Filmin Son Günü
Film, bir ilk film olduğu için zaten bir beklenti oluşturabilecek arka plandan yoksundum. Kar var, çok severim, e köydür, çok güzel, ayılar mı var acaba, metafor mu, bilemiyorum ikisi de benim için uygun, şöyle güzel bir hikâye de varsa, oyunculuklar da ne kadar kötü olabilir… di.
Büyük oranda da böyleydi, kar, köy, ayı, oyunculuklar, görüntüler, görüntü yönetmenliği, renkler çok güzeldi. Ses çok mu patlıyordu, bizim salonda mı sorun vardı bundan çok emin değilim ama müzikler de oldukça güzeldi. Fakat bunca güzellik klişelerin arasında boğuldu gitti? Zaten 1 buçuk saatlik film, seyirciye sürekli yürüyen karakter izletmek bence bir sorun. Köye gelip de umduğunu bulamayan idealist okumuş insan bence bir sorun. O yokluğu, yoksunluğu, cehaleti ya da inadı, karın ortasındaki hiçliği, köyde anlatılan, inanılan efsaneleri, hikayeleri, mitleri hissettirememiş olmak büyük bir sorun. Bunlar yüzünden de film hayal kırıklığıyla sonlandı ama sonunu beğendim.
Sevgili Elisabeth Vogler'in film hakkındaki yazısından..
Ne yazık ki klasik sinema alışverişimi yapamıyorum çünkü istasyona vardığımda bana yanmakta olan kırmızı nedeniyle ve -bir kez daha çocuklara kötü örnek olmamak için- karşıya şıp diye kırmızıda geçen iki genç kızın aksine yeşili bekliyorum ki o sırada aslında pek sevmediğim modeldeki tren istasyona yaklaşıyor ve hız kesiyor. Beğenmediğim de olsa film saati öncesindeki abur cubur alışverişlerim için yetişebilsem binecektim. Mesele zaman. Bir sonraki için bekliyorum, biraz telaşlıyım ritüeller eksik kalacak diye ki tren uzak virajdan çıkıyor, enn sevdiğim, üstelik bir genç kadın kullanıyor. Okulların açıldığı belli ama! Şansıma bir yer buluyorum, bir sonraki istasyonda yine öğrenciler... tatlı çocuklar, kulaklarım onlarda.
Şimdi AVM'deyim. Hızla sinema katına çıkıyorum; hareket halindeki yürüyen merdivenleri de adımlayarak. Gişelerin önünde Allah'ın kulu yok; bir gişe açık ve oradaki genç kız da can sıkıntısından bir hâl olmuş.
"Kar ve Ayı için bir bilet lütfen..."
"D-3 lütfen!"
Genç kız uyarıyor:
"Salondaki klima çalışmıyor."
Uyarı için teşekkür ediyor, benim için sorun olmayacağının da altını çiziyorum. Salonların olduğu kata hemen çıkmıyor, filme 15 dakika varken sinema klasiklerim için Migros'a inip dönebilir miyim hesapları zihnimde nakarat halindeyken hamle yapıyor, bir kaç adım sonra da kasaların önünde olma ihtimali kesin kuyruklar gözümde canlanıyorlar ve kendini boşuna yorma diyorlar bana. Dönüyorum!
Sinema katında da bir Allah'ın kulu yok. Çünkü kısmen kalabalık yapan, paralara kıyıp kola ve koca koca mısırları alabilen ve memleketin halinden dolayısı ile memnun olan ama halkımızın neden mutsuz olduğunu da anlamayan, o halkın ellerindeki paranın pul olduğunu fark edemeyen, mevcut liderin aşığı, üstelik ellerindeki euro'ların şımarığı kitle de -çok şükür ki- dönmüşler.
D-3'ümle kucaklaşıyoruz, iki hafta Başka Sinema filmi gelmeyince görüşemedik kendisiyle, hasret büyük... Az önce dışarıda bizim salon 6'ya yakın oturan blucinli abla şimdi salonda ve benim 5,6 sıra arkamda... Kendisi yeni anneanne olmuş, buralı değil, doğum için gelmiş ve sinema onun için bir nefes ânı... Sonuçta salonda biz bizeyiz, abla telefonun öteki ucundaki arkadaşı ile özgürce konuşabilir ki öyle yapıyor ve ben konuya bütünüyle hakim durumdayım. Lakin salonun ışıkları yanmıyor ve abla bu duruma kızdı. Bunu sesle de ifade etti ve tam da o sırada ışıklar yandı ama zaten perdede de reklâmlar ve fragmanlar akmaya başlamıştı ki salon ışıkları da aynı hızla söndü.
Klima arızalı ifadesinden aslında çakmıştım köfteyi. Bomboş salonlar zorunlu olarak masraflardan kısıntı gerektiriyordu ki bunu en iyi anlayacak olan halk da bizdik; yani cebinde pul olmuş TL bulunduran insanlar. Koca bir grup olan, Güney Kore'li sinema işletmecileri dahil ceplerimizdeki para TL idi. Bilet fiyatlarının uçmuş hali cepleri yakmış, insanlar çoluk çocuk salonlardan çekilmiş, doğal olarak işletmeci de personel sayısını düşürmekle sorunu çözememiş artık klimaları kapatır ve ışıkları da çok kısa süreli yakar hale gelmişti.
Şimdi gelirsek sadede... Filmin açılış sahnesine ve ablanın o doğa ve yol koşullarında araba sürüşüne ve drone kamera ile yapılan çekimlere bayıldım; üstelik bizim salonda ses problemi yoktu, sesler, müzikler, doğa şırıl şırıl akıyordu! Lakin benim bile gözümün almayacağı hava, doğa ve yol koşulları altında köye atandığını öğreneceğimiz ablanın asfaltta gidermiş şekilde ve sular seller gibi virajları alışındaki hıza ve arabayla devam edişine ukalaca bir bilmişlikle "Hadi canım sen de," dedim. Belki de kıskandım. Çünkü şehrin en hızlı sürücülerinden biri olarak kendimi direksiyondan bir süre önce emekli etmiştim.
İlk yarıda filme girmekte biraz sorunlar yaşamadım değil; iki arada bir deredeydim. Merve Dizdar'ı ilk kez Tamirhane'de izlemiş ve performansına ve de tiplemesine bayılmış, altını çizmiştim. Hemşire abla rolünde ve filmin genel akışında muhteşemdi. Hakeza görüntü yönetimine, ve elbette kadın yönetmen Selcen Ergun'a ve geleceğinin çok parlak olduğunu düşündüğüm genç oyuncu Derya Pınar Ak'a ve filmde olan yan oyuncular dahil, figürasyonlarda biraz eksiklikler olsa da bayılmış; bünyemdeki eleştirmen ukalayı film kapı dışarı edip beni en candan haliyle içine buyur ettikten sonra da zevkten ölmüştüm. Ve ayrıca doğayı filminde bir oyuncu haline döndürüp neredeyse başrole taşımayı başaran yönetmen Selcen Ergun başta olmak üzere, filme emek vermiş görüntü yönetmeni Florent Herry ve tüm emekçilere finalde tek tek teşekkür ederek, koskocaman bir alkış yollamayı da ihmal etmedim.
Filmsever değil aksine sinemaseverim diyen herkese de -katlanamayacak olsalar bile- bu filme bir göz atmalarını -şiddetle- tavsiye edebilirim!
Film bittiğinde, belki de erkenden salonu terk ettiklerinde; bu muydu, diyerek bana saydırma olasılıklarını da göze alarak!