21 Mart 2012 Çarşamba

Muzaffer Önder Parkı ve Bir Soru

Bu parka eski belediye başkanı Muzaffer Önder'in adının verilmesini sağlayan şu anki belediye başkanı Yusuf Ziya Yılmaz'dır. Heykel de bir vefa örneği olarak onun döneminde dikildi. Bense; Muzaffer Önder'le birlikte girdiği ve kazandığı seçim hariç, iki dönemdir -partisinden bağımsız olarak- oyumu ona  vermekteyim. Üstelik önümüzdeki seçimde de büyük olasılıkla oyum onun. İki başkana da başkaları tarafından tüketilmiş bir şehri ayağa kaldırdıkları için saygım sonsuz ve şehir için ikisi de önemli bir kazanç.

Ancak, tüm bu sevme hallerimden öte, bu heykelin üzerinde yazılı öyküyü ilk okuduğum günden beri fena halde takmış vaziyetteyim. Başlangıçta ben mi yanlış yorumlayıp, duygusal davranıyorum diye düşündüm. Geçen gün pide keyfi için Tırtıl'ın kurstan çıkmasını beklediğimiz süre içinde ben, kardeş ve hafta sonu kaçamağı yapan Mussano'yla dolaşırken; bölümü gereği diplomasi dilini, üstelik İngilizcesini de ders olarak okuyan Mussano'ya da okuttum. O da benimle aynı kanaati paylaştı ve hikayenin yansıra seçilen bazı kelimelerin de çok yanlış olduğunu söyledi.

Çocukluğumun mahallesinin yakışıklı abilerinden biri olan, duyarlılığını çok iyi bildiğim Yusuf Ziya Yılmaz'ın farkında olsa izin vermeyeceği bir metin olduğunu düşündüm bunun. Zira tersine ihtimal vermemekle birlikte inanmak da istemiyorum. Metnin kraldan çok kralcı bir kalemden çıktığı kanısındayım. Bu metni CHP il örgütünün fark etmemiş olmasına da şaşıyorum.

okumak için tıklamak gerek!
Sorum şu: Bu metne   duygusal baktığım için mi gereksiz bir hassasiyet gösterip, orada bu şekliyle yer almaması gerektiğini düşünüyorum...

Yoksa gerçekten de, şehire çok önemli hizmetler yapmış ve ölmüş bir başkanın ardından dikilen  heykele yazılmış, gereği olmayan cümleler içeren  bir metin mi bu?

Not: 03.04.2012 tarihinde CHP İl Başkanlığına gidilmiş, durum bir kez de orada anlatılmış ve onların girişimleri ile 06.04.2012 tarihinde levhadaki rahatsız edici cümleler çıkarılmış, güzel de bir paragraf ilave edilmiştir.

19 Mart 2012 Pazartesi

"ben": Ben Feuerbach'da Işığa Yakalanmış Bir Tavşanım

Salonda yerimi aldığımda bu oyundan elde edeceğim en önemli farkındalığın ne olacağını henüz bilmiyordum.

Oyun üzerine yazdığım yazının altındaki ilk yorumun ilk kelimelerini okuduğumda refleksim bambaşkaydı.

Blog yazmaya başladığım ilk günden itibaren yorumları denetimli yapmamıştım. Her ne yazılırsa yazılsın yorumların yazıyı çoğaltacağını, yazıya ve okuyanlara katkı yapacağını düşündüm hep. Sonuçta yorumların nitelikleri ne olursa olsun hayatın bir yansıması olacaktı. Düşüncem buydu ve bu düşüncemden de asla vazgeçmeyeceğim.

Bugüne kadar yazıların altına çok değerli yorumlar yazıldı. O yazılar sayesinde güzel insanlar tanıdım. Benden daha farklı düşünen hatta yazıdan yola çıkarak, -elbette kendi doğrularıyla bakıp, benim yazarkenki duygularımdan ve ifade ettiğimden tümüyle zıt bir algıyla- bana çakan yorumlarla da karşılaştım. İçeriklerine, -bazen üsluplarına ilk anda canım sıkılsa da, içimde farklı tepkiler verme isteği oluşsa da- farklı bir algıyla bakarak o yönde cevaplar yazdım.

'Işığa yakalanmış tavşan' benzetmesini ilk kez, farklı bir bakışla değerlendirildiğinde öfke ve nefret yaratacak bir eyleme maruz kalmışken özünü fark ettiğim, bir anıyı anlattığım, Acıyı Bal Eylemek başlıklı yazımda kullanmıştım.

'Hayat öğrettiriyor,' devrik yapısına rağmen benim kullanmayı en sevdiğim ifade edişlerimden biridir. İnsana dair ne varsa sorgulamayı seven, karşı olduklarına dahi kendi gerçekleri ve mantıklarıyla bakıp sonuçlar çıkarmaya çalışan, bunların her birinden bir şeyler öğrenen ve bu öğrenmenin sürekliliğine inanan ben; oyun üzerine yazdığım yazının altındaki yorumu da bakış açılarımın birbirleriyle çatışan farklı ruh halleriyle değerlendirdim.

Ona, ilk okuduğum anda tıpkı önüme koyulmuş bir telefon tapesi gibi, yazanın duygusunu hiç gözetmeksizin, en düz haliyle ve bende yarattığı ilk duygu ile baktım. Onu, içeriğinden çok yazımdaki göndermelerim üzerinden ve -yeni tartışma anlayışımızın pek popüler kelimelerinden biriyle söylersem- direk bana çakan bir yorum olarak aldım.

Önce bana çakana çakmak refleksim öne çıktı. Bir iki saniye içinde benlerden biri olaya el koyup reflekse çelmeyi taktı. Yorum bir telefon tapesi duygusuzluğundan sıyrıldı, ete kemiğe büründü. Baktığım her kelime bir bedenin kulağı, saçı, boyu, gözü olmaya başladı. Gözlerim bedenin yüreğine saplandı. Oradaki emeği ve o emeğe yaptığım haksızlığı gördü. Yoruma ilk baktığımda sahibinin farklı biri olduğunu düşünürken... gördüğümde anlamıştım! O anda aklıma gelen ilk eylem bir çiçek alıp yorumun sahibine ulaşmaktı.


Papazın ızgaralı bölmesinde,  göze girmeye çabalayan tüm iyi hallerim anlamını yitirdi. Mesela o günah çıkarma merasiminde; yaşımın kemale erdiği bir günde,   kahvemi içerken işlemlerimi yaptırma imkanım olmasına rağmen  sıraya girdiğim bir bankada, tam da işlem yaptırma sırası bana gelmişken  yaşlı bir teyzenin  gerekçesi ve ricasını başımla onayladığım anda  arkadaki  insanlara haksızlık yaptığımın farkına vardığımı, aslında dönüp onlardan da izin almam, izin vermezlerse de sıramı teyzeye verip en arkaya geçmem gerektiğini öğrendiğimi ve bunu bir daha asla yapmadığımı ...  hayatım boyunca üzerinde adım yazılı bir  kartvizitim olmadığını, hediye olarak getirilmiş  adımın ve  soyadımın yazılı olduğu kimi pirinçten, kimi ağaçtan objeleri masamın üzeri yerine yan raflara ve görülmeyecek yerlere koyduğumu, gerek iş ilişkilerinde gerekse başarı alanlarında ben kelimesini hiç kullanmamış biri olduğumu anlattım.

Yani dedim ki papazın ızgaralı bölmesinde ve  bir günah çıkarma merasimi esnasında: Ben emeğe karşı çok duyarlı bir insanım.  Bireysel başarılarımın tadını  tüm insanlarımın adlarını öne çıkararak yaşarım.  En sevdiğim kelime "biz"dir.

Bütün bunları kendimi işin içinden sıyırmak, oluşmuş alışkanlıklarımdan dolayı suçu algıma, pratik kazanmış davranış biçimlerime yüklemek için yaptım. Yine de tüm savunma çabalarım, doğrularım, güzel adam olma hallerim; değil önünde günah çıkardığım papaza bana bile yetmedi. Yaptığımın kusur olduğu gerçeğini hiç bir şey değiştirmedi. Meselem, kast'ı yazmaya karar verdiğim anda orada olmayı hak eden bir ismi eksik yazmış olmam değildi.

Hayatın boyunca okuduğun kitaplardan, izlediğin oyunlardan çeviri yapmış üç insanın adını say dediklerinde verecek bir cevabım yoktu. Mesele bu duyarsızlıktı, fark etmemişlikti.

Elbette verebileceğim adlar vardı. Ama onlar kitaplarından, yaptıkları başka işlerden, medyadan tanıdığım bir kaç kişiydi. Onların adını referans alarak yazarını tanımadığım bir kitabı değerli kılabiliyordum. Oysa; çoğu zaman bakmadığım, kitapların altına sıkıştırılmış çevirmen adlarından herhangi birini dilimin ucuna bile getiremiyordum. Aklıma kazınmış ve bir başka kitabı almama neden olan bir tek çevirmen adı bile yoktu akıl defterimde.

Üç gündür çok keyifli dakikalar yaşadığım her mekanda bu suçtan sıyrılamıyorum. Kendimi hiç bir duvarın arkasına saklayamıyorum, bütün savunma hatlarım bir bir yıkılıyor. Bütün o yazarları, onların güzel ve yüreklerimize kazınmış cümlelerini çevirmenlerin emeği sayesinde hazinemize kattığımızın farkına bugüne kadar varmamış oluşuma kızıyorum. Üstelik onlar sadece cümleleri çevirip telefon tapesi gibi duygusuzca koymuyorlar önümüze. Onlar, onlarca duyguyu da çeviriyorlar. Duygu ve insan kelimesini yan yana getirdiğinizde işin ne kadar derinlik, birikim, duyarlılık ve enginlik gerektirdiğini anlıyorsunuz.

Yorumdaki - içinde haklı bir serzeniş de barındıran- sorulardan biri  "Yoksa siz Trabzon Devlet Tiyatrosunun sahneye koyduğu oyunu Almanca olarak mı izlediniz?"di...

Refleksimi harekete geçiren kelimeler: "Siz! Siz kimsiniz?" di.

Ben: Sayın Sema Engin- Edinsel tarafından dilimize kazandırılmış, onun duyarlı çevirisiyle tadına vardığım, derin ve lezzetli cümlelerin yer aldığı güzel oyun Ben Feuerbach'ta ışığa yakalanmış, bundan da çok memnun olan, biraz daha büyümüş bir tavşanım.


*Papaz ve günah çıkarma benzetmeleri captaiin'in Kar adlı yazısında kullandığı, çok sevdiğim ve bu yazıda kullanmaktan çok zevk aldığım ifadeleridir.

15 Mart 2012 Perşembe

Ben Feuerbach

Salona son dakikada giren...

Cep telefonuyla ışıklar sönene kadar vedalaşamayan...

Gün boyu aksırıp tıksırmazken -ne hikmetse- sesizliğin hakim olduğu mekanlarda sürekli aksırıp tıksıran...

Boğazındaki balgamı dışarı çıkarma ayılığını göstermese de arada bir onu gırtlağından alıp ağızının içinde gezdiren...

Oyun değil de tür seçen...

İçinde mizah değil de elma şekeri türünden komiklikler olan oyunları seven, tiyatroyu onlardan ibaret sayan...

Dekora bakıp oyunun soyut olduğu yargısıyla kafadan kopan...

Uzun kitaplardan...

Uzun diyaloglardan...

İnsan ruhunun karmaşık yapısından....

Normallikle delilik arasındaki kan bağından hoşlanmayan..

Yaşamın bazen göğe, bazen yerin yedi kat altına uzayan farklı basamak aralıklarına sahip merdivenlerden oluştuğunu bilmeyen...

Öküzün altındaki buzağıya baktığında dahi orada olanı fark edip; bir tat, bir sonuç çıkaramayan...

İzlediğine, dinlediğine, okuduğuna emek vermeyen...

Hayatı kısa mesaj tadında yaşayan biriyseniz:

Sakın ola ki bu oyuna gitmeyin.

Hatta bu yazının devamını okumayın!

Çünkü:

Hikayenin ruhuyla doğrudan ilişkili, oyunun bütünlüğüne ciddi katkı veren, oyundan kopan izleyiciyi dahi meraklandırıp dirilten dekorları...

Dekor, kostüm, ışık, aksesuar bütünlüğünün sahnede hakim kıldığı rengi...*

 Salonu şaşırtan, geren, ne yapacağını bilemez hale getiren açılışı...

Ayşe Önder tarafından yapılmış etkili müziği...

Tankred Dorst'un müthiş gözlemler içeren, yer yer algılamakta sorunlar yaşatan, -insan ruhunun karmaşıklığı gibi- derin cümlelerle dolu metni...*

Çok ama çok başarılı oyunculuk* performansları yüzünden:

Ortaya koyulan emeğe koşulsuz saygı duyan, -sevmediği türden de olsa- bu oyunun başarısını fark eden, bunu finaldeki alkışlarıyla dile getiren  kalabalığın içinde her tıkırtınız, her olumsuz hareketiniz; garip bir büyüsü olan, "Tiyatro işte budur!" dedirten, Yurdaer Okur'un farklı bir lezzetle yönettiği Trabzon Devlet Tiyatrosu'nun oyunu Ben Feuerbach'ta; başka hiç bir oyunda farkedilmeyecek kadar açığa çıkıyor, ışığa yakalanmış tavşan halini alıyorsunuz.

Ve işin daha kötüsü, sahnedeki akışkanlık gerçek izleyiciyi öyle sessiz kılıyor ki ve bazen "siz" dahi elinizde olmaksızın oyuna teslim oluyorsunuz.

1 saat 40 dakika süren,  ara vermediği için ızdırabınızı erkenden sonlandıramıyacağınız bir oyun bu! Eğer okumayı kesmeyip de buraya kadar gelebildiyseniz; uyarmak isterim!

Sizi değil; "sizi".


*Çeviren: Sema Engin- Edinsel
*(Yalan Dünya'nın Çağatay'ı) Hakan Meriçliler,  Elif Şeker Saka ve Emre Ön
*dekor- kostüm-  Efter Tunç, ışık- Yüksel Aymaz, aksesuar- Ömer Karaoğlu

*"ben": Ben Feuerbach'da Işığa Yakalanmış Bir Tavşanım

10 Mart 2012 Cumartesi

Harbi LEZZET

Şehir güzel çok mekana sahip olmasına rağmen "Zevkten parmaklarımı yedim." dedirtecek ürün sunan ya da yaptığı herhangi bir yemeği "Budur!" dedirtecek noktaya çıkartabilen yeteri kadar lokantaya sahip değil. Gerçekten ülkenin farklı şehirlerindeki farklı mekanlarda öne çıkan lezzetlerle yarışabilecek, onların tadını silip kendi tadını damaklara kazıyabilecek,  dolayısıyla kendine özel bir yer edinebilecek lokanta sayısı çok az. İşte bunlardan bir tanesi Lezzet.


Pek çok yeme içme meraklısı tarafından bilinen, yolu Samsun'a düşenlerin uğramadan geçmediği yerlerin önde gelenlerinden biri, bu küçük ve sevimli mekan.  Onu özel yapan da,  Tırtıl'ı bu lokantaya ilk götürdüğüm gün, lokantadan çıkıp da neredeyse 500 metre yürüdükten sonra  kurduğu "Ne dönermiş be! Damağımda hala tadını, odunun kokusunu hissediyorum" cümlesinde -en gerçek ve en saf- tanımını bulan Lezzeti.


Etle buluşan odunun damaktaki kokusu, son derece lezzetli ve incecik lavaşın -özel istek üzerine- yağlanıp ocağın kenarında hafiçe kızartılmış çıtırlığı, yine  isteğiniz üzerine -dönerci deyimiyle- tabağınızdaki kebabın alttan yağlanmış hali; tıpkı bitimi on numara, dengeli bir şarabın aklınıza kazınacak tadı gibi.


 87 yıllık yerinden taşınacak bu lokantanın son gününde Tırtıl'la birlikte ve büyük bir keyifle yerken dönerlerimizi, burayı değerli kılan unsurlardan birinin ayran olduğu konusunda hemfikir olduk. Biz bir  lokantanın kendi ayranını kendi yapıyor olmasını çok değerli buluruz. Tabii ki kendi ayranım diye marketlerde satılan fabrikasyon yoğurtlardan alıp yapanları değil. 

Tarih kokan, pek çok anıyı barındıran  fotoğrafların yeni mekana taşındıkları için boş bıraktıkları duvarın önündeki eski masalarda son kez yenilen dönerin bu son gününde, bir müşterinin servis edilen doğal ayranı geri gönderip de hazır ayranlardan istemesine acaip ayar olduk.

Perşembe/ Yalıköyde -külde demlediği çayı ile meşhur- Saçlı'nın;  gelen çaya fazla şeker atmak isteyen ve adını duyduğu bu mekanı merak eden bir misafirimin önündeki çayı almasının ardından  "Bal içeceksen yeri burası değil." demesinin -onun kendine has üslubunu bilmeyenler açısından ne kadar yanlış bulunursa bulunsun- özünde doğruluğu üzerine düşündüm. Bu tür, yaptıkları ürüne saygısı olan, ona kendi üsluplarını katan mekanların sırf ticari kaygılar ve müşteri memnuniyeti yüzünden ödünler vermesini, rekabeti başkalarına benzeyerek yapmalarını hiç bir zaman doğru bulmadım. Çünkü tüm yedikleri içtikleri, raf ömrüne endekslenmiş ürünlerden oluşan çocukların, gerçek tadlarla buluşabilmelerinin tek imkanının, geleneklerini koruyan bu tür yerler olduğuna inandım.


"Anılarımda yer etmiş eskinin bir lokantası yıkıldığında veya yer değiştirdiğinde yeni yerine gitmem, yaşadığım tadı severim, bozulsun istemem..." cümlelerinin altını yaşamı boyunca kalın kalın çizmiş ben ilk kez babamla geldiğim, sonra kendi çocuklarımı getirdiğim bu mekana onların da çocuklarını getirebilmesini çok isterdim.

Aynı gün yine 87 yıllık bir pastanede tatlı keyfi yaparken gördüğü şemsiye çikolatalardan alan Tırtıl'ın, onu yerken kurduğu cümleden daha güzel hiç bir şey anlatamaz, "eğitim şart" vurgusunun ne olduğunu: "Ben bir gün Belediye Başkanı olursam, kesinlikle bu güne kadar yediğim çikolata ve gofretlerden sattırmayacağım. Bütün raflara bunlardan koyduracağım."

Lezzet  Lokantası, yine Saathane Meydanında, eski yerinin 15 metre uzağında daha büyük ve daha modern bir yere taşınıyor. Tabii ki onun dönerinden - tadını koruduğu sürece- vazgeçmeyeceğiz.

Çünkü: Büyükşehir Belediyesinin Saathane Meydanını yeniden düzenlenmek için oluşturduğu proje yüzünden 87 yıllık yerini kaybetmemek için hukuk savaşı veren şu anki kuşak; tarihsel geçmişlerini bir kenara bırakıp lokantalarından vazgeçen mirascılardan, mevcut yerlerini bankalara kiralayan lokanta sahiplerinden olmadıkları, bir geleneği ne olursa olsun devam ettirdikleri, tarihsel sorumluluklarının farkında oldukları için saygıyı fazlasıyla hak ediyorlar.

9 Mart 2012 Cuma

Sahici Sevmeler Üzerine

Ayakları kıbleye uzatılmış ölü bir çocuğun kefenlenmeyi bekleyen vücudunu anımsatmaktaydı şehir. Kül rengi saçlarının arasında yaşlarını saklayan kadınlar görüyordum, buzdan nefesleriyle. Aydınlatmaların geceye şaibe düşürdüğü, musalla taşından bir garda elimde valizimle, kalkmakta olan otobüse koşuyordum. Öylesine hızlı koşuyordum ki, yetişememekten öylesine korkuyordum ki, o anda ne yırttığım kalabalık, ne omuzladığım insanlar, ne ciğerlerim, ne de dizlerim…

Otobüs, beni, varmayı delicesine arzuladığım başka bir şehre götürecekti, evime. Daha önce evime gitmeyi hiç bu kadar yürekten istememiştim. Şimdi ailemi görmek, onları gözlerinden ellerinden öpmekten, şehrimle hasret gidermekten başka bir hissi taşımaktaydım ceketimin iç cebinde.

Yetiştim. Yerime yerleştim. Kalbimi sağlama aldım, yüksek atışlarını sakinleştirdim. Ve uçsuz bir karasallıkta yol almaya başladım. Aklımda tek bir endişe husule gelmişti, sabahı bulamadan evime varamadan ölmemeliydim.

Ölmedim.

Şehrim, dantel dantel kirpiklerini dökmüş, zencefil kokusu sürünmüş, inciden dişleriyle kucağını açmış beklemekteydi.

Selamlaştık.

Şehrimde 7 gün kadar kaldım, evimde ben gideli eşyaların yeri değişmiş, masaya bir tabak eksik koyulmaya alışılmıştı.

Mühim değil.

Tam 7 gün o evde neden bulunduğumu, asıl sebebimi ve iç cebimdeki emaneti, kimselerin bilmediği bu niyeti düşünüp durdum. Planladım, vazgeçtim, tereddüt ettim, heyecanlandım, utandım. Ama 7 günün sonunda tüm cesaretimi toplayıp, bir pazar sabahı, babamı beni dışarı çıkarması için ikna ettim.

Kireç renginde inceden yağmur, gümüşten denize eşlik etmekte, tüm kıyılar uyumaktaydı.

Yarım saat kadar sahil şeridi boyunca bir otomobilin içinde yol aldık birlikte, tüm zamirlerin anlamını yitirdiği bir an; babam ve ben. Her kırmızı ışıkta yüreğim zangırdadı. Konuşacaklarım vardı, içimde tane tane biriktirdiklerim. Doğrusu onun da duymayı bekledikleri vardı ama ikimizde bu kandırmaca esnasında birbirimizden habersizmişçesine, öylesine susuyorduk.

Yaklaşık 1 saat geçmişti. Eve dönmüştük, yol bitmişti, her şey bitmişti, her şey anlamını yitirmişti, utancıma yenilmiştim sanki artık elimdeki tek fırsatı da kaybetmişçesine duran araçta çivilenip kaldım. Bir cesaret örneği göstererek inmek üzere olan babama oturmasını rica ettim ve beni meraklı gözlerle süzmesini izledim.

-Baba, lütfen otur. Sana söylemek istediğim bir şeyler var.

Gözlerindeki merak, benim hüzünlü, çok stresli ve boğuk ses tonumla endişeye dönmüştü. Oturdu, olduğu yerde ön camdan dışarıyı izledi bir müddet, sonra bana döndü.

-20 yaşındayım baba. Bu demek oluyor ki 20 senedir geç kalmışım baba. Bu şehre niçin geldim biliyor musun baba? Bu sefer eve neden geldim biliyor musun? Hayır, bilmiyorsun baba. Hayır, sen hiç bir şey bilmiyorsun? Ben sana bir şey söylemeye geldim baba. Çok uzun zamandır dilimin ucunda zikretmeyi düşündüğüm ama bir türlü ağzımdan çıkaramadığım cümleyi söylemeye geldim. Senin için geldim baba.

Fena halde korkmuştu, endişelenmişti ki gözleri fal taşı gibi açılmıştı, o an hastalıklarından birinin meyletmesi ihtimali çok yüksekti.

-“Ne oldu captaiin” dedi, titrer gibi.

-Ben seni çok seviyorum baba. Öylesine çok seviyorum ki, senin benden bu cümleyi bu vakte kadar hiç duymamış oluşuna üzülüyorum. Bu geç kalmışlık hissi, bu mesafeler, bu yüreğimdekiler ve ertelenmişlik cüzzam gibi yaralıyor aklımı.

Birkaç saniye sustu, yüzündeki bembeyaz ifadenin yerini hafiften bir gülümseme aldı. Elleriyle başımı tuttu, eğdi ve beni alnımdan ilk kez öptü. Bende seni çok seviyorum kızım demişti. Babam bana ilk kez sevdiğini söylemişti. Salt sevgi buydu, bu diğer hiçbir erkeğe söylenen türden değildi. Bu yeniden varoluşun arifesi gibiydi, kocaman bir yükü sırtımdan indirip soluklanmak gibi. Başucumda babamın olduğunu ve halen yaşadığını bilmek hissi…

Gözlerim ıslanmış, hıçkırıklarla ağlamıştım.Ölmemiştim, babama bu cümleyi bir kerede olsun sarf etmeden ölmemiştim.

Ve benim çok ciddi, çok mesafeli, neredeyse benimle hiç bir şey paylaşmayan, konuşmayan, çok hasta, çok mutsuz babam bir pazar günü bir kaç saatliğine de olsa mutlu bir adamdı.

Emaneti teslim etmiştim, artık geri dönebilirdim.

2 Mart 2012 Cuma

Yarım Kalan Bir Aşkın Hikayesi: Yeşil Gözler

Aşkla, özgürlük halef seleftir;
Tıpkı güneşle ay gibi,
Tek tek ikisi de güzel olduğu halde,
Bir arada var olmazlar..
Biri doğdu mu, diğeri silikleşir.
Aşk boyun eğip kalmaksa,
Özgürlük alıp başını gitmektir..
Ya gönüllü itaat,
Ya nihayetsiz seyahat…
Seyahati seçerseniz;
Aşk şapkasını alıp gidecek..
Aşka düşerseniz,
Özgürlüğe yolculuk bitecek..
Çünkü nasıl özgürlük aşkın zeminiyse,
Aşk da özgürlüğün finalidir…

(Can Dündar)

Geçtiğimiz yıl Erasmus'umun deli dolu günlerinden birinde:

Aklımın bir ucunda hala o bir çift yeşil göz var. Nereye baksam onları arıyorum. Sanki şu anda kompartımandan dışarıya adım attığımda trenin koridorlarında onlarla karşılaşacakmışım gibi hissediyorum. Ancak öyle bir ihtimal yok. Henüz farkında değilim; ancak seçimimi çoktan yaptım ben. Bencil davrandım, özgürlüğü seçtim. Bundan sonrası imkansızı zorlamaktan başka bir anlam taşımıyor. O bir çift yeşil gözü aslında daha bulduğum gün Varşova'da bıraktım ben! Şu anda da Viyana'ya gidiyorum. Olsztyn'den kalkan trenin Varşova istasyonunda durması benim inip, o yeşil gözlere kavuşacağım anlamına gelmiyor. Buradan binecek yolcuları aldıktan sonra beni o yeşil gözlere değil, hayat yolculuğumun bu noktasında görülmesi gereken yeni ve önemli bir kente götürecek.

Saat gecenin 11'i. Acaba şu anda ne yapıyor? Varşova'daki hemen hemen tüm eğlence yerlerini ezbere biliyorum artık. O yalnızca bir tanesine gider. Bense oraya yalnızca bir kez gittim. Bundan sonra her gece oraya gitse bile beni, bir çift siyah gözü tekrar göremeyecek. Ben de onu, o bir çift yeşil gözü göremeyeceğim. Çünkü seçimimi çoktan yaptım; sadece henüz bunun farkında değilim.

Tanışmamızın üstünden iki hafta geçti. O gece dört saatlik ilk beraberliğimizin ardından hiç buluşamadık. Ben yolda olmayı seçtim, o da sorumluluklarından taviz vermedi. İkimizinde hayatla ilgili kendimizce planlarımız var. Sadece hayatın akışı izin verdiği ölçüde birlikte vakit geçirebiliriz. Ya da sürekli beraber olabilmek pahasına yaşamlarımızdan ödünler vermeliyiz. Yalnızca şu an ikimizde bunun farkında değiliz.

Trenin garda durakladığı esnada amaçsızca dışarıyı seyrederken çaldı telefonum. Arayan oydu. Elim ayağıma dolandı. Şu anda ilk tanıştığımız yerde ve beni çağırıyor. Bundan daha kötü bir zamanlama olamazdı! Sanki hayat beni bir seçim yapmaya zorluyor. Neden iki haftanın peşine, tren tam da Varşova'da durmuşken beni arıyor? Psikolojim allak bullak, ya önceden ödemesini yaptığım, herşeyini planladığım bu turu yakacağım; ya da onu reddedip Viyana'ya gideceğim. Seçim yapmak için birkaç dakikam var. Yolda olmayı seçiyorum. Seçmek zorundayım. Onu daha sonra bir şekilde birkez daha görebilirim; ama Viyana'yı göremem. O an, tren yeniden hareket etmeye başlamadan birkaç saniye önce aklımdan geçenler bunlardı.

Viyana'yı gördüm; ama o bir çift yeşil gözü bir daha, ne kadar çabalarsam çabalayayım hiç göremedim. Okşadığım o narin kumral saçları bir daha hiç koklayamadım. O da bana yarım yamalak türkçesiyle: “Selam, Nasilsin?” diyemedi.

İki ay sonra, Türkiye'ye dönüşümden birkaç gün önce bana şu satırları yazdı. Silmedim, hala telefonumun belleğinde duruyor:

“You didn't do anything wrong. Maybe my behaviour was strange, but i'm always afraid of farewell. Erasmus people are here just for a while

Sen yanlış hiçbir şey yapmadın. Belki benim davranışım garipti; ama her zaman vedalaşmaktan korkmuşumdur. Erasmuslar çok kısa bir süreliğine buradalar


Bugün o yeşil gözleri göreli neredeyse 1 yıl oldu:

Haklıydın biliyorum; artık gerçekleşmesi çok daha zor ama seyahatimin sende noktalanmasını istiyorum. Tam bir senedir bu duyguyla içim içimi yiyor. Kimse bilmiyor, belki sen de çoktan unuttun; fakat ben hala o bir çift yeşil gözü arıyorum.

29 Şubat 2012 Çarşamba

Amok Koşucusu

Amok, Doğu Asya ülkelerinde ve özellikle Malezya'da aşırı alkol tüketimi sonrası kontrolden çıkıp, karşısına çıkan ne varsa ezip geçerek hiç durmadan koşan insanlara verilen addır. Bir Amok, bizce mantıklı ya da mantıksız önemi yok, sadece kendince belirlediği bir amaç uğruna en sonunda kendi ölümüne koşar.

Yıllarca sarayın gözdesi olarak yaşamış bir düşes... Uzak bir dağ köyüne, bir nevi sürgüne gönderilir. Gururunu koruma mücadelesi, itibarını geri kazanma yolunda dibe batarken boşu boşuna çırpınmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Bilinmedik topraklarda savaşın içine sürüklenmiş onurlu bir subay...Yaşamak için tek bir şansı olduğunu düşünür: Yıllarca büyük bir gururla taşıdığı ülkesinin askeri üniformasını kalleş düşmanınkiyle değiştirmek! Verdiği bu tek; ancak önemli ödün onu yaşamından edecektir.

Yaşıtları üniversitede öğrenim görürken, hala lisede okumak zorunda kalan bir genç. Gurur mücadelesi, iç hesaplaşmaları ve bir anlık öfkesi onu bir amok yapacaktır.

Hayatı büyük çalkantılarla geçmiş bir doktor. Çok uzaklarda bir ülkeye herşeyden uzaklaşabilmek düşüncesiyle tayinini ister. Herşeyden kaçacak; ancak kendinden kaçamayacaktır.

Tek gayesi çalışıp, biriktirebildiği kadar para biriktirmek olan, hayattan kopuk yaşayan bir hizmetçi. Hayatta bağlılık duyduğu ilk ve tek insan farkında olmadan onu uçurumun kenarına itecektir.

Zengin bir adam. Herşeyi parayla satın alabileceğini düşünürken, karısının sevgisini kaybeder. Aşk yolculuğu peşinde herşeyini yitirir. Lüks otel lobilerinden, meyhane köşelerine sürüklenen bir hayatın öyküsü.

Evinden binlerce kilometre uzakta sebebini bile bilmediği bir savaşta yer almak zorunda bırakılan bir adam. Karısına ve çocuklarına dönebilme mücadelesi kursağında bırakılacaktır.

Stefan Zweig'ı favori yazarlarım arasına sokan Amok Koşucusu, babamın gelenekselleşen yılbaşı hediyelerinden birisi olarak kitaplığımdaki yerini aldı.

Zweig şimdiye kadar okuduklarım arasında insan psikolojisine en hakim yazarlardan biri. İnsanın sevinçlerini, değerlerini, korkularını ve en önemlisi onu çöküşe götüren süreçleri iyi gözlemlemiş bir adam. Dolayısıyla "Amok Koşucusu"nu okurken etkilenmem normaldi. Normal olmayansa gerilimli bir düzlemde ilerleyip sonu intiharla biten tüm bu hikayelerin, satır aralarında yaşama sevincine yönelik göndermeler yapabiliyor olmasıydı.

Amok Koşucusu, gecenin bir saati bir solukta bitirmeme rağmen bir süre daha elimde kalan, inatla elimden yatağa düşmeyen kitaplardan biri oldu. Sanırım bir ara tekrar okumam gerekecek.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP