18 Nisan 2023 Salı

Ela ile Hilmi ve Ali... Ve Ben


Doğrudan film için afiş sonrasına lütfen!


11:20 seansı ilginç geliyor, çocukluğumun cumartesi pazar günlerindeki son gösterim olan iki filmli 10:30 matineleri gibi.

O halde bir nostalji yaşayabilirim ancak bu tek filmli olmak zorunda; çünkü iki filmli yıllar ve halk matinesi günleri ve de eskinin çok sayıdaki sinemaları yok artık!*

Oysa ne güzel yıllardır; henüz televizyon kanalları çokluk içinde değil ve sadece büyük kentlerde...

Bir kaç yıl sonra şehrimize ulaşacak siyah beyaz TRT yayını da akşam üstü başlardı.

Ekonomi göçüğü altında da değildik ve her ekonomik güçten aileler çocukları ile birlikte sinemaya gidebilirlerdi; perdenin dibinde, tahtadan ve diğer lüks koltuk bölümlerinden ve pahalı localardan tuvaletlere gidilen bir koridorla ayrılan, bilet fiyatları daha ucuz, duhiliye denilen ve üç dört -tahta- koltuk sırasından oluşan bir bölüm de vardı.

Kadınlar ve Halk matinelerini de unutmamak lazım!

Masalarında gazoz içilip, çekirdek çitletilen, hatta evden getirilmişlerin yendiği yazlık sinemalardaki keyifler konusuna ise girmesem sanki daha iyi...

Bütünüyle o yılların tadındayım. Önce kahvaltı için mahallemin hoş bir mekânına dalıyorum. Üst tavanlar açık ve enfes bir nisan baharı şefkatle kucaklıyor beni. Az önce seçtiğim zeytin ezmeli açmam ve tereyağlı simidim, Hatay'da adı Süvari olan klasik bardaktaki çayım, masamda...

Doğa ve baharın güzelliği kitabı elimden alıyor; hoşlukları günle yaşıyorum.

Güneşin yarenliğinde istasyona doğru yürüyorum. Tren sakin, üstelik sevdiklerimden; bir İspanyol. Sol tandanslı bir ilçedeyim, apartmanlarda yine baharlar gelecek vurgulu kocaman afişler asılı; sanki yaşam umutlu, meydan dopdolu. Ama sandık ne der meçhul.

Üst geçide asansörle çıkıyorum. AVM'den içeri süzülüyorum. Migros'dan klasik sinema alışverişimi yapıyor, AVM'nin girişteki sergi alanına yeni bir kahve mekânı açılmakta olduğunu görüyor, onun bütün alanla bütünleşmiş, etrafı ve üstü kapatılmamış halini hoş buluyorum.

Benim tatlı gişecim yok ama yine tatlı bir gişeci var.

"D-3 lütfen."

D&R'a giriyorum. Aklımda bir kitap var. Sevgili Okul Arkadaşım paylaşmıştı ve Güney Amerika'lı yazarların hastası benim de dikkatimden kaçmamıştı Miras... Doğrudan söyleyip almayı tercih etmiyor, kitap raflarını dolaşmanın tadını çıkarıyorum.

Ancak kitabı bulamıyorum.

Soruyorum raf yerleştirmekte olan genç adama, bilgisayardan bakıyor ve bingo!

Bugün şanslı günümdeyim, ikinci kitaba %60 indirim var.

Zaten Enn Sevdiğim Kadın için de alacaktım ki bunun farkında olan meleklerim iş başında.

Biraz daha katta tur atıyor ve sinemanın yürüyen merdivenlerine yönleniyorum. Biraz da teras keyfi, promosyon mısırlarımı alma ve D-3'ümle kucaklaşma.


Neredeyse üç oyuncu ile başlayıp biten, az mekânlı, bol diyaloglu bir film. Mevzu derin. Farklı özelliklere sahip 3 karakter. Olmazdan olur yaratıp yapılmış bi evlilik. Arızalar var mı, var; ki yaş aralıkları göz önüne alınınca kaçınılmaz. İnce bir mizah ama kara bir film. Yok mu böyle tipler ve hayatlar? Elbette var. Sonuçta su akar yolunu bulur mu? Sanırım uysa da bulur, uymasa da...

Oyunculuklar üst düzey. Sinemanın yeni gençleri gerçekten çok yetenekli. Başarılı bir film; insana, ilişkilere, yaş farklarına, ruh hallerine dair çelişkiler ortaya koyarken derdini anlatmayı başarıyor. İki genç oyuncu, Ece Yüksel ki kendisini hemen hatırlıyorum, Üç Bin Yıllık Bekleyiş'te kendini fark ettirmeyi başarmıştı. Hakeza Denizhan Akbaba da Ali'yi muhteşem oynuyor.

Aslında ilk uzun metrajlı filmini yapan Ziya Demirel'in; Nazlı Elif Durlu ile birlikte yazdıkları senaryodan ortaya çıkan netameli bir film; şöyle otursam da keyfli bir film izlesem düşüncesi ile çelişme olasılığı çok yüksek. Ama insan bu işte, değişken ruh halleri olan farklı karakterler topluluğu; gariplikleri de var, zayıflık ve zaafları da... Bu çerçeveden bakılırsa sağlam bir senaryo, sıkı gözlemler ve amaçlanan sonuca ulaşan bir film Ela ile Hilmi ve Ali, ancak izleyicinin niyetine, beklentisine ve sinema gününden ve filmden ne istediğine bağlı olarak da iki uçlu bir değnek.

Ben çok beğendim, sabah seansını seçmem konusunda kendimi takdir ettim çünkü film bitince güneşli ve daha yeni başlayan bir güne çıktım. Gerçi gecenin geç bir vaktinde izlense de hoş olabilirdi. Üstelik kendimi doğrudan Migros'un yemek kısmına yönlendirdim ve enfes bir yaprak sarma yedim. Sonra da trene atladım, güneşli ve gülümseyen bir günde kara bir filmin tadıyla yaşadığımın bir sinema günü, iyi bir sinema günü olduğunun daha çok farkına vardım. Neredeyse tek mekânda geçen filmin beni içine çekmesine, başta Serkan Keskin olmak üzere üç karakter dışındaki yan rollerin de filme katkı yapmasına ve görüntü yönetmeni Doron Tembert'in kamera açılarına, yakın planlarına ve de aslında genel izleyici için zor bir filmin bu anlamda kolaylıkla ve akışkanlıkla izlenmesine olanak sağlayan yönetmen, görüntü yönetmeni işbirliğine ve karakterlerin biribirleri ile ilişkilerindeki şaşırtıcı ve ters köşe nüanslara bayıldım.

Lakin tüm bunlara rağmen temel meseleniz sinema, farklı insan ruhlarının derinliklerini keşfetmek değil de düşünmeden, şaşırmadan, gerilmeden, eğlenerek film izlemekse...

Bu filmden uzak durun!



*Eskiden, son kalan ve artık yok olan sinemalardan en flaşına ve son kapananına dair anılar içeren, bir yazı

14 Nisan 2023 Cuma

Şahane Bir Keşif İyi Bir Film


Geçen Hafta Sonu


Haftayı boş geçeceğim kesin, çünkü görünürde tercih edeceğim bir film yok!

Başka Sinema sayfasını takipteyim, son âna kadar bizde vizyona girecek Başka Sinema filmi görünmüyor.

Üstelik bu kez cuma günü sinemaya takılmak istiyorum. İşi asıp günün canına okuyacağım; iştahlıyım. Hafta boyu gidilecek film dilerken bir yandan da biliyorum ki haftanın son vizyon günü,

gerçi perşembeleri bazen son anda ekstra bir gelecek program afişi peydah oluyor.

Tıklıyorum ve büyük sürpriz. Mikhail Borodin bir Rus yönetmen, üstelik genç bir adam; Başka Sinema'dan olmayan, ödüllü ve ilk uzun metrajlı filmi son dakikada gösterimde: Orjinal adıyla Produkty 24!

Durum tam anlamıyla bir isterken iki göz tadında.

İçimdeki sevinç saatten kaynaklı olarak cumayı revize ediyor ve cumartesi 16 seansında karar kılıyor.


Bu Hafta

Hafta sonunun ve hafta başının canını okumaya and içmişim sanki. Pazartesi sabah Oğuz'a uğruyorum, göz kapağımın alt katında bir enfeksiyon oluşmuş, aynaya bakmasam haberim olmayacak; bu sevimli yaratık, beni hiç rahatsız etmeden -sessizce- orada takılmaya başlamış. Bir göz damlası ve bir kutu antibiyotik yazıyor ve çıkıyorum. Hava ıslak. Buraya gidip gelirken önünden geçtiğim, bahçemiz var vurgusu da yapan dikkat çekici bir pastane uzun süredir gel bak pişman olmazsın sinyalleri gönderiyor ama ben genelde erkenden işimi halledip, piyasaların açılışına yetişmek niyetiyle boş veriyorum.

Aslında burnumun dibinde sağlık ocağı olmasına rağmen 13 kilometre uzaktaki, çocukluğunu bildiğim Oğuz'a gitmeyi tercih ediyorum; ancak sabah için akşamdan kardeşi aramadığımdan ve telefonumu da fark etmemiş olduğundan, bu kez istem dışı bir tercihi zevk haline getiriyor ve tren için istasyona yürüyorum. Yağmur çiselerken okula ya da işe giden, henüz uykuya doyamamış kalabalıklarla dolu sabah treni keyfinin ruhu yükselten  etkisi de başka bir güzellik, tadını yaşıyorum.

Oğuz'da işimi halledince yol üstündeki pastanenin kapısından içeri süzülüyorum. Güleryüzlü bir hanımefendi. Börekler göz alıcı. Sade, şık, sakin ve pırıl pırıl bir mekân.

"Bir ıspanaklı gül böreği, lütfen."

"Bir de küçük çay lütfen."


Diyorum ama... öyle bir börek ki bitirince ikinciyi de iki kuru pasta ilavesi ile ve ikinci bir çayla istiyorum.

"Biliyordum," diyor hanımefendi. Gülüyorum ve siz mi yapıyorsunuz sorumu, sadece içini kendisinin yaptığını söyleyerek yanıtlıyor. Sonra anlıyorum ki bir kaç kadın birlikte çalışıyorlar, diğerleri henüz işbaşı yapmamışlar.

Tüm bu keyifler esnasında gözüm bir iki metre ötemdeki çiçek saksısına takılıyor.




Cumartesi

Benim tatlı gişecim uzaktan gülümsüyor. Kendisi ile iki hafta sonu rastlaşamadık. Kısa bir sohbet. Artık film adı ve koltuk numarası söylememe gerek yok. Promosyon mısırımı üst kata çıkınca büfeden alıyorum ve terasa çıkıyor, bir kaç fotoğraf çekiyor, sonra film için 6 no'ya doğru yürüyorum.

Filmi benim eski koltuğumdan ve üst sıradan izleyecek bir genç kadın dışında kimse yok salonda. Filmin adından anlaşılacağı üzere 24 saat açık bir market söz konusu. Açılış sahnesinde bir dini nikah töreni var. İslami geleneklerin gereği yerine getiriliyor ve konuşulan dil de bizce anlaşılır. Çünkü Özbekçe. Görünüşte her şey normal. Bir hanımefendi var, onun patron olduğunu varsayıyoruz; aynı zamanda çiftin destekçisi.

Film gittikçe enteresanlaşıyor. Kısmen bir gerilim filmine evriliyor. Kısmen de kaçak işçiler meselesi. Muhabbat, Özbek bir genç kadın, film onun etrafında gelişiyor. Zukhara Sanzysbay bu karakterde fazlası ile sahici.

Hakeza Lyudmila Vasilieva'da Zhanna karakterinde...

Özbekistan bölümü bir anlamda turistik seyahat tadında. Ülkeye dair şaşırtıcı gerçeklikler seriyor izleyicinin önüne. Film bir anlamda sosyalizmden dönüşmüş Rusya ve bağımsızlaşmış ülkeler durumunu ortaya dökerken, ciddi anlamda ve çaktırmadan da -yozlaşma çerçevesinde- şahane bir rejim eleştirisi yapıyor.

Kendi klasiğim ise yine film başlangıcında benim yönetimimi ele alıyor ve burun büktürüyor bana; ne işimiz vardı bu filmde manasında. Ama çok kere olduğu gibi, bu kez de genç bir yönetmen, abi bir dur, biraz sabır, ayarını çekiyor ki finalde aldığım Sovyet ekolünü yansıtan sinema tadı, çarpık kapitalizm ve modern çağın kölelik düzenine vurucu eleştiri ve bu tadı çoğaltan filmin müzikleri muhteşem!

Bunca zaman nasıl geçti farkında değilim. Sürreel kapanış sahnesinde bir yandan ne o bitti mi şimdi şaşkınlığı yaşarken, utanmasam ve içimdeki keyfe uysam, perdeyi alkışlamam işten bile değil.


Salı

Şehirdeyim ve aynı coğrafyada bir kaç eski apartmanın fotoğrafını çekiyorum. İş Bankası'nın kitapçısına uğramam gerek. Sonra da blog fotokopilerimi halleden Hakan'da takılıp laflama ihtimalim var.

Hımmmm Deva İşkembecisi'ne uğrasam da fena olmaz.

Ama günün sürprizi, ortaokul arkadaşımla rastlaşmak oluyor. Kendisi Yıldıray Çınar'ın yeğeni ve onun adına açtığı bir müzeyle meşgul. Saraydan davet almış ve malum kişiye, saray sofrasında Çarşambayı Sel Aldı'yı söyletmiş biri. Uzun uzun laflıyoruz ancak büyük sürpriz bende olmayan, olmadığı gibi aklımda bile olmayan bir fotoğraf oluyor. Okulun taşındığından, mezunlar derneği kurduklarından, bizim evde ders çalışmalarımızdan falan söz ediyor. Fotoğraf cep telefonunda; açıyor, şaşkınım, hiç hatırlamadığım bir an ve okulun bahçesinde üç arkadaş ki biri ben. Sohbet minik devrimciler günlerine doğru, uzadıkça uzuyor.

Bir gün müzenin fotoğraflarını çekip yazmayı düşünüyorum.


Aslında tüm bunlar yaşanmadan önce bir kez daha pastaneye uğruyorum. Bu kez patatesli börek ve ikişer adet olmak üzere üç çeşit kuru pasta ve bir fincan çay söylüyorum. Dün yanımda fotoğraf makinesi olmadığı için eksik olan fotoğrafları çekiyorum. Ana karakter Kumru abla!

İki yumurtanın üzerinde yattığını dün hanımefendiden öğrenmiştim. Bugün biraz daha sıcağız Kumru Hanım'la ve epeyi laflıyoruz. Pastalar yine enfes. Ama hanımefendi o kadar güleryüzlü ve konuşkan ki... Kendisinin Türki Cumhuriyetlerden olduğunu düşünmekteyim.


Ödemeyi yaparken bir kez daha şaşırıyorum çünkü kalite fiyat dengesi diğer mekânlara göre çok ucuz. Özellikle dün akşam bizim mahalledeki bir pastanede ben gönlü bolca, şundan, şundan, şundan ikişer tane diye seçerken de tek bir kuru pastanın 8 TL. olduğu konusunda uyarınca görevli genç kız beni...

Vazgeçiyorum ve o pastaneye nal toplatacak yine mahallemizin kadim pastanesinden iki kocaman kesmeyi 19 TL. ödeyerek alıyorum.

Ev yapımı filitre kahvem misss gibi!


Ablanın pırıl pırıl mekânında masada olanlara ödediğim para ise tanesi 8 TL olanın yanında, toplamda 47 TL. olarak, tarihe not manasında şurada dursun.

9 Nisan 2023 Pazar

O Bir Jale

Yakın bir zamanda Sevgili Geçmiş Zaman Mimozası'nın bir yazısına yazdığım yorumun içinden şu kelimelerin olduğu bir cümleyi de geçirmiştim: "Benim en bayıldığım yazarlardan biri, yakın çağdan, öykücü ve romancı jale Sancak'tır. Okumadıysan daha önce, bir göz atmanı öneririm."

Sonra, şu ara son kitabı Lodosla Gelen'i okumakta olduğum ve elimde en çok kitabı olan bu öykücü-romancıyla geçirdiğim okuma zamanlarımın şu ana kadar ki fotoğrafını çekmek ve tarihime bir not düşmek fikri geçti kafamdan ve bir filme ek olarak kitabından da kısaca söz ettiğim, yıllar öncesinin bir yazısından bir kaç cümleyi de buraya taşıdım:

Kitapları kurcalarken iki kitap yapıştı elime; şimdilik birinden söz edim sizlere...

Yıllar önce, her zamanki tavrımla kapağına bakıp içinde dolaşarak, hakkında hiç bir bilgiye sahip olmadan o anki kararımla satın aldığım, ama bu kez adının kararımda fazlasıyla etken olduğu, Jale Sancak 'ın Bu Gece Pera'Da'sıdır bu.


Kitabı her elime aldığımda, sevdiğim şehrin sevdiğim semtinin sokak aralarında, o sokakların mekânlarında dolaşmış olmanın keyifli soluklanmaları esnasında, kahramanlarının yamacında çay içerken bulurum kendimi...

Bana ilk okuduğumda öyle hissetirmişti, hâlâ da öyle hissetirir; ilk okuduğumda kimdir nedir bilmediğim bir yazarın ilk kitabı olarak...

Ama top 10 listesi yaparsam eğer kendime, her top 10 listemde bu kitabın olacağı kesin...

Bendeki 1989 baskısının arkasında yazan şu cümlelerden yola çıkarsam eğer:

Bu Gece Pera'Da, son yıllarda sayıları ve etkinlikleri hızla artan kadın yazarlarımıza bir yenisini daha ekliyor: Jale Sancak. Şimdiye kadar adını hiç duyurmamış genç bir yazar. Ancak, Bu Gece Pera'Da, bir ilk kitap olmanın çok ötesinde, usta bir yazarın özelliklerini taşıyor; yazarın dili kullanmaktaki ustalığı, öykülerindeki kurgu, anlattığı insanlara olağanüstü bir sevgiyle yaklaşışı ve bunu başarışıyla edebiyatımızda 'olay' olmaya aday bir kitap. Baştan sona bir düş sıcaklığında anlatılan bu şiir dolu öykülerin edebiyatımıza yeni bir ses getirdiği kanısındayız.


Sonra bazı yazılarımın içinden ona dair geçirdiğim sözcükleri de taşımak geldi aklıma, mesela Uyuyan Güzel'den toplu bir kitap yazısının içinde şu kelimelerle söz etmişim:

 ... Az önce bitirdim Vahide'nin hikâyesini; ödüm koptu mutsuz sonla bitecek diye! Jale Sancak işte! Gözlemleri kuvvetli, kalemi masalcı, güzel insanların, mekânların ve duyguların efendisi... Şu yanımdaki kahvesi dabıl şat, şekeri tek, sütü dik duran esmer şekeri aşmış ölçüde, kahvesi 4 dakika dinlendirilmiş, sütü mikrodalgada 40 saniye ısıtılmış ama senkronize edilerek aynı anda kahve ile buluşturulmuş sütlü sabah kahvesi tadında, kesinlikle! Çok seviyoruz kendisini, elde değil! Ama balık pişirici abi ve Hristo da muazzam."


Ve eklemişim yine toplu bir kitap yazımın içine, bu kez onun Tanrı Kent adlı öykü kitabından aldığım tadı:

Onun dilinin sıcaklığından, kalbinin güzelliğinden ve hayatın köşe bucağından bulup çıkardığı kahramanlarından ve o hayatları duyarlı dokunuşlarla ve edebi bir gazeteci lezzetiyle hayatıma katıyor olmasından mesudum.

Bu mesud insan aslında 2017'de çıkmış ama kaçırdığı, ancak 2020'de başka bir yayınevinden çıkınca fark ettiği kitabı elbette hemen almış, Cola'nın buz ve limonla aromalanmış, bitince yeni bir bardağı çağıran son yudumu gibi sona bırakmıştı.

Bir başka kitaptan ona geçince başlangıçta o şiirsel dile ve kurmaca olmayan şiirsel hikâyelere adapte olmakta zorlandım. Ne zamanki onun hissiyatları ile aynı düzleme geldim, işte o zaman akıp gitti kitap.

Konu İstanbul, kahramanlarımız semtler ve o semtlerdeki küçük hayatların sarsıcı hikâyeleri.

Ve aslında; "Yüksekkaldırımdan yukarıya, genelev sokağına vuranlar, delikanlılar, ergenler, sancısı tutmuş adamlar... Yukarıdan, Galip Dede Cadde'sinden, bir kadının içinde kaybolma arzusuyla şahlanıp genelev sokağına inenler. Hiç gitmediğin, lakin yüreğinle anlamaya çalıştığın uzak, tenha, umursanmamış yalnızlığa mahkûm edilmiş şehirlerden kopup gelenler... Yılışık gülüşlerin bir kıyısında utanç, arsız bakışların arkasında hüzün ve öfke, pervasız sözlerde korku gizli." cümleleri ile sert bir giriş yaptığı ama olağanüstü güzel renklendirdiği Galata ile başlıyor bu okuma... ve sonrasında seline kaptırıp orasından orasına sürüklüyor, İstanbul'un!

Okurken; bildiğim, gezdiğim ve sevdiğim semtlerin küçük hikâyelerini onun gözünden okumak kaçınılmaz olarak gaza getirdi beni. "Ah İstanbul'da olsaydım şimdi!" dedim: Çünkü hikâyelerin izinde dolaşmak, bildiğim, gördüğüm semtlere biraz da nüanslı dokunmak istedim. İstanbul'da yaşayanlara özendim, "Onun anlatımı üzerinden şehri fotoğraflamak ne güzel olurdu," dedim.*

*Biri Maceralı Biri Şiirsel İki Güzel Okuma başlıklı yazının ikinci bölümünden.

2 Nisan 2023 Pazar

Kemanınla Bana Bir Ses Verebilseydin Eğer!

"Bizde de hava çok güzeldi, lodos falan da yoktu ama sahilde ve bana çok yakın bir yerde ilginç bir kemancı hanımefendi ile rastlaştım; ilk kez görüyorum, sokakta çalıyordu ve çok iyiydi. Yarın eğer aynı yerde olursa kendisiyle sohbet edip blogda yazmayı düşünüyorum, elbette fotoğraf çekip belki kayıt da yaparım. Yabancı mıydı acaba diye de düşünmekteyim, ilk röportajını yapacak muhabir heyecanı içindeyim, umarım yarın orada olur."

Cümlelerini yazıyorum Sevgili Okul Arkadaşım'ın dünkü yazısının yorum kısmına. Ve dünkü bu saatlerde bu kez iyi bir fotoğraf makinesi ile ve kafasında soruları netleşmiş heyecanlı bir muhabir tadıyla bugün öğleden sonra yola çıkıyorum. Profesyonel tatta adımlarla hedef noktaya yürüyor, bir yandan da nasıl konumlanacağımı düşünüyorum.

Önce biraz ilgisiz ve uzak duracağım; kısmen görüş noktasının dışında. Oradan bir kaç izinsiz poz çekeceğim, sonra ara vereceği anı kollayacağım, bir kaç adımda yanına ulaşıp bir blogum olduğunu, dün izlediğimi ve izni olursa kendisi ile ilgili bir yazı düşündüğümü söyleyeceğim.

Belki, işini bitirince ve kabul ederse hemen önünde çaldığı kafeye de davet edebilirim.

Evden çıkıyorum. Hava enfes, biraz sahilde yürüyorum atıştırma sonrası, ardından görev noktasına. Henüz müzik sesi bana ulaşmıyor, bir an düne göre erken olduğunu düşünüyorum ama bir kaç adım sonra ses bana ulaşıyor. Elbette seviniyorum. Ve görüş alanıma girince bulunduğu nokta, bende kocaman bir hayal kırıklığı oluşuyor.

Bir beyefendi çalıyor çünkü. Önünden geçip hedef noktama oturuyorum. O an çift olduklarını düşünüyorum, belki kardeş ya da arkadaş. Bu kafamdaki hikâyeyi ufaltıyor ve biraz da ticarileştiriyor.

Dün aldığım o nahif tat kaçıyor.

Bir paparazzi noktası seçiyorum kendime ki buna paparazzi şansı mı demeliyim bilmiyorum?! Üç çok tatlı hanımefendi geliyorlar kemanın yakınına, ve dans etmekle kalmıyor bolca da selfi çekiyorlar. Hikâye biraz da şu nedenle tat eksikliğine evriliyor: çünkü bu kemancı geçen yıl da aynı noktada çalıyordu, ve biraz da uyanık bir karakter tadı vermişti bana!


Bir kaç şarkı sonra kalkıyorum, hanımefendi belki daha sonra devralacak diye düşünüyor ve kendimi sezonun ilk Kahve Dünyası dondurmasına doğru yönlendiriyorum. Fiyatının ayakları yerden kesilmiş elbette ancak porsiyon da biraz büyümüş sanki!


Hava artık soğumuşken bir umut ama daha çok umutsuzca dönüş yolundayım, keman sesi geliyor. Yaklaşıyorum ki beyefendi bu kez pardesüsünü giymiş biçimde çalmaya devam ediyor.

Haberin takibindeyim!

30 Mart 2023 Perşembe

15. Yıl Özel Sayı-5

Bol aksiyonlu anılar, arkadaşlar biriktirdiğim ve hayatımdaki yeri çok özel, unutulmaz heyecanlar, güzellikler yaşadığım bu kentte yıllar sonra bu kez; ânların güzelliğinden başımın döndüğü, muhteşem bir güne dair...


Kal Gelince Bir Üşengeçlik de Geliyor



18 Ekim 2013


Uzun bir yazıyı hak ediyor mu bayramda aşık olduğum bir şehirde olmak bilmiyorum. Aslında biliyor ama kıvırtıyorum. Sokaklarındayken hep şunu tekrar ettim oysa: "Amasya, aşkım benim."

Belki de şu cümlenin yansıması idi her şeyi anlatan:"Bir de gayet bencilgezer olarak söylemem gereken bir şey var ki, mekân, bir ev, bir sokak, bir şehir ya da ne olursa olsun orayı bilen değil de yaşayan ve seven biriyle gezmenin insana ve keyfine kattıklarına da ayrıca paha biçemem."

Esnaf tavrına, lezzetine bayılacağınız, maaile çalışılan, pek de eğlenceli bir yemek keyfi yaşatan Sakarya Islama Köfte Salonu'ndan, Yeşilırmak üstündeki minik balkonda içilen kahveden, İlk Pansiyon'dan, Bimarhane'den, Pirler Parkı'nın en eğlenceli yerinden, Ali Kaya'nın restoranında bayram dolayısı ile yapılmadığından yenilemeyen Germeç'ten, uzun yıllar sonra gidilen ama gündüz kapalı olduğu için geri dönülen Büyük Amasya Oteli'nin Ayışığı Bar'ından, güne muhteşem bir final olan Grand Pasha'daki buz gibi biradan ve en önemlisi bir milim glikoz içermeyen tatlıları ve muhteşem ötesi dondurması ile Gazimihaloğlu'ndan söz edip, mekân mekân yazmak isterken şehrin bu ışıklı gününe dair bir yazı, ve rehber olmak isterken okuyana; sonuçta ortaya çıkan bencil bir kaç cümle olmuş. İsterseniz sadece fotoğraflara bakın!



Bir Mektupta Amasya'da Yaşanmış Bir Bayramdan Bahsetseydim.

 
Şu mübarek bayram sabahında fark ettim ki benim aklım kalakalmış; güne adapte olmak, mekâna dönmek mümkün değil. Üstelik kalakalan aklım sürekli yazıyor; şu otelin şurası, şu mekânın burası falan derken bir yandan da bir gün öncesiyle gelecek arasında gidip geliyor. Zaman ve mekân kavramı ortadan kalkmış, ben sadece kuru bir beden olarak sağa sola bilinçsizce hareket ederken o, "Al gözüm seyreyle," tadında sürekli sunuyor. E doğal olarak benim hayta yanım bundan çoookkkk memnun.


Üstelik dünya, işler, rutinler umurunda bile değil. İşin açıkçası iş peşinde koşan, tüm bunlardan uzak sorumlu bir insan olarak ben de kıskanmıyor değilim kendisini. Köpeği beslemiş, inşaatı sulamış, ekmek almaya gitmiş; yıkanıp kuruyup yatak üstüne atılmış, günlerdir sorumlu bir insan evladı bekleyen bilumum çamaşırlara derin bir sorumluluk duygusuyla "Hadi şunlara bir el atalım da ortadan kalksınlar," diye sarılmış; hepsini tek tek askılara asıp dolaba kaldırmış sorumlu şahsım da aslında; bir yandan televizyona bakan "Ah şu hayatı bir de ben yaşasam," diyen ve kendini tam da orada hisseden, saçlarını İstanbullu Kuaför Müjgan'a* yaptırmış kenar mahalleden Ayşe Abla formunda valla. Ne gün yaşamış be adam, diyor.


Şimdi gelirsek özüme: Tek tek cevap vermektense her mektuptaki konulara toptan girmek üzere, ve aslında sabahtan beri yazı hayal eden ama bir coşkunluk içinde telef olmakta olan, iki lafın ucunu bağlayamayan şu garip bir çözüm üretti ve ne var ne yoku şurada topladı. Kendisi valla fena halde şaşkın, üstelik bunun fena halde de farkında.


Tek mesele bunca çok ân içinde kaybolmuş olması. O ânlar da çok ama çok afacanlar; sürekli sağdan soldan çakıyorlar, her biri bir diğerinin önüne geçmeye çalışıyor, bense bundan şikayetçi değilim ama onlara uyunca hiç bir şeyi düzgünce ve sırasıyla yapamıyorum. Tek çarem var ki o da her şeyi bir kenara bırakıp şu andan kopmak, dünkü zaman dilimi içinde yaşamak. O yüzden şu mektup bir şeye benzemiyor, bir anlam bütünlüğü yok farkındayım.


Bu arada o fotoya ben bayıldım bir kere. Masa üstü bile yapabilirim onu, hatta bir poster haline dönüştürüp, hayalini kurduğum duvarlardan birine bile asabilirim. Ayrıca eller kocamansa, benim büyüklük algımı değiştirmem şart, kesinlikle doktor müdahalesine ihtiyacım var. Ve ayrıca o fotoğraftaki kolların, bileklerin ve parmakların zarafetini fark etmeyecek öküz henüz dünyaya gelmemiş, rabbime sordum. Ve ayrıca bu fotoğraf makinası öndeki görüntüleri arkadakilere göre bir nebze daha öne çıkarıyor. (Bkz. perspektif: ilkokul birinci sınıf resim dersinde öğretmen tarafından verilen bilgi) Ve ayrıca o günkü resmin ve o kadının benliğinin yansıması açısından, çektiğim en güzel canlı fotoğraf olduğunun altını çiziyorum. Ben milim kusur göremiyorum orada. Sürekli ona bakıyorum zaten.


Ve ayrıca fotoğrafçı duygu yakalama konusunda maharetli tamam, ama olmayanı var etme konusunda sıfır. Hatırlarsan hep tekrar ettiğim bir şey var: Bir yönetmen olarak olanı çekme konusunda dünyanın en iyilerinden biri olabileceğimin altını çizerken; film ve benzeri hallerde sahne hazırlamak, oynatmak konusunda sıfır olduğumun altını da ısrarla çizmişimdir.



Kabul ediyorum ki insan ânı yaşarken karşıdan etkileniyor, onunla doğru orantılı olarak çoğalıyor her şey... ama bunun koşulu da o duyguların kişinin bünyesinde var olmuş olması, zaman içinde yaşananlarla doğru orantılı olarak gelişip serpilmesi. O nedenle tam da ayna misali bir alışveriş bu. (Buradaki alışveriş, kapitalist dünyanınkinden tamamıyla dışarıda ve matematiği olmayan bir mana içermektedir!)


Yahu ben hayatımın en güzel günlerinden birini yaşamışım, akşam eve gelince ilk işlerimden biri otellere bakmak olmuş, günün tadı damağımda kalmış, her saniyesini yeniden yaşarken ve bizzat yaşamış olmama rağmen ardından ööle bakarken; sanki biri bana anlatmış da bana inanılmaz gelmiş, "Yok olmaz ya böyle bir gün," diyerek, -içimden- "Sen bunu külahıma anlat," cümlesini sıklıkla geçirerek ve suratıma sırıtarak "He he," çeken dinleyen modundayken ne desen boş valla.


Bir de gayet bencilgezer olarak söylemem gereken bir şey var ki, mekân, bir ev, bir sokak, bir şehir ya da ne olursa olsun orayı nefes almanın tadını bilen, tek bir kelime konuşulmayan bir ânda bile aynı duyguyu hissettiğini hissettiğin, yanındayken zerre kadar huzursuzluk taşımadığın, kaygısızca konuşabildiğin, çırılçıplak kalabildiğin; bir tek noktasına dokunmadan bile bedenini, kremsi gerginliğe sahip tenini hissedebildiğin, aklından geçenlerin hepsini gözlerinin pek de flörtöz bir hazla yapabildiği ve yaşamayı bilen, şu akustiğin olduğu mekânda ânın tadını fark edip zıpzıp zıplayabilen bir kadınla dolaşmanın tadını da ben anlatamam. Bir de o biri böylesine çok sevdiğin biriyse, eşinin benzerinin olabilmesi mümkün değil, valla.



 Kısacası: İyi ki seninleyim. Çokkkk ama çokkkkkkkkk teşekkürler gerçekten yaşıyorum dediğim her saniye için.



 *İstanbullu Kuaför Müjgan cümlesi şehirde gerçekten var olan bir dükkanın tabelasındandır.
Fotoğraflar Nikon L23 ile çekilmiştir.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP