etmişti bizi ve o hayatın tanığı olmak da -bizim- mutlu zamanlarımızı yükseltmişti. Başlangıçta bazı hallerine karşı olsak da samimiyetli anlatımını sevdiğimiz karakteri, ve onun ilişki halinde olduğu Ablayı sevmiştik. Ve şu an kitabı,  bu sevginin daha yükseldiği bir son bölümle bitiriyor, sonra gülümseyen bir zihinle onu tekrar aklımızda akıtırken buluyoruz kendimizi. Elbette geçirttiği hoş saatler ve okuma süreci için yazar Wilhelm Genazino'ya ve karakterlerine teşekkür ediyor, şu karantinalı günlerden uzaklaşmak ve biraz düşünürken gülümsemek için de iyi bir seçenek olduğuna karar veriyoruz, Elden Düşme Dünya'nın .

O ara bir çift daha giriyor içeri, profiterol ve çay ama fincanla siparişi veriyorlar. Konuşmalar bir iş görüşmesi gibi, reklamcı olduklarını düşündürtüyorlar ve adamın konuşmaları aynı zamanda bir eğitmen olabileceği hissi veriyor. Genç kadına oranla konuşmaya daha egemen bir tavrı var. Üslup, hakim olabileceği kadın karşısındaki üsten ama yumuşak, biraz flörtöz ve biraz da buradan bir ekmek çıkar mı? şeklinde gibi geliyor; çaya, eklere, kitaba ve bana. Kitaba göre biz daha masumuz, çünkü aklımızı kötücül düşünmeye sevk eden kitap! Tamam kitaptaki karakterler de kötü insanlar değiller, yaşadıkları ülkenin özgürlük sınırları ve birey olabilmiş, toplumsal baskıların en azından ilişkiler bazında görece daha özgür bıraktığı kadınlar ve erkekler, ama bir şey var ki cinsiyetlerin genetiğine yerleşmiş ön almaların zafiyetlerinden ve tuzaklarından da pek kurtulabilmiş değiller.

 

"Bir çay daha alabilir miyim lütfen?"



Fincanla istemememin sebeplerinden bir diğeri de aslında okuma ve yeme sürecim nedeniyle çayın soğuyacak olması. Sıcak çay ve çeviriyi yapan Tahsin Yücel'in 1948'de yazılmış Altenburg'un Ceviz Ağaçlarına yazdığı sunuşu okuyorum. Yazar André Malarux bir direnişçi ve 10 yıl Fransa'nın Kültür Bakanlığını yapmış önemli bir edebiyatçı olmanın yanısıra önemli bir kişilik. Kitapta yol alırken çayım da bitiyor; onu kapatıp çantama atıyorum. Ödememi yapıp bir de ekmek alıp, teşekkür edip çıkıyorum sokağa. Migros'a uğrama fikrim var. Down Parkın önünden geçerken içinde ve kaferyanın açık alanında oturan insan kalabalığına seviniyor ve bir gün kahvaltı için buraya gelmeye karar veriyorum. Ömürevleri ışıklardayım. İçimden bir müdahale Migros yerine iskeleye yolluyor beni.




Geçen yıllarda sıklıkla geldiğim, bir şeyler atıştırıp çokça kitap okuduğum, neredeyse denizin ortasındaki kafeteryasına doğru yürüyorum. Bir kez daha aydınlatmasına kızıyorum, çünkü çok beyaz ve çok fazla aydınlık; oysa manzara ile uyumlu yumuşaklıkta bir ışıklandırma gerekti ona. Çokça balık tutan insan var yol boyunca, bir iki kare fotoğraf çekiyorum. Sonra geri yürüyüp Migros'a uğruyor; bir Tuborg Malt Filtresiz 50'lik bira, bir paket cips ve bir kaç ihtiyacı alıp sırt çantama atıyor ve yeniden deniz kenarına inip eve doğru yürüyorum.




Satın aldıklarımı ve çantamdakileri balkona çıkarıyor, karantina odasında giyecekleri çıkarıp, giderken çıkardıklarımı giyiyorum. Sonra balkona çıkardığım ve masaya bıraktığım birayı ve cips paketini alıyor, önce suya tutuyor, sonra deterjanladığım süngerle köpüklüyor, sonra akıtıp kuruluyorum. Yarısını bardağa boşaltığım biram, cips tabağım, ve az önce BaşkaFırın'da başladığım kitap el altımdaki sehbanın üzerinde, hemen yanındaki kanepeye uzanıyorum. Müzik tercihim Lounge.

Kitabın dünyasındayım,  fakat bu bira takıntıya dahil değil? 

 

Ve bu kitabı bırakıp başka bir kitaba başlamaya karar vereceğimin henüz farkında değilim!



Bu bir üçleme! 



Yani...



Dürtü devam ediyor! 

 

 




Devam yazısı Takıntının Mutlu Sonu


25 Eylül 2020 Cuma

Uçakta Bir Yolcum Var

Gün Pazar, sıkı bir uyku ve her zamanki gibi erken uyanma... Önce, uyuyamayacağımı düşünerek okumaya niyetleniyor, yan yastığımın üzerindeki kitabı alıp kaldığım yerden devam ediyor, bir kaç sayfa sonra da bundan vazgeçiyorum, çünkü: gün heyecan dolu, gün için bir hevesim var, o heves anına kadar da çok zevk aldığım ve böyle günlerde hep yaptığım bir eylemi yaşayacağım. Şu an, o saatlere kadar olan boşlukta zihnimi oyalamam gerek...


Salona geçip çalışma alanı olarak da kullandığım manzaraya paralel masadaki bilgisayarı açıyorum. Bebeliğini bildiğim ve şu hayatta tanıdığım en geveze Karga, hâlâ geveze. Birkaç yazı okuyup birkaç el de Laptop'la tavla oynuyorken ve yine ben kazanıyorken göz kapaklarım sinyale başlıyor. Sinyali alan uyku da her zamanki yetişkin tavrıyla "Hadi yatağa," deyiveriyor. Teklifi reddetmiyorum elbette... Üstelik; uzun yoldan gelinmiş ve henüz gün ışımasının elinin kulağında olduğu saatlerdeki, gözler yatağı özler tadında uykulara bayılıyorum.

 



Ve rüyalar alemindeyim...


                                                                                  .............



Bir uyanıyorum ki saat 11.30. Bu bir rekor!  

Yoksa bunlar cumartesi sabahı mıydı?  

Durumu netleştiremiyorum; günler bir an iç içe geçiyor.

Keyifli bir kahvaltı yaptığımı, özellikle kahve içmediğimi hatırlıyorum ama!

 Hımmmm?

Cumartesi akşamı bir kadehte keyfe keder ölçü şarap, minik parçalar halinde doğranmış üç peynirli ve yanında tırtıklı, yoğurt ve yeşillik çeşnili cipsler olan bir tabakla, sevdiğim, hatta bayım bayım bayıldığım Maigret'yi izlemiş, mutlu akşamın tadıyla sızmış, şahane de uyumuş olabilirim... mi acaba?



Yoksa o akşam Cuma mıydı?

Anlaşılıyor ki mutluluk doz aşımı yapınca benim aklımın eli ayağına dolaşıyor ve şu parlak zekâm da bir türlü işin içinden çıkamıyor.

Çok eğleniyorum ama! 

 

 

 



Normalimin dışında uyanmış olmak telaşlandırıyor beni, öncelikle benden beklenmeyecek bir disiplin örneği olarak her sabah sekiz buçuktaki randevuya sadık kaldığımız, neredeyse çocukluktan kankam hay tansiyon* ilacımı içmeliyim ki  ilişkimiz uzun yıllar süren kavuşamamanın ardından sanırım beş, altı yıl önce başladı. Normal bir insan olsam bu sürece gelene kadar, öngörülere göre ölmüş olacak ve aramızdaki bu sadakatli ilişki de gerçekleşmeyecekti. Bir avantajım vardı belki; sigara içmiyordum, fazlaca yürüyordum, aşırı tuzdan uzaktım, kilom normal, boyum uzun, özellikle takım sporları ile aram iyiydi. Laf aramızda uzun ve eğlenceli bir ilişkiydi bu. İlaç aramıza girdiğinden beri öylesine sessiz ki bazen sinüzit bu canım, yok yok migren sanırım, dediğim ama sonunda onun yüzünden olduğu anlaşılan, uzun yıllar birlikte yaşadığımız baş ağrılarımı özlüyorum. Hâlâ kankayız ama, ve seviyoruz birbirimizi...

Hızlı bir kahvaltı hazırlamalı, bir de kahve elbette, sonra da uçak kalkmadan alanda olmalıyım! Kahveyi bu kez kahvaltıyı aşacak miktarda yapıyorum, çünkü yolun keyfini çıkaracağım!

 


Biz hazırız sinyalinin ötmesiyle birlikte fırındaki ekmekleri alıyor, filitre kahvemi fincana süzüyor ve  bilgisayarda Flightradar'ın sayfasını açıyorum.


Telefon!

Tek tuş ve O.

 



Uçuş öncesi klasik cümlelerimi kuruyorum. Güleryüzlerle iyi yolculuklar sohbeti yapıyoruz. Akşamdan ayarlanan Taksicinin randevu saatinden sekiz dakika önce arayıp bilgilendirdiğinin altını çiziyor. İyi yolculuklar dileyip, sevgi sözcüklerini de şımarıkça ve gülümseyen bir lezzetle sıraladıktan sonra, uçak bende klasik vurgumu yapıyor, kahvaltıma devam ederken de arada bir ekrana bakıyor, Kaptanın sinyali açmasını ve uçağın ekranda görünür hâle gelmesini bekliyorum.



Ve sinyal açılıyor; Türk Hava Yolları'nın TK 2260 sefer sayılı Boeing 737'si görünür hâle geliyor. Bir kaç dakika sonra da taksiye başlıyor uçak. Şimdi pist başında... Son konuşmalar, yüksek gaz, yerinde duramaz ve ipini koparmış bir afacanlık, gem vurulamaz bir göğe kavuşma arzusu ile sanki zembereği boşalmışcasına ve gittikçe artan bir hız... Kafa bir hamle ile kalkıyor, az sonra da son tekerlekler pistle vedalaşıyor... Sonra sakince ve usul usul baş öne eğiliyor, kemerler çözülüyor, Marmara Denizi üzerinde sakin bir seyir başlıyor. Her şey kontrol altında!

Fakat uçuş numarası 2261 olmalıydı; o zaman, belki  çocuk sevinçlerim yetişkin halimin mizah konusu olacak ve dile gelecekti. Lisedeki okul numaramdı çünkü, buradan hareketle lafı uzatacak ne kelamlar edecektim kim bilir?!

                                                                                     ................

O ara bu yazıya başlıyorum ama sıkıntılı, çünkü eski arayüz gün itibari ile kaldırılmış. İlk izlenimlerime göre bir haftada bu yazıyı bitirebileceğim şüpheli! Paragraf mantığı ile satır arası yapılamıyor, dolayısıyla oluştur modundan HTML'ye geçiyor ve o boşluğu yaratacak kodları kendim ekliyorum!

Kahve, uçak takibi, bir şeyler yazma şeklinde devam ederken hayat okuduğum bir yazıdan Flight radara döndüğümde sayfayı yenilemem gerekiyor, bu yenileme de takip ettiğim uçağın izini kaybetmek demek. Tecrübeli bir kullanıcı olarak buluyorum uçağı ki inmek üzere... ve indi!

Uçağın boşalma süresini yeni havaalanındaki mesafeleri göz önüne alarak şöyle bir hesap ediyor, yeterli süre geçince de telefonu elime alıyorum.

Tek tuş ve O.

"Denizin üzerinden uçtunuz," hava atmasıyla başlayan, Kaptan hızlıydı ile devam eden, başka komiklik ilaveleri ile renklenen, şımarıklık parodileri ile efektlenmiş, bol gülüşlü, iki uçak arası planımdan söz ettiğim, sevgi sözcükleri ile pek çapkınca ve çok tatlı, içinde bira geçen bir sohbet! Aktarma uçağına 3 saat civarı var. O kahvesini içecek ki bulunduğu alanı kısaca tasvir ediyor; sohbet,  sevdiğimiz havaalanlarının sevdiğimiz mekanlarına doğru uzuyor. Laf aralarına da şu lanet ve gezme planlarımızı engelleyen süreçle ilgili serzenişlerimizi sıkıştırıyoruz.

                                                                                  .............

Canım, mekanlardan birine oturup bir şeyler atıştırıp bira içerken -ki hayalim kızarmış parmak patates, yanına biraz kızrmış sosis, belki de bir atıştırmalık tabağı eşliğinde- kitap okumak istiyor: Gün ışığında, yüksek volümlü müzik ve insan gürültüsünün henüz mekanlara çökmediği saatlerde, günün ve denizin sakinliğinde yaşansın diyor bu mizansen. Vakit an itibariyle uygun ve yolcumu İstanbul Havaalanı'ndan uğurlamaya yetişebileceğimi düşündüğüm kadar boşluk var!

Mini sırt çantama severek okumakta olduğum, aslında sıra onda değilken Sevgili Radyo Z'nin blog yazısında** rast geldiğim, ona yazdığım yorumda da bahsettiğim üzere öne aldığım, yazarını bilmediğim ama konuşma esnasında bahsedince, Enn Sevdiğim Kadının iki kitabını okumuş olduğunu öğrendiğim Wilhelm Genazio'nun Elden Düşme Dünya'sını, her olasılığa karşı yağmurluğumu, iki yedek maskeyi atıyor, serin ve kapalı havayı da gözeterek yanıma ince bir hırka alıyor, maskemi takarak çıkıyorum hayata.


Gün Pazar, saat öğle sonrası, hava güneşten yoksun fakat aydınlık, ısı hırkaya ihtiyaç duyuracak gibi!.. Basketbol sahasında kızlı erkekli bir kaç grup genç iki farklı potada maç yapıyorlar. Ağaçların altında piknik yapan bir kaç aile, sohbet halinde mi desem yoksa ayartma mı desem eylemselliği içinde sevimli bir kaç köpek, onların yakınlaşmasına diğerinin façasını kendi evlatlarının düzeyine yakıştıramadıkları için müdahale halinde sahipler, hareket halinde ve denizin kıyısına attıkları şemsiyelerinin altında pandemiye inat hayatın nefesini soluyan insanlar, karşı kıyıya uzayan deniz, çam ağaçları, salıncaklarda sallanan ve uzak hayalleri yüzlerinden okunan bir kaç kadın: güne sıcaklık ve nefes katıyorlar.

Yaşadığım coğrafyayı bir kez daha seviyorum. Bir an, önünden geçmekte olduğum arkadaş mekânına takılsam mı? diye düşünüyor, sonra kitabı okumak için bunun iyi bir seçenek olmadığına karar veriyor, o ara önüne geldiğim, uğrasam bir gün diye düşünmekte olduğum mekândaki insan sayısını istediğim sakinliğe uygun bulmadığım için  eliyor ve sonuç itibari ile bu eylem ilk aklıma düştüğünde orada olmaya karar verdiğim Big Yellow Taksi'nin önüne varıyorum: Dış masalar kalabalık, müzik tür olarak kitapla eşleşemiyor, üstelik ses bir tık yüksek.... bir yanım "Geç işte!" diye dürterken ağırlıklı tarafım bir kararsızlık halinde! Mekana geçtiğimde müziğe daha yakın olacağım, şu an en az otuz metre uzağımda çünkü, değerlendirmesini yapıyorum ve kesin kararımı verip geri dönüyorum?
  

 


Yürürken kafamda alternatif mekânlar oluşuyor, karnım aç mı? emin değilim, bir an bir kahve mekânına gitsem diyorum ama fikrimin kenarında bile yok. Daha önceden bildiğim, yürüme mesafesinde, pidesini çok beğendiğim, daha önce de söz ettiğim yerde, geçen gün Yemek Sepetinde öylesine bakınırken menülerinde fark ettiğim pideden yesem mi? şeklindeki bir düşünce usuldan usuldan tırmalıyor beni. 

 



O esnada okuma bankıma, Babamın ağaçlarının altına varıyorum.***

Oturup öylece denize bakınca, kafamdaki alternatifleri beynimin derin alanlarına doğru şöylece bir iteliyor, kitabımı ve okuma gözlüğümü çıkarıyor, bir çok anıyı yaşadığımız ve paylaştığımız banka iyice yerleşiyorum. Kitabı çok seviyorum, bir erkek karakter var, o anlatıyor, ben okuyorum. Elbette erkek anlatınca içinde kadınlar da oluyor: ve ilişkiler de elbette. Öyle geniş bir yelpazede kadın erkek ilişkileri değil tabii ki; buradakiler Abinin yaşama bakışını yansıtan, onun gözünden ve fikrinden yaşananlar! Bir ara üzerine yazarım sanırım! Sonra toparlanıp kalkıyorum, çünkü uçağını bekleyen ve uğurlamam gereken bir yolcum var!

Vakitse daralmış durumda!

Pide fikri güçlenip güçlenip neredeyse Birayla aynı düzleme geliyor. Hayal Kahvesi'ne göz atıyorum; öndeki masalar bana uymaz durumda, yan sokak boyunca uzayan masalar cazip fakat boş yer yok, gibi... Devam ediyor, Mavi Pub bana uymaz diyor, Bomonti'yi geçiyor, Pasagge olur mu? fikrime egemen oluyor ve ona yönleniyorum ama vardığımda tahmin ettiğim ve gördüğüm gibi iğne atsam yere düşmüyor.

O halde istikamet Tarihi Bafra Pidecisi!****



Denizi geride bırakıp mahallemizin iç kesimlerine doğru yol alırken farklı noktalar aklımı çelmeye çalışsa, kafe türü bir yerde mi otursam gibi düşünceler geçse de kafamdan, sonuçta dışarıdaki, bulvara yakın masalarından birine oturuyor, kitabımı, çıkarıyorum. O ara menü geliyor ve göz atıyorum, içeride oturduğum sıcak olmayan mevsimlerde masama bakan genç kızı arıyor gözlerim ki yok, bir an el mi değiştirdi burası diye de düşünüyorum. Kararım net, menüyü getiren bey geliyor masama.

"Bir kavurmalı Görele pidesi lütfen."

"Bir de açık ayran lütfen."

Görüntüsü, lezzeti noktasında bir fikir veriyor, hamur incecik ki klasik pidelerde  bundan bir tık kalın olması gereken hamur, çıtır çıtır bir lezzet sunuyor. Aslında bu pidenin adı her ne kadar Görele olsa da aslında kendisini Çınarlık Pidesi olarak tanıyorum ben. Özellikle Atlı Spor Tesislerinin enfes ortamında, daha önce bir yazıda bahsettiğim üzere her zaman özel bir seçenek olarak var. İkisi arasındaki tek fark, şeklen: Orjinal Çınarlık Pidesi yuvarlak, bu ise görüldüğü üzere klasik pideye yakın bir formda. Güzel ayran eşliğinde tatlı bir mizahı da olan kitabın tadını çıkararak götürürken pideyi, bunun iç malzemesini Çınarlık adıyla nam pideye göre az buluyorum. Bir sonraki gelişimde farkını ödeyip içindeki kavurma ve peynir miktarını çoğaltarak denemeye karar veriyorum.

                                                                              ................

Keyifle geçen bir zamanın sonrasında Kitabı çantama atıyor, maskemi takıyor, ödememi yapıp biraz da hızlanarak eve doğru yürümeye başlıyorum. Bir çöp bidonun yanında duruyor, maskemi çöpe atıp yenisini takıyorum.

Bira hayalli gün pideye evrilse de mutluyum!

Biraz acele etmeliyim: Karasızlıklarım yüzünden enn sevdiğim yolcumu aktarmada uğurlayamadığım gibi iyi yolculuklar da dileyemedim. Elbette telefon aklıma geldi; ancak, çok telefon kullanmayan, uzun konuşmalardansa sonuç alıcı -net- bir üslupla kısa konuşmayı seven, yüz yüze konuşmalara alışkın ve bunu tercih eden, telefonda bir tek kişi dışında  çok az konuşan bir özürlü olarak özellikle mekandaki insanlar; dünyadan kopmuş, şu alemde sadece karşısındaki kadın varmış gibi coşkulu ve her zaman heyecanlı, ona geveze şu insanın konuşmasının tanıkları olsun istemedim.

                                                                                  .................



Yol üstündeki Migros'a uğrayıp eve varıyorum. Karantina odası olarak da kullandığım çalışma odasına üzerimdekileri bırakıp yeni kıyafetleri giyiyor, gerekli dezenfekte işlemlerinin ardından laptopta Flightradar'ı açıyor ve uçağı henüz deniz üzerindeyken yakalıyorum: Türk Hava Yolları'nın TK 2810 sefer sayılı Boeing 737'si an itibari ile 3500 feet'de 469 kts hız ile sorunsuz bir şekilde yola devam ediyor ki planlanandan 10 dakika önce inecek. Engiz hava sahasına girince iyice alçalmaya başlıyor TK 2810. Fotoğraf makinemi hazır ediyor, biraz sonra da pencereye yanaşıyorum. Solumdan yanıp sönen ışığı ile görüş alanıma giriyor 2810. Tam karşıma gelince de flaşı kapatıyor ve basıyorum dekalanşöre, bir kaç poz çekiyor, içlerinden sadece birini beğeniyorum.

Ve ekrana dönüyorum. O alçalmaya devam ediyor. Deniz bitmek üzere ve az sonra teker koyacak. Frenlere asılıyor Kaptan, hız hızla düşüyor ve 737 pist sonuna gelmeden taksi hızına erişiyor; sonra kıvrılıp geliş yönüne dönüyor ve usulca salonun önüne park ediyor.

Bir süre bekliyorum.

Telefon.

Tek tuş ve O.

Biz uzun ve gülümseyen kelimelerin arasında dolaşırken banttan gelmekte olan bagajını yakalıyor. Birazdan onu çok özleyen Çekik Gözlü Mavi Kuş'u ile kucaklaşacak.  Eve vardığında, henüz kapıya ulaşmamış ve onu açmamışken Benedict boynuna atlayacak. Diğer kardeşleri de etrafını saracak. 112'ciler yemek verdiklerini söyleyecekler. Sonra, telefonda uzun uzun sarılacağız...



Ve elbette...

 



Covid-19'u anacağız!





Devam yazısı Bira Takıntısı Hâlâ Sürüyor için buradan lütfen.

 

 



*Hay: Yüksek anlamındaki High.

 



**Radyo Z'deki yazı. için buradan lütfen!


***Babamın Ağaçları burada.

 

 

 

 



****Pideciden bahseden bir başka bölüm linkteki  yazının Dün Pazar ara başlığından sonra 

16 Eylül 2020 Çarşamba

Sabaha Basit Cümleler

Hava kapalı ama aydınlık. Sabah sakin. Günün pek güzel hallerinden biri, ufuk çizgisinden kafa kaldırıyor.

 Güneşin bugün yokum diyen hınzır tebessümü, orada.

Bir yük gemisi sol cenahtan sağa doğru usulca hareket halinde... Camdan giren serin, tazelik kokuyor. Deklanşörden gelen klik sesiyse bu anı hapsediyor.

Müzik dinliyor, blog yazıları okuyorum.

Ne yazık ki kahvem bitmiş! 

Domates iri parçalar halinde dilimleniyor. Bir de yeşil biber...

İnce ama büyük bir dilim ekmek teflon tavada.

Domatesler şöyle bir çevriliyor. Izgara edilmiş biber parçacıklarıysa şimdi domateslerin yanında... Karabiber, kekik ama nane esintili...

Eklendi.

                                                                                ...........

Önce yumurtanın beyazı...

Şimdi sarısı.

Biraz peynir...

Ve şimdi dinlenme zamanı!


                                                                           
                                                                                  ............

Manzaraya paralel masa.

Bilgisayar biraz öteleniyor. Menemen, kızarmış ekmekle birlikte ekmek tahtası, masada yerini alıyor.

Bir yazıda uzun kalıyorum: İçindeki ve çok hoşuma giden bir cümlenin altını çizen kısa bir yorum yazıyorum.

Dinlediğim albüm bitiyor.

Gözat'a göz atıyor, daha önce rastladığım ama yabancı sandığım albümü tıklıyorum bu kez.

Yakın durduğum bir tür değil fakat dikkatimi çekmeyi başarıyor. 

İçindeki bir şarkı antenlerimi dikiyor.

Paylaşmak istiyorum.*

Blog listesindeki taze ve duygu yüklü bir başka yazı okunurken içindeki hoşa giden ve bir tanım içeren cümle, bir kaç kelime eklenerek  yorum haline dönüşüyor.

                                                                              ................

Ne ilginç: Enn Sevdiğim Kadın da sanıyorum o meydanda!
                                                                          
                                                                               ...............

Albüm bitiyor.

Bir yazıya girişiyorum.

Fotoğrafları yerleştiriyor fakat eksik buluyorum. Eksik olanlarsa, yazının girişinde bahsedeceğim ve zamanda yürüdüğümüz bir noktanın.

Taslak olarak bırakıyorum.

Bir planım var!

                                                                              .............


Sonra şaşırıyorum.

Biliyorum ki yıllarca çok fotoğraf çektik. Ama neden bir tane bile bulamıyorum ve var sanırken; blogda onca yazı içinde sadece iki yazıda birer cümleyle söz etmenin dışında O'na dair bir şey yok?!.

O, çok özel bakkaldan söz etmek istiyorum.

Ve onun köşesinden inen ve O'na giden yoldan.

Yüz yıldan eski ve ben için, bizim için çok kıymetli, pek çok popüler ve bilinen ve de görkemli yerleşimin önüne koyduğumuz, bir bebek tadında sevdiğimiz bu olgun ve dünyada çok azı kalmış nokta üzerine yazarken; defalarca geldiğimiz 4000 yıllık coğrafyanın fotoğraflarını eklemeden ve ondan söz etmeden yapamam, yazmamalıyım, diye düşünüyorum.

                                                                           ..............

Bir umudum var ama!

Enn Sevdiğim Kadın hafta sonu dönüyor.

Oysa ki ben için hep buradaydı.

Şu telefon ne güzel bir şey!

                                                                             .............

Kahvem var!

*

12 Eylül 2020 Cumartesi

Biri AKSİYON mu dedi?

O "olağan" günün o saatlerinde; bir tiyatro oyunu öncesinde, fuayedeki kızlı-erkekli üniversite öğrencisi gençlere, onların henüz görmedikleri geleceklerine, kaygısız neşelerine, bilemedikleri zaman kavramının değişkenliklerine bakarken o gün yaşadıklarımızın, bugünden bakınca ne kadar önemli olduğunu fark edeceğimden, henüz haberim de yoktu. Bazen yaşamıma geri dönüp içindeki anlara baktığımda, çok olağanlıkla yaşanan olayların aslında, ortalama insan hayatından bakınca ne kadar olağan dışı olduğunu düşünüp, tıpkı İnnaritu filmlerindeki gibi farklı senaryolar üzerinden aynı hayatların farklı sonuçlara ulaşacak öykülerini kuruyorum. Bir de, geleneksel Bodrum buluşmalarında bir araya geldiğimizde, 'o günkü genç çocuk' anılarımızı paylaşırken, dinleyenlerin şaşkınlığında fark ediyorum, "olağan" anların olağan dışılıklarını...

Aksiyonlu Günler... Umur -2010

Bugünkü siyasal sıkıntılarımızın, demokrasiden ve parlamenter sistemden ayrılmamızın, yüzde onluk seçim barajı  ile başka bir çarpık düzenin oluşma adımlarının atıldığı, azınlığın "demokrasiye" hakim olabildiği, katılımcılıktan uzak, sorgulanabilir olmayan, halkın değil de yönetenlerin iki dudağından çıkan sözcüklerin yön verdiği ucubeliğe geçişin tohumlarının atıldığı günün yıldönümü!

                                                                                  .................

 Sabah 09.08

Güzel bir kahvaltı hazırlıyorum. Güzel de bir filtre kahve. Kahveme devam ederken yazılarımda dolaşıyorum. Bir başka yazı planlıyorum ama gün öyle sakin ve huzurlu ki yazmıyor, okumaya, kendi zamanlarımda dolaşmaya başlıyor, iyi ki blog yazmaya karar verdim ve iyi ki de bu yazıyı yazmışım dediğim, bir bölümünü yukarıda paylaştığım yazımda kalıyorum. Onun altındaki yorumlar, en çok da o yorumlardaki şu cümle "Acı, çok acı ama, çağın tanığı olanların bunu paylaşması tarihe karşı da bir sorumluluktur." tetikliyor beni.


Yeni nesil gençleri çok seviyorum. Merak edenlerini ve okuyup yazanlarını, soran ve sorgulayanlarını, konu ne olursa olsun hayranlıkla izliyorum. Sonra bir adım ileri gitmeye, bu yıldönümünde, yaşandığından 39, yazıldığından 10 yıl geçmiş, bir bölümü yukarıda paylaşılmış kapsamlı tanıklıklar ve yaşanmışlıklar içeren, her birinin altındaki linkin bir sonrakine götüreceği: şu hayatta yaptığım en yararlı işlerden biri olduğunu düşündüğüm, dört bölümlük, hayatımın en özel, en aksiyonlu gününü ve dönemi anlattığım, bir yandan da sorgulayan yazımı -okumamış olan ve o günleri ve insan hikayelerini merak edenler için- son kez paylaşmaya karar veriyorum:

Aksiyonlu Günler... Umur 1.Bölüm

5 Eylül 2020 Cumartesi

14 Dakikada Şarap Menü

Komik bir durum!..
Yazıyı yazarken müzik dinliyorum, favorilerimi elbette: sonra onlar bitiyor ve hiç dinlemediğim, dinlediklerim üzerinden önerilen ve ilk kez karşılaştığım bir şarkıcıyı tıklıyorum, Spotify'da... bildik ve eski bir şarkının, bilmedik bir şarkıcı tarafından yorumlanmış hali ilginç geliyor ve hemen yazının sonuna ekliyorum. Şimdi, onca yıl blog yazdıktan sonra ilk kez bir okur gibi ayarlanmış saatte yayınlanmasını bekliyorum yazımın: şarkıyı tıklayıp dinlerken, onun eşliğinde okumak için!


                                                                                  ****

Hikâye bir İzmir dönüşü, ekmeği şeklen İzmir usulü Kumru, daha özü, süslü olanlardan değil de Tarihi Alsancak Gevrek Fırını sadeliğinde geleneksel Kumru yapmam; bu vesileyle de nispeten özlem gidermem, hem de kahvaltı meselesini kolaya getirmemle başlıyor. Sonra bunu biraz daha tembel işine çevirip bu kez adını yerelleştirerek Alanos Usulü Kumru'ya eviriyorum ki bundaki maksadım daha az ekmek tüketmek! Başlangıçta orjinale sadakatle sadece domates dilimleri ve İzmir-Bergama Tulumu kullanırken, olayı özellikle kahvaltıda, peynir cinsleri dahil olmak üzere çeşitlendirmeye başlıyorum.

                                                                               .................

Derken, geçenlerde CarrefourSA'da bir şarapla karşılaşıyorum: tadı ruhta olağanüstü izler bırakmış bir bağda içilen şarabın,* "alt segment" kardeşlerinden birisi bu!

Bir Cabernet Sauvignon-Merlot kupajı ki fiyat* kalite noktasında benim diyen çok şarabı arkasında sıra yapacak kadar başarılı bulacağımı, bilmiyorum henüz!

Gelince eve ve ilk kez deneyeceğim üzere ve tembele bağladığımdan: yakışacağını düşünerek aldığım Lays Fırından, yoğurt ve mevsim yeşillikleri katkılı patates cipslerini bir kaseye döküyor, serinlemiş kadehteki şarabı da masaya taşıyorum.

Şarap görüntüsü ve ilk yudumu ile aklımı alıyor, bayılınca ona bir ışık da yanıyor! Fazla uğraşa gerek olmadan, toplam 14 dakikada hazırlanacak atıştırmalıkla keyifli bir gece geçirilebileceği noktasında yol gösterici bir menü oluşuyor zihnimde.


Dün akşam -ankastre- fırını açıp, 195 dereceye ayarlıyorum. Sonra mahallemin fırınından yarımını dilimleterek aldığım, lezzetini bu tür atıştırmalıklar için ideal bulduğum, üstelik dayanıklı Trabzon/Vakfıkebir ekmeğinin büyükçe ve ince iki dilimini içine pişirme kağıdı koyduğum döküm fırın kabına yerleştiriyorum. Üzerine bir miktar sızma zeytinyağı gezdiriyor, onun üzerine bir dilim Namet-hindi füme yerleştiriyor, onların üzerine de pişerken kurumasınlar diye ince dilimlenmiş domatesleri, onların üzerine de dilimlediğim küçük dolmalık biber halkalarını koyuyor, köyden aldığım kurutulup öğütülmüş, nane esintili kekikten bir miktar serpip, üzerlerinde bir miktar daha zeytinyağı gezdirdikten sonra....


Çoğu zaman iki büyük ve ince dilim, bazen de örnekteki gibi bir büyük bir de küçük parça İzmir-Bergama tulumu yerleştirip, bir miktar kırmız pul biber ekliyorum ki tüm bu işlemler bittiğinde fırın da ısınmış oluyor.


Kabı fırının orta sırasına yerleştiriyor, süreyi 14 dakikaya ayarlıyorum. O arada bir kadehe keyfe keder ölçüde şarabı koyup, kadehin üzerini buzdolabındaki diğer kokuları almayacak ölçüde tecrit eden bir bardak ya da kase ile kapatıp buzdolabının üst rafında serinlemeye bırakıyorum.

Şarap ilk aldığım gün, açıp kadehe koyduğum anda beni şaşırtmış, rengi ve kıvamı ile de teslim almıştı.  Hem görsel olarak etkilemiş, serinledikten sonra biraz daha havalansın diye bırakmış, ilk yudumla da notunu vermiştim. Genizde biraz yakıcı bulsam da damakta ben kaliteyim demişti. Merlot, Cabernet karşısında ezilmemiş, bu ortaklığın içinde ben de varım demiş, özgün kimliğinin altını çizmişti. Onun meyvemsi izleri ile çaprazlanmış Cabernet Sauvignon'un asaleti bu işe gönül koymuş Lucien Arkas'ın zevki, özeni ve kalitesiyle birleşince ortaya çıkan tat rüya gibiydi. Bir kez daha bir şarap, İdol-2018: fiyat kalite noktasında beni şaşırtmayı başarıyordu. Kendi damağının keyfine değil de aldığı şarabın fiyatına, markasına ve bilinirliğine bakan birine kör tadım yaptırsak ve ederi nedir bunun diye sorsak, eminim ki ağızdan çıkan kelam çok yukarılarda olacaktı.

Sonraki içimde havalandırma süresini biraz daha uzatıyor, genizdeki yakıcılık azalıyor ve kendi idealimi buluyorum, ve ilk şişeyi henüz bitirmemiş olsam da rengine ve kıvamın dolgunluğuna hayran şaşkınlığım devam ediyor... Seyrine bayılıyorum.

                                                                              .................

Ondördüncü dakikada fırın beni çağırıyor, önce kapağını açıyor, ilk sıcaklığı dışarı atıyor, sonra da tutacakla fırın kabını alıp biraz dinlendirip, sonrasında atıştırmalıkları ekmek tahtasının üzerine yerleştirip, dolaptan aldığım serinlemiş şarapla tanıştırıyor, sonra da televizyonun karşısına taşıyorum. Hemen kaynaştıklarını söylemeliyim.


Uzun zamanlara yayılmış bu mutlu, telefonda paylaşmalı geceyi; nüanslarında dolaştığım, yeni yeni keşifler yaptığım tek bir kadehle doya doya yaşıyorum.

Fikrimdeyse kırmızı, dili körletmeyecek kadar  acı biber halkalı kavurma üzeri, Bergama tulumlusunu denemek var!
                           
                                                                                ..................

195 derecede 14 dakika çünkü: Ekmeğin üzeri ve altı ince bir tabaka halinde çıtırlaşırken ara bölüm bir tık daha yumuşak kalıyor, fümeler sertleşmediği gibi domatesler sularını yitirmiyor, kekik kararmıyor ve biberler sertleşmeden ızgara tadında izlerle sakin ve dumansı bir tatla, tulum peyniri de tam olması gereken, kendini tam anlamıyla salmamış ama kremsi bir dokuda kalıyor.

Sonrasıysa... 

iyilik, güzellik!




 *CarrefourSa'da an itibariyle 45,90 TL

*Bağ ve o Şarap'tan bahis, La Mahzen'de Consensus başlıklı yazının üçüncü fotoğrafından sonra!

2 Eylül 2020 Çarşamba

Bayıldığım Dizi Şaşırdığım Kitap

"Bir Amerikano lütfen."

"Bir de elmalı, tarçınlı, ballı kek lütfen."



                                                                                   .................

Güzel okuma Pusula'nın ardından her zaman olduğu gibi o mu bu mu kararsızlığı yaşıyorum. Günün çalışma saatleri bitti, dükkanı kapatıyorum. Yeni kitap için çalışma odasına geçiyor kitaplığın okunmayanlar bölümüne göz atmaya başlıyorum; o mu bu mu anının keyfini yaşarken  ara sıcak  fikriyle daha ince kitaplar arasında dolaşıyor, 176 sayfalık, kapağından anlaşıldığı üzere müzikli ve yine tanımadığım bir yazarın kitabını alıyorum raftan. Salona geçip kanepeye uzanıyor, gizem bağıran, uyanıkça yazılmış önsözünü okurken ardındaki hınzır gülümsemeyi de fark ediyorum.

O görmezden gelinen millet, başlıklı birinci bölümü geçip 14. sayfaya  kadar geliyorum ki onun üst başlığı da Ne olur gerçeği dinle! Bu kısa sürede de kitapla aramda kuvvetli bir bağ oluşuyor, seviyorum. Hatta Pusula'nın altındaki cin yoruma bu kitabı kastederek;   

Bu kitabın ardından başladığım kitap!

Bu kadar mı olur, dedirtiyor: yine bilmediğim ve ilk okuduğum biri, elim gitmiş; "mevzubahise, yani müzik kısmına şahane bir katılım yapıyor," ipuçlarını vererek... çekiliyorum."
  şeklinde bir yanıt yazıyorum.

Gizemli, farklı üslubuyla ve de şaşırtıcı kurgusuyla yazar Lev Matvej Loewenthal etkiliyor beni. Güçlü kitap Pusula'nın ardına gelmesini de kitap meleğimin beni hissediyor olmasına yoruyor,  şansıma seviniyorum. Fakat bu arada, zorlu ve geri dönüşlü bir okuma olacağını, şiddetle öneriyorum sözcüklerini kullanamayacağımı da hissediyorum.

Gönlümse zihinsel bir yorgunluk istemiyor, yoğun mesainin ardını lay lay lom ve emeksiz geçirme fikrinde. Kapatıyor kitabı açıyorum üyesi olduğum portalı, BBC First'de ne var ne yok diye bakarken yeni olduğunu düşündüğüm, bilmediğim ve adından hareketle komedi olduğunu sandığım bir dizi ile karşılaşıyorum ki başlama saatine henüz var. 3.bölümü olduğunu görünce de nasıl fark etmemişim diyerek, zamanda geri gidip birinci bölümünü arıyor, bunun zaman alacağını düşününce de portalın tekrar izle bölümüne geçiyor ve 2017 yapımı bu dizinin 3.sezonunun 12 bölümünün bana gülümsediğini görüyorum. Kısa özetin cümlelerine göz atınca da aramızda şiddetli bir aşk kıvılcımı oluşuyor... Ve birinci görev için Nepal'deyiz! Bu arada Doluca Kav Öküzgözü Boğazkere 2017'den bu üzümler için özel tasarlanmış, Paşabahçe-Nude serisinden bir kadehe bir miktar koyuyor, onu da kısa süre için buzdolabına, kadehin ağzını kapatarak serinlemeye bırakıyorum. Bu üzümler söz konusu olduğunda Buzbağcı* olan ama Tekel özelleşince de Kayra Buzbağ Rezerv'in başarılı bir kupaj olduğunu düşünen ben yemekle değil de aperatif fikri taşıdığında şarap: Kav'ın bu şarabının -eğer şişe bitirilmeyecekse- kadehte biraz havalandırıldıktan sonra içimini keyifli bulduğumun da altını çizmek istiyorum, yeri gelmişken.


Nepal'de deprem sonrası bir yardım için bulunuyoruz. Bu arada bölük ile tanışıyoruz. İlk anda seviyorum kendilerini. Çekim ve elbette sahne düzenlemeleri muhteşem, çok da başarılı bir reji ki bir film izlemiyor bizzat içine dahil oluyorum. Üstelik ilerleyen bölümlerden birinde bir Katmandu turu bile atıyoruz. Velhasıl-ı kelam diziye bayım bayım bayılıyor ve hayatımda ilk kez, Saga'yı iki bölüm üst üste izleme hallerim dışında ilk kez bir dizinin 6 bölümünü aynı gecede izliyorum. Nerelere gitmiyoruz ki ve yakın tarihten hangi terör grupları ve ateş altındaki ülke yok içinde...


İyice kanka oluyorum bölükle, heyecandan heyecana sürükleniyor, arada bir gülüyor, arada bir siperin ardında ter döküyor, uyuşturucu kaçakçılarının hakim olduğu muhteşem nehirlere ve Güney Asya doğasındaki güzelliklere hayran kalırken bir yandan da canımın derdine düşüyorum. Bir yanıyla da bunun Amerikan değil de İngiliz dizisi ve askerleri ve elbette BBC yapımı olmasına seviniyor, sempati duyuyor, nispeten tarafgil olmayan politik üslubunu seviyor bunu kendi okumalarımla sentezliyor, aynı düşünmediğimiz yerlerini ayıklıyor, kaliteli ve heyecanlı bir diziyi soluksuz izlemenin tadını çıkarıyor ve üç akşamda bitiriyorum diziyi! Elbette ki Emperyalizmin gülücük dağıtan güzellemeleri var, ne kadar yardım sever, ne kadar kollayıcı politikalarla oralarda oldukları masalını gözüme sokuyorlar lâkin bir yanıyla da terör gruplarının baskısı altındaki yoksul ve sivil halk gerçeği var. Solcu ve insan yanımı şöyle bir kaç adım uzağıma yolluyor, düzenin içinde yoğrulmuş kimliğimle dizinin keyfini çıkarıyorum.

                                                                                      ............


Kitapla arkadaşlığımız ise epey sürüyor, bazen geri dönüyor, sayfalar arasında bazı yerleri arıyor, onu, o an okuduğum sayfadaki durumu netleştirmek için buluyorum. Belki ara vererek okumanın sıkıntısını yaşıyorum, bilmiyorum. Ama yazarın beni zorlamış olsa da başarılı ve sıradan olmayan zengin dokundurmalı, ufuk açıcı bir polisiye yazdığını düşünüyorum ki bunun bir polisiye olduğunu anlamam ve kabul etmem zaman alıyor! Sonra her şey yerli yerine oturuyor: Bu kitabı mesela Enn Sevdiğim Kadın okusa, başladığı gibi bitirir, eminim ki çok tat alır, kolayca anlar ve anlatılanı kavrar, ve daha kesin cümlelerle bir anlatım bütünlüğü kurardı hakkında. Demem o ki bir kenara atmadan en çok iki gün içinde bitirmek ve biraz da emek vermek gerek!


Bir akşamüstüyse dükkanı kapatınca atıyorum çantama kitabı, çünkü onunla olmayı seviyorum. Küçük bir kitap gibi dursa da ben için zengin ve kocaman, müziğe dair çok bilgi var, tarihsel anlatılar, meraklandırıcı durumlar, üslup sanki 176 sayfalık bir kitap değil de en az beşyüz sayfalıkmış gibi doyurucu...

Açık havadayız, girişte siparişimizi verdik, hazırlanmasını bekledik, dışarıda, yola biraz uzak, denizi gören, yan sokağın sakinliğine teşne masaya oturup kahvemizi ve pastamızı masamıza yerleştirdik. Bölüm başlıklarına bayılmaya devam ederken gülümsüyorum... Mesala Oldukça tuhaf bir tahkikat!  Mesela, Tamam Müfettiş umutsuzluğa kapılma! Ve mesela, İşte şimdi yaratılanların ruhu kozmozun armonisiyle akorlanıyor viyolasında...

Bu arada Kahve Dünyası'nın elmalı, ballı, tarçınlı keki muhteşem: şekersiz Amerikano ile de rüya gibi. Bu tatlara karışmış kitabın tadıyla güzel yaz akşamının denizle buluşmuş serinini çekerken içimize, On İkinci Nota ile ben:  bu zorlu kitabı başarıyla çeviren Betül Parlak'ı da anıyoruz. Dip notlar şahane, Kudüs'e, Budapeşte'ye, Prag'a, Tel Aviv'e uzamak... Yahudi geçmişin derinliklerinde dolaşmak, Roma ve Paris'te aynı anda düzenlenen konserde Rachmaninoff çalınırken iki virtüözün düellosuna tanıklık etmek; kahve ya da hoş bir şarabı kitap ile birlikte, onun dünyasını dolaşarak yudumlamak muhteşem. Ve ayrıca Bomba, tablolar, Terezin gibi haller... kurmacadaki bulmacaları usul usul çözme, yazarın okurla konuşma anları çok çok farklı, ben için zorlu ama lezzetli ve hatırlanası bir okuma haliydi ki bir gün baştan sona hiç ara vermeden ve yeniden: sıfırdanmış gibi okumayı düşünüyorum.

Roma Müzik Parkı Konser Salonu, Paris, Paris Filarmoni, Villette Parkı?

Karmaşık bir mekanizma: bomba?

Paganini'nin Bir Teması Üzerine Rapsodi (24 Numaralı Kapriçyo)!

Kurmacacı bir yazar!

Daha ne olsun...


*Buzbağ Şarap!


İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP