Ertesine dönmüş gün, mavi gecenin tatlı soğuğunda yürümek, günün bıraktığı paha biçilmez izler, gecenin renk ahenk fısıltıları ve mutlanmış insan hallerimizle giriyoruz otelimizin narince okşayan sıcaklığına... Sanki hep burada yaşamışız gibi kuvvetli, güvenilir bir ilişki onunla bizimki. Çıkıyoruz balkona... Tonlarından daha açığına biraz daha vakti var, skalası geniş mavinin...
Fazla değil ama derin bir uyku benimki... Uyandığımda saatlerce uyumuşum sandığım, rüyalarımın tadına bayıldığım ve onlar yüzünden uzun sandığım ama saate bakınca uyandığım ve sevdiğim, derin uykularım. Ömrü uzatan, ömürden ayrı zamanları kısaltan, tok, aydınlık, güzel ve dolgun ama kısa uykular... Ya sarıldığım eşsiz sıcaklık.
Dışarıdan odaya dolan jeneratörün ahenkli, Ali Farka Toure ile aşık atacak ve aynı ritimde süre giden basları, ve ayrıca onunla ilişki halindeki martıların bir karmaşa ahengiyle ve gülümseten bir acelecilik bürünmüş, afacan soloları... Bir sevinç anını müjdeliyorlar. Bir davet de bu aynı zamanda! Beni balkona çağırıyorlar...
Gün henüz mavi. Sabahın erkeni. Şehir uykuda. Ninni tadında ve susmayan jeneratörü ve şehrin şefkatli soğuğunun eşsiz şarkılarını dinliyorum.
Dönüyorum odanın sıcaklığına, alıyorum elime kitabımı, uzatıyorum bacaklarımı rahat yatağa... Saraybosna Marlborosu. Muhteşem bir savaş romanı! Aslında bir öykü kitabı; ama küçük insanların büyük öyküleriyle örülmüş, hiç canınızı yakmadan bir savaşın dramını, ne olduğunu cilt cilt kitaptan daha detaylı ama hayata dair hikâyelerle ve karakterle anlatırken gülümsetebilen... Fena halde o coğrafyada olma isteği yaratan, savaşın soğukluğunu insanın sıcaklığı ile bütünleyen, üzerine bir yazıyı ayrıca hak eden enfes bir kitap. Ve henüz minik bir öğrenciyken arkadaşlarla gittiğimiz, şimdi yerinde yeller esen sinemada izlediğim filme adını veren, sonraki yıllarda pek çok romanda önüme çıkan izi daim bir direnişin öyküsü, Neretva Köprüsü... bir kez daha! Sabahın bu hoşluklarına ilaveten, kulakları ayağa diken, hayran hayran dinleten ulvi ses tüm fısıltıları öteleyen bir kutsiyetle odayı dolduruyor.
Muhteşem bir okuyuş, ve muhteşem de bir müziği olan bu ses doğrudan ruhuma akıyor. Her şeyi terk edip onunla baş başa kalıyorum. Bu muhteşem okuyuşun temiz ruhlu karakterini resmediyorum. Haluk Bilginer'in oynadığı Polis* filmindeki ânı da aşan bir hayranlıkla dinliyorum genç olduğunu düşündüğüm bu aydınlık yüzü. O biter bitmez de güne katılmaya hazırlanan esnafın fısıltıları düşüyor sabaha... jeneratörse aynı ahenkle devam ediyor. Balığa çıkan ya da balıktan dönen küçük teknenin patpatları başlıyor o ara... Atıyorum kendimi balkona. Martılara balık festivaliyse tümünü tıka basa doyurma gayreti ile aralıksız devam ediyor.
Mendireğe park etmiş teknede şenlik var. Bereket var. Ve ganimetin kardeşçe paylaşımı... Denizden güzel ve Allah bereket versin bir nafaka ile dönmüş tekne; ambarları dolu. Meleklerin payına ise meleklerin hücumu... Gülümseten bir şefkatle izliyorum. Bu şehir gerçekten çok güzel be! Martıları çok mutlu... Emeklerini meleklerle paylaşanlar da... Peki jeneratörün hiç düşmeyen, Ali Farka Toure ile aşık atan ritmine ne demeli?! Peki tüm bu güzellikleri uyumlu kılıp güzel bir ahenkle sunan sabaha... ve tüm güzellikleri daha da parlatan, kokulu kılan ve geceden kalmış yağmura... Ne demeli?!!
Enn sevdiğim kadın balkonda. Otelde kahvaltı istememiştik ki bir planımız var. Gün öğlene yaklaşıyor. Şehir pazar uykusunda. Huzurlu bir sessizlik... Sırt çantamı toparlıyorum. Küçüğüne de yağmurluğumu, kitabımı ve fotoğraf makinesini atıyorum. Enn sevdiğim kadının toparlanma süresini de balkonda değerlendiriyorum. Teknedeki brunch tüm hızı ile devam ediyor... Büyük teknedeki jeneratör aynı ritimle güne müzik yapmaya devam ediyor... Hava gri. Fakat bu da bir tatil günü sessizliğine yakışıyor.
Çıkıyoruz odadan, kat görevlisine "Günaydın" ve "kolay gelsin," diyor, asansöre biniyor, resepsiyondaki sahibesi hanımefendiye anahtarı bırakıyor, biraz sohbet ediyor, bazılarının şikayetçi olacağı, çok müşkülpesent olmayınca göze görünmeyen banyodaki yenilenme ihtiyacına rağmen, bizim senaryomuza çok da uygun ve onu güzel ve anlamlı kılan, bizi de memnun eden, çok da sevdiğimiz Mola Otel'den teşekkür ederek, ayrılıyoruz. Çantalarımızı, otoparkta tatlı tatlı uyuyan, illaki mavi, enn sevdiğim kadının pek şeker ve çekik gözlü kuşuna bırakıp, bir süre caddede yürüyüp, kıyıya geçiyoruz.
İskele sabah mahmurluğunda, Zeki Müren Parkı ıslak ve boş, bir kaç genç kız ve erkek ki muhtemelen öğrenci, şakalar yaparak dolaşıyorlar. Martılar sadece kendilerine kalmış iskelenin tadını çıkarıyorlar. Dünden beri kafayı taktığım, önce lüks bir yolcu gemisi sandığım ama en sevdiğim kadın sayesinde yük gemisi olduğunu anladığım gemi açıkta ve günün grisine saklanmış. Kütüphaneye yaklaşmışken kenardaki dürbünü görüyoruz. Atıyoruz bir lirayı. Gemide işler yolunda... Neredeyse de Samsun görünecek.
Bir zamanlar gözdemiz olan Teyze'nin Yeri'nden geçiyoruz. Fazla büyümek, işi fazla büyütmek, biraz da fabrikasyona çevirmek güzel mi acaba? Şu köşedeki, eskiden Sinop evlerinin bulunduğu, Karakum'un Karakum olduğu ama bu boyutta otellerle, eşsiz güzergahın da sitelerle dolmadığı yıllarda ona doğru giderken keskin bir virajı aldığımız ve ardına bayıldığımız noktadaki apartmanın altında günün batışına bakan, ruhları dürten saatlerine de pek yakışan bir pub var; üst kat balkonu yıllardır aklımı çelip duruyor. Ama ne demişlerdi filmde, "Bekler her şarap belli bir anı!"
O virajın hemen dibindeki ara sokağa kıvrılıyoruz ve yeni mantıcımızın bir kaç basamaklı merdivenini çıkıyoruz. Melahatın Mutfağı'ndayız. Giriş katı bozularak oluşturulmuş, diye düşünüyorum. Mutfak arka tarafta ve bir koridordan geçiliyor. Samimi, sıcak ve sevimli buluyorum mekânı. Üstelik cam önündeki masadan deniz görülebiliyor. Bir beyefendi geliyor.
"Bir Sinop Mantısı ama yarım porsiyon olsun lütfen."
"Benimki bir porsiyon ve karışık olsun lütfen."
"İki kola, biri şekersiz lütfen."
Geliyor eve gelmiş misafir titizliğinde hazırlanmış tabak ve bol porsiyonlu mantılar. Görüntü fazlası ile ipucu veriyor: Misss gibi tereyağı kokusu, ev hanımı bonkörlüğündeki miktarı ve özellikle bizim damak zevkimize yakınlığı ile pişme düzeyi... Mesela bir kaç hafta önce yoldaki tabelasıyla aklımızı çelen, Gümenez'deki pek hoş mekânda yediğimiz mantı bir ân ravioli etkisi yapmıştı bende... bizim mantıya göre bir tık diri olduğunu düşündürtmüştü. Üstelik tam bir Sinop mantısı olsun diye karışık istememiştim ve üzerindeki yoğun ceviz belki de o dirilik hissini veriyordu. Bu mantı ise tam benlik ki tabağımın yoğurtlu kısmını sonraya bırakıyorum. Ama kesin olan bir şey var; daha iyisi ortaya çıkana kadar, bizce Sinop'da mantı Melahatın Mutfağı'nda yenir.
Bitirince cevizli kısmını biraz nane, biraz sumak eklediğim yoğurtlu tarafına geçiyorum. Hımmmm... muhteşem. Pişme kıvamı mükemmel, akışkan kıvamıyla üzerine eklenmiş yoğurdu lezzetli; tereyağı ve eklediğim baharatlarla ortaya çıkansa kocaman bir mutluluk. Gönlübol porsiyon nefes kesiyor. Allahtan yapılmamış bir kahvaltı var ve bunu iki öğün bir arada kabul edersek, masaya düşmemem normal.
Çay içeriz elbette. Islak bir hava. Sert olmayan bir soğuk. Sıcak bir mekân ve aradan görülen şahane bir deniz. Bir pazar günü sakinliğinde, ev sıcaklığındayız.
Ödemeyi yapıp mutfağa geçiyoruz.
"Teşekkür ederiz, çok güzeldi, ellerinize sağlık."
Virajın öte yanına niye dönmedik ki?! Bir ân yok olmuş evleri düşünerek, acaba içerilere dalsak rastlar mıyız, isteği oluşuyor bende. Muhtemelen biraz önce sahilden gelirken sokak arasından gördüğüm, şehircilikle hiç alakası olmayan ve orada ne alaka dediğim dev hastane binası nedeniyle komuta merkezimdeki kurmaylar, seveceksen eksik sev diyerek sahile atıyorlar beni. Ah bizim bu inşaat... inşaat... inşaat aşkımız. Oysa bir çok şehrimiz gibi bir tane Sinop'umuz var. Bir ta-ne!
Kahve demişken... kahvemiz geliyor! Gün usuldan usuldan açıyor. Aşıklar Caddesinin palmiyelerinin altından yürüyoruz. En bayılınası, sadeliği ve hoş mimarisi ile şehre yakışır, devlet burada hissi yaşatmayan, halka bütünleşmiş vali konaklarından biri yol üstünde. Asıl sahiplerinden sonraki hali geçmişi ile tezat ve yıkılmış Melia Kasım'ın yeri ne ola ki?! diye düşünürken bir süre önce yenilenen 117'nin kapısından içeri giriyoruz. Mekân pazar sabahı ve henüz yeni uyanan bir şehir sakinliğinde. Bir biz varız. Bir de bizi görünce kenara çekilen Abbas. Eski haliyle şimdisi arasında dağlar kadar fark olan ama her daim şehrin simgelerinden birindeyiz. Neden 117'yi de anlatmıştım enn sevdiğim kadına. Genç bir çocuk var, bir kaç basamakla çıkılan ve çok hoş düzenlenmiş, mutfak- bar kısmında. Abbas an itibari ile enn sevdiğim kadının kucağında... Hooop oradan benim kucağıma. Erkek erkeğe bir muhabbet gerek anladığım ona. Gözleri denizde... uzaklardan bir hasrete bakar gibi. Yüzünde düşünce. Bense çocukluk yıllarımı anımsatan dekorasyona ve renklere hasta! Çok beğeniyorum, bunun altını tekrar tekrar çiziyorum.
"İki filtre kahve lütfen."
Kaptanı otelin hoş teknesi 117 ile ilgileniyor. Hemen kıyıdaki otele ait şirin masalı ve banklı mini bölüm yazın gelmesini bekliyor. Tam da bu arada kahvelerimiz geliyor. Abbas yolcu!
Neden 117?!
Evvel zaman önce ama çok evvel zaman önce, henüz cep telefonları hayallerde bile yokken, belki de şehrimize TRT televizyonu yeni gelmişken numaralar; Ankara, İstanbul, İzmir gibi şehirlerde beş, bizimki gibi şehirlerde dört rakamlıyken, taşrada, küçük kentlerde manyetolu telefonlar ve üç rakamlı numaralar kullanılırdı. Yazlık niyetine yaptırıp da burayı çok sevdik, şehre dönmeyelim deyip, kaldığımız evdeki telefon da şehre 10 kilometre mesafede olmamıza rağmen üç rakamlıydı. Sonraları, teknoloji geliştikçe, beş olanlar altı, yedi, üç olanlar dörde ulaştı. Şimdi ise malum! Kısacası bu otelin 117 olan adı, telefon numarasıydı. Bana inanmazsanız şu anki telefonunun son üç rakamını bakın!
Fincanlara bayılıyorum. Mavisinin üzerindeki minicik yaldızlar, yıllar yıllar önceki kira evden ana cadde üzerindeki kendi dairemize gelen sehpaları hatırlatıyor. Duvarlara vurulmuş turkuaza yakın maviyse kıskandırmaya devam ediyor. Masa ve sandalyelere çoktan bayılmışım. Otelin eski halini de bilen biri olarak ki geçmişe sadakat duyan ben, bu otelin yenilenmesini çok ama çok başarılı buluyorum. Konumu zaten muhteşem; ama denize bakan odalar bir başka elbette. Bir sonrakinde burada mı kalsak acaba?! Ne dersin;)
Kaç saattir buradayız bilmiyorum. Bildiğim bir şey var ki yaşadığımız her dakika ve baktığımız manzara film karelik. Bu süre içinde sadece üç kadın arkadaş geldiler ve Türk kahvesi içiyorlar. Ödememizi yapıp, baristamıza teşekkür edip, elbette Abbas'la vedalaşıp, çıkıyoruz deniz kokusuna... Uğramam-ız gereken bir nokta daha var. Onsuz olmaz. Gerçi kafam karışık. Öncelikli bir isteğim var ama biraz hava, biraz da mevsim etkileri kafa karıştırıyor. Gerçi pek takmam da bu aralar ne yazık ki eklerle de aram iyi. Değişik değişik mekânlarda ekler yiyor, tercihim limonata olmasına rağmen bazıları mevsim nedeniyle menülerinden çıkardıkları için çayla yetiniyorum. Ara sokakların, yat, tekne, kotra ve bilumum deniz araçlarının küçük kopyalarını yapan mekânların, balık tezgahlarının arasından pastanelerin hasına doğru yürüyoruz. Önüne varıyoruz ki bayılınası yan sokakta kazı alanı tabelası! Gitmek mecbur gibi, iki güzel evle kalenin bu yandaki duvarları da çağırıyor. Kazı alanındaysa küçük bir su gölünden başka bir şey yok. Karşısındaki evin kapı önü çiçekleri muhteşem. Pastane biraz daha bekleyebilir...
Ve ne yiyeceğime karar verememiş biçimde giriyorum içeriye... Mantı önümü kesmiş gibi... Kararsız karasız bakınıyorum, dondurma dolabı ıssız duruyor.** O bu derken bir kararsızlık kararı veriyorum.
"Bir şekerpare lütfen."
"Bir de revani lütfen."
Sanırım abartıyorum bu kez... Enn sevdiğim kadın ucundan alıyor. Bana biraz fazla tatlı geliyor. Oysa ben ne götürürdüm bunu... Kahveyi, çayı ve kolayı uzun zamandır şekersiz içiyorum, bu hallerini daha çok seviyorum ve sanırım o nedenle "bayılıyorum." Bir çözümüm var ama! Küçükken ve sonraları da revaninin pandispanyasına bayılır, sünger gibi çektiği şerbetini bastırarak dışına atar, öyle yerdim. O an aklıma gelmiyor bu... Çile çekiyorum ama bitiriyorum. Eğlendim de üstelik.
Sinop'a veda vakti geldi... arkamızdan su döker mi acaba?! Otoparkta tatlı tatlı uyuyan, enn sevdiğim kadının pek şeker ve çekik gözlü kuşu uyanmış. Çıkıyoruz yola. Yağmur yağacak ama nerede?! Hoş sohbet gidiyoruz. Alaçam'ı geçiyor, küçük koruluğun içindeki pazara uğruyoruz. Ofis için bir şeyler alacak enn sevdiğim kadın. Dilbaz, cabbar ve halk eğitimde öğretmen abla kapıyor hemen. Bir kaç tezgâh daha nasiplendirip, reçellere falan göz atıp, park ettiğimiz ot, toprak alandan çıkıyoruz tam yola ki arkadaki araba selektör yapıyor. Yanımıza gelince de lastiği işaret ediyor. Muhtemelen bir şey batmış, az önce.
Çıkarıyoruz yedek lastiği, koyuyoruz arabanın altına, bu bir tedbir; düşerse hani krikodan! Oturtuyoruz krikoyu yuvasına destekliyoruz kuşu şimdilik. Bu bijon anahtarlarını niye koyarlar ki arabalara, demiyoruz tabii ki. Garibim bijon anahtarları, makineye karşı! Bana mısın demiyor, doğal olarak bijon. Anahtarın üzerine çıkıyorum, zıplıyorum, nafile. Akıbet belli ama yine de deniyorum, tık yok. Köylülerden yardım, bir lastikçiye telefon ki yarım saat sonra gelebilirmiş. Numarasını alıyorum, arabaya dönüyorum. Usul bir yağmur başlıyor. Arıyorum lastikçiyi, işini bırakıp geliyor. Tank paleti olsa sökecek alet edevatı çıkarıyor bagajından. Çekik gözlünün bijon anahtarına gülüyor. Ah bu otomobil fabrikaları!... Dörtlü istavrozu takıyor bijona, istavrozun ucuna kamyoncu borusunu da geçiriyor; ilk hamle tık yok. Makinenin sıktığı bijonla, kol gücü yarışıyor. İkincide Abi, ilk gırççç sesini alıyor ki önemli olan bu. Sonrası iyilik güzellik ve iyi kalpli ustadan öneriler: İstavroz bijon anahtarı almalıymışız, ama kesinlikle İzeltaş olmalıymış ve bir de boru... ama uzun. Fizik bilgisi süper. İzeltaş'ın altını bir kez daha çiziyor, biliyorum, diyorum. "Neredeyse otomobil dünyasına doğdum, orada büyüdüm ben," demiyorum ama bu durumu kibarca ifade ediyorum. Önümüzdeki ilk benzinlikte mekânı. Lastiklerdeki havayı ölçtü, eksiği olan var ki, biri takılan. Güzel bir adam ama... temiz bir esnaf. Geldi, söktü, taktı, salmadı, lastiklere hava bastı, çay ikram etmek istedi ve borcumuz ne kadar diye sorunca da 30TL dedi.
Yol boyu yağmur yağıyor. Sonuçta ben yolcu, tadını çıkarıyorum. Cumartesi ve pazar yağacaktı aslında; biz Sinop'tayken... Dedim ya, Rabbim ikimizi de çokk seviyor.
Not: Mavi pencereli ve kayıklı fotoğraf yazıda bahsi geçen, şimdiki adı ile Yakakent, benim için her daim Gümenez'deki Nigar Abla'nın Yeri'ndendir.
*Polis filmi üzerine bir yazı
**Pastanenin dondurmasından sonlarına doğru bahsedilen yazı