20 Ağustos 2022 Cumartesi

Hikâyesi Olan Objeler-2

Ben bayramdan tetiklenerek Nerede O Eski Bayramlar diye bir yazı yazınca, altına anılar içeren pek hoş yorumlar geldi. Bu da beni bir başka yazı için tetikledi ve ortaya Likörlü Fısıltılar çıktı.

Sonra Sevgili Öğretmenimiz Leylak Dalı çok şahane bir fikirle Hikâyesi Olan Objeler diye bir seri başlatalım önerisinde bulundu ve ikinci yazısını yazdı. Diğer blog arkadaşlarımız Sevgili Okul Arkadaşım, Sevgili Şule, Sevgili Sadece C. de katılınca; bir nostalji dalgası esmeye başladı ki bu pek hoş oldu.



***

Arayışta olduğum bir kaç objenin peşine düşüyorum hemen. Leylak Dalı öğretmenimizin yazısına "Ölüme sebebiyet vermesi kesin cam kül tablaları vardı, cam yerinde ağırdır denilesi ve fotoğraftakilerin rengine haiz, onların peşindeyim," cümlesini içeren bir yorum yazıyorum. Ve onları gökte ararken televizyonun arkasında buluyorum. Çünkü ben sigara içmiyorum.

Tavsiye ederim!



Önce bir ikileme düşüyorum; üçüncü evlerindeler mi, diye. Kızkardeşle kısa bir değerlendirme yapıyor ve ikinci evlerinde oldukları kararına varıyoruz ama ben henüz ikna olmuş değilim. Şimdi aklıma aynı camdan mavi renkli olanları geldi: İşte onların üç ev ve belki de benim doğduğumu da dahil edersek dört ev gördükleri kesin. Yazının ardından peşlerinde olacağım. Bu arada bir stok oluşturduğumun da altını çizebilirim. Bir kaç yazılık malzeme an itibariyle elimde.


*

Ben tıfılın tıfılıyım. Babam terzisine benim için, o yıllarda isyan ettirse de bugünden bakınca mavisi çok hoş, kumaşı baharlık bir takım elbise diktiriyor. İlkokulun en başlarındayım. Bir pazar günü sabahında, enn amcam içine bir de tişört dokusunda boğazlı beyaz kazağa benzer bir şey giydirerek, saçlarımı tarayıp neler söyleyeceğimi de tekrar ederek takım elbiseli beni nişanlısının evine gönderiyor. Çekingenim. Kapıyı açtıklarında neler söyleyeceğimi hem aklımda tutmaya hem de kendi üslubumca kibar bir sıraya koymaya çalışıyorum yol boyu. Enn amcam coğrafyanın en tanınan, çiftlikleri olan bir ailesinin kızıyla nişanlı ve onlar şehrin en sosyetik semtinde oturuyorlar. Sadece salon salamenjeleri bizim 8 kişi yaşadığımız sobalı evi en az ikiye katlar. Üstelik hem kaloriferli hem de  şömineleri var. Hatta dünya tatlısı yengem bizim fakirhaneye geldiğinde sadece bizim ev değil bütün  mahalle ışıldıyor. Ardından da ne kadar mütevazı, ne kadar cana yakın gibi kelimelerin geçtiği cümleler kuruyor komşular. Çok tatlı, çok esprili ve çok seviyoruz.

Şimdi, daha önce bir kaç kez anne babamla, halamla ve amcamla  gittiğim evin kapısındayım ve bu kez destek yok yanımda. Tek başıma ben. Bir an kaçsam, evde yoklardı gibi bir yalan uydursam, diye düşünüyorum. Ter bütün bedenimi çoktan basmış durumda. Son karar ve kaçarı olmayan bir çaresizlikle zile basıyorum. Kapıyı hiç ummadığım, plan dışı tuttuğum üzere abisi açıyor. Onunla hiç provamız yok.  Kibarca konuşma çabaları içinde kem küm ediyor, terle karışık kelimeleri bir şekilde sıralıyorum. O benim farkımda ve içeri sesleniyor ve kapıya Suat Teyze ya da yengem geliyor. Ben heyecandan ve kibarlık çabalarımla ne dediğimi pek bilmiyorum ama sanırım onlar konuyu anlıyorlar. Sırtından tonlarca yük kalkmış bir rahatlıkla asansöre biniyorum. İndiğimde ve kapı açıldığındaysa karşımda enn amcam. Tekrar yukarı. Şimdi işim daha zor. Fırsat verse asansör kabininin minicik aralığından boşluğuna sızacağım. Çünkü biraz önce düzgün ve güzel konuşma telaşlarıyla fena saçmaladığımın farkındayım. Belki de saçmalamadım bilmiyorum. Bunun amcam tarafından bana verilen -kasıntı değil- klas adam olma eğitiminin bir parçası olduğunuysa yıllar sonra çakıyorum. Bir özgüven yüklemesi bu.

Gün çookkk keyifli geçiyor. Evin yengemden hariç bir kızı daha var. Oğul genç bir mühendis ve evli. Günün 6-7 belki 8-9 yıl sonrasına sıçrar ve  küçük de bir not düşersem: Sevgili Okul Arkadaşımla aynı lisede okuduğumuz yıllarda -kendisiyle netleştiremesek de- mühendis abi ve eşiyle aynı apartmandalar ve tanışmamış olsalar da komşular! Kız ise Kolej'de okuyor ve şimdi benzerleri olmayan, ciltli, içinde bir çok çizgi roman olan Tina adlı bir dergi alıyor. Ve o dergiler benim de çok hoşuma gidiyor. Bazen eski sayılarını topluca alıp eve getiriyorum. Okuyunca da yenileri ile değiştiriyorum.



Biz bir ya da iki yıl sonra Suat Teyze'lerin caddesi üzerinde bir daire satın alıyoruz ve mahalleden ayrılıyoruz. O eve -en azından salonuna-yeni eşyalar alınmalı. Sormuştuk anneme: O mahallede de bunları mı giyeceğiz diye! Yine bu kez şehrin diğer yakasındaki ova coğrafyasından bir çiftlik sahibinin kızı, dünya iyisi, konaklarda büyümüş çok tatlı kadın, enn amcamın kayınvalidesi Suat Teyze'nin zevki ve fikirleri önemli. Salon mobilyaları için birlikte çıkıyorlar alışverişe.

Burada bir zaman sıçraması daha yapıyorum; madem genişlettim yazıyı, o halde hızla ileri sarıyoruz zamanı ve devam.

Ben Lise'nin en başındayım. Bir gün ev telefonu çalıyor. Annem açıyor. Karşı konuşurken annem şöyle bir toparlanıyor ve sesini heyecan kaplıyor. Sürekli sağolun, teşekkür ederiz ifadelerini kullanıyor ve konuşma bitiyor.

Annem bir su istiyor.

Bir süre kendi haline gülümseyen heyecanını yatıştırması gerek!  Hâlâ inanabilmiş değil.

Çünkü telefonda ilk konuşan sekreter, ikinci konuşan kişi ise dönemin başbakanı, o yıllarda adı dağlara taşlara yazılan Bülent Ecevit.

Baş sağlığı diliyor.

Fevzi Amca öldü. Enn amcamın kayınpederi. CHP Samsun Senatörü.

İşte ben bu küllüklerin Suat Teyze'nin yeni eve taşındığımızda onun seçimi olduğunu düşünüyordum. Kız kardeşimse benden evlerinin anahtarlarını hiçbir zaman esirgemeyen, ev halkını da alıp bize götüren, sırlarımı saklayan küçük amcamla yengemin caddedeki  ev için aldıkları hediyeleri olduğunu söylüyor. Ayrıca sigaranın köz ucunu söndürmek için tokmağa benzer parçalarının da olduğunu...

Ve hatta gazete kağıtlarından sigara ölçeğinde rulolar yaptığımızı. Bir iki nefes alıp o zarif tokmaklarla söndürdüğümüzü...

Çok genç ve diri duruyor olmaları şaşırtmıyor beni; tahminimce 50 yılı aşmış bir zamanı ikisi aynı noktada olmak üzere 3 evde huzurlu ve kıymetlerini bilen nesillerin güzel insanları arasında geçirdiler ve geçirmekteler...

17 Ağustos 2022 Çarşamba

Ekmeği Fırından Kitabı Kitapçıdan...

Almayı Ne Kadar Çok Seviyordum Oysa!



Ama bu garip ülke epeyi zamandır bu keyiften yoksun bırakıyor beni çünkü tersini yaptığımda bir enayi olduğumu düşünüyorum. Oysa ne kadar ve bir o kadar yürekten kollamak istiyordum hepsini.

Düşünüyorum da ülkemizin karar vericisi: eğitimli, müteahhitsever değil de kitapsever, muhalif olsak da oturup iki laf etmeye değer, kalender, kendi evinde oturan, ya da sembolik bir önemi olduğu için Çankaya da takılan biri olsaydı, nasıl olurdu?

Kesinlikle kültür bakanının kim olduğunu bilirdik...

Büyük sermayeli, her yere yayılmış kitapçılar değil kastım. Küçük, mütevazı dükkânlarda bu işi yürekten yapan, ilk dakikada size ahbaplık kapılarını açan, kitabı tanıtabilen, saatlerce konuşabildiğiniz, en iz bırakan öğretmeniniz, en yakın arkadaşınız kadar sevdiğiniz, elinde aradığınız kitap yoksa beklemekten zevk aldığınız, o enfes sohbet esnasında karşılıklı çay-kahve içtiğiniz abiler, amcalar, ablalar...

Şimdi yoklar!

O bakımdan çocukluğuma ve gençliğime şükrederim. Ve aslında hepsini isim isim bir gün anmak isterim. Elbette mesleği aynı tarzda sürdürmek isteyenler de var ki sayıları bir elin parmaklarının yarısı kadar.

Ve can çekişiyorlar.

Çünkü yeterli çeşit bulunduramıyorlar, taşrada oldukları için de müşterinin talebini yerine getirmek istediklerinde ödeyecekleri kargo parasını üzerine ilave etmek zorunda kalıyorlar!

Gelin görün ki bir de kitapseverin cüzdan meselesi var.

Mesela şu iki kitap arasındaki tek farkı bulun desem...


Tahmin ettiniz elbette.

Soldaki gönülden olmasa da cüzdandan kaynaklı olarak sıfır kargo ücreti ile D&R internet mağazasından alınan ki şu an bile fiyatı 43,20 TL.

Sıfır kargo içinse en az 100 TL'lik bir alışveriş yapmak gerek!

Ayrıca kredi kartına taksitle ve ayrıca bankanıza göre, onun bir kıyağı olarak al benden de şu kadar daha taksit promosyonuyla...

Diğeri de ülkenin pek çok yerinde şubeleri olan bir büyük kitap-kafeden ve ilk siparişte kitaptan emin olamadığım, sonra okuyup da bayılınca, ve ayaklarımın yerden kesik olduğu çok keyifli, dünya yansa umurumda değil bi ruh halindeyken, Penguen'den -bir hafta önce- alınan.

Gördüğünüze inanın, 72 TL. Üstelik barkoda rağmen etiketli!


Oysa bir yazıda okumuştum. Bütün gelişmiş batı ülkelerinde devlet tarafından kollanıyor hayallerimizdeki kitapçılar. Eğer yanlış hatırlamıyorsam, internet kitapçıları dahil aradaki fark Almanya'da %5 ve 18 ay kitap fiyatı değiştirilemiyor. Hadi yanlış hatırladığımı varsayalım ve olsun da %10, ya da İtalya gibi %15. Kapılarından içeri adım atarsam  yayılmacı ve internet kitapçılarının...

Namerdim.

15 Ağustos 2022 Pazartesi

Karadut Şerbeti Ve Bir Parmak Bal

Uzun zamandır almayı düşündüğüm, tam sipariş listesine eklemişken her seferinde çıkardığım kitabı sonunda alıyorum.

Sıkı, benim çok hoşlanarak ve keyifle okuduğum ama çoğu okuyanları tarafından pek sevilmemiş Sütçü gibi kitapların ardından lay lay lom bir okuma hafifletir beni diye düşünüyorum.

E biraz da erotizm -sosu- fena olmaz!

Okunmayanlar rafında yerini aldıktan 2 ay sonra okumaya başlıyorum.

Başlangıçta akıyor fakat bir kadının dilinden olmasını yadırgıyorum, sonra alışıyorum ama...

Ama işte!

Çünkü üslupta kadınsı bir lezzet yok. Belki de Ian Mc Ewan erkek dünyasındaki kadının profilini yaratmak istedi!

Ya da bende bir arıza vardı.


Kolay bir okuma, akıcı, casusluk meseleleri, edebiyatın casusluk işlerinde kullanılması, gizli servisin insanları, kısmen arızalı karakterler, yazarlar, restoranlar, alkol, aşklar, onlar bunlar derken yürüyoruz kitapla birlikte.

Yazar şırıl şırıl akan bir film tadı veriyor ki kendisini eleştirmek haddime değil ama onunla tanışma kitabımın tadı ve bendeki etkisi kalıcı.

Kendisiyle ahbaplığımız eskiye dayanır yani.

O kitabının gazıyla önce Solar'ı alıp okumuştum ardından da Cumartesi'yi.

Hakkını yiyemem, özellikle Cumartesi'de heyecanı hep diri tuttu ve okurken kelimeler yoktu!

Gelin görün ki okuma keyfi açısından güzel olsalar da  zaman geçirme tadı veriyorlardı.

Bir tortu kalıyor muydu peki?

O halde benim kazanımım ne?

Var mı?

Yok...

Yani hiçbiri bende *Masumiyet ya da Özel ilişki'nin tortusunu bırakmadığı gibi enn kitaplarım kategorisine de çıkamadılar.

Yermek değil gayem, olumsuzlamak da istemem, sonuçta akıp gidiyorlar, geriye bir şey bırakmasalar da eğlenmiş oluyorum, diye düşünüyorum.

Bir Parmak Bal da olsa damakta kalan, fena bir sonuç değil yine de.

Fakat 15-20 yaşlar aralığında okusaydım, günlerce anlatır dururdum. Kitaptaki erkek kahramanlardan birini atar, yerinde ben olurdum. Ve arkadaş sohbetlerinde ballandırmaktan bir hal olurdum

Hızlı başladım, sonra gazdan ayağımı bir tık çektim, 300'e kadar idare ettim ama sonrası ağızda büyüyen lokma gibi geldi.

Ve henüz kitabı bitirmiş değilim.

Bana karşı olan görevini tamamladığını düşünüyorum ve açıkçası burdan ötesi için de bir merakım yok.

Hedef kitlesini iyi tanıyor, diye düşünüyorum. Biraz da piyasa etkisi, arz talep meselesi, para çağı, görünür olmak ve kapitalist azgınlık nedeniyle hak da veriyorum.

Sonuçta ben de 310'a vardım.

Sonra da titreyip kendime döndüm demek ki...

 Kalan 56 sayfaya ayıp etmemek için;

belki bir ara yeniden elime alırım.


Tüm bunları Ian'a hissettirmedim sanırım. Belki soru işaretleri oluşturmuş olabilirim, kalp kırmanın da gereği yok diyerek aslında 250. sayfada gaz kesiyor, bitime 53 sayfa kala da el frenini tümüyle çekip park ediyorum.

Yine de yanlış anlayıp da alınmsasını istemiyorum ve bir kaç haftadır gitmediğim kitap okuma noktama davet ediyorum.

Olleyy... limonata!

Fakat yanında kırmızı renkli ve dibi kalmış bir şey daha var.

Önce vişne olduğunu düşünüyorum ve "Limonata lütfen," diyorum. Çünkü diğerinin vişne olduğunu sanıyorum hâlâ. Biraz dikkat kesilince, uzaktan akrabalık ilişkisi var gibi gözükse de pek benzetemiyorum.

Soruyorum.

Karadut şerbeti yanıtıyla da eriyorum.

İçim, gümbür gümbür.

"Granül mü?" tereddütü yaşıyorum ama atalar diyarımın göz bebeği olduğunu da anlıyorum.

"Bir karadut şerbeti, lütfen"

"Bir de Trileçe, lütfen."


Bu koca çatal neyin nesi demiyorum, çünkü yeni başlamış ve daha önce görmediğim genç kız çok tatlı ve üzülsün istemiyorum. Oysa eski çalışanlar bilirler ki ben tatlı kaşıkçıyım.

Aldığım her lokmayı tabağa sızmış sütle harmanlamak isterim.

İkinci karadut şerbeti içinse isyan var bünyede!

Söz konusu buz gibi, hakkı verilmiş karadut şerbetiyse, boynumuz kıldan ince.



*Masumiyet ya da Özel İlişki

13 Ağustos 2022 Cumartesi

Şuraya Bir Link Bırakıyorum



Derinler
 
 


Felekten Bir İstanbul Çaldım



Fakat!





Yazıda bu Odun'un 10 yıldır -defalarca- okumasına rağmen göremediği ve ancak dün fark ettiği çok kıymetli bir detay var: Hayatında çok çok özel yerleri olan üç insan aynı günün içinde ve yazıda.

 

Kocaman da bir hıyarlık...

Ve yazının son noktasının sonrasını kesinlikle yazacak.

Ve yazmalı da!

Çünkü yükünü yıllardır yüreğinde taşıdığı bir borcu var.

 

Şahane bir kalbi fena...

 

Çok fena -fütursuzca-  kırdı çünkü!


Ve Sevgili Momentos'a özel bir teşekkür.

Diş ağrısından söz etmese, ben minik bir yazıma, 14 yıl öncesine, Düşüm Ağrıyor'a gitmeyecek, tetiklenmeyecek, bu yazıya dönmeyecek ve 10 yıldır fark edemediğim detayı fark etmeyecek, o günü anlatan yazının son noktasından sonrasındaki saatleri de yazmam gerektiğini ve buna mecbur olduğumu asla düşünmeyecektim...

Çokk... ama çoookk teşekkürler Momentos.:)










11 Ağustos 2022 Perşembe

Ve Film Çiviyi Söker


Son üç yazımın içinde kaybolmuştum.

Ummadığım derecede bir zaman yolculuğuydu.

Yazarken yaşamak, tüm detayları zamanda sıçrayarak, başka bir boyutta yaşarcasına hissetmek çok enteresan bir deneyimdi.

Belki de çok sarsıntılı bir süreçten, alınmış radikal kararlardan bir nefes için kaçıştı o yolculuklar!

Çivi çiviyi söker ifadesinin bende vücut bulmuş halleriydi belki de.

"Her neyse, neydi işte!" diye düşünürken şimdiki zamana dönüyorum ve Filmgündemi'nin sayfasına göz atıyorum.

Bir başka çivi arıyorum ki geçmişten gelip bünyeye yerleşen mevcut çivi sökülsün ve ben bugüne dönebileyim.


*

Başka Sinema filmleri listesinde Coen kardeşlerin bir filmini görüyorum.

Hemen bizim sinemanın filmlerine koşuyorum.

Ve Bingo ki hem de ne bingo; Coen Kardeşlerden Sen Şarkılarını Söyle.

Ahh Buraneros, al sana serotonin!

Toparlanıyorum. Mesaimin son saatleri. Son verileri almadan kapatıyorum bilgisayarı.

Bir şeyler yemeyi düşünüyorum ve sonuçta yürürken yerim diyor, hazırlanıyor, çıkıyor, bir börek ve bir üzümlü kek alıp böreği yerken ve yarısındayken istasyona varıyorum.

Kapılıp gittiğim ve içinde, ve gerçekten içinde olduğum zamandan bugüne, şehrime dönmüş gibiyim ve bu his muhteşem.

Trendeyim.

Mutluyum.

Şimdi gişenin önündeyim; koltuğum kapılmış.

Şimdi terastayım.

Bir sürü gemi alargada. Fotoğraf makinesi neden almadım yanıma bilmiyorum.



**
Sanırım... Son üç yazıyı yazarken gerçekten o günleri yaşadım.,

Bu kadar detayı hatırlamak şaşırttı beni.

Kıymetliydi evet.

O süreci yaşamasam devrimi yapamayacaktım belki de?


Çivi çiviyi mi sökmüştü acaba?



*

Penguen'den içeri sızıyorum. Gözüm raflarda. İlk anda çarpmayınca görevliye soruyorum. Bilgisayardan bakıyorlar ve yerini tespit ediyorlar. Elimde kitapla kasaya gidiyorum. Çok tatlı bir genç kız. İnternet kitapçımdan aldığım fiyatı söylüyorum ve bu durum ne yazık ki kitapçılar için fena diyorum. İkinciyi neden aldığımı soruyor. Enn Sevdiğim Kadın için diyorum. Gülüyor. Romanı merak ediyor. Kısaca özetliyorum ve okumasını öneriyorum. Bugün şanslı günüm çünkü birikmiş bonuslarım varmış, o nedenle biletimi az önce indirimli aldım ve kitap maliyeti düştü, diyorum.

Gülüyor.


*

Salondayım.

Ve bu kez koltuğum satılmış olduğundan bir yanındaki koltuktayım. Bugün salon benim için kapatılmış değil diye düşünürken ilk kez bu kadar kalabalık oluyoruz: Tamı tamına 11 kişi.

Ve antrakta "Bugün gözlerimi yaşarttınız çocuklar," diyorum.

Diyorum da... İkinci yarıda kalabalıktan sıyrılıp alt koridorun olduğu sıradaki orta koltuğa oturuyorum... Ve şimdi tek başımayım sanki salonda.

Bu çok hoş.

O kadar alışmışım ki tek izlemeye; neredeyse tamamı benimle aynı koltuk sırasında olan kitle nedeniyle bir türlü tutunamıyorum filme...


Şimdi her şey yolunda. Ayaklarım bugünde ve yere basıyorlar. Ben de filmin karakteriyim artık. Hani tarihini bilmesem filmin, kuracağım kesin cümle şu: 60'ların Amerika'sında olmak.

Jean Berkley karakterindeki Carey Mulligan'a bitmiş durumdayım.

Bazı kadınların diline küfretmek acaip yakışır.

Çok hem de!

Ve şahanedir.

Kesin bilgi!

Llweyn Davis, yani Oscar Isaac, müthiş. Kendisi sonradan öğrendiğime göre Guatemalalı bir müzisyenmiş.

"Komiksin abi, bi de çok sempatik ve sevimlisin," dedim.

Tabii ki şarkılara bayıldım. Gitar zaten...

Fakat John Goodman!

"Abi ne şahane bir adamsın sen yahu."

"O ne şahane bir karakter Coen biraderler," de dedim.

Çizgi film karakteri gibiydi diyeceğim ama dilimi ısırıyorum.

Sıradanlaştırmak istemem; sıradan olmayan, siyah beyaz, çizgileri son derece nitelikli, ciddiyetli ama kara mizah bir çizgi romanın kahramanı sanki kitaptan tüymüş de gelip filme kurulmuş. Bir de şoförü var ki o da arabayla birlikte kitaptan filme kaçmış. Beş parasız bizim Llewyn'de onların arabada yancı. Şikago'ya gidiyoruz. Elimizde bir uzunçalarımızla. Enfes bir kar atıştırıyor ve gecenin bir yarısı.

Fakat Jean Berkly karakteri de aklıma fena takılmış durumda.

Haaa evet evet...

Niyeyse bu evetim onu da pek anlayabilmiş değilim. Altından yine kalkamayacağım karakterlere ve o sahnelere dalmam için gaz veriyor muhtemelen!

Sahneler muhteşem; filmin rengi karlı bir gün gibi. Bense bu detaylara hiç girmemeliyim, diye düşünüyorum çünkü ballandıracağım kesin. Fakat bu yazıyı net cümlelerle kısa kesmek istiyorum.

Ve yaşasın!

Başarıyorum mu?

Filmin karakterleri birbirinden hoştu eyvallah, lakin filmde bir de sarman var ki bence o da başroldü.

Yani 60'lar, Amerika, şahane şarkılar, sızdırılmış bir Bob Dylan şarkısı, gitar, Justin Timberlake sürprizi, olmazsa olmaz bir yol hikâyesi ile gülümseten, kulaktan pası alan, güldüren, insanın içini sıcak tutan bence enfes bir film.


Yazıdan çıkmak üzereyken kendime fren yaptırıyorum ve geri sarıyorum.

Salondayım.

Filmin kapanış jeneriğinin son cümlesi sahneden çekilene kadar 11 kişinin hiçbiri yerinden kalkmıyor. İki olasılık var: Ya hâlâ çalan şarkılar için ya da bu gençler bilinçli gelmişlerdi ve gerçek sinema seyircisiydiler.

Çok hoşuma gidiyor akşam.

Bundan sonra filmleri önü koridor olan sıradan izleyeceğimse kesin. Ama Enn Sevdiğim Kadın Piazza'yı protesto inadını kırarsa ki yumuşadığını hissediyorum. O zaman bana her koltuk Trabzon*


*

İstasyondayım. Saat 21'i geçmiş durumda. Samsunspor tesislerindeki minikler antremandalar. Ay muhteşem. Aklımda enn sevdiğim kadın. Sırt çantamda ona aldığım kitap.

Tek tuş...

Ve O.

İçime doğmuştu. Yanılmamışım. Az önce ev telefonumu aramış.

Sesi bana ne kadar iyi geliyor.

Ona filmi ballandırıyorum.

Ay'dan söz ediyorum.

Onunla ortaklaştığımız bir an.

O sırada tren gözüküyor.

Ayaklarım yere basıyor.

Ona çok övdüğüm bir kitabı, Sütçü'yü bulmuş olmanın keyfi, ay'ın en sevilesi hali ve gecenin içine akan tren.

Vee...

17:55'de yayınlansın diye ayarladığım Affet Beni Akşamüstü'nü  ve yorumları taslaktan değil de blogdan bir okur gibi okuyacak olmanın keyfini hayal ediyorum...

Gece uzun olacak...

Kesinlikle bira almalıyım!



Ve filmden bir Bob Dylan şarkısını Llewyn söylemeli...




*Trabzonspor seyircisinin "Bize her yer Trabzon," sloganından evrilmiştir ve benim Trabzon'la hiçbir akrabalık ilişkim yoktur.

Filmgündemi ise burada


İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP