14 Mayıs 2012 Pazartesi

Bazen Ben...

Aylardan Nisan Günlerden 13. Cuma...


Person Of Interest ile bundan yaklaşık bir bir buçuk ay önce bir pazar günü rastlaştık. Hayatıma katılmış olmasından çok mutluyum. Onda eski yılların "özellikle beklenen" dizilerinin tadını buldum. Gerçi büyük ikramiye vurmuş birinin, bu sayede çoğalan tebessümlerinin yanında amorti bile olamayacak bir dizinin yüze yerleştirdiği keyiften söz etmesinin de pek manası yok ya... konuşasım var işte.

Çünkü Kara Cuma:

Bugün yapılacak fazlaca bir iş olmaması sebebiyle akşamdan yapılacakları planlamıştım. Ağırlıkla avarelik promosyonları yerleştirmiştim gün içine...

Akşam dizi bittikten sonra göz attığım Kurtlar Vadisinde Polat Alemdar'ı omlet yaparken görmek; bu kez ele silah alıp bir kaç kişinin kafasına sıkma yerine daha hayırlı bir işe vesile oldu ve bende şiddetle omlet yapma arzusu oluştu. Ülkede durum nasıl bilmiyorum ama!

Person Of Interest hayatıma girince kötü bir şey oldu aslında; kadim dizilerimden Kurtlar Vadisi ile aramızdaki bağ aynı gün oldukları için doğal olarak koptu. Çünkü pazar günleri olduğunu sandığım Person Of Interest'in asıl yayın gününün perşembe olduğunu fark ettim. Gerçi Polat Alemdar her taşın altında olduğu gibi bu ayrılığımızın müsebbibi olarak da İsraili göreceği için kafama sıkılma riski yok.

Ben bugün için planlar yapıp içine de promosyonlar koyunca Kara Cuma da "senin kaderin senin elinde değil bende," dedi. Dolayısıyla gün ışıdığı andan itibaren aramızda bir güç gösterisi başladı.

Sabah omlet hayaliyle kalkışmıştım, kafada malzemeler reçete edilmişti, fakat ilk hayal kırıklığı dolap açıldığı anda yaşandı. O da ne?! Yumurta yok! Üşenilmedi ve en yakın bakkaldan gidip yumurtalar alındı. İç malzemeler ince ince kıyıldı, ki sebze ve peynir ağırlıklı bir omlette karar kılınmıştı. Buradan ötesinde bir sorun yaşanmadı; yayın akışındaki önemli sarkmalar dışında... Ha bu arada ben omletin yumurtalarını çatalla hatifçe çırpar ve içine iki yumurta için iki çorba kaşığı su koyarım. ( bilgi yıllar önce yayınlanan çok da güzel bir dergi olan Tat'tan alınmıştır. Fransızlar böyle yaparmış)

Normalde 8'de yapılıp aradan çıkartılan kahvaltı diğer aksaklıklar yüzünden ancak 10'da yapılabildi. Olsun dendi ve vücutta herhangi bir gerilim emaresi görülmedi. O arada mail yazmak için posta kutusu açıldı, ilk harf yazılacakken telefon!( hay dendi).

(Bu arada Vera ile ilgili yazıyı da yazma fikri var ama akışta yer bulmak gittikçe zorlaşıyor. Artık her şey ana kumandaya kalmış)

Maili yazmak arzum dep dep depreşiyor. Açıyorum e-postayı, yanıtla diyorum o da bana "E-Posta hizmetiyle ilgili bir sorun (bilgisayarınızla ilgisi olmayan geçici bir ağ bağlantısı sorunu) oldu. Lütfen daha sonra yeniden deneyin." diyor. Benim inadım inat ama onun ki benden inat.

Sonuçta benim inadım onu yendi ve Kara Cumayı pembe yapan tebessüm koşa koşa gelip, boynuma sarılıverdi .

Yani durum normal, ben aptal aptal gülüyorum an itibariyle. Zaten bu ara yolda yürürken, bir yerde otururken, alışveriş yaparken yoldan gelip geçen herkese iyi geliyorum, eminim. Ne de olsa insanların birbirlerine selam verip gülmediği bir ülkede yaşıyorlar ve en azından aklından geçenlerin, okuduğu satırların, hayalini kurduğu mekanlar ve bazı hinliklerin tadıyla baktığı yerin farkında olmadan gülümseyen bir şaşkının, kendilerine gülümsediğini sanıyorlar.

Kasadaki kız soruyla karşılaşınca gülümsedi ama bu gülümseme bilgisi olduğundan değil de varmış gibi yapma eylemine yüklenmiş, "biliyorum kimse almadı" diye tercüme edilebilecek bir gülümsemeydi.

Kızın zekasını sevdim ama, çünkü böyle bir sorunun cevabının olumsuz olabileceğini o kısa sürede hesap edip doğru cevabı gülümsemesine yerleştirmeyi başarmıştı. "Bilmiyorum" deyip susmamıştı.( bir eleman asla bilmiyorum diyemez) Bir de poşetin içine "Acaba kimin CD'si?" diye düşünüp de bakmasaydı iyi olacaktı. O son hareketi yapmamış olsa belki gerçekten bu kız alakalı ve biliyor duygusunu geçirebilirdi karşıya.

Person Of Interest üzerine bir yazı yazmayı da planlıyorum bu arada...

Dün akşam D&R'a gidişim ve gelişim çok zevkliydi.

Mesela yolda bir büfeden bira alacaktım, adam "biz de sadece Efes" var dedi, normalde "olsun ya!" diyebilirdim. Ama demedim. Neden?

Bir de nedense gözlerim sürekli Tuborg levhası olan mekanlara bakıyordu.

Bildiğim hatta emin olduğum bir şey daha var.

3 Mayıs 2012 Perşembe

Tekrarı Olmayacak Bir Carmina Burana Gecesi

Uyarı
Bu yazının içinde ve etrafta, kısa bir süre önce hayatı cuma tadında yaşayan bir fani tarafından iksir içirilerek görünmez yapılan çok sayıda ve oldukça zıpır iyi ki vardır. Okurken kafanızı gözünüzü sakının..

Belki de anlatmanın benim açımdan en zor olduğu gecelerden biriydi Carmina Burana Konseri... Şahane kelimesinin yetmeyeceğinin kesin olduğu, anlatılmaz yaşanır klişesinin belki de ilk kez gerçek karşılığını bulup değer kazandığı bir konser akşamıydı...

Bense, günlerimin hepsini cumaya çeviren sebebimle aynı salonda, üstelik de aramızda bir sıra ve  beş koltuk varken ve an itibariyle aynı havayı soluduğumuzun farkında değilken...  uzun zaman sonra bir konser salonunda yalnız değildim.

Ve üstelik o gece ufacık bir izden yola çıkarak tamama erdiremediğim şahane bir serseriliğe imza atacağımın, bu erdirememişliğe ertesi sabah  sevineceğimin ve yine o gecenin sabahında; "Her halde bir insanın sahip olabileceği en güzel anlardan biri kendini, çenesi ve yanağı avuç içiyle yumruk olmuş parmaklarının arasındayken; en saf, en farkındasız bir tebessümle ve bütünüyle önündekinden kopmuş, bir önceki akşamı izleyen, hatta o akşamı bitimi upuzun bir şarap gibi gittikçe çoğalarak yaşayan bir vaziyette yakalamasıdır. Ben kesinlikle yaşamın bahşettiği adamlardan biriyim, bu çok net. Sadece şu sabah yaşadığım, tarif etmeye çalıştığım ana bile asla paha biçilemez." cümlelerini kuracağımın da farkında değildim.

Ama kurdum.

Bunun hayatımın en zor yazılarından olacağını biliyordum. Çok severek yazdığım ve kendi yazdığımı çoğu zaman sanki başka biri yazmış gibi okuduğumda gerçekten beğendiğim bazı yazılarımı aşması gerekiyordu bu geceyi anlatanın...

Ama ben bu geceyi anlatacak kelimeleri seçemiyordum.

O muhteşem orkestra, o muhteşem koro, üç muhteşem solist,  yine muhteşem son derece disiplinli, kusursuz çocuk korosu ve istemsizce, bütün samimiyetimle "Büyüksün Maestro hem de çok büyük!" diye haykırmak istediğim  Şef  Rengim Gökmen'in yaşattıkları geceyi; bütün duyguları, anları, emeği, güzellikleri,  tüm salona hissettirdikleriyle anlatabilmek için en az bir cilt kitap yazmak gerekiyordu ki o çap da bende yoktu.

Eser zaten muhteşemdi. Bu müziği seven sevmeyen herkesi kesinlikle etkileyecek, hiçbir insanın tüylerinden herhangi birinin duyarsız kalamayacağı muhteşem bir girişi vardı üstelik... Ancak bu dünyada binlerce kere yapılmış eylemlerden bir tanesini tüm ötekilerden farklı kılmayı başaranlar da vardı. Ve bu yaşamın altı kalın kalın çizilecek bir realitesiydi. İşte o gece belki de Carl Orff yattığı yerde en mutlu olduğu anlardan birini yaşıyordu.

Olayın teknik analizini yapmak beni aşar; bu noktada yorum yapmayı sevmediğim gibi yeteri kadar donanımım da yok, ama söz konusu duygular olduğunda üzerime pek de insan tanımam. Bir şeyi izlerken ya da dinlerken kötünün ne olduğunu bilirim. İyi konusundaki tek ölçüm ne hissettiğimdir. Kolektif alanlarda yükselen duyguların nasıl bir armoni oluşturduğunu da sezer, hisseder, yazıya da dökebilirim. İşte bu noktadan baktığımda bu konserin   dünya çapında bir performans olarak nitelenebileceğini rahatlıkla söyleyebilirim. Hatta daha da ileri gidip -bir tek hal dışında- hayatımda bir kez daha bir Carmina Burana gecesi olamayacak diyebilirim. Bu tadın üzerine başka bir tat koymak istemiyorum çünkü.  Bu unutulmaz gecede "oradaydım," diyemeyenler için çok üzgünüm.

Aslında tüm popülerliğine rağmen resmettiklerini fark etmenin yanı sıra, kendi resmini de yaratamayan dinleyici için zorluklar içeren, sıkıntılar yaratabilecek bölümleri de olan bir eser Carmina Burana. Bu noktadan baktığımda içimdeki ukala; verilen emeğin ve çalışmanın apaçık görüldüğü, son derece disiplinli ve coşkulu performans esnasında yer yer sahneyi alkışlarıyla ödüllendirmekte eksik kalan, o anları kaçıran izleyiciye kızıp bu yazının  içine "Sahne 10 İzleyici 0" gibi bir ibare koymayı da düşündü. Daha da ileri gidip ve bundan sonra mutlaka yapmaya karar verdiği üzere koltuk numarası vererek cep telefonlarıyla vedalaşamamış izleyicileri yazının içinde teşhir etmeyi de düşündü. Ama öyle bir final yaptı ki izleyici  ona da özür dileyip fikrinden vazgeçmekten başka bir çare kalmadı.

Muhteşem bir finaldi; terlemeyen izleyici kalmadığına eminim. Görkemli final müziğini bıkmaz tükenmez bir istekle sürekli çağırdı. Ve kelimenin tam anlamıyla da sahnedeki performansın ve emeğin hakkını verdi.

Sonra fark ettim ki ben izleyiciye kızmakta haksızdım. Kusur gerçeği algılamakta sorun yaşayan bendeydi; aslında tüm o eksik bulduğum anlarda izleyici kocaman bir büyünün esaretindeydi. Yaşadığı emsalsiz dünyadan geri dönmekte zorluk çekiyordu. Bu inanılmaz  rüyalar zincirinden kurtulup da bir türlü koltuğuna dönemiyordu. Yakaladığı her boşlukta, anın farkına varmaya çabaladığı her saniyede yeni bir rüya elinden tutup götürüyordu. Haklıydı seyirci.

Üç şahane solist Bariton Kevork Tavıtyan, Tenor Erdem Erdoğan ve özellikle muhteşem kıyafeti, sahnede duruşu,  bileziği, kulağındaki küpesi, saçının modeli ve alçak gönüllü, kendinden son derece emin edasıyla Soprano Görkem Ezgi Yıldırım ve elbette ki muhteşem koro  anlamadığımız bir  dilde söylerken şarkıları aslında akıllarımıza Türkçe alt yazılar geçiyorlardı. Öylesine muhteşemdi yorumları. Ve seyirci çok haklı olarak şaşkındı.

Şu satırları yazarken bile öylesine gecenin içindeyim ki ve şu dakikada bile içimden geçenlerin hiçbirini yazamamış olduğumu fark ediyorum ama elimden de daha fazlası gelmiyor. Çünkü geceyi anlatabilmek için herkesten, her saniyeden çok seçkin kelimelerle bahsetmem gerekiyor.

Oysa ben hala anın içinden çıkmayı başaramadığımı, hislerimi kelimelere dökmekte yetersiz olduğumu, bütün sermayemin gecenin ihtişamı karşısında fakir kaldığını fark ediyorum. Belki de duygularımı ve takdirlerimi ifade edebileceğim yegane cümle şu: Hayatıma bu kadar muhteşem bir gece kattığınız için teşekkürler.

Size de.

27 Nisan 2012 Cuma

Muşta Lokantası

Burası kişisel olarak benim en sevdiğim yerlerin liste başıdır. Ve bir gün olmadığında yokluğuna en üzüleceğim, yerine hiç bir yeri sevemeyeceğim listemdeki tek yerdir.


Burayı sevme nedenim kendine has lezzetlerinden ziyade kesintisiz, sadakat dolu öyküsüdür. Bu öykü ve bu öyküdeki sadakat, samimiyet ve saygı kaçınılmaz bir biçimde etkilemektedir beni ve  ailemin tüm fertlerini.


Muşta Lokantasının yıllardır değişmeyen ve 5-6 çeşidi geçmeyen klasik bir menüsü vardır. Yemeklerin kuzinede piştiği lokanta bu meşakkatli geleneği sürdürmesi açısından da çok değerlidir.


Her şeyini sevdiğim lokantanın tepside pişirilmiş Patatesli Tavuğu ile İzmir Köftesini bir adım öne çıkarabilirim, ancak karışık bir yemek de yanında pilav ve ayran ile epey keyiflidir.


Belki burada yediğiniz yemeklerden çok daha güzellerini başka yerlerde yemiş olabilirsiniz. Burada yediğiniz pilav ya da kuru fasulye daha önce yediklerinizin tadını belki sarsmayabilir. Ama şunun altını çizerim ki burada yediğiniz sütlacı kıyaslayabileceğiniz bir başka sütlaç yoktur.


Biz buranın yemeklerini başka hiç bir yerin yemekleriyle kıyaslamayız. Buranın yemekleri, o yemeğe katılmış sevgi, mekana sadakat ve ustalara saygıyla harmanlanmış özgün bir lezzete sahiptir. Anılarla yoğrulmuştur İzmir Köftesi, her bir pirinç tanesinin duygusunu ileriki satırlarda anlatabilmeye benim kelimelerim yeter mi bilmiyorum. Ama şunu çok iyi biliyorum ki öyküsü bu kadar sürekli, sadakati, emeği, kurucularına ve ustalara saygısı bu kadar yoğun bir  mekan çok ama çok azdır.


Kısa süreli kapalı kalan bu lokantayı uzun zamandır Tuncay işletiyor. Tuncay, iki üniversite mezunu ve aynı zamanda basketbol hakemi olan genç bir adam. Bir de yardımcısı var ki bu şahane çocuğun adı Mert. Mert bir lise öğrencisi ve o yörede yaşıyor. Mesela bu fotoğrafların çekildiği pazar günü yalnızdı ve 6 kişilik masamıza kusursuz bir servis yaptı. Aslında Mert'i sevimli kılan halin altında yatan şey onun karakterinin yanı sıra duygusal bir geçişkenlik ve bir geleneğe sadakat


Tuncay da tıpkı Mert gibi çocukluktan itibaren bu lokantada çalışmaya başlamış biri... hem okumuş hem burada çalışmış. İki üniversiteyi bitirdikten sonra ne yapsam diye düşünürken, o esnada kapalı olan lokantayı devam ettirmeye karar vermiş. İşini o kadar saygıyla ve sevgiyle yapıyor ki onun ustalarından söz ederken ki cümlelerini duymalısınız... "Keşke daha fazla şey öğrenmiş olsaydım." diyor mesela.


Muşta Lokantası, yıllar boyunca misafirim olmuş herkesi mutlaka getirdiğim bir yerdir. Getirdiğim herkes de buranın ruhunu hissetmiş ve yemeklerini, özellikle atmosferini çok sevmiştir. Hayatında ağzına tatlı koymamış pek çok insan  sütlacının müdavimi olmuş ve bu yoldan her geçişte paket paket evine taşımıştır ki çoğu zaman uğrayıp bana da bırakırlar bir şükran ifadesi olarak.


Geçen gün Tuncay'la işler üzerine konuşurken aslında pek çok insanın burayı sadece ayranı ile tanıdığını ve diğer ürünlerin aslında pek farkında olmadığını söylemiştim. O da aslında hiç gönlü istemese de bir zamanlar şehirde  bir yer açmayı düşündüğünden söz etmişti. Doğal olarak "Sakın," dedim. Çünkü orada diğer lokantalardan biri olacak ve bu ruhundan ve hikayesinden kopacaktı.

Bu lokantada içtiğiniz ayranın ve yediğiniz sütlacın sütü hemen arkadaki köydeki ineklere ait. Yemeklerde kullanılan etler de köyden. Yanında dövülmüş fındık kavanozuyla sunulan sütlacın özel formülünü vermeyeceğim ama lezzetini çoğaltan unsurlardan birinin kuzinede pişirilmesi olduğunu söyleyebilirim.


Özenli ve kendine özgü masa örtüleri, perdeleri, kışın orta yerde yanan  sobası, tertemiz lavabosu ve öyküsüyle  Muşta Lokantası benim her daim EN'imdir. Onun bendeki  yerini asla bir başka yerle kıyaslamam.

Üstelik keyifli bir yemeğin ardından lokantanın arkasındaki yolda yapılacak uzun yürüyüş; başta Hilton olmak üzere vakti zamanından pek çok ünlü mekana tedarikçi olmuş Tavşan Çiftliği'nin (artık) tavşansız binasını görmenizi sağlayacağı gibi; biraz önce ayran ya da sütlaç olarak tadlarına baktığınız sütlerin imalatçısı inekleri görmenize de olanak yaratacaktır. Hatta ilk gözünüze çarpacak bir evin fotoğrafını çekme isteğiniz paçalarınızdan çekiştirecektir.

Olur da buralara yolunuz düşerse; Samsun'dan Bafra-Sinop istikametine giderken hemen Muşta Köprüsünü geçtikten sonra sol tarafta göreceğiniz Termopet'in içinde yer alan, ve nesli tükenmekte olan lokantalara en güzel örneklerden biri olan Muşta Lokantasını asla es geçmeyin derim ben.

24 Nisan 2012 Salı

Olsun

Sabah enfes... ve biraz önce çalan bir şarkı, bir cümleyi kaçınılmaz bir biçimde kurduruyor.


Genelde şarkıları dinleyen ama sözlerini fazlaca da akılda tutmayan biri olarak defalarca dinlediğim bir şarkının sözlerini fark ediyorum bu sabah.

Dolayısıyla ekstra bir tebesümüm oluyor.

Hayat bugün, istemsizce ve aralıksız sunmaya devam ediyor; o şarkının ardından bir şarkı daha geliyor, ve şaşkın bir "ala ala?"

Bonuslar durmayıp devam ediyor: İlk kez önceki gün -ora senin bura benim gezerken- fark ettiğim, daha önce  hiç dinlememiş olduğum, ya da fark etmediğim bir Sezen Aksu şarkısı bugün, yani bu sabah,  iki şarkının ardından yerini alıp  bir üçlemeyi tamamlıyor.

İşte tüm bunlar bana  kaçınılmaz bir soruyu sorduruyor: "Anlar mı şarkıları anlamlı kılar yoksa şarkılar mı anları?"

Aslında düşündüğümde bir cevabım oluyor ve bu konudaki cevabım şarap ve benzer konulardakilere benzemiyor.

Kısaca diyebilirim ki "Ah bu şarkıların gözü kör olsun."

Daha çok yazmak istiyor muyum? Evet, daha çok yazmak istiyorum. Ama şu an, yüzümdeki tebessümün, içimdekiyle aklımdaki duygunun, iki farklı gerçeklik üzerinden birbirlerine laf atışlarının... ve en çok da özlemek fiilinin gülümsememi daha da çoğaltan, merakla tatlanmış şefkatli halinin tadını çoğaltmak istiyorum.

Günün sabah sabah sunduklarından yola çıkarsam gün sonunda, efsane günlerden birini alkışlıyor olacağımı biliyorum.

O şarkıları buraya koymak ister miydim?

Cevabım evet. Ama şu gönderme tereddütü yaşatan... akıldan geçen ve içten gelenlerle, aklın gerçeklikleri arasındaki emsalsiz çatışmayı da, vurgulamalıyım ki çok seviyorum.

Onun tadını da dibine kadar çıkarmalıyım;
hazır elimde kahve kokusu varken.

19 Nisan 2012 Perşembe

Felekten Bir İstanbul Çaldım

Üç yıl önceden beri yapmayı çok istediğim bir şey var: Konuşmak.

Bir  ya da bir buçuk ay önce: Sinyal vermeye başlıyorum. Yanıt aldıkça -yanıtlarını karşının bilmediği- bir soru yanıt oyunu hazırlıyorum.

Sonuç: Karar verildi. Ama tarih? Mutabakat sağlanıyor, fakat ucu açık.


Değiştirilmek zorunda kalınan asıl A planı: "Onu İnciraltı Meyhanesi'ne götürmeliyim, üstelik de ikindi rakısına. Ya da onun sevdiği bir yere mi?"

Gitmeden önceki son durum: Ancak saat 16 ya da 17'den sonra buluşabileceğiz. O zaman vakte ihtiyaç var. En uygun uçak dönüşü bile;  ulaşım, artı en az 45 dakika önce orada olma zorunluluğu yüzünden uygun değil. O zaman otobüs.. her yerden binebilme şansım var. Bineceğim yeri göz önüne aldığımda ekstra bir 20 dakika daha kazanıyorum.

Uçuştan 2 gün önce: Hımmmm hava parçalı bulutlu, güzel! Yeni A Planı: Sabiha Gökçen- Taksim, Tünel, Karaköy, İstanbul Modern, Salvador Dali , Kadıköy.


Uçuştan bir gün önce: Felaket, hatta maç iptal ettiren  yağmur haberi... oysa o gün için  parçalı bulutlu gözüküyordu!

B planı: Kadıköy ve Kadıköy

Yine uçuştan bir gün önce: Tırtıl kursa bırakıldı, bir arkadaş ofisinde çay ve poğaçalar...
Klavye ve Sunexpres'in sayfası, en sevilen anlardan biri yaşanacak, kalp atışları hızlandı.  Bingo!  15-A.

Akşam: Tırtıldan cep telefonu istendi ve hızlandırılmış bir cep telefonu eğitimi alındı.

Uçuş sabahı: Hava parçalı bulutlu, ısı 19 derece, fakat burada yağmur var. Son dakikada ayakkabılar çıkarılıp botlar giyildi. İhtimallere karşı seçenekli bir kıyafet tercih edildi: Jean, mavi gömlek, onun bir üst tonunda kapüşonlu bir triko, ekru ince bir mont..

Samsun- Çarşamba Havaalanı: İlk pişmanlık; oysa bir erasmus öğrencisinin satır aralarında yakalanmış ve akla kazınmış bir cümle var, onu evirirsem: "Yapmayıp da pişman olacağına yap da pişman ol." Uçağım standart renklerinin dışında ve en turkuazdan daha turkuaz. Ah o tereddüt!  Eksik fotoğraflar hanemde bir çentik daha.

Sabiha Gökçen Havaalanı: Hava uygun ama yağmurun izleri var.

"Bir sıcak çikolata lütfen!"

Dışarıya bakan camın dibinde bir masa, yeni bir plan. Kıyafetlerinden havaalanında çalıştıkları anlaşılan genç bir adam ve sevgilisi  tartışıyorlar. Konu basit ama kızda üslup ve inat çok tatlı.  "O ayakkabıyı giymeni istemiyorum."  Oğlan hince ve sevimli sevimli gülüyor. Kız ısrarcı ve giymeyeceğine dair söz vermesini istiyor. Bu oğlan için bir artı; kız belli ki onun sözüne güveniyor. Masadan kalkarken gülümsüyorum ikisine de... Oğlana dönüyorum ve "Bu kızın kıymetini bil, ve bir gün kapanmış kepenklerle karşılaşıp duvarlara konuşur hale gelmek istemiyorsan biraz da uğraştır ve sonunda dediğini yap. Çünkü çok samimi... ve o şirin duyguyu fark et." Gülüşüyoruz.

Kadıköy'deyim. An itibariyle B Planı uygulanacak gibi görünüyor. Yağmurdan hemen denizin dibindeki bir kafeye sığınıyorum.

-Bir kaşarlı tost ve bir çay lütfen.!


-Bir tost daha rica edebilir miyim.?
-Tostu çok beğendin galiba paşa.
-Paşa!!! :))))

Evet beğendim ama daha çok  vakit geçirip yeni bir A planı oluşturasım var. Yağmur geçti. Karşıda güneş göz kırpıyor.

Son kararım: Karaköy, İstanbul Modern, Salvador Dali, Tünel, Taksim, Tünel, Karaköy, Kadıköy. Bu planla birlikte kısa bir süre önce satır arasından alınıp kayda geçirilmiş bir eylem için bingo!

Neden?


Yüzümde şahane bir tebessüm, Namlı'nın önünde kahvaltı için kuyruk olmuş insanlara bakıyorum. "Siz gidin bir de Mihriban'ın orayı görün ve gerçek bir kahvaltı neymiş anlayın !" diyorum. Mihriban'ın orası...hımmmm!

İstanbul Modern:

Ödeme için bankoya yanaşıyorum.

-Bugün ücretsiz, sizi üye yapalım. 
 -Buralı değilim, teşekkür ederim.

Bir notum var ve biraz dolaştıktan sonrası için damağım kıpır kıpır. Çünkü referans çok güvenilir.

Terastayım. Hımmm şu masa güzel.!

-Frambuazlı Cheesecake lütfen!
-Frambuazlı Cheesecake yok maalesef. Limonlu var!

Katlar, fotoğraflar, La La La İnsan Adımları, muzır bir çıkarım!

Abdi İbrahim'in önü ve Van Gogh Live. Tereddüt. Oysa çok sevdiğim iki tablo var ve görmeliyim. Telefon, tuşlanan numaralar.

-Alo, naber?
(Tanıyamadı:))"Burası çok kalabalık sizi duyamıyorum. Sizi birazdan bu numaradan arim ben.." "Yahu benim ben, Buraneros.:))" (Kahkaha) Naber? "İyi.. senden naber? Sana bir soru soracağım ve üç şık vereceğim." "Dur dışarı çıkıp seni bu numaradan arıyorum.""İlk soruyu soruyorum: Şu an ben neredeyim? Şıkları veriyorum: a) İstanbul Modern b) İstanbul Modern c) İstanbul Modern. (Kahkaha) "Tebrikler ikinci soru: Ben ne yiyemedim? a) Frambuazlı Cheesecake b) Frambuazlı Cheesecake c) Frambuazlı Cheesecake"

"Bir de burada Salvador Dali değil Van Gogh var."  "Evet ya Dali Mimar Sinan'daydı." "Maalesef  orada da bitmiş muhtemelen." "Van Gogh'a gitsene". "Bugün iki yüksek sanat ağır gelir. İstanbul Modern'de İnsan Adımlarını gezerken aklıma hep "şu" geldi" "Koca bir sanat müzesinde baktığım sanat eserlerinden elde ettiğim çıkarım ve bana kattıkları "şu" Kahkaha ve bir cümle.


Tünel, iki foto ve  İstiklal. Hızlandırılmış bir tur yapmalıyım. Günde bir sürü bonus saklı olduğunu biliyorum, ve bugün hayatla hayatımın en güzel oyunlarından birini oynuyorum.

Neden?

Burada şu "Neden?" dolayısıyla sıralamayı değiştiriyorum. Çünkü daha çok merak ettirmek istiyorum. Tünelden çıktım. Yüzümde kocaman bir tebessümle dışarıdayım, bu günü  taçlandırmalıyım. İnci'ye giriyorum

"Bir profiterol ve bir limonata lütfen!"


"Bu çocukların CD'sini almalıyım." Giderken yarım yamalak dinlemiş, fotoğraf çekmeyi ve müziklerini iyice dinleyip CD'lerini almayı dönüşe ertelemiştim. O da ne çocuklar vazgeçtiler ve toplanıyorlar. "Niye gidiyoruz?" "Adamları görmüyor musun karşıya gelip dükkan açtılar, bir de kocaman adamlar."


O kocaman adamların müziği kulağıma takılmıştı ama ben sanki bir dükkândan geliyor sanmıştım. Çocuklar yer değiştirmeye karar verince ben bu koca adamları dinlemeye karar veriyorum. Üstelik de Corazan'ı çalıyorlar. Önlerinde epey kalıyorum. Bateri ve saksafon caddeye, saate ve âna  çok yakışıyor. Çok şahane bir ân  yaşamışım ve  mutluyum.

Neden?


Kısa bir süre önce satır arasından alınıp kayda geçirilmiş bir cümle vardı. O ân sahne sahne yaşanmıştı. Ve daha önce "bir ân için" yapılması planlanan eylem buraya bırakılmıştı. Kadıköy'de inilip de B planına geçildiğinde üzülünmüştü. Ama günün  sunacağı  bonuslara güven de sonsuzdu... Güneşi gördüğüm ânda eylemin kıpırtısı yüzüme şapşahane bir  tebessüm kondurmuştu zaten.

Neden?


*Ve oradayım. Kapısının önünde. Gülümsüyorum. Bu afacan halimi çok ama çok seviyorum.  İçerideyim. Bakınıyor ve  buluyorum. Ama o da ne, o yok! Kahretsin! Mutsuzluk...  "Asıl yeri "şurası" oraya baksana, kesin vardır." Aklımın bu önermesine şiddetli bir ret. "Hayır ben burada olsun istiyorum."

"Pardon, burada göremedim ama acaba .... var mı?" Görevli aynı yeri kontrol ediyor. Bense umut ediyorum. "Yukarı bir bakim." Onunla ben de çıkıyorum ve şiddetle orada görmek istiyorum. Merdivenler, ilk sıra, görevlinin rafa giden eli ve bingo!

Kasadayım. Ampul yanıyor. Kasanın önünde ödeme yapmaya hazırlanmış bir genç kadın kulak kabarttı ve o kulak kabartısıyla bir karar verdi. Bu ânı bir anlatımdan hatırlıyorum ve aynısını taklit ediyorum. "Bu kim?" "Falanyalı falanca."

"Onu da...?"



Aslında şu ân İnci'deyim. Mutluyum ve biliyorum ki hayatla her gün oynadığımız eğlenceli oyunun karşılığı bu bonuslar. Çünkü ben onu eğersiz seviyorum o da beni. Ödüllendireceğini biliyordum, hatta emindim deyip Limonatanın ve Profiterol'un tadını çıkarıyorum


Keyifliyim, ayaklarım demirlerde,  beklediğim saat yaklaşıyor. Şanslı bir adam oluşuma sevinip yukarı, gökyüzüne bakıyorum.


Kadıköy'deyim.. Telefonum -nerden benimse- çalıyor. Aldığım eğitimin faydasını görüp, açıyorum. Biraz konuşuyoruz ve telefon kesiliyor. Korkuyorum, "Ne kadar kontör ya da dakika vardı acaba" diyorum. "Olmadı şuradan bir yerden ararım," çözümünü üretiyorum. Fakat tekrar aramayı başarıyorum. Kadıköy'e ilk indiğim anda tost yediğim kafedeyim. Telefon çalıyor. Fark ediyorum ama telefonu açmıyorum. O'nu gördüm ve dışarıdayım.

*Fotoğraflar Nikon L23 ile çekilmiştir ki o da Tırtıl'a aittir.

*Ek-14.08.2022

Buraneros'un Notu: Enn Sevdiğim Kadınla müzik ve İstanbul üzerine de yazışmıştık ve o Ada'da geçen bir ânından söz ederken ben bu çok tatlı hâli kayda almıştım ve onu, ânını taklit ederek;  daha önce okuduğum ve -enn- bayıldığım kitaplarımdan Amin Maalouf'un Doğunun Limanları ve CD için Ada'yı özellikle seçmiştim. O'na götürmek üzere yaşadığım bu keyif hayatımın en heyecanlarındandır. İçimdeki tatlı çocuk işte... Ve o çocuk iyi ki var ve iyi ki hiç büyümüyor.


Devam yazısı Günahım Var Boyumdan Büyük

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP