27 Temmuz 2020 Pazartesi

Sıkıntıdaki Bir Okurun Garip Halleri 2

Siparişleri verirken çoğunlukla adını hiç duymadığım, belki bir yerlerde okuduğum, kapaklarının ya da adlarının bana bir şeyler anlattığı kitaplarla da bir göz temasım olur. İlk görüşte aşk gibi aklımı çelen olursa da eklerim listeye. Keşfetmeye bayılırım.

Mustafa Kutlu adını bir yerde gördüm mü, üzerine bir kaç satır okudum mu, hatırlamıyorum. Belki de kitap adıyla etkileyince ki -bilindiği üzere- içimden trenler geçer benim: kimdir bu yazar diye hakkında bilgi aramış, okumuşumdur.  

Muhtemelen de böyledir...

                                                                             .................

Portekiz'e Yolculuğun*sonlarındayım. İkisi tanışıyorlar, yol arkadaşlığı yaptılar! Yolda kitap okumayı manzaralara pek tercih etmem genelde ama buna bir göz atıyor, konaklama yerlerinde de uykuya gitmeden önce okuyorum; iri puntolu, boşluklu, kısa da bir kitap zaten. 152 sayfa.


Hoşuma gidiyor, uykudan önce ara sıcak muammelesi yaparken bir fark ediyorum ki yarılamışım. Yazarın anlatım dili eğlenceli, kendine has esprileri var ki bence çok tatlı. Tamam öyle yükseklerden bir edebiyat yok, ukalaca bakarsam, ben gibi "yüksek edebiyat tutkunu" birine yakıştıramam!!! 

Daha çok kendince yazan yerel bir edebiyat sevdalısı, yerel bir gazetenin hikayeler de yazan muhabiri tadında. Bu tatsa beni gülümsetiyor, mutlu edip heyecanlandırıyor; onu sıcak, sevimli, kafa dengi ve samimi buluyorum.  Velhasıl-ı kelam yüreğime dokunup kafalıyor beni  yazar.

Hikaye klasik Türk filmi tadında başlıyor. Fakir kız, çalgıcı oğlan hikayesinin ön hazırlıkları sanki... Gazino neonlarına doğru yürüyoruz gibi de hissediyorum. İlk cümlelerinden itibaren harfler yok oluyor ve bir anda çekip alıyor hikaye beni yataktan. İstanbul'un bir mahallesinde, Cibali'deyim. Akşamları bir gazinoya takılıyor, rakı kokularının, gazino usulü mezelerin ve bol sigara dumanlarının arasında şarkılar dinlerken, gazinonun patronu ile de tanışıyorum. Türk Sanat Müziği'nin has, alemlerin racon zamanları.

Vaktim bol, patronla da tanıştırıldığıma göre alemin ruhunu -derin- hissetmek, mekanın gün içi hallerine bakmak maksatlı gidip, ikram edilen çaylar eşliğinde hem provaları dinliyor, hem de bir gün içimden bir yazar çıkar da o yazar bir şeyler karalar diye umut ederek, gözlemler yapıyorum. Çok da havalıyım ama, sanıyorum ki herkes "Yazar Bey hoş geldiniz," muammelesi yapıyor. Kemani delikanlı dikkatimi çekiyor.  Bir aşk tohum atıyor ve... A star is born!
 

Ama ne şarkılar geçiliyor: Muallim Hilmi Bey'in "Fikrimin İnce Gülü" mü desem, ardından Nevres Paşa'nın güftesi, Sadi Hoşses'in bestesi "Aşkın ile gündüz gece giryanım efendim, Bülbül gibi gül rûyine hayranım efendim" mi desem, neler neler dinliyorum. Fakat bu durumları Mustafa Kutlu'nun kendine has bir tavırla satır aralarına yerleştirmesi var ki bundan sıcak, sımsıcak bir tat alıyor, her rastlaştığımda da bu satır içi altyazılarla, gülümsüyorum. İfademin anı, aldığım tadı anlatmaya yetmediğini de biliyorum ve anında bir kararla diyorum ki: İyisi mi ben bunu kitaptan bir alıntıyla ifade edeyim.

"...Kenan başlangıçta renk vermeyen parçalar seçmişti. "A benim mor çiçeğim"-Suzinak.
"Ben güzele güzel demem"-Mahur
"Keklik dağlarda şağılar"-Hüseyni Türkü...".

                                                                           ..............

Şimdi, kitapla bu kadar içli dışlı olmuşken; sevmiş, benimsemiş, tatlı bulmuşken bir kitap eleştirmeni havasıyla ona bakmam olanaksız! Yazarın bu sevimli emeğini anladım, dilini çok sevdim. Keyifle okuyorum.

Bu naif anlatım beni coşkulu kılıp, "bu da mı değil", "bu da mı aut", gibi tüm eleştirel ifadelerimden uzaklaştırıyor.

Şeytan dürtmüyor mu eleştirel karakterimi?  

Elbette dürtüyor: Ya, bu profesyonelce bakamayan sevgi ifadelerim başkalarının kitabı alıp okuduklarında bu muydu yani, diye pişmanlık yaşayıp bana saydırmalarına sebep olursa endişeleri de yaşıyorum.

Ama ben tüm iç eleştirilerime, ikilemlerime rağmen kitabı, samimiyetine inandığım kalemi, o kalemin samimi hevesini seviyorum.

Her keşif, her coşkunluk anımda olduğu gibi de Enn Sevdiğim Kadın'ı arıyorum. Coşkuyla, yürekten gülümseyerek, bir çocuk temizliğinde kitaptan söz ediyorum. Onun da okuduğunda benimle aynı duyguları yaşayacağını ama onları ayıklayacağını biliyorum, ama yine de kendi hislerimin doğrulanmasını bir başka gözden de istiyorum. Merak ediyorum!

                                                                                  ..............

Ahhh trenler, ahhh!..  


Üstelik de Doğu Ekspresi!



Zincirinin ucu deri yeleğinin üst düğmesinde takılı, yeleğinin sağ cebine yerleştirdiği Serkisoff'unu mesleki onuru olarak gururla taşıyan Kahraman dedem ve Babıda ile yaptığımız eşsiz seyahatler -bir kez daha- geliyor gözümün önüne. Yazarla aynı yaşlarda mıyız bilmiyorum ama tasvir ettiği anlar o kadar gerçek ki: çocuk bende izi kalmış anlarla o kadar eş, o kadar içerden ve o kadar güzel ki zaten harflerden çoktan kurtulmuş ve kitabın içinde yaşayan ben: camdan giren soğuğu, tünele girmeden önce lokomotiften gelecek kömür kokusu ve dumandan sakınmak için pencerelerin kapatılma telaşını, en yoğun yolcu transferinin olduğu Sivas'ta başkaları girmesin diye kompartıman kapılarının iple bağlandığı anları, gardaki karmaşayı birebir yaşıyor, Sivas'ın sabah ayazını iliklerimde hissediyorum. Bir de bir Gar Müdürü var ki şirin kasabalardan birinde, öyle de babacan öyle de güzel yürekli, öyle de keyifli ki... Ve yazarın onu ve anları anlatımı elbette! Mutlaka tanışmak gerek sanki kendisiyle. Hatta Gar'ın bahçesinde, canlı müzik eşliğinde vurmak da gerek sohbetin ve rakının dibine...

Sonra oradan oraya giderken kahramanımızın peşine takılıp; bir sürü insanla tanışıyor, kiminden uzak durup, bazılarının kompartımandaki çilingir sofralarında, kemanın tınılarıyla kendime geliyorum.

O aralarda tıpkı bir siyah beyaz Türk filmi tadında yürüyen hikayede acaba yazar onların parodisi tadında bir eser mi meydana getirmek istedi, seçtiği bu yol bir öykünmeden ziyade -taklitçi olmayan- özgün tavrıyla bir selam çakmak mıydı o günlere, diye de düşünüyorum. Çünkü klişe diye bakarsam -ki ben yazarın samimi çabasına inanıyorum- baştan sona klişe demem işten bile değil...

Ama diyemiyorum.!

Sonra, burası sonu olmalıydı, burada bitmeliydi derken, orası sonu olmuyor hikayenin: Armut dibine düşer sözünü doğrularcasına aynı kandan başka bir karakterin peşine takıyor okuru. İşte orada içimdeki eleştirmen elinin tersi ile beni itiyor ve alıyor kalemi eline.

Viyana Nokta'daki hâl bir kez daha tecelli ediyor.** Ya, yayınevi ki hissiyat bu yönde, ilk haliyle hikayeyi beğenmiş fakat ticari bakıp, en azından 150 sayfa olsun, ele ve göze gelsin kitap, demiş... "Klişelere" rağmen samimiyetine inandığımız  yazar da boşluk doldurmak mantığı ile alelacele, içinden pek gelmese de eklemeler yapmış, uzatmış...  

Belki de yazar az bulmuş yazdıklarını? Bunu basmazlar, diye kaygılanmış, okuyanın gözünden yaş gelsin bari, diye düşünmüş ve eklemeler yapmış? Bununla da okuru iki araya bir dereye koyup, coşkusundaki köpüğü son noktada alıp, tavsiye noktasında karasızlığa sürüklerken, eleştirmenin kasıntısına, al beni yerden yere vur, zevki bırakmış. 

Tadında bırakmak denen bir şey de var değil mi ama?


 

*Portekiz'e Yolculuk

**Yazıdaki Fotoğraftan sonraki ikinci italik paragraf 

*** Dededen bahisli bir yazı için buradan lütfen 

****Dedenin saatinin -ben sekiz dokuz yaşlarındayken öldüğüne göre, yüzyılı aşmış olabileceği düşünülmektedir.. 

23 Temmuz 2020 Perşembe

Sarı Renkli Tuğla

 Okuma Kılavuzu İlaveli!

                                                                          ****

Nisan ayının sonlarında bir pazar sabahı...

Bir kupanın iki parmak aşağısına kadar dolu şekersiz filtre kahvem yanımda.  Bir iki de tatlı ve kuru atıştırmalık... Sabah keyfindeyim, blogları dolaşıyorum, dumanı üstünde yazılar okuyorum. Bunlardan birindeyse kalıyorum.* Hatta bir cümlenin içinden geçip bir ülkeye yol alıyorum. O ara bir ışık yanıyor ve o ışık hemen aklıma bir not düşüyor, bir yorum yazıyor ve bu notu bir süre sonra -birikince listem- eyleme dönüştürüyorum.


Bir zaman sonra...

Gelince kargom, günlerin mana ve önemine binaen ve ilk kez olan bir iş yapıyor, gelen kargomun bir yazı için fotoğrafını çekiyorum. Sonra o yazıya yapılan yoruma bayılıyor, gülümsüyor, bir de yanıt yazıyorum.** Bununla kalmıyorum elbette; sonraki ve yakın tarihli yazılarımın içinde hep söz ediyorum bu Sarı Renkli Tuğla'dan. Mesela bir yazımda " ...bir kere bu tuğla kısa bölümlerden oluşuyor, istersem bir bölümü okur bırakırım, roman gibi bütünlük yitirme endişesi yok: sonra üslup kafa dengi, sonra bir edebiyatçı gözünden bir gezi... Üstelik gezgin hem kafadengi hem de tatlı dilli... daha ne olsun di mi ama..." cümlelerimi tekrarlayarak okumaya istekli olduğumun altını çiziyorum.

Yine yakın günlerdeki bir başka yazımda okumaya devam ettiğim bu Sarı Renkli Tuğla'dan bir kez daha şu cümlelerle söz ediyorum:"...Çünkü zevkle okuyorum. İki açıdan seviyorum kitabı: Birincisi bir gezi kitabı, üstelik bir öykücü ve romancı tarafından yazılmış, üstelik öyle sıradan biri tarafından da değil! İkincisi, o ülke ve benzerlerine çok eskiden beri ilgim var."  
                                                           
                                                                             .......

İspanyolca ve Portekizce konuşulan, o kültürle benzerlikleri olan, işin özüyle söylersem de Latin toplumlarını ve kültürlerini seviyorum. Portekiz'se odamın içinde. Çoğu zaman televizyon kanalları açık; dili bilmesem, tek kelime anlamasam da günlük yaşamları ve kültürleri ve yemekleri ilgimi çekiyor. Aksanlarından kaynaklı olarak da dillerini Latinlerden çok Slavlara benzetiyorum ki bu kaba tat çok hoşuma gidiyor.

                                                                               ****

Tuğla'ya başlarken önce giriş yazısını okuyorum. Sonra son sayfadaki İçindekiler'e göz atıyor, Denize Komşu Düzlük Topraklar, Mandego Ve Sado Arası Her Yerde Mola Vermek, Büyük ve Tutkulu Alentejo Toprakları... gibi altı üst başlığı; Onor Nehri'nde Ateş Suyu, Uyuyan Güzelin Sarayı, Ekmek Peynir ve Cidelha Şarabı, Dünyanın Başladığı Yerde Geçirilen Gece... gibi de ellinin üzerinde alt başlığı olan, dolayısıyla günlere bölünerek kolay ve tıpkı gerçek ve gün sayısı belirlenmiş bir gezi gibi yaşanabilecek... Ve de tadı çıkarılacak bir okumaya adım attığımın tümüyle farkına varıyorum.  

Ve elbette tembeliğime de yanıyorum ve gaza gelip bir türlü yazmaya başlayamadığım, izi çok kıymetli, yazarla benzeş -kendi ülkemdeki-serüvenimin cümleleriniyse zihnimde akıtıyorum.

Kitabın fiziki durumuysa ilk anda dikkatimi çekiyor; farklı kapak dokusuna, tasarımına ve rengine sempati duyuyorum.  

Fakat yayınevinin aynı kapak malzemesini kullandığı kitaplarından birini alırsanız sakın ıslak parmakla dokunmayın, dokunursanız da silmeye kalkmayın! Fazla suyu bir havluyla ya da bezle silmeden emdirin ve kapaktaki o doku sıyrılıp beyaza dönmesin diye de  bırakın kendi kendine kurusun.!





Yol Arkadaşım Bir Yazar 

Başlangıçta biraz tedirginim, onunla kitabından yapılmış bir film izlemenin dışında bir bağım yok. Adını ve sevenlerinin çok olduğunu biliyorum fakat distopyalarla arası olmayan birisiyim. Bir inancım da var, yol arkadaşlığı kıymetli. Üstelik bu bir seyahat! Aynı yolda yürümeyi, aynı tatları sevmeyi beceremediğinizde bir kabus yaşayıp, tadı çıkarılası bir zaman dilimini cehenneme çevirmek de mümkün. Tedirginim.

Yazar marşa basıyor ve yola çıkıyoruz. O kendinden emin, sonuçta seyahati planlayan O. Bense biraz mesafeliyim.  

Hâlâ.

Bir yandan yolu gözlüyor, bilmediğim coğrafyayı anlamaya çalışıyor, bir yandan da yol arkadaşımı süzüyorum. Öyle herkesin kullandığı arabaya da binmem ve yan koltukta oturmayı da pek sevmem.

O ara sınır noktasına geliyoruz. Arabanın motor kısmı Portekiz'de diğer kısmı İspanya'da. Yazarsa tam görünmez sınır çizgisiyle bölünmüş köprünün korkuluğundan, seslerin yankısını çoğaltan sarp kayalıklardan nehirdeki balıklara "Giriş çıkış yapmak için sizin de mühür vurulan pasaportlarınız var mı?" diye sesleniyor.

İşte bu! Bu adamla yola gidilir, diyorum ve koltuğuma bırakıyorum kendimi. Henüz fazla konuşmuş değiliz. Muhtemel ki o beni çözdü. Yoksa arabasına neden alsın ki?! Ufak ufak sohbete de başlıyoruz. İlk kez, planları başkasının yaptığı ve nerelere uğrayacağımızı bilmediğim bir yolculuktayım. An itibariyle her şey sürpriz. Dağlara tepelere tırmanmayı, kuş uçmaz kervan geçmez yerlerdeki taş yığınlarına gitmeyi, kalmış beş altı taştan kocaman ve görkemli yapılar canlandırmayı, onlara hikayeler uydurmayı becerebilirim. Ama yol arkadaşım bir üstat! Bilgili, ben gibi tembel değil, araştırmış, dökümanları yanında ve şahane de bir askeri harita var elinde. Altı ay yollardayız.

Yemek zevki olduğu da kesin. 

Başlangıçta ne kadar şapel, ne kadar katedral, ne kadar kilise, diyor, sıkılıyor, çoğu zaman arabada kalıyorum. Resimleri, duvarlardaki detayları da onlar gibi uzun süreli incelemesine kızıyor, göğe bakıp ıslık çalıyor, ona subliminal mesajlar yolluyorum.


Sonra:

Dağlar tepeler aşıyor, ırmaklar geçiyor, geçtiğimiz her köprüye bayılıyor, bazı zamanlarda da duruyor, köprülerden nehirlerin coşkunluğuna bakıyoruz. Bazen bu dağın başındaki şu yıkıntı için değer miydi şu patikayı tırmanmaya diyorum ama o öyle hissederek ve bilerek anlatıyor ki, yıkıntı yıkıntı olmaktan çıkmakla kalmıyor, ben keçilerin, çobanların ve doğanın kokusunu alıyorum. Üstelik farkediyorum ki ben kadar da gözü kara! Bu yol olmayan yolu geri nasıl çıkarız diye hiç düşünmeden, neredeyse 70 derece toprak çakıl yolu sırf nehirin kıyısına inmek için gidiyor. Elbette vardığımızda gördüğümüze değiyor.

Sonra mesela, soğukta, ortalık kar buzken, bu mevsimde yer buluruz diye aramadığımız, dağın başındaki bir otelin önünde sırf onun çekingenliği yüzünden arabada yatmak durumunda kalıyoruz. Üşüyoruz, ancak sabah erken otelden ayrılan birileri olunca, oda temizlenip hazırlanınca, yatıp ısınıyoruz. Bizim gezgin neredeyse tüm katedrallere, küçük dini mekanlara falan giriyor ki bunların çoğu ıssız, kimsenin haberdar olmadığı kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde, bazen anahtarlarını köyde teslim edilmiş birinden alıp, kendimiz açıp giriyoruz. Ama şanslıyım ki gezgin bunların hepsini biliyor, üstelik donanım tam... fakat sanat ve sanat tarihi bilgisi mükemmel, öyle güzel anlatıyor ki heykelleri, işlemeleri, geçmişi... Bir de tatlı dilli ki... benim gözümde paha biçilmez hikayeler canlandırıyor. Bazen edindiğimiz rehberlerin dilleri açık kalıyor. Zaman zaman anlattıklarından inciniyor ama ona çaktırmıyorum. Fakat bir noktada sabrımı iyice taşırıyor, işte o zaman ecdadıma sahip çıkıyorum: çünkü onlardan bahsederken milliyetçi bakıyor ve  aşağılayıcı bir dil kullanıyor, gibi hissediyorum.  İşte o zaman tarih öğretmenim Pembe Hanım'ın bir sözüyle, onun kadar nazikçe değil de biraz eleştirel bir üslupla "Bugünün sözleri ile lütfen geçmişe çakmayalım," diyorum. Hak veriyor ve özür diliyor. O zaman Porto'da şaraplar benden, diyorum.

                                                                               ****

Emin olun yazıyı uzatmamaya çok gayret ediyorum, çok yeri de atlıyorum: çünkü bir koyverirsem küçük bir tuğla ortaya çıkaracağım kesin. Okurlarımı, blog dostlarımı, yani hepinizi seviyor, dolayısıyla bir azap çektireceğim endişesi de taşıyorum. Neyleyim ki içim de coşkun!

Bu yolculuk esnasında sıklıkla, sebep olduğu için ara ara endişeli olduğunu düşündüğüm Sevgili Okul Arkadaşım'a küçük küçük- özellikle kasaba postanelerinden- mektuplar atıyorum. Mutsuz olursam üzüleceğini düşünüyorum, çünkü bu yolculuğa sebep olan O.

Hatta bir kasabada, bir hanımefendinin lokantasında suyuna tazecik ekmek lokmalarını banarak enfes bir oğlak yerken ve enfes bir şarabın tadını çıkarırken "...Yazarla birlikte adımlarken köylerini kasabalarını ve hatta şehirlerini; girdiği lokantalardan zevk, yemeklerinden ve şaraplarından tat alabiliyorum. Üslup öyle güzel, yazar öyle dalgacı ki çoğu zaman kitabın içinden geçip yağmurlarda ıslanıyorum.." cümlelerinin olduğu mektubu yolluyorum.

Bir keresinde de gezgin inatla bir dağa tırmanmaya başlıyor, yola yol demek zor, korkmadım dersem yalan olur, direksiyonda ben olsam mesele yok, fren yapmaktan bir hâl oluyorum: Hem hava kararmak üzere, hem sanki bulutlara dokunduk dokunacağız. Tamam ben de bu noktada gözü karayım ama direksiyonda olan O.  Bulutlara dokunmakla kalmıyor, üzerlerine bile çıkıyoruz. Ortalık güllük güneşlik. Cennette miyiz yoksa?

                                                                                    ****

Kabul etmeliyim ki çok şanslıydım, şu dünyada yırtınsam herhalde, böyle bilgili ve tatlı dilli bir yol arkadaşı bulamazdım. Kıymetini yol boyu bildim. Porto'da da, Lizbon'da da, Braga'da da, Evora'da da ve daha pek çok yerde; iki kulübe üç insan, beş on keçi olan  kuş uçmaz kervan geçmez kaleleri, küçük ibadet yerlerini, muhteşem şatoları gezerken de, lüks otellerde yatıp, modern şehirlerin müzelerini arşınlarken de... Üstelik o altı ay ne çabuk geçti diye bile düşündüm.

Sarı Renkli Tuğla'nın arka kapağını kapatıp, muhteşem rüyadan henüz çıkamadığım  o anda ise: Gözlerim uzaklara bakıyor, yol arkadaşımı özlüyor, ona rahmet diliyorum. Dudaklarımın kıpırtısındansa ilahi cümleler dökülüyor.

Teşekkürler José SARAMAGO, ruhun şad olsun.

 
Ve çok çok çok... ama çooooooooooookkkkkkkkk teşekkürler,  Sevgili Okul Arkadaşım, Sevgili EKMEKÇİKIZ.:)



Ve şimdi belki de hani okuma kılavuzu, nerede o, diye düşündünüz, o meraklısı için fotoğraftan hemen sonra..

Ve bir önemli not:

Altını çizersem kitap 580 sayfa: geziye, ülkeye bir ilgi, merak yoksa kolay ve zevkli bir okuma olmama ihtimali kuvvetli. Bu nedenle de şiddetle tavsiye ederim gibi bir cümleyi asla telafuz etmedim, etmiyorum. Tekrar edersem: "Kitapların arasındaki sarı renkli tuğla için kolaylıklar dilerim," sözleriyle uyarılmış, " umarım kulağım çınlarken güzel sözler duyarım." ifadesiyle de bir endişenin altı çizilmişti. Herhangi bir insanın parasını boşa harcadığı duygusunu yaşamasını asla istemem, o nedenle niyetlendiğinizde bir kez daha düşünmenizi, satın almadan önce kitaba dokunup göz atmanızı tavsiye ederim..




Gelirsek okuma kılavuzuna:

Eğer vakti olan bir insan olsaydım, okuma sürecimde öncelikle bir Portekiz haritası edinirdim ve oradan gün gün çizerek, kitaptaki akışa göre söz konusu noktalara varır, sonra elimin altında tuttuğum internetten orayla ilgili görseller arar, belki sanal gezinti kayıtları bulur, onlarla dolaşır, kalınan otellere bakar, müzelerde sanal gezinti yapar, lokantaları bulmaya çalışırdım. 

Ben dediğim gibi uydu kanallarımdan Portekiz Televizyonunu izliyordum, bu süreçte de izledim, RTP'nin iki programının linkini buraya bırakıyorum. İkisi de müzik ve eğlence programı, özellikle Aqui Portugal'ı çok naif bulurum, eski televizyon dönemlerini hatırlatır, görsel olarak kazandıracakları kitabı daha iyi anlayıp yaşamaya katkı yapar, diye düşünüyorum. Kimbilir belki ve elbette kararında içmek koşuluyla okuma evresinde bir kırmızı şarap da açtırır. Linkler programların arşivine götürecek, hoşlanırsanız öğleden sonra ve akşamüstü canlı yayınlarını da izleyebilirsiniz.


 *Aqui Portugal

**7 Maravilhas da Cultura Popular


*Kitabı almama vesile olan yazı için buradan lütfen

**Fotoğraf ve bir de yanıt ise burada .  

***Fotoğraftaki sandık Babıdamındır (babannem) ve 100 yılı devirdiği kesindir.

****Fener'se 1880 senesinden beri Kızılırmak deltasının kenarında olup üç kuşaktır aynı ailenin fertleri görev yapmaktadır, inşallah kendisi ile ilgili yazamadığım yazıyı bir gün yazarım:)

20 Temmuz 2020 Pazartesi

Hiç Ayrılamayız Derken, Kavuşmak Hayal Olmuştu

Pandemi süreci başladığından beri onunla ilişkimizin arasına ciddi bir mesafe koymuş, yasaklar nedeniyle nihayetlendirmiş, sonrasında bir süre çekingen durarak belki de kalbini kırmıştık. Gözden ırak bıraksak da gönlümüzden asla silmemiştik- silemezdik de. Kasaptan kıyma alıp iç hazırlamak, sonra fırına gidip sosyalleşmek gibi eylemler de nihayetlenmişti. Yeni normal denen süreç başladığındaysa bu kez hafta sonu sokağa çıkma yasakları nedeniyle istesek de kavuşmak mümkün olamıyordu. Üstelik Covid-19'la ilişkimiz fena halde mesafeliydi- ürkütücüydü!

Hasret de bir yere kadar elbette, zaten yeni normale kolay adapte olmuştum, aramızda tatlı ama tedbirli de bir ilişki oluşmuştu. İlk eylemim açılmalarına izin verildikten sonra berbere gitmek, Salih Usta'nın fırın mamulleriyle hasret gidermek, Hasan Abi'de Mantıyla buluşmak, sonraki günlerde de ara ara enfes Karnıyarık, muhteşem Laz Böreği, İzmir Köfte şeklinde devam etmişti.

Cumartesi akşamıysa bir hasret fena halde hissettiriyor kendisini. Üstelik son olarak Çarşamba'da Ennn Sevdiğim Kadınla çok özel bir pidecide çok özel pidelerle tanışmış, gurmelerden birinin dediği gibi damaklarımız çatır çatır çatlamış, akabinde de Pandemi denen süreçle karşılaşmıştık. Hasret gittikçe büyümüş, bir süre önce de kavuşmak hayalken gerçekleşebilir olmuştu.

                                                                                      ***
Arıyorum erkek kardeşimi, gidelim, diyor. 10'da diyorum, 11'de diyor. Diğer paydaşlar da uygun bulunca, saat kesinleşiyor.


Pazar Sabahı

Bayramlıklarını yastığının altına koymuş çocuk gibi uyanıyorum. Kendimi banyoya atıyor, sonra traş oluyordum ki telefondan bip sesi geliyor. Bir mesaj. Kardeş hasrete dayanamamış ve bu ayrılığı daha kısa sürede sonlandırmaya karar vermiş. 10.30'da çıkalımmış... Canıma minnet.

Yeni durumu Mussano'ya iletiyorum. Tırtıl geceyi arkadaşları ile geçirmişti ki onun da haberdar edilmesi lazım.

Bahçeye iniyoruz, maskelerimiz takılı. Çıkarken arayacağız ve Tırtıl yola çıkacak; Onu alacağımız nokta konusunda mutabıkız. Kaptan kardeş binadan çıkıyor, önce evinin çöpünü atacak.

Yola çıkıyor, bir kaç metre sonra sağa dönüp 50 metre sonra duruyoruz. Gideceğimiz yön batı ve pideciye varma süremiz normal yol koşullarında 20 dakika. Beklememek için her zaman olduğu gibi telefonla siparişi veriyoruz.

"Dört kıymalı pide, ortaya da bir kaşarlı ve bir peynirli pide..."

Günün bir önemi daha var, bizden sonraki ilk kavşaktan dönüp doğu yönüne çok gitmişliğim var Pandemi sürecinde ama batı yönüne ilk kez geçeceğim. Yolun belli bir yerinde tamirat başlamış ve şerit teke düşmüş, bir iki de yeni yer açılmış. Bunun dışında pek değişiklik yok. Tırtıl yolun kenarında bekliyor, aldık. İki saatlik uykuyla.  

Eeee gençlik güzel! 
 
Hoş sohbet, bugünkü  maçlar, radara yakalandık derken yakalanmadığımızı anlayıp, öyle bir şey olursa ben sıfırlatırım, diyen Tırtıl'ın sözleri üzerinden yorumlar yaparak varıyoruz mekana. Dış masalardan birine oturuyoruz. Genç Garson'a isim soyad söyleyip, ön siparişimiz olduğunu belirtiyoruz. Bir beş dakika sonra geliyor ve masanın ortasında yerini alıyor, kaşarlı ve peynirli pideler. Miss gibi bir koku yayılıyor evrene. 

Ve elbette turşu.


İlk ısırıklar ve ilk ifadeler:

"Muhteşem!"

Hemen peşine de önden miss kokuları olmak üzere kıymalı pidelerimiz geliyor; üzerlerindeki köy kokan tereyağı parçaları ile...


Övgüler peşi sıra, damaklar kıpır kıpır, hasretin tadı bir başka, sohbet neşeli, ayranlar yöre yoğurdundan ve miss gibi.

Demiştim daha önce, yeni bir pideciyle ve çok özel bir hamurla yeni tanıştığımız çok özel bir günde: Söz konusu Bafra Pidesiyse Turan Usta'yı tek geçerim, diye. Elbette kıyaslıyoruz diğer pidecilerle, hatta şu an bir kitle için çok popüler olan, ilk açıldığında Bafra'daki yerine gittiğimiz ve ondan sonra asla gitmediğimiz, gitmeyeceğimiz yemekçi/pideciyle de. Hadi adını da vereyim, Niyazi Kesim'le... Söz konusu olan pideyse ve pidecilikse... Ve mesleğe saygı ve sadakatse... An itibariyle ve bir kez daha oyumuz topluca Turan Usta'ya. Zevkle, ödediğimizin karşılığını her seferinde alacağımızın bilinciyle geliyoruz buraya. Tıpkı Çarşamba'daki Galip Usta gibi.* Kuşaklar değişir, yeni gelenler eleştirdiğimizle aşık atmaya, daha çok paraya yönelir ve ötekine benzemeyi tercih ederlerse de vadalaşırız elbette...  Pideci mi yok memlekette.


Bitiriyor pidelerimizi içiyoruz keyif çaylarımızı, konuşuyoruz Samsunspor'u, Türk futbolunu, maç anılarını, otomobilleri falan; çocukların anneleri için yaptırdıkları paketimizi de alıyor, ödemeyi yapıyor, sevimli garsonumuza teşekkür ediyor, asla boş geçmiyor, maskelerimizi takarak sohbete  devam edip neşemize neşe katıyoruz. Pandemi sürecinin ilk pide günü olarak da tarihe kayıt düşüp, gün boyu tadını hissederek ve yaşayarak, mutluluğa mutluluk ekliyoruz. Bu arada karşılaştığımız komşumuz genç çift ve minik kızları ile laflıyor, maskeler nerede, diye soruyorum. Arabadaymış!

Sütlaç yiyelim mi Tuncay'da ya da Muşta Lokantasında, teklifimse kabul görmüyor. Uğrayıp paket yaptırabilirdim ama o an bir fikrim göz kırpıyor.

Bu fikirse heyecan veriyor; hem kitap da okursun belki, diyerek de tetikliyor.

                                                                                       ***

Güne biraz kitap, biraz televizyon, biraz bloglar şeklinde devam ediyorum. Güneşin batmasını havanın bir nebze serinleyip nemden kurtulmasını bekliyorum. Biraz yürüyeceğim, acıkırsam bir yerlerde bir şeyler atıştırır, sonra da Pandemi'nin ilk dondurmasını yerim, diye plan yapıyorum. Arada bir dışarı çıktığımda küllahlarındaki dondurmalarla gayet samimi bir ilişki içinde olduklarını görüyordum insanlarımızın ki onlara zaten Pandemi de neydi? Maskeyse hak getireydi.

Yürürken ilk karşılaştıklarım, denizin kıyısındaki çam ağaçlarının altında geleneksel pikniklerini yapan Roman kardeşlerimizdi. Çoluk çocuk bakındım bir umut ama, Allah rızası için bir tek maskeli bile göremedim. Semaverler yanmış, mangallar cızırdıyordu.

Yol boyu, sıkı sıkıya maske takanların yanısıra onu aksesuar olarak orasına burasına takmış, hayata ve Covid-19'a posta koyan, kahramanlık timsali yiğit insanlarımızla da karşılaşıyordum. Bu nasıl bir ego ve dışavurum diye düşünmedim, çünkü tez bile yazabilirim.

Mantı mı yesem Enn Sevdiğim Kadının önerdiği yerde, diyerek mekanı arıyorum ama pek de o kapasitede bir şey yiyecek kadar aç olmadığımı fark ediyorum. Bulamayınca da tahmin ettiğim yerde, Pandemi öncesi son dondurmamı yediğim yere doğru yürüyorum. Oraya gelmeden önce göz attığım popüler mekanlardaki insan kalabalığı gündeme uygun. Kahve Dünyası'nın masa düzenini ise çok takdir ediyorum.

Gördüğüm o ki marka ve zincir mekanlarda dikkat azami, öteki yerlerde hak getire! Bizim belediyenin kafelerineyse gidilebilir; kapıdaki uyarılara kadar herşey yerli yerinde...

Varıyorum dondurmacıya,  balkona, son oturduğum masaya bırakıyorum sırt çantamı. Geçiyorum dondurma dolabının başına.

"Bir kase damla çikolatalı, çilekli, ballı cevizli ve sade dondurma lütfen."



Yanımda son 20 sayfasında olduğum kitabım var. Üzerine yazmaya başlamıştım ve dondurmalı bir fotoğraf da olsa o yazıda diye düşünmüştüm.

Dondurmam erir diye korkuyorum. Ancak bir iki sayfa okuyorum. Dondurmamsa çok güzel, özlemin tadı var. Bu dondurma da Bafra'ya özgü, oradan çıkıp Evrene yayıldı.

Acaba yarım kase daha ballı cevizli ve damla çikolatalı söylesem mi, diye geçiriyorken aklımdan, ya boğazlarında bir sorun, olursa, diyor içsesim. Eskiden olsa üşüttüm tabii, der geçerdik. Ya şimdi?

Vazgeçiyorum.

Türkan'dan poğaçalar alıp eve doğru, bu kez hanımeli kokulu sokaklardan yürüyorum.




* Galip Usta'dan bahis yazıdaki ikinci fotoğraftan sonra, okumak isterseniz buradan lütfen

**Başlık Zeki Müren'in Şimdi Uzaklardasın adlı şarkı sözlerinden evrilmiştir.

17 Temmuz 2020 Cuma

Adopte Un Veuf*

Önceki Gün Akşamüstü

Üyesi olduğum portalı açıyorum, saat 20.30'da Liverpool maçı var, onu işaretliyorum ki bana hatırlatsın. Sonra, hazır kanepeye uzanmışken kalkma bir de film izle sen, diyorum. Sonuçta bir bayram günü! Tıklıyorum favori listemi. Fazla uzağa gidemeden bir afiş "Ben," diyor. Açıyor, bilgilerine bakıyorum: Dram yazıyor ama bana hiç de dram gibi gelmiyor. Önce vazgeçer gibi oluyorum, hatta nette arıyorum fakat üzerine neredeyse hiç yazı bulamıyorum. Hatta düzgün bir afişini bile zor buluyorum. Aldığı puanlar vasat. Vazgeçmek üzereyim. Maça kadar vakit geçirirsin işte, diyor içsesim.

Ve tık!

Artık geri dönemem, sıkarsa dönerim ama!


Jenerik hoşuma gidiyor, yazı karakterlerini şık buluyorum. Bir yazı yazarsam bunun altını çizerim, diyorum. Sonra ana karakterle tanışıyorum, yorgun bir ihtiyar. İçim kararıyor, şu dram vurgusu kafamı tırmalıyor ve vazgeçer gibi oluyorum.  

Tamam, afiş komedi çağrısı yapıyor ama biliyoruz ki mutlu mutlu gidip de sonunda hüzün gölüne ulaşan filmler de var.

Görüntü yönetiminden etkileniyorum; Paris güzel, dış sahnelerden de çokça var, sonra ekmek satan dükkan, ekmek satan dükkandaki boşboğaz abla, Abinin can arkadaşı renkli kişilikler. İzliyorum. Bir kız çıkıyor ortaya, şu afişte ortada olan.

Aşağı yukarı tahmin ediyorum. Mesela sinema yazıları yazdığım, az da olsa profesyonelce baktığım dönemlerdeki ben "Bırak ya," dese de, "Dur bir bakayım yahu," diyerek devam ediyorum. O ara içimdeki Ukala da  kafayı uzatıp, "Al işte genç kadın, yaşlı adam, klişe..." falan deyip kasılsa da ben yine de devam ediyorum. Henüz beni yoracak hiçbir şey yok filmde.

İstediğim de bu değil miydi?

Tereddütlü evreleri çevre ile ilgilenerek -filmdeki çevre ile yani- savuşturuyorum. Kalk, bırak falan gibi sözel eylemler yapan uyarıcılardaysa an itibari ile tık yok. Ya umudu kesip ne halin varsa gör, dediler, ya da film onları ele geçirdi.

Çılgınlık, sızmak, renkler, üstelik orada, yaşından başından utan, denilesi haller hadi diyelim ki klişe

Tamam klişe de, her klişenin de kendince verdiği bir duygu yok mu? Ve bu duygu onu farklı kılıp bir beğeni, bir sıcaklık yaratamaz mı? diye, ortaya iki soru atıyorum. 

"Çok da hoşuma gidiyor ki..." diye başlıyorum yanıtıma, ama sanki duvara konuşuyorum. Muhalifler tam siper! 

                                                                           .........

Sonra gelişmeler gelişmeler...

Hoşluklar hoşluklar.

Soldaki genç kadın bir hastanede görevli, bir tatlı ergen de var; çok tatlı ama. İyi oynuyor, esprili ve diyalogları gülümsetici.

Filmin sıcaklığı, yakınlaşmalar, ilişkiler, kucaklayıcılık ve de bağlayıcılığı falan derken... bir bakıyorum ki hayattan kopmuşuz.  

Onlarla gülüp onlarla ağlayacağız, neredeyse.  

Hep kazansınlar ve mutlu olsunlar istiyoruz.

                                                                             .........

Yerim çok rahat ve hiç de kımıldayasım yok.  Serotonin damlacıkları yağıyor gökten.

Maceraysa macera!

                                                                               .........

"Şimdi zamanı mıydı peki, senarist efendi: her şey yolunda giderken, filmle kucaklaşmışken, oh ne âlâ hiç üzülmüyoruz derken, mutlu mesut tam da istediğimiz gibi bir film rahatlığındayken, bu yaptığın iş mi şimdi?"

Derken tam...

Kalemin mürekkebi bitiyor!




*Google bu kez tam anlamıyla saçmaladı çeviride ki ben bile anladım ve yazmadım;)

**Filmin Türkçe Adı ise Tuhaf Kiracılar.


13 Temmuz 2020 Pazartesi

İstikamet Alacahöyük

 1.Bölüm-Rüya/Hattuşa

2.Bölüm-Boğazkale

Sağa direksiyon kırdıktan sonra sanki yeni bir kapıyı açtık; o kapıdan girince de yeni bir eşiği geçip zamanda bir kez daha sıçradık ve usul usul göğe yükselip onunla paralel yol almaya başladık. Doğa değişti ve biz sanki çok katmanlı zaman dilimlerinden, seçmediğimiz ama bizim için seçilen birinin içindeyiz. Sonsuzca bir ıssızlık... Yeşilin tadı farklı, gökyüzü bin yıllar öncesi renginde, taşın toprağın hali de bir başka dünyayı yaşıyormuşcasına mat, madeni ve ıslak. Bu yolu kestirme yapmış kamyonlarla ıssızlığa göre çok, ama seyrek karşılaşsak da sanki onlar başka bir dünya, başka bir zaman dilimindenler ve biz de o zaman dilimlerinde yol alan bir Mavi Kuş ve içindeki iki insanız. Ürpertici!..  Bir başka gezegendeymişiz tadında, tadı da çıkarılası bir maceranın fragmanındayız sanki.

Hani lastik patlasa ve arabadan çıkmak zorunda kalsak, dış atmosferdeki koku ve hava bile farklı gelecekmiş gibi bir hisle ve hissin tadını bir macera kitabının karakterleri gibi oyuna çevirerek, yeni bir zaman sıçramasıyla da bugüne dönerek, otuz beş kilometrenin nihayetinde varıyoruz; küçük ama çok şirin köy Alacahüyük'e.

                                                                                     ***

Müze alanının hemen kenarındaki küçük yeme içme noktaları, hediyelik eşya dükkanları sevimli. Ve aslında bu köyün ilçesi, çok kere geldiğim, buraya yaklaşık 15 km. mesafedeki Alaca da sevilesi: Hani buralara kadar gelinirse ve imkan varsa bir uğransa ve görülse, diye de düşünüyorum. Fakat son durumunu bilmediğim için de günümüze benzemiş olma ihtimalinin  altını çizmek istiyorum.


Alacahöyük benim için çok anlamlı, onla bağım özel. Ucu ilkokul çağlarıma dayanıyor. Oradan çıkan pek çok buluntunun Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde olduğunu, Atatürk'ün ilk kazı parasını cebinden verdiğini ve literatüre geçmiş ilk Türk kazısı olduğunu da biliyorum. İlk kez gördüğüm bu alanda hiç de yabancılık çekmiyorum; burada yaşamışcasına bir duygu bağım var... Ağaçlar arasındaki müze binasınaysa bayılıyorum. Raylarla bağım zaten kuvvetli ki bu dekovil hattı da bizzat Atatürk'ün verdiği para ile yapılmış ve hâlâ o.  Sahanın aktif  bir kazı alanı olmasıysa pek hoş... Hoş olan bir şey daha var ki o da birinci yazıda  Hititlerin en büyük tanrılarından ve bir tanrıçadan bahsederken adını geçirdiğim Arinna şehrinin burası olması. Bir kesinlik midir bilmiyorum ama bir dönem Hattuşa'da kazı yapan bir Alman arkeologun elde ettiği bulgularla buranın o şehir olduğunu söylediğini, okumuşluğum var.


Sfenksli kapıdan geçip yürümeye devam ediyoruz. Ediyoruz da görünüşte Hattuşa'dan küçük duran burası akıl karıştırıcı bir yer. Dört kültür evresi ve onbeş katman olduğu söylenmekte... Birinin yok olup ya da yok edilip diğerinin kurulduğu onbeş katman! Hesap etmekle uğraşmadım ki tavsiye de etmem. Her bir katmanın yok olması ve üzerine yeni bir inşa, hımmmm, kentsel dönüşüm?! Bin yılların katlarıyla hesap edilebilir mi bilmiyoruz. Aklı zorlamanın da bir alemi yok deyip, devam ediyoruz.

Ve şahane bir sürpriz...


Bir kazı noktasındayız. İğneyle kuyu kazılıyor. Bir mezara ya da bir ölüye ulaşıldığını sanıyoruz. Hocayla selamlaşıyor enn sevdiğim kadın. Öğrenci gençler titizlikle eşeliyor toprağı... Girerken okula hayal ettikleri bu muydu acaba? Seviyorlar mıdır, pişman mıdırlar, diye merak da ediyorum ama Hocaya da ayıp etmek istemiyorum.


Kazı başkanı Prof. Dr. Aykut Çınaroğlu... edindiğim bilgiye göre 1997'den beri kazı çalışmaları onun başkanlığında yürütülüyormuş. Bu arada kazı alanında bir mezar kazılırken, yandaki sokağın kenarındaki binada da bir cinayet işlenmiş olduğunu öğreniyoruz. Cenaze birazdan kalkacak. Bir Ahmet Ümit efekti katasım vardı yazarken aslında da akıllı uslu yanım ciddiyete davet ediyor.


Bir höyük olduğuna göre bir kaç kat olabileceğini düşünmüştüm aslında, ama onbeş kat beni aştı. Bulmacayı çözmeye çalışıyorum. Daha çok da kafayı tırlatmaktansa işin eğlencesine kaçıyorum. Üstelik 1800'lerin ilk yarısında keşfedilmiş Alacahöyük; Bay Hamilton tarafından. Sonra 1910'da ufak bir kazı yapılmış ve bir taş balta bulunmuş ki o kazıyı yapan da Bay Thompson'mış.

Cumhuriyet'in ve elbette Atatürk sayesinde yurt dışına, Sorbonne'a gönderilen felsefe mezunu Rıza Alış Oruk'un arkeoloji eğitimini tamamlayıp yurda dönmesinin ardından 1935 yılında Hamit Zübeyir Koşar'la birlikte  kazılar başlamış. O sıralar köy son katman olarak bu alandaymış ve kazı başlayınca Atatürk'ün emriyle alanın dışına taşınmış. 


Poternler tam bizlik; buradaki hem uzunluk olarak güzel hem de birbiri ile kesişen kavşakları var. Tam saklambaç oynanmalık. Bu köyün çocuğu olsaydık mesela, ne şavaşlar yapardık bu alanda. Biz de boş durmuyoruz tabii ki... Çok eğleniyoruz. Poternler için biraz cesaret gerekiyor sanırım, çünkü yığma ve taşların birbiri ile harç bağlantısı yok, üstelik üzerlerine tepeler oluşturularak gizlenmişler; ya çökerse korkusu geri adım attırıyor bazılarına ama, biz zaten delisiyiz. Fakat öyle serinler ki...  Çok seviyoruz alanı, sevimli bir ören yeri, ahşap döşeli yürüme yolları çok hoş. Uzun mesafeler yürümek gerekmediği gibi yükseklere de çıkmak gerekmiyor; derli toplu ve tabii ki Hattuşa'ya göre küçük, kolay bir alan.


Varıyoruz önemli kişilerin mezarlarına ki bunlardan altı tane var aynı yerde. Şahsen çok beğeniyoruz, hem yer olarak, hem de üzerlerinin camla gayet hoş kapatılmış olmasını... Mezar içleri elden geldiğince korunmuş. Nasıl gömüldükleri ve yanlarına neler koyulduğu konusunda fazlası ile fikir veriyor. Tabii ki dualarımızı  da ediyoruz. Sonuçta aynı toprağın insanlarıyız, aramızda kaç bin yıllık yaş farkı olsa da, komşu illerden olsak da aynı toprakları vatan bilmişiz.


Ağaçlık alandaki Müze binası çok kere elden geçmiş sonunda da yeni bir tane yapılmış ve 2011 yılında da yenilenmiş. Bu yenilenme özünde fazla değişiklik yapmamış olmalı ki bana eskinin tadını veriyor. Çok sevdim kendisini. Salon adları emeği geçenlere saygı anlamında kazı başkanlarının adlarından seçilmiş. Fotoğraf çekme arzunuzun tavan yapacağı, tüm fotoğrafları kullanmak isteyeceğinizse mutlak.  Ben, gönül hepsini kullanmak istese de önemli sembollerin olduğu tek kare ile yetiniyorum. Şu geyik çocukluktan beri, öğretmenimiz burayı aklımıza resmettiğinden beri benim için önemli. Çünkü aynı zamanda Anadol marka yerli otomobilin de amblemi ki bana her zaman Alacahöyük'ü çağrıştırıp hayal ettirmiştir.


Hemen giriş katındaki bölümde Atatürk'ün bu konulara, yani arkeolojiye ve tarihe verdiği önemin altını çizen cümlelere rastlıyoruz. Maketse sahada görüp de hayalimizde resmettiklerimizin vücut bulmuş hali olarak karşımıza çıkıyor. İnsan bir ikilemde de kalıyor: "Aaa ne güzel," diyen çocuk yanım bayılsa da, bu makette ortaya koyulan şehir içimden bir fesat çıkarıyor ve bu fesat bunu yapanın yüceltici bir tavır sergilediğini, biraz da bilim kurgusal bir güzelleme yaptığını düşünüyor. Şüpheci akıl böyle düşünse de kalp yapanın duygusunu anlıyor, ona inanıp, "Vay be," demek istiyor. Sempati ve bilimin sundukları her ne kadar  uyum içinde bir inanç yaratsa da insan, gerçeğini şüpheye yer vermeyecek biçimde netleştirmek istiyor. Ne demişti ünlü kimyacı Lavoisier: "Hiçbir şey yoktan varolmaz varken de yok olmaz!" Bir gün birileri ışığın hızını kat be kat aştığında, gerçeğe ulaşacaktır mutlaka...  Rabbim ömrümüzü uzun eylesin yeter ki.


Vedalaşıyoruz güzel anlar yaşadığımız müze ve ören yeriyle. Ama öncesinde kafaya taktığım verandasında, kadim ağaçların serininde buz gibi kolamı içiyorum. Çıkınca ana kapıdan hemen karşısındaki bir hanımefendinin işlettiği, hediyelik eşya satmanın yanı sıra  kafe de olan mekana geçiyoruz.

"Bir sade, bir de orta kahve lütfen."

Hemen karşıda, ören yerinin duvarının dibindeki pınar ve elbette ki yazı ilk andan beri gülümsetiyor bizi: Stres Giderici Su. O aralar stresi olan bir tanıdığım var, erkek kardeşim, bunun altını hep çiziyor, üstelik de doğal sular merakı sürekli yükseliyor. İş seyahatlerinde Doğu Karadenizin değişik doruklarından şişe şişe sağlıklı su getiriyor. Bu haliyle de büyük dayıma benziyor. Dolduruyoruz şişeleri; içecek ve stresleri püf diye yok olacak sevdiklerimiz için.


Bir küçük tur atıp,  köyün tadında, çok da hoş bir çardağı olan kazı evi ile rastlaşıp vedalaşıyoruz bu şirin köyle. Çorum'a kadar durmak yok, oradaysa yemek yiyeceğiz; elbette Katipler Konağı'nda!.. Bumbar dolması ve şuruplar kesin de ona başka neler ilave olur şu an bilmiyoruz. Çıktığımız ana yol oldukça yoğun ki hem Doğu Anadolu'dan hem de sınır ötesinden gelen trafik bu yolda... Zevkli bir seyir, manzaralı, genişce ve çok şeritli bir yol. Küçük bir göl ses ediyor; çağırdı bizi, uğramadan geçmek olmaz. Pek şirin yamacının tepesinden seyrediyoruz. Pikniğe gelmiş bir kaç aile var, mangallar yakılmış. Biraz nefeslendikten sonra vuruyoruz yeniden yola.


Çorum'a varınca görüyoruz ki hafta sonu kalabalığı bayağı... Ana bulvarda ağırlıkla genç kalabalığı, yeme içme alanları yükünü almış, iğne atsan yere düşeceği şüpheli ki tam da piyasa saati. Bir de park edecek yer bulabilsek!.. Ara sokaklara dalıyoruz ama nafile, park edip yürüyeceğiz Konağa, niyet bu. Bulamayınca yürüme mesafesinde bir yer, belki umuduyla yöneliyoruz Konağa doğru ama o tarafta yol tek şerit ve kalabalık fena, saat de günün yoğunu... Vazgeçiyoruz. Çıkıyoruz yeniden Samsun asfaltına, bir benzinliğin beğendiğimiz pastanesine uğruyor, atıştırmalık bir şeyler alıp, şekerlemelerinden ve lokumlarından paket yaptırıyoruz. Çorum coğrafyasında olup da leblebi almadan geçmek olmaz... olmamalı da!

Varıyoruz Çakallı'mıza, Menemen Cennetimize yani! Çekiyor kaptan Ünal Menemen'in önüne. Çok açız!  

"İki kişilik menemen lütfen."

Karışık turşu ile geliyor önden; biraz zeytin, biraz bal, biraz da tereyağı. Yöreye özel ekmeklerse banmalık;  pofuduk ve dumanları üstünde...

Geliş yönünden sayarsak Samsun'dan sonra Ordu, Giresun, Trabzon, Rize, Sarp'ı geçip Gürcistan'a, oradan Ermenistan, Azerbeycan, Rusya derken dünyanın öbür ucuna ve hatta Sibirya üzerinden Amerika'ya giden kocaman yolun en uğranılası noktalarından birindeyiz; asıl uğrak yerimiz karşı şeritte olsa da bu yöndeki en iyi menemen -aklınızın bir köşesinde bulunsun- bu mekanda.

Çıkarırken menemenin tadını ekmeği bana bana, kokuyorken ortalık miss gibi tereyağı, zevkten uçuyorken damaklarımız, bir tüyo daha vermek elzem, tam da buradayken: Eğer gidiş noktanız saydığım şehirlerse, bu menemen noktasını geçtikten sonraki ilk virajdan önce sağa, Atayolu tabelasının işaretlediği yöne  saparsanız, Atatürk'ün Samsun'a çıktıktan sonra Sivas ve Erzurum kongrelerine gittiği yolu kullanmış olacaksınız ki şu ankinden önceki iki kıymetli başkanın eseridir. Ve hatta o yola dönmeden önce aynı kavşakta sola dönerseniz ve mevsimlerden kazsa, yine eski başkanın kazandırdığı Taşhan'da, kaz tiridi yiyebilirsiniz! Önceden aramaktaysa fayda vardır! Sonrasında manzaralı Atayolu'ndan tırmanarak Mamur Dağına, en tepe noktasındaki eski Amerikan Radarı'nın SSCB'yi gözlediği tesislerinin önüne varırsınız ki soğuk savaş dönemini anlatan bir müze olarak -cihazları ile- kalması gerekirken ne yazık ki ufuksuz yeni başkan döneminde yıkıldığı için toprağının önünden devamla -eğer Samsun'u es geçecekseniz de- şehirlerarası yola tekrar bağlanırsınız... 


Ve bir gün bir bakarsınız ki şu satırları yazan "yazar" özentisi; hem bu radara yapılmış bir ziyareti, hem de dağılma aşamasına az kalmış SSCB'den gelecek bir saldırıya karşı savunma stratejilerimizi, planlarımızı; yılların ötesinden, henüz tımtıfılkenli zamanlarından, ve göreve özellikle seçilmiş olmasının havasını da atarak ve bizzati sahada tanık olduklarını, yaşadığı anları bloguna taşımış!

"İki çay daha lütfen."


31.07.2016  


İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP