24 Ağustos 2023 Perşembe

Sting'i Nasıl Bilirsiniz?

Güzel bir tatil gününde elinizde kahve kokusu, önünüzde bir kitap ya da bir dergi, belki de günlük gazetelerle süregiden neşenize müzik de eklemek isterseniz, buyurun: Sting'in duru, romantik ve büyüleyici sesinden keyifli bir zaman yolculuğuna...* Cümlelerini kurmuştum bundan uzun yıllar önce...

Ani bir kararla blog yazmaya başladığım dönemdeki ilk yazılarımdan biriydi. Oysa Sting'le tanışıklığım çok eskiye dayanıyordu ki henüz Sting olmamıştı. Dönemin güçlü ama taze gruplarından biri olan, bir dönem ortalığı kasıp kavuran The Police adlı grubun bas gitaristi, aynı zamanda da solistiydi. En iyi bateristlerden biri kabul edilen, sonraki yıllarda başka müzisyenlerce Bateri Tanrısı olarak adlandırılacak Stewart Copeland ve gitarist Andy Summers ile birlikte fırtına gibi esmeye başlamışlardı.

Elbette benim de onlardan uzak durmam olanaksızdı!


O sırada yabancı müzik dergilerinden birinde albümlerinin çıktığını görüyorum. O yıllarda İsmail Cem'in genel müdürlüğündeki TRT televizyonu efsane. Dolayısı ile müzik programları da... Üstelik ülkede her tür yabancı dergiye ulaşmak mümkün. Bir finansman bulma dönemim geride kalmış, arabayı artık ehliyetli kullanır olmuş, projeler üretmiş ve o projeleri öne atarak da Amerika'da okuma hayallerimi somutlaştırıp alana döker olmuşum.

Albümün çıkış yılı 1979. Bir süre aranıyor, bakıştırıyor, bulamıyor, kısa süre sonra da sevdiğim bir plakçıda rastlaşıyorum kendisi ile.

Plaksa tekti, artık mağazamızın "finanstan ve proje geliştirmeden sorumlu" elemanıydım. O sıradaki planımsa:  Amerika'da, önceki bir kaç yazımda söz ettiğim gibi ihracatçı bir yedek parça şirketinde çalışmak, her ne kadar ekonomiye yönelik bir dalda okuyacağımı söylesem de aileye bir çalım atarak televizyon programcısı ve yönetmeni olmak...

Ve o çerçevede üniversitelere bakınırken ve ilk olarak enn amcamla gittiğimiz Amerikan Kültür ve ABD elçiliğinin kapılarını artık sürekli Ankara'ya gidip aşındırırken ve evraklarım Amerika'ya ulaşmışken birden: Yine daha önce yazılarımda çok kere söz ettiğim gibi içime düşen babanın erken öleceği hissi nedeniyle -aradan çıkarmak için- askerliğe karar veriyorum.

Ve bunu aileye deklare ediyorum.


İşte bu kararları aklımda döndürdüğüm sırada bu albümü alıyorum. Lise bitiyor. Amerika, zihne çökmüş kaygı dolayısıyla askerlik sonrasına erteleniyor ve o yaz çoklu planlardan ilki devreye giriyor. Zaman zaman efsane seyahat başlığı ile yazdığım Samsun'dan başlayacak ve kıyı bölgelerini boydan boya geçecek, sonra Kıbrıs'a ulaşacak gezinin planları yapılıyor, yola çıkılıyor ve gezinin son noktalarına varılmışken ve efsane bir akşamın sabahında gel teskere türküsü söylenmeye başlıyor: Çünkü tam o sırada 12 Eylül darbesi oluyor.

Bu albümü benim hayat akışımdan daha özel kılan başka bir özelliği var: Kendisi bir long play değil.

Ama 45'lik plak da değil!

İkisinin arası...

Benim yakıştırmamla midi play.

Üstelik 11 şarkıdan oluşan ikili bir albüm.

Kanımca koleksiyon değeri de var... Uzun bir aradan sonra bu yazıyı yazarken yeniden dinliyorum albümü ve nerelere, kimlere gidiyorum.

İşte o zaman, okuyanınki de can devre kesicisi araya giriyor.

Ve ben sahneden çekiliyorum.


Ve dönemin popüler grubu The Police'den, solisti -taze- Sting'den ve 79 yılındaki albümden iki tadımlık şarkı sahne alıyor:

The Bed's Too Big Without You ve Walking On The Moon.






Grubun Regatta De Blanc adlı bu albümünün tamamı için buradan

*Sting'in pek bilinmeyen albümü Songs From Labyrinth'den söz eden yazı ve şarkılar ve özel bir enstrüman içinse buradan lütfen.

20 Ağustos 2023 Pazar

Macar Yazarlar Candan Öte

Macar yazarları severim, baş tacım elbette Magda Szabo, çünkü onun Kapı adlı romanıyla başladı Macar Edebiyatı tutkum. Sonra kime rastladıysam kaptım kitabını ya da kitaplarını ki en ilginç yazar, 1888'de doğup 1919'da ölen, romanlık hayat öyküsüyle baş döndüren Géza Csath oldu: Ülkemizde çıkan tek öykü kitabı Afyon sayesinde tanışmış oldum onunla ve yaşam öyküsüne bakılırsa başkaca da bir kitabı olmamıştır diye düşünüyorum.


Elbette Tarlakuşu da kaçmazdı. Kitap 2019'da basılmış ve ben de havadayken kapmıştım. Bir süre kendisi kitaplığın okunmayanlar bölümünde istirahatte kalmış bu da pandemi sürecine denk geldiği için onun adına şanssızlık olmuştu. Çünkü tüm ülkece okuma heveslerimizin ve hızımızın kesildiği nadir bir süreçti pandemi.

Can derdine düşmüş, bilinmez bir düşmanla savaşa girmiş, uzunca bir süre hayattan da el ayağı çekmiştik.

Yasaklar kalktıkça ve hayat normale dönüp de o günleri unuttukça, yeni normalimizde kendimizi ufak ufak eskiye döndürmeye başlamıştık ama yine de yavaştık. Henüz, Hayat Bayram Olsa'nın nakaratlarındaydık ki şahsım sinemaya adımlar atmaya başlamıştı.

Lakin kitaplara konsantre olmakta hâlâ zorlanıyordu.

Önceki gün onu bulunduğu yerden aldım ve bu kadar bekletmiş olmama şaşmadım çünkü süreçte zaman kavramım da göçük altında kalmıştı.

Dezső Kosztolányi de tanımadığım bir Macar'dı. Kitabın sayfasına attığım 31.10.2019 tarihine göre el sıkışmamızın üzerinden dört yıl geçmişti.

Önce gönlünü aldım ki tavrı anlayışlıydı, "Zor günler geçirdiniz ülkece, farkındayım," dedi. Bir kahve yaptım. İlk sayfadan bismillah dedim lakin ben yok oldum. Kendimi ararken kitabın içinde kahramanlardan biri olarak buldum. Tüm satırlar görsele dönmüş, kelimeler yok olmuş, ben kendimi Macaristan'da bulmuş ve bir anda herkesle kanka olmuştum.

O konser senin, bu opera benim dolaşırken; Barros Kahvehanesi'nde en yeni şarkıları dinlemiş, Magyar Kiraly'da lezzetli yemeklerin tadına bakmış, şehir kulübünde kafa çekmiş, tiyatroda üç perdelik müzikli oyun Geyşalar ya da Bir japon Çay Evinin Hikâyesi'ni izlemiş, önce ailesi sonra da bizzat Tarlakuşu ile tanışmıştım.

Süreç aslında biraz dokunaklı lakin artık kanka olduğumuz Dezső'nün dili muhteşem: Üç kez distile edilmiş, yeterince damıtılmış enfes bir mizah ve hüzün.

Farkındaysanız yazı dili demedim, çünkü ben de öykünün kahramanıydım, her ânı o coğrafyada birebir yaşıyordum.

Anne babası ile aynı fikirde olmasam da sanırım Tarlakuşu'na daha yakındım, sevdim. Enfes bir tren yolculuğu yaptım onunla, o esnada gittikçe yakınlaştım, anladım ve onun güzel yüreğini gördüm; tanıştığımıza çok sevindim.

Veda vaktine yaklaştıkça şehirden ve zamandan ayrılacağım için üzülmeye başladım. Arka kapağı kapattığımda ve ayaklarım yere bastığında yüzümdeki tebessüm bana teşekkür ediyordu.

Ve dedi ki:

"İyi ki bu yolculukta seninleydim."

189 sayfada bu ne zenginlik diye sormayın lütfen bana.

Verecek bir yanıtım olmaz;

bir kitapsa söz konusu olan!..

Çünkü:

Dedim ya,

ben okumadım,

yaşadım!

18 Ağustos 2023 Cuma

Çocuğunuz Milletvekili Adayı Olsa...

Ona Oy Verir misiniz?


Onun hakkında şu ifadeleri kullanmıştım: "Benim küçük oğlan tam bir Tırtıl'dır. Ele avuca pek sığmaz, ineklerle falan iyi anlaşır, boş ve minik pet şişe ile kafalarına ufak ufak vurup, nasihatla ayar verir, sonra da sarılıp öper... Kümese girer, ne yaparsa yapsın hayvanların hiçbiri de ona tepki vermez. Daha ilköğretimdeyken hakkında yazdığım bir yazıda bana şu cümleleri de kurdurmuştur:

"Lider ruhlu, ceza yayı üzerinden sol ayak içi ile gamsızca ve kendinden çok emin plaselerle çok şık goller atan, Kızılcahamam'daki Galatasaray -minikler- kampına katılan, girdiği ilk seçimde kuvvetli ve enfes bir propaganda ile oyları silip süpürüp okul başkanı olduktan sonra ilçe başkanlığını da bir ilköğretim öğrencisi kız çocuğuna özellikle bırakıp başkan yardımcısı olan, Saray'dan gelen uçak biletleri ve davetle ili temsilen oradaki bir toplantıya katılmış, Saray görmüş, Saray Sofrasına oturmuş bir küçük Reis'tir aynı zamanda. Üstelik kendisi o aralar, bizzat gidip, ben çalışmak istiyorum, diyerek başvurduğu, bildik bir mekânda okul dışı saatlerde çalışıyordu da...

Son Belediye Başkanlığı seçim sürecinde bir liseli olarak hep sahadaydı ki desteklediği CHP'li aday seçimi kazandı!

Kendisi o zamanlar miting alanlarında, liseli abisiyle CHP bayrağını sallamaktaydı!

Her ne kadar aynı yönde ama çatışan siyasi fikirlere sahip olsak da; gençlik diyor, sonrasında geleceği yeri de öngörebiliyor, değişkenliklere müdahale etmiyor hep sakin kalmayı başarıyorum tüm gelişim süreci boyunca, alevlendirmiyorum!"


İşte bizim bu tırtıl, şu geçtiğimiz mayıs seçimleri öncesinde malum şahsın parti kurma aşamasıyla birlikte o tarafa meyletti. Yazdırdığım kursa bir kere gidip sonra bırakan kendisi üniversite sınavlarına dersanesiz hazırlandı ve sonuçta hedeflediği Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimini kazanarak İzmir'e yerleşti. Malum parti yeni kuruluyordu. Pandemi başlamıştı ve eğitim artık evden devam ediyordu. O sırada malum şahsın partisinin şehrimiz il başkanlığının kurulma aşamasında oraya bulaştı ve il binasını başkanla birlikte oluşturdu. Malum şahısla ilişkileri gelişti, çok çalıştı. Okullar açılınca da yeniden İzmir'e gitti ve bu kez İzmir örgütünü ayaklandırdı.

Ve şu geçtiğimiz son seçimde de bizzat gidip malum şahısla görüşerek milletvekili listesinde yer buldu kendisine. Sahada çok çalıştı, enfes bir kampanya süreci yaşadı. Finansal desteklerini abartmadan amca ve babadan aldı ve çok küçük bir bütçe ile yürüttü hem kendi seçim kampanyasını hem de malum şahsın cumhurbaşkanlığı adaylığı için gerekli olan bağış kampanyasını. Önünde malum şahısla bir fotoğraf arka yüzde de kendi vaadleri olan ve benim bu yazı için sansürlediğim broşürleri kendi tasarlayarak, bizden sağladığı finansman ile bastırdı... Çektirdiği fotoğraflardan, selfilerden gördüğüm kadarıyla; teyzeler, amcalar, abiler, ablalar, gençler, esnaflar, pazarcılar, balıkçılar çok sevdiler. Bazen spor, bazen takım elbiseli olarak ilçe ilçe, köy köy dolaştı ve sanırım en çok eli sıkıp öpen, en çok sarılınan ve listede kendine yer bulabilen -tüm ülkedeki- en genç adaydı kendisi...

Ve seçim günü gelip çattı. O sandıkları dolaşıp partide sonuçları değerlendirirken biz de oy kullanma noktalarımızdaydık.

Sizleri bilmem ama biz önce ülkenin çıkarları diyenlerdeniz!

Bunu o da biliyordu elbette...

hiç talep etmedi!

15 Ağustos 2023 Salı

Tek, İki Parmak Kalana Kadar Su Ve İki Buz Lütfen!


Pazar Rakısı

Kararında İçiniz!

Onca efsane yaşamış ben, O'nunla onca, her biri bambaşka güzel gün yaşamış ben, bayrama hazırlanan coşkulu çocuk gibiyim; yepyeni bir ilk buluşma tadında, 15'lik çocuk heyecanında, 17'lik bir bilmişlikle giyiniyorum. Kotun şu olmalı, diyorum. Askıdakiler içinden polo yaka, ama yaka uçları düğmelenen, mavinin en uçarı, en uçuk, o oranda da sakin, heyecanlı ama yine de tecrübeli tonunda olanı askıdan alıyorum. Aynadaki beni seviyorum. Saçlarımı taraktan geçiriyor, onlara yine de ellerimle haşarılık, elbette kısmen dağınıklık veriyorum. Mini sırt çantamı alırken ve henüz kapıdan çıkmamışken de aynaya göz atıyor, aynadaki çocuğu seviyor, biraz da kıskanıyor, tişörtü etek ucundan ve köşesinden biraz çekiştiriyor, sağladığım bilinçli pejmürdelikten de memnun kalıyorum.

İstasyona köpük üzerinde kayar adımlarla, heyecanla, keyifle yine de tecrübe bilinçleriyle, O'nu hayalimden bir tık bile uzaklaştırmayarak, bir takım cinlikler de planlayarak ve kendimi sıklıkla gülümserken yakalayarak varıyorum. Tren yanaşırken istikametini belirleyen üst ekranından akan "Bugün Günlerden Samsunspor" yazısını okuyorum. Tren sakin, oturuyorum. İnsanlar keyifli, güler yüzlü, gençler hoş, ben de hoşum.

Lakin enn sevdiğim kadınla aynı trende buluşamıyoruz, çünkü O dedi ki: "Benim şehirde uğramam gereken bir iki yer var; saat 15:30'da mekânda buluşalım."

Bence bu da hoş bir durum, heyecan verici!


Cumhuriyet Meydanı'nda iniyorum. Gideceğim mekân çok kıymetli. Yeni yerinde ama aynı mahallede, eskisine çok gitmişken yeni yerine ilk kez varacağım özel coğrafyanın, Sanat Sokağı'nın yokuşunu çıkarken bilmem kaçıncı kere; çok mutluyum. Çünkü ülkenin farklı yerlerinde O'nunla çok kere yaşadığım bir keyfi, uzun bir akşamı, sürprizlerini öngöremiyerek sıfır noktasından başlayıp yaşayacağımı ve bu akşamın da tazeliğini hiç yitirmeyecek şekilde ve ilk ve çok ayrıcalıklıymış gibi bünyeme, kendi özel haliyle nakış gibi işleneceğini biliyorum. Dipdiri bir heyecanla onun bahçe kapısından giriş anını, ayağa kalkışımı, ona sarılışımı, biraz da "Ben oooo!" havasıyla ama yine de kendimi koyvererek sergileyeceğimi, zihinden akanlara rağmen yine de her şeyin doğaçlama gelişeceğini bilerek bahçe kapısını gözleyecek bir masaya oturuyorum. Bana yanaşan ve finalde bayılacağımız garsona, masayı birazdan seçeceğimizi, ve beklediğim biri olduğunu söylüyorum.


O görünüyor, şöyle bir bakınıyor ve ayağa kalkan beni fark ediyor. Güzide mekân an itibariyle bomboş. İki masa dışında kimsecikler yok. Oysa ikindi rakısı ne muhteşemdir. Kıymetini bilmek, en azından da yaşamak gerekir!

Gülerek yaklaşıyor.

Siyah elbisesi muhteşem.

Dekoltesinden öpesim geliyor. Ama o afacan kız hali, ayaklarındaki laciverte yakın ama mavinin en güzel tonundaki Sneaker'ları, bileğindeki her birinin hikâyesi ayrı aksesuarları ile bana doğru yürüyor.

Hadi gel de sarılma bu tazeliğe!


Masamıza karar veriyoruz, kendisini bulunduğu yer itibari ile çok seviyoruz; gerçi üzerinde rezerve olduğuna dair bir levha vardı ancak sanırım bu oraya -seçkin- müşteriler için özellikle koyulmuştu. Bahçe muhteşem. Henüz sakin mekânda bir çift ve muhtemelen altın günü yaşayan altı kadınlı bir masa dışında biz varız. Coğrafya ben için özel bir kıymet taşıyor. İlkokulum, ortaokulum ve kiradan kurtulup artık bizim evimiz dediğimiz ilk apartman dairemiz oturduğumuz masaya -ev biraz daha uzak kalsa da- en fazla 100-200 metre uzakta. Üstelik hemen dibimizdeki, yine muhteşem binasıyla ama artık çok katlı ayakkabı mağazası haliyle, tansiyon nedeniyle bir kaç gün yatmışlığım bulunan; 20'nin ilk basamaklarında, artık babasız ve hayatımın en zor yıllarının start çizgisindeyken çok özel tanışıklıklarımdan biri tarafından yapılan ziyaretle de hayatımın en özel günlerinden birini yaşadığım Askeri Hastane* var.

Masamızı çok seviyoruz.

Beyefendi garsonumuz siparişimiz için masamızda.

"Bir 35'lik rakı lütfen."

O tercihimizi soruyor.

"Yeni Rakı lütfen..."

"Yoğurtlu kızartma lütfen,"

"Arnavut ciğeri lütfen,"

"Peynir lütfen,"

"Karpuz lütfen."


Masamız donatılınca şahane garsonumuz şişeyi açıyor, ve alkış kendisine; soruyor çünkü!

Enn Sevdiğim Kadın yanıtlıyor: "Tek, iki parmak kalana kadar su ve iki buz lütfen."

Seni seviyorum çınçınlarının ve ilk yudumların ardından Enn Sevdiğim Kadın çantasından bir paket çıkarıyor.

Uzatıyor bana...

Açıyorum ve düşüp bayılıyorum. Aramızda hiç konuşulmamış bir kitap. Ben almayı düşünmüş ve hayalini kurmuştum. Bu güzel kadın hiç üşenmemiş, benden önce şehire vararak bu kitaptan iki tane almış ki şansa bakmak lazım; sanki bizim için ayrılmış iki tanelermiş.

O zaman Hatay'dan, Vakıflı'dan şu an ve cümleler geliyor gözlerimin yaşına:

"Aslında oturduğumuz ilk anda, daha çaylar bile söylenmemişken iki mandalina çıkarıyor omuzuna astığı ceketinin cebinden Musa Abi. Koyuyor masanın bizden tarafına. Şu hayatta duyduğumuz en güzel cümlelerden biri dökülüyor dudaklarından; tüm hikâyemizi katmerleyen, çok daha anlamlı kılan, kocaman bir duygu geçmişine çok manalı ve lezzetli bir fırtına ekleyen, "basit" bir cümle: "Bir tane olsa paylaşırdınız, ama zaten iki tane var."**

Saatlar saatleri kovalıyor, 35'lik bitiyor. Alt bölüm çoktan tıka basa doldu. Ekranda Samsunspor maçı. Bahçedeki yerleşme düzeni muhteşem. İzleyicilerinin coşkuları ile ortağız. Hiçbir aşırılık yok, yanı sıra da bir rahatsızlık vermedikleri gibi, sesimizi birbirimize ulaştırma konusunda bir sıkıntı da yaratmıyorlar. Enfes bir komün hali, hoş bir pazar gününde keyifli bir zaman dilimi.

O halde!

"Bir yirmilik Yeni Rakı lütfen."

Bir de kavun.

O müesseseden.

O nedenle mi bu kadar tatlı, serin ve hoş?!

Maçlar bitiyor. Bizim için kârlı bir pazar: Gün sonunda Fenerbahçe kazanıyor, Enn Sevdiğim Gençlerbirlikli'nin takımı kazanıyor ve Samsunspor'umuz deplasmandan bir puanla dönüyor.

Son yudumların ardından, ödememizi yapıyor, garsonumuza iltifat ve teşekkür ediyor, bahşişini kalpten, anasının ak sütü gibi helâl cinsten hesabın arasına yerleştiriyoruz.

Sonra şehrin en popüler caddesine çıkıyor, ilkokuluma selam çakıyor, Namık Kemal Lisesi'nin önünden geçerken diyorum ki enn sevdiğim kadına: Okulun bekçisi ile kanka olmuştuk, apartmanın çocukları toplaşır, gece vakti gider, abi vasıtası ile sınıflara girer ve arkadaki yazlık sinemada oynayan filmleri izlerdik. Fakat nedense, muhteşem binası ile Halk Eğitim'in önünden geçerken, ciltlenmiş Doğan Kardeş'leri okuduğumuzdan, kitaplardan, ama listenin kaç kitap okudunuz kısmına ise 1000'lerle ifade bulan şımarıklıklar yaparak yazdığımız sayılardan söz etmiyorum.

Belki de etmişimdir,

kafam iyi olabilir!

Elbette alt köşeye varana kadar tüm mevcut apartmanların yerindeki ve artık bir kaç tanesi kalmış olan muhteşem bahçeli Rum ve bizim mimarimize özgü evlerden söz ediyorum.

Çocukluğumuzun apartmanını geçtikten hemen sonra da, köşeyi dönüyoruz!

Cila vakti!


Bir kez bile gitmediğim ama hep takdir ettiğim bir mekân, Bohem. Cadde ve mahalle 80 öncesinin kurtarılmış bölgelerinden. İlk gençliğimin ayak altında... Lakin bugüne kadar nedense bir kez bile gitmedim. Başka mekânlardı tercihimiz, kim bilir, belki de alışkanlıklardan vazgeçmeme,  belki de bazı anıların bura henüz açılmadan öncesine ait olması sebep.

Süzülüyoruz kapıdan içeri. Ekranda Fenerbahçe maçı. Orta masalardan birine oturuyoruz. Biz kendi dünyamızda yok oluyoruz. Sıfırdan enfes bir sohbet. Biraz geçmişten söz ediyorum: Mesela şu karşı apartmanın adı Metin, diyorum; Prof Böke'nin babası, şehrin ilk kuaförlerinden... O sırada kızarmış patatesler yanlarında mayonez ve ketçapla geliyor. "Patron abinin ikramı," diyor genç adam. Teşekkür ediyoruz. Biralarımızı keyifle bitiriyor, sallantının eşiğine varıyor, ödememizi yapıp geceye karışıyoruz derken ve dışarı adım atmışken...

Bir kez daha sesleniyor "Abi!" diyerek güzel adam.

Minik fotoğraf makinemi masada bırakmışım!

Gar İstasyonu'na doğru, artık ıssız geceyi yürüyoruz. Kafalar Leyla'nın eşiğinde. İstasyondayız ve bankta, güzelim omuzumda. Tren geliyor, sakin.

Güzelim kolumun altında; bizim İstasyonu geçiyoruz. Tren şimdi onun istasyonda. Saat günü aşmış.

Biraz oturuyoruz. O telefondan bakıyor ve dönüş treni yok, diyor.

Ben kardeşi arama niyetinde...



*En Özel Tanıklığısın Ömrümün

**Yazının 8.fotoğrafının üstündeki ve altındaki paragraftan...

9 Ağustos 2023 Çarşamba

Şımartmaca

Kendimi kesinlikle ödüllendirmem gerekiyordu. Başarılı tespitlerle öngörülerimin ortaklaşması sonucu bazı hedefleri aşmış, makasın açıklığına bakınca da helal olsun bana, demiştim. Bu sonuç alıcı çalışkanlığım üzerine paydaşlarımsa bana bir ödül vermeyi öngörmüşler; kapalı kapılar ardında olsa da bütün istişarelerini benim bünyemde yapmaktalar, aramızdan su sızmadığı gibi ayrı gayrılık da yok.

Bir hareketlenme olduğunu anlıyordum. Başkomutan beynim, duygusal konularla ilgili kalbim, her daim açık gözlerim ufak ufak sinyaller gönderiyorken, kendi aralarındaki bu iletişimi ben de seziyordum. Performansımdan ben de memnundum. Ama ülke de bir krizden geçiyordu. O halde krizi fırsata çevirmek de mümkündü. Piyasalara yoğunlaştım. Siyaset ne kadar memlekete ballı börek dese de çürük elmalardan uzak, taze meyvelere yakın durmak gerekiyordu.

Zayıf halkaları, onlar düşmeden zincirden çıkarmaya başladım. O sırada dünyanın en büyük ama diplomasız ekonomisti iki atama yapınca, "Kemerleri bağlıyoruz arkadaşlar," dedim ve Atatürk'ün Ordular ilk hedefiniz Akdeniz cümlesinden haraketle "İlk hedefimiz, onlar yıkılırsa zaten memleket de yıkılır olanların sayısını çoğaltıyoruz arkadaşlar, ileri," emrini verdim.

Sonra, uçurdukça... uçtum.

Enn Sevdiğim Kadın'ı aradım.

Seneye dedim, ..... .......'ya ne dersin?


Bünyemin tüm paydaşları bir karar almışlar ve topluca, bana, "Bu başarımızı kutlamalı, takım kaptanı olarak da seni ödüllendirmeliyiz," dediler.

Fakat ben eski dostlarımı küstürmekten korktum, ancak boşunaymış korkum çünkü onlar dünden hazırlarmış.

Oturduk bir masanın başına, biraz istişare ile birlikte herkesin fikrini toparladık ve ortaklaşarak bir karara vardık.

Kadim frenchpress'im "Bu," dedi. Benim aklıma yattı; diğer paydaşlara baktım, onlar da "Tamam," dediler.

Kupalarım, "Şu," dediler. Yine masaya bir göz attım, hiç itiraz gelmedi. O zaman hemen kahveme baktım; o sorumu tahmin etmenin yanı sıra, büyük bir olgunlukla gülümsedi ve bu kez iyice rahatlayan ben ortaya sordum: "Filtre kahvem de Kurukahveci Mehmet Efendi'nin Colombian'ı olsun mu?"

Bir alkış koptu.

Hemen siparişleri verdik; kupa ve frenchpress Karaca'dan geldi ki hızı ve ürün elimize geçene kadar ki ilgileri başımızı döndürdü.

Yol yorgunlarını hoş karşıladık ve hemen kaynaştık. Onlar duş alırken, biz kahvelerimiz için hazırlık yaptık.


Sonra ilk kahveyi demledik.

Elbette önceki frenchpress'im emekli olmadı, baş kupam zaten enn sevdiğim kadının el emeği... Yeni ve burçdaşım kupamı sadece filtre kahveyi sütlü yaptığım zaman kullanacağım ki sütlü kahve için olan yeni dostun baştacım nedeni ile alınmayacağından, hatta tanışınca O'nun boynuna atlayacağından ve hepimizden çok O'nu seveceğinden...

Adım gibi eminim.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP