20 Ocak 2022 Perşembe
Aynı Ekspres İle Zaman Farklı İki Yolculuk
Dört gün sonra bir baktım ki yatağımdaymışım!
Diğer kitabı kafama takmıştım, yazarı tanımıyordum; Leylak Dalı'nda rastlaşınca, dedim hemen! Hemen dedimse de 24.11.2021'de elimdeydi ve epey kalabalık okunmayanlar bölümünün biraz kenar mahallesinde yerini aldı. O yerini aldı ama kaşar kitaplar aralarına pek almak istemediler. Kıdem meselesi.
Hır çıkmasın isterim. Onun için alt devre muammelesi yaptım. Görünürde ama kıdemlilerin uzağında bir yere bıraktım fakat; şımarır, hava atar, dile döker diye de, sır vermedim. Dedim aklımdasın.
Önceki gün, el ayak çekilmiş saatlerde, sessizce girdim çalışma odasına. Ortalık süt liman. Dikkatlice, özellikle kaşar takımın olduğu kısmı süzdüm. Uykular derin. Çorap ucu adımlarla yürüdüm ahşapları... Bunun ise çenesini kapattım ve ufaktan dürtüm ki işaret parmağım; ucu burun üstünü aşmak kaydıyla dudak üstümdeyken... Uyanık, çaktı. Sessizce çıktık.
Yatağıma kuruldum, başucumdaki okuma lambamı açtım. Künyeyi okudum. İlk sayfayı geçtim ve ondan sonra baktım ben yatağımda yokum. Bir kaptı beni ki soluksuz...
120. sayfada zor kurtardım! O nasıl akıcı bir anlatım. Konuya nasıl bir hakimiyet. Mizah zaten... Aşk meşk zaten... Haydarpaşa canımız ciğerimiz... Solculuk başımız gözümüz üzerine... Mevzu can yakıcı; uyku paçalarımdan çekiştiriyor. Saat neredeyse "Sabah şerifleriniz hayrolsun," diyecek. Kontrollü adamsın her ne kadar kaptırsan da paçanı vur elini masaya evresindeyken ben; ehil kişi bir hooop çekti ve kibar ol, dedi. Söz büyüğün, saygı bizden. Roman kahramanlarına dönüp "Bana müsade, size iyi eğlenceler," dedimse de baktım sözlerine, niyetler bozuk. Anladım ki ufacık bir zafiyet gösterirsem; bu iş Çiçek Pasajı'na uzar. Romanın içinde, yazarın kaleminde olsam başımla beraber; sonuçta hayatım onun elinde olacak. Yat yat, kalk kalk. Yani O ne buyurursa o. İrade koydum: "Baylar bayanlar, Ali Baba, hepiniz cansınız, canımsınız, sizinle masanın da sözün de keyfine doyum olmaz; ama bu saat de bana uymaz lakin gözüm de ardımda kalır, hatırım için yarın takılalım," dedim.
Ertesi gün Haydarpaşa'nın yanmış çatı katındaydım. Manzara derya. Ona döndüm ve "Gözlerimi yaşarttın, 24 saat dolmadan kapağı kapattım, helâl sana! Haa hiç mi fren yapmadın dersen Başar Öztürk kardeş; belli ki bagajın dolu, sağlam adamsın, dağarcık pırıl pırıl lakin biraz daha sakin. Biz gördük zira seni; ama sen gözümüze sokmaya kalkma bir dahakine kendini," dedim. Sonra gözlerim Marmara'ya ve karşı kıyılara derin ve anılarla bakıyorken; ne ihale aşaması, ne Orient Ekspres, ne Orient Ekspres'in sahibi ve hanımefendileri, içtiğimiz şampanyalar, ne de patronun kredi kartıyla çizik ayırıp burunlarımızla çektiklerimiz, enfes sohbetler, ne 10 numaralı forma, ne de geçirdiğimiz tüm bu güzel saatlerin yitişi içimi yakıyordu. Her önünden geçişte gözlerimi alamadığım hüzün yüklü bakışlarıma, yaşadıklarıma, hatıralarıma, o gara trenle son girişime sığınıyor; gün gelir, gün gelir zorbalar kalmaz gider cümlelerimin ritmiyle teselli buluyordum.
*Klio'nun şarkısı ve enfes John Dos Passos yazısı için buradan lütfen.
*Ve... ve... ve... Leylak Dalı!
17 Ocak 2022 Pazartesi
14 Ocak 2022 Cuma
Kırık Hayal Mutlu Son
1.Kısım
İkinci de geçiyor, şimdi gelecek olansa hedefe götürecek tren. İstasyonun benim istikametim yönü de yavaş yavaş kalabalıklaşıyor. Arkada, deniz yönündeki koltuklardan birine oturuyorum. Belirli saatler dışında çok sakin olmasını seviyorum bu trenin ve bugün Allah'tan Samsunspor'un maçı yok.
Rabbim yolcu olan kimseyi o trene düşürmesin!
Bir kez hem gidişte hem dönüşte denk geldim ki yol boyu zıplama ve tezarühattan gına geldim.
Tren hareket sonrası köprüye tırmanırken fotoğraf makinemi hazırlıyorum. Hava muhteşem ve bir saat sonra muhtemelen pırıl pırıl bir güneş olacak. İnsanlar piknik alanlarında, mangallar tütüyor, salıncaklar kurulmuş çocuklar top peşinde. Kış ortasında piknik. Şahane...
Tren penceresinden akıp giden zamanı seyre dalıyorum.
Plajsa kış tatilinde. Barınağa doğru yol alırken makinem ve ben hazırız. Gemiler de hazır. Tankerler, Petrolofisi tanklarına sırayla akaryakıt boşaltacaklar, alargada sıra bekliyorlar. Kayak da yapılabilen su sporları alanı da mevsim gereği olarak boş.
Barınaktan geçerken fotoğraf çekiyorum ama beğenmiyorum çünkü bulunduğum koltuk açıları kullanmak açısından sıkıntılı. Balıkçı tekneleri aut. Bir başka sefere bırakıyorum fakat buradaki balık lokantasına gelmeyi bu kez net biçimde kafaya koyuyorum.
"Yaa işte!" diyorum sonra; "mevcuttakiler iktidar olmadan önce bu ve belediyenin diğer işletmelerinde ve özellikle Yalova Vapuru'nda püfür püfür deniz eşliğinde rakı içilebiliyordu; üstelik bundan rahatsızlık duyan, şikayetçi olan kimse de yoktu çünkü mükemmel yönetiliyorlardı."
Bandırma Vapuru'na yaklaşırken Gazi Kovan'ın* öyküsü düşüyor aklıma; bir de vapurun makine dairesinden müze yapılan kısımdaki Atatürk'ün kıyafetleri ve yaşam kültürü...
Diyor elbette tam o anda içimden bir isyan: Neredeeen nereye!
Bir süre sonra denizden ayrılıp iç kesimlere dalıyoruz ve her o bölgeye geldiğimde şöyle bir dikiliyorum çünkü içine raylar kaçmış bir insanım. Tarım alanları eksiltilerek yapılmış sanayi sitelerinin içinden geçerken hayıflansam da, sanki, Öksüz Brooklyn'in içinden geçiyoruz sanıyorum.
Ve son durak Tekkeköy'deyiz.
Doğrudan ringe yürüyorum ama kapı duvar. Sağa sola bakınıyorum, kimse yok. Görevliye soruyorum; bugün Pazar olduğu için seyrek gidiyormuş ve şoförüne sormalıymışım; ancak şoför ortalarda yok. Olsun diyorum; kasabanın merkezine doğru, iki yıl aradan sonra yürümeye başlıyorum ve ilk hayal kırıklığım: Dönüşlerde İstasyon'a yürürken kesin uğradığım ve sevdiğim balıkçı yok. Oysa, akşamüstü dönüşünün tadını yaşar, istasyona geçmeden önceki son noktada, dış masaları da olan ve bir ailenin işlettiği alkolsüz bu mekânda keyfime keyif katardım.
Bugün diğerleri gibi o da planımda yoktu ama temelli yok oluşuna üzülüyorum. İstikametim pek hoş pideler yapan pek hoş mekâna. Sonrasındaki hedefimse enn bayıldığım ve sırf onun için 30 kilometre yol geldiğim ve en sevdiğim kitap okuma noktam Tekkeköy Gar'ı.
Şehrin Kırıntısı adlı, hep ilgimi çeken ama hiç girmediğim ve yine dolu mekânın önünden geçiyorum. Hedefim pideci olsa da ayaklarım sola kıvrılıyor, bünyem garı görmeden geçmek istemiyor ve ona doğru yürüyorum. Uzaktan da olsa bir şüphe oluşuyor içimde çünkü güzel havaya rağmen dışarıda masalar yok. Yıkım... Bayıldığım okuma alanım kapalı. Parkı süpürmekte olan görevliye önce "Kolay gelsin," diyor, sonra soruyorum: "Bugün mü kapalı yoksa hep mi?" Aldığım yanıtla anlıyorum ki pandemi onu da vurmuş. Bir şangırtı kopuyor bünyemde. Hemen toparlanıyorum. Park neşeli. Çocuklar oynuyor, insanların keyfi yerinde. Kıvrılıyorum oradan tekrar ana caddeye.
Bir an pideciyle ilgili şüphe oluşuyor içimde. "Yoksa o da devretti mi?" İçeri girince soruyorum. "Pide yapıyor musunuz?" Hamur başındaki kitle şaşkınlıkla bana bakıyorlar. "Ee" diyorum "iki yıl neredeyse." Gülüşüyoruz ve terasa doğru merdivenleri adımlıyorum. Her zamanki masamızdayım. Şu dereye bayılıyorum. Alabildiğine köy ve artık bir şehire benzeyen yapılaşmaların uzağında ve hâlâ eskinin tadında bir noktadayım. Sağ çaprazımsa mağaralara kadar açık bir manzara sunuyor bana. Çok tatlı bir kız yanaşıyor masama. Lise başında ya da ortanın sonunda. Bir an Görele Pidesi yapıyorlar mıydı diye düşünüyor ve menüyü istiyorum.
Kıymalı yumurtalı diye çıkmıştım yola ama düşüncem buralara kadar gelmek değildi. Şimdi ikilemdeyim çünkü buranın Trabzon peynirli-yumurtalısı çok güzel. Kavurmalı da kışkırtıyor bir yandan.
"Bir kıymalı yumurtalı lütfen."
"Bir de açık ayran lütfen"
Yanıma kitap almadığım için pişmanlık yaşıyorum. Ortam çok huzurlu ve hoş. Sırt çantamdan blogun 6.cildini çıkarıyorum. Pidem gelene kadar kitabın boşluğunu onunla dolduruyorum. Genç garsonum pidemi getiriyor. Miss gibi köy yoğurdundan ayranımı masaya koyuyor. Ben teşekkür edince de uzaylı görmüş gibi şaşırıyor ve gülümsüyor ki pek şirin bir an.
Pide beni şaşırtmıyor. İncecik ve çıtır çıtır bir hamur, rafadan bir yumurta. Uçlardan birini alıp yumurtayı yayıyorum, diğer parçaların üzerine. Sonra da sinemada çerez yiyen çocuk tadında elime aldığım dilimleri yavaş yavaş götürüyorum. Boşları alırken genç kız ben kalkıyor, kendisine bir kez daha teşekkür ediyorum. O yine gülümsüyor. Ödeme için en alt kata iniyorum.
Ödememi alan genç kadına bahşiş kutularını soruyorum. Masama bakan bu şirin kızı övüyorum. Uzaktan akrabaları olduğunu öğreniyorum sorunca. O isterseniz çağırim diyor. Hoşuma gidiyor çünkü bahşiş kutusundan pay edilsin istemiyorum bu kez. Gülümseyerek geliyor. Sarıya yakın saçlarının üzerinde, tıpkı eski filmlerdeki gibi kumaş bir bant var; saçlarının renginden havasına kadar ki tüm detaylar ilk gördüğüm andan beri bende o yılları yaşatıyor. Ona uzatıyorum masanın üzerindeki parayı. Çok iyisin işinde, diyorum. Aferin sana diye ekliyorum. Biraz utangaç ama sevinçli ve pek hoş gülümsüyor.
Bu kez istasyona farklı bir yoldan gidiyorum ve oraya vardığımda uzağına düşeceğimi biliyorum. Eskinin ekim alanlarının üzerinde şimdi koca koca binalar var. Yepyeni bir şehir. O eski, tütün ekilen, sebze tarlaları ile şehri besleyen, içinden Çarşamba Treni geçen eski köyün esamesi yok, en azından merkezinde ama tüm bu görkemli binaların arasında tıpkı eskisi gibi ekilip biçilen, içinde tavuklar ve koyunlar olan ve bu değişime inatla direnen bir yer var. Önündeyken izin alıp bir fotoğraflarını çeksem diye aklımdan geçiriyorum. Çok meşgul bir anlarında oldukları için bunu da erteliyorum. Şehrin Kırıntısı'nın en ucunda olduğu yeni ve üzeri kafelerle dolu bulvara dönmekten vazgeçip, belediyenin yaptığı görkemli Osmanlı Hamamı'na doğru devam ediyorum.
Onu geçince de artık şehirlerarası yola varıyorum ve onun altından yürümeyi tercih ediyorum. Güneş çok hoş. Yeni stadımızın bulunduğum yerden görünüşü de... Artık tren raylarının kenarından yürümekteyim. İstasyonda bir tren var. Yetişme ihtimalim az gibi... Acele etmiyorum. O da kalkıyor zaten.
Kısmet!!!
İstasyona ağır adımlarla yürürken geliş yönünde bir tren fark ediyorum ve biraz hızlanıyorum. Yan yana geçişiyoruz ki o manevra noktasına gidiyor. İstasyonda oturuyorum. O yanaşıyor ve yine keyifli, bu kez daha uzun bir yolculuk başlıyor; bizim istasyona kadar aktarmasız yaklaşık 30 kilometrelik bir yol. Trene düşen akşamın rengini ve geçtiğimiz yolun gölgelerini seviyorum. Günün en güzel, ruhları dürtükleyen saatlerindeyiz. İstasyonları tek tek, dura dura devam ederken ve Mavi Işıklar İstasyonu'ndayken kafamı bir kaldırıyorum ki karşı koltuğumda o üç kız. Karşılıklı gülüşüyoruz. Kılıçdede'deki ânı ve düşüncemi anlatıyorum; gülüyorlar. İzin verir miydin peki diye soruyorum; önceki yazıda kullandığım fotoğrafı onlu çekmeyi düşündüğüm kıza.
Gülüyor...
*Gazi Kovan
12 Ocak 2022 Çarşamba
Hayalim Kırıldı Ama Canım Pek Takmadı
1.Kısım...
Fotoğraf Bankalar Caddesi. Çocukluğumda çok izi var. İlk kez 6 yaşımdayken, ahşap tarabalarına bayıldığım, ahşap süpürgeliklerinde mantarlar yetişen ve kalabalık bir aile olarak yaşadığımız kira evden, babamın tamircilikten sıçrama yaparak ücra bir sokakta açtığı küçük dükkânında biraz yol aldıktan sonra, biraz daha büyümek gerektiğine karar verip, yeterli sermayesi olmadığı için de mağazaya hiç uğramayan bir mirasyedi ile ortak açtığı bu caddedeki oto yedek parça dükkânına yürüyerek ve tek başıma geliyorum. Oysa, bakalım gidebilecek miyim diyen en amcam, tüm yol boyunca beni izlemekteymiş. Belki de özgür ruhumun ve gözü karalığımın, cesaret ateşimin ilk kıvılcımıydı bu. Yürümeyi, sokakları ve defalarca gittiğim yerlerde her seferinde farklı ruhlar ve detaylar görebilme becerimin ilk adımlarıydı belki de! Fakat bu dev fotoğrafın içinde kaybolup da kahvemle tadını çıkardığım iç yolculuğumun sebebi bu değildi. Fotoğraf çok ama çok eskiydi. Benim caddeyi fotoğrafta tanımama sebep olan detay ilk fark ettiğim, sağda bir kısmı görülen taş binaydı. Onunla hangi cadde olduğunu tespit edince ilerideki saat kulesine ulaştım. Sonra da Büyük Cami'ye...
Kahvemi içerken resmin içinden hiç çıkmıyordum.
Çıkamıyorum...
Bir soru sürekli dönüyor zihnimde. Sağdaki iki kubbe kuleye çok yakın. Oysa Cami'nin şu anki halinde o yakınlık yok. Daha içeride. O zaman buranın eskiden katedral olduğunu düşünmeye başlıyorum; bir kısmı yıkılmış olmalı ve bunu kahvemi getiren beyefendi ile de konuşuyorum. O sanırım daha önce fark etmemiş bunu. Dikkatle inceleyince bana katılıyor. Ama ben camiden daha çok o sağdaki taş binadayım. İkinci kahve için beni tetikleyen O.
İstanbul Börekçisi caddenin bankadan sonraki ilk sokağından sola kıvrılınca bir kaç dükkân uzağındaydı. Yakın tarihte börekçinin izini sürerken bir ana gitmiş ve o yazıma bu noktadan kelimeler dökülmüştü ruhumun en saklı köşesinden:*
"Ben şeker kullanmıyorum, kaşığa gerek yok," demiştim, kapuçinom masama geldiğinde. Üzerindeki çikolata izleri için "Karıştırırsınız belki," diyerek bırakmıştı masamda kibar adam. Bir küçük şeker poşetini alıp açıyorum. Sonra da karıştırıyorum kapuçinomu. Tetikleniyorum çünkü yaşadığım an şeker istiyor. Sonra tatlı tatlı o anlarımı gözden geçirirken, ikinci üniversite sınavlarında olan enn sevdiğim, enn tatlı kadını özlüyorum.
Ödememi yapıp, teşekkür ediyor, eskiden Demirspor Lokali olan ve içinde bulunduğu kocaman bahçesinde yaz düğünleri yapılan alandan çıkınca, çok anılarım olan, Güngör Teyze ile 15-16 yaşlarımda ilk karşılaşıp tanıştığım, şehrin en eski apartmanlarından Süer'e durup bakıyor ve o kışlık evi bize bıraktıkları bir yılbaşı gecesine, dans ettiğim kıza, başka günlerde çok kere Tahsin Amca'nın viskilerinden aşırarak keyifler yaşadığımız, içtiğimiz viskilerin boşluğunu çayla doldurduğumuz yıllara selam ediyor, anılarla iyice yükselmiş bir keyifle yürürken bayıldığım komuta merkezim günü uzatmaya karar veriyor.
Yok olmuş eski evleri hatırlayarak ve dikine inen sokaklara bakarak devam ediyorum ve bir anda bir sokağın fotoğrafını çekmelisin diyen fikrim, uyarıyor beni.
Evet, bunun bir önemi var!
Şehrin planını Fransızlar çizmişler ve aslında caddeleri geniş bırakmışlar, bizimkiler "Ne işe yarayacak bu geniş caddeler," demiş, uygulamada onları daraltarak bina sayılarını çoğaltmışlar ama Allah'tan apartmanlar çağına henüz gelinmemiş olduğu için estetik bir kayıp yaşanmamış; sadece ileri yıllarda trafik taşımayınca bazı caddeler tek yöne çevrilmiş.
Sokakları ise kesintisiz ve şehrin en tepesine kadar çıkarmışlar çünkü onlar bir tür klima işlevi görmüşler: Denizin serinini kıyısından şehrin en üst sınırına kadar taşımışlar. Bazılarının önü en altta sonradan oluşan yüksek binalarla kesilmiş olsa da hâlâ bu işlevlerini yerine getirebiliyorlar ve özellikle en üstteki bulvardan görünen denizdeki gemiler el uzatılsa tutulacak kadar güzel manzaralar sunuyorlar. Sokak araları hâlâ çiçek kokulu. Bu sokağın hemen girişinde ve sağda kadim bir kahvehane var; yıllardır kendi gazozunu kendisi yapan. Limonatası ise efsane. Taş bir bina. Onu ucundan fotoğrafa aldım çünkü üzerine yazılmış, benim başaramayacağım hoşlukta bir yazı ve fotoğraf var.* Ama gördüğüm kadarıyla ve yanılmadıysam ve üzerindeki Dünya Göz ışıklı tabelasından anladığım üzere artık kendisi eski sahiplerinde değil.
Kadim parka yaklaşırken çok hoş bina eski hükümet konağının fotoğrafını çekme konusunda, yazı çok fotoğrafa boğulacak diye ikilem yaşıyorum. Bir tereddütüm de kadim pastane Birtat konusunda. Çünkü kafamda net olmasa da bir karar var ve gün; hesapsızca ve plansızca eklenenlerle birlikte, yüreğimin götürdüğü biçimde ilerliyor. O an bir şeyler alıp çantama atsam, evde yerim diye düşünürken içimden çıkan flanörün farklı bir kararı var ve o nedenle buna da engel oluyor. Parkın fotoğrafını çekiyor, tekrar sağa kıvrılıyor, eski fuar alanının karşısından, geldiğim yolun bir altından yine müze yönüne doğru yürümeye devam ediyorken, kadim lunaparkın karşısında duruyorum. Arkamda eski vali konağının enfes binası var. Bir banka oturuyorum. Lunaparka bakıyorum. Bir eski film akmaya başlıyor.
Aynı apartmanın çocukları korku tünelindeler. Başlangıçta normal ve minik vagonlarda sakince oturuyor, üzerlerine saldıran iskeletlerden, abartılı çığlıklardan, ürkütücü efektlerden falan tırsımıyor, dalgalarını geçerek devam ediyorlar. İçlerinde birisi var ki hiç bir aykırılığı ona yakıştırmaz, yok bu çocuk yapmaz, yapmamıştır dersiniz. Çok numaracıdır ve iyi oynar. Sonra bu çocuk diğer arkadaşlarını örgütlüyor ve planı açıklıyor. Bu komik korku tünelini gerçek bir korku tüneli yapacaklar. İkinci turda onların bindiği iki minik vagon tünele dolu girip boş çıkıyor; tabii ki bunu kimse fark edemiyor. Bu çocuklar içeride değişik noktalara dağılıyorlar. Dolu gelen vagonlardakilere bazen şaplak atıyor, gerektiğinde korkunç sesler çıkarıyor, bööö yapıyor, bazen iskelet onların üzerine eğilmişken arkasından çıkıyor, içlerinden biri bir elinin iki parmağı ile göz altlarını aşağı çekip gözlerini faltaşı gibi açıyor, bir minik vagon geçerken o görüntüye tam çene altından mini el feneriyle ışık yansıtılırken diğerleri alabildiğine korkunç sesler çıkarıyorlar. Tur tamamlanınca da içeriden dışarıya yürüyerek çıkıyorlar. Bununla yetinmiyorlar elbette. Apartmanlarının girişi çok elverişli ve oradaki taş döşemenin açık renk taşlardan çizgileri var. Orta çizgiyi file sayarsak bir mini tenis kortu. Pinpon raketleri ve topu ile tenis oynamaktalar çoğu zaman. Kabul edersiniz ki toplar sürekli oynanınca dayanmıyorlar, üstelik pahalı. İşte şu yukarıda bahsettiğim uslu çocuk buna da bir çözüm buluyor. Şimdi şu vazolara, bardaklara, çanaklara pinpon topu atılan stanttayız. Çocuklar iki grup olarak 5'er top aldılar. 10 topun dördü ceplere zula edildi. Diğerlerinden isabet eden olursa ne âlâ, olmazsa da zaten dört topun ederinden bakarsak ve o yılları düşünürsek Allah bereket versin!
Bugün neredeyse her şey spontane gelişse de artık ipler tümüyle daha kararlı ve flanör havalarındaki ötekimde. Evet karar verdi: Ve pandemi nedeniyle iki yıldır gitmediğim önemli kitap okuma noktalarımdan birine gidiyoruz. Önce Gar'a uğruyorum. Tren seferleri başlamıştır umuduyla. Başladıysa çok âlâ olacak; çünkü Amasya'ya trenle gidebileceğim. Giriyorum eskisi kadar güzel olmayan yeni gara. Bir an umutlansam da okuduğum yazı pandemi sonuna kadar yokuz diyor. Çıkıyorum ve Kılıçdede İstasyonu'na yürüyorum. Tam o sırada gideceğim uzak mesafenin treni geçiyor. Bir isyan çıkıyor içimde. Neden Gar İstasyonu burnumun dibindeyken orada beklememişim. Ben de kızıyorum kendime, bir üşengeçlik çöküyor ki ona uyarsam eve döneceğim. Kartımı okutup giriyorum istasyona. Eve dönüş tarafıyla yola devam arasındaki ikilemim ev yönünde daha ağır basıyor. Soruyorum görevliye ve o iki trende bir ileri devam eden trenin geldiğini söylüyor ama dakika veremiyor. İkna ediyorum itirazı olan yanımı ve o treni beklemeye başlıyorum.
Çok güzel üç genç kız geliyor, özellikle bir tanesi tepeden tırnağa hoş ve alanla pek uyumlular. Doğrudan az önce fotoğrafını çektiğim noktaya gidiyorlar ve dekoru kullanıp kendi fotoğraflarını çekiyorlar. Oysa ben ilk kez, onları o uçta görünce, o an tasarladığım fotoğrafı çekmek istemiştim ve ilk kez bu tür bir fotoğrafı, tabii ki izin verirse blogda kullanmayı düşünmüştüm. Esmer ve ince, saçları Afrika örgülü kız ortamla çok uyumlu, spor bir şıklık içinde...
3.Kısım için buradan lütfen!
*Kelimeler şu yazıda
*Kahvehane ile ilgili olan şiirsel yazı ve fotoğrafı ise şurada.
.
10 Ocak 2022 Pazartesi
Canım Ne İstediyse O
Erken kalkıyorum. Bilgisayarın başındayım. Şehire inmek istiyorum ama bir yanım kararında net ve keskin olsa da diğer bir yanım tembel. Temel ve ortak istekleri ise bu Pazar sabahında geleneksel takılmak, dolayısıyla pide yemek. Kıymalı yumurtalı mı olsa, yoksa kapalı kavurmalı mı; hani şu Görele Pidesi denenden? Asıl arzumsa blog yazılarımın henüz fotokopilerini aldırmadığım kısmı. Önce Hakan'ı arasam, bugün açıklar mı diye sorsam diyorum. Saati erken buluyor, uyandırmayalım şimdi, diyor ince tarafım. Pide fikrim şimdilik tek netimiz. Bu arada dün akşam attığım, önemli bir projeye ait bir mektup var. Ancak e-posta servisinde bir sorun var ve mektubun ulaşmadığını düşünmekteyim dünden beri; çünkü bir yanıt gelmedi. Kıymetli biri ve endişe ediyorum, yanıt gelmeyince. Kötü zamanlardan geçiyoruz... O halde ilk olarak o mektubu bu kez başka adresine yeniden göndermeliyim. E-posta ise sürekli taslağa atıyor, sonuçta bilgisayarı kapatıp yeniden açıyorum. Biraz mektubun açıklama bölümünü düzenliyor, göndere basıyorum ki bu kez çifte kavrulmuş gidiyor. Sonra hazırlanıyorum; artık dışarıda olacağım net. Bu belli oldu.
Pideye uzağım an itibariyle. O zaman alışveriş yaptığım ama içinde hiç oturmadığım şu yeni açılan börekçiye. Hımmmmmm kıymalı kol börekleri kıyır kıyır. Taze çıkmışlar fırından.
"Bir porsiyon kol böreği ve su böreği karışık lütfen."
"Bir de çay!"
Çok hoş mekânın çok hoş bir masasında güne keyifli bir başlangıç. Şimdi istasyondayım. Maskeyi çiftliyorum çünkü bilindiği üzere bu yeni varyant nedeniyle kapalı alanlarda iki maske üst üste takıyorum.
Tren sakin, oturacak yer var. Yanıma kitap almadım, yanımda blogumun 6.cilti var. Bu diğerlerinden ince ve yeni yazıların bir kısmını buna ilave ettirme, artanlarını da 7.ciltin ilk sayfaları yapma fikrindeyim. Keyifli bir yolculuk. O ara Denizevleri İstasyonu'ndan bir hanımefendi ve iki aynı renk montlu minik kızı biniyorlar. Bir genç kız kalkıp yerini onlara veriyor. İki minik kız oturuyorlar, anneleri ayakta. O tatlı minikler yer veren kıza öyle tatlı teşekkür ediyorlar ki önce anneyi alkışlıyorum. Maskemin altında sıcacık bir gülümsemem var. İlginç bir andan geçiyorum bir süre sonra... Opera İstasyonu'nda durmuşken tren, Saathane Meydanı'ndaki düzenlemelere şöylesine bakınırken istemim dışı olarak gözüm Büyük Cami'ye takılıyor. O an bunun bir kaç saat sonraki bir anıma yönelik bir işaret olduğu aklımın ucundan bile geçmiyor, çünkü şu an tek bir planım var; o da Hakan'a gitmek, fotokopilerim çekilirken çay içip lak lak yapmak.
Cumhuriyet Meydanı İstasyonu'nda iniyorum. Kartımı okutup iademi yüklüyorum. Tam karşıya geçecekken bir teyze Samkart'a HES kodu yüklenecekmiş diyerek yardım istiyor, onu görevli ofise bizzat götürüyorum, teşekkür ediyor. Önünden geçerken kadim parkın bir fotoğrafını çeksem diyorum, sonra vazgeçiyorum. Aynı şekilde çok hoş ve çocukluktan beri bayıldığım, o zamanlar TEKEL Müdürlüğü'nün idari binası olan, şimdilerde Mc Donald's'ı da es geçiyorum. Ama eski sigara fabrikalarından şahane bir açık hava AVM'sine evrilen ve uluslararası ödüllü alanını boş geçmiyorum*
Bu binaların fabrika halini de çok iyi biliyorum çünkü ilkokuldayken sınıfın en güzel kızı Filiz'in babası Tekel müdürüydü ve karşıdaki boşluklardan geçip arkaya ulaşıldığında onların lojmanlarına varılıyordu. Filiz'le ilgili ilginç bir detay var aslında, küçük bir detay olsa da ilginç: Biz ilkokulu bitirdiğimiz yılın akabinde benim erkek kardeşim ilkokula başlıyordu; tabii ki annem beni okutan şahane kadına emanet etti onu da. Onun sınıftaki en yakın arkadaşları ise Filiz'in ikiz erkek kardeşleri oldu. Bir kaç yıl evvel, öğretmenimiz ölmeden önceki koca koca adamlar va kadınlar olarak yaptığımız son ziyaretimizde haberdar oldum ki Filiz artık İzmir'de kedileri ile birlikte yaşamaktaymış.
İşte ben tüm bunları düşünürken ve o geçişin fotoğraflarını çekerken hemen geçidin arkasındaki güvenlik görevlisi de beni izlemekteymiş. İşim bitip oraya yönelince ve şimdilerde kafeler ve oyun alanları olan lojmanlar mıntıkasına varınca; benim kim için fotoğraf çektiğimi soruyor. "Kendim için," diyorum. Sonra anlıyorum ki o bir kurum için sanıyor. Caddeye bakan iki tarafının biri şu an sağımdaki binanın öteki yüzüyle onun karşısındak binanın olduğu şirin caddeyi önce çeksem diyor, sonra vazgeçiyorum ve daha çok AVM fotoğraflı yazımın linkini eklerim yazıya diyorum sonra da Sanat Sokağı'ndan yukarı vuruyor, onu da aynı gerekçe ile fotoğrafsız geçiyorum.
Şimdi lise olan ilkokuluma selam çakıyor, Şehir Kulübü'nden sağa kıvrılmadan önce çok farklı yaşlarda çok anılarım olan caddenin başlangıç noktasından fotoğrafını çekiyorum. Önceki belediye başkanımız burayı trafiğe kapatmış ve Cadde AVM olarak düzenlemişti. Tüm binalar aynı cephe ile yeniden elden geçirilmiş, yol yayalar için düzenlenmiş, iki yanı da başta banklar olmak üzere şık sokak mobilyalarıyla süslenmişti. Üç dönemdir her kesimle ilişkileri sağlıklı ve sevilen başkanı istedikleri gibi yönlendiremedikleri için bir anlamda; kızağa çekip milletvekili yaptılar. Yeni gelen de hiç gereği yokken ve bir kaç esnafın çığırtkanlığına alet olarak ve çok az katılımın olduğu gizli kapaklı refarandumla yeniden trafiğe açtı ama işlerin sebebinin trafiğe kapalı olduğu için değil başta bu AVM olmak üzere, yakın çevredeki ve diğer AVM'ler olduğu kısa sürede anlaşılmış oldu.
Çocukluğumun ikinci yarısı ve tıfıl gençliğim şu sol sırada o zaman tek olan apartmanda geçmişti ki caddenin epey uzaktaki çıkışına kadar, biri bizim karşımızda olmak üzere toplamda 7-8 apartman vardı ve diğerleri masal diyarlardan gelmiş, hepsi bahçeli, şu an caddenin bu kısmında ve tamamında tek kalan Burger King gibi Rum evleri ve varlıklı Türk'lerin eski konaklarıydı.
Hakan bugün açmamış, dolayısıyla ana plan iptal. Bir karar veremiyorum. Önce eve dönmek geliyor aklıma sonra caddeyi yürümek. Bir kaç metre sonra oturduğumuz apartmanın önünden geçerken kapının açık olduğunu görüyorum. Bir an o alanın bizim için öneminden söz ettiğim yazım aklıma geliyor ve fotoğrafını çekip yazıya koymak geçiyor aklımdan. Anında vazgeçiriyor tembel tenekem beni. Eve dönme fikrimden gittikçe uzaklaşıyorum. Caddenin tadıyla birlikte anıların dibine vuruyorum ve son anda şahane bir şey yapıyorum: Çünkü tıfıl devrimci için muhteşem bir an yaşandı orada.
80 yılına daha var, M.C. hükümeti ortağı, üç hilâlli partinin genel başkanı şehrimize geliyor. Yeni havaalanımızın henüz hayali bile yok. Eski havaalanına inecek uçağı, onun konvoyu yukarı mahallelerden geçerek Bahçelievler Mahallesi'ne ulaşacak, 56'lar üzerinden devamla da bizim caddeye, trafik o yıllarda çift yönlü olduğu için, tam da bu noktadan girecek. Bu haber gelirgelmez okul boşalıyor. Bütün fraksiyonlar kendi kitlelerini örgütlüyor. Artık caddenin girişindeyiz. Konvoy gözüküyor ve herkes yüzüstü yere yapışıyor. Ya polis dalacak ve bizi asfalttan kazıyacak ya da bizi ezip geçecekler. Yalnız ortalıkta tüm o kitleyi kaldırabilecek polis yok. Onlar konvoyla geliyorlar ki muhtemelen bu tarz bir eylem olabileceği düşünülmemiş. En önde içinde olduğu otobüs olmak üzere duruyorlar. Bir kaç polis sözle ikaz ediyor, el atıyor, sürüklüyor ama tık yok bizde. Metrelerce insanız. Artık insafa mı geliniyor, saygı mı duyuluyor bilmiyorum. Konvoy konuşma yapacağı Cumhuriyet Meydanı'na gitmek için sağa kıvrılıyor ve devam ediyorlar.
Bu fotoğrafı çektikten sonra fikrim geliyor. Geçenlerde İstanbul Börekçisi'nin izin sürdüğüm gün yine buralardayken yapmadığım bir eylemi şimdi kesin hayata geçirmeliyim! Lisemizin önündeyim. Onun fotoğrafını Sevgili Okul Arkadaşım için çekmeliyim demiştim o gün de, ama çekmemiştim; çünkü çok araç vardı içeride. Bu kez sakin, ben de çekiyorum. Hayatımın en güzel yıllarını bu okulda yaşadım, en güzel arkadaşlarım bu okul sayesinde. Enn tıfıl ve kıymetli aşklarım da...
Bir fotoğraf daha çekmem lazım, bunda tereddütüm var ama kapının karşısındaki binanın o zaman inşaat olduğunu biliyorum; çünkü şehrin -çakma- bombalı ilk pankartını asmıştık ona. Onun solundaki binanın o zaman var olduğundan çok emin değilim ama şu bina vardı; ondan eminim çünkü yengemin abisi ve eşi o binada oturuyorlardı ve çok kere gitmiştik. Eğer yanlış binaysa Sevgili Okul Arkadaşım, düzeltir nasılsa diye düşünüyorum. Çekince o fotoğrafı yine kararsızca yürümeye başlıyorum. Önce Kılıçdede'den trene atlayıp eve dönmeyi düşünüyorum ama içimdeki öteki benin buna itirazi var, oysa ben şu an durağa doğru yürüyorum. Sonra bundan vazgeçiyorum ve ara sokaklardan bir önceki noktama dönüyorum. O an bir şimşek çakıyor bende. Hava çok güzel, muhtemelen Müze'nin Kafeteryası'nın bahçesinde masalar vardır bugün, diye aklımdan geçirirken heyecanım fena diriliyor. Dönüyorum o yöne. Bingo! Açık ki en önemli kitap okuma noktalarımdan biridir benim. Yaz akşamları hiç üşenmeden trene atlayıp geldiğim kitap okuma bahçem...
Kendimi eminim ki çok şımartacağım bundan sonrasında; çünkü ruhum kanatlanmış durumda.
"Bir kapuçino lütfen"
Müze binasına bakan en uç masaya oturuyorum. İki binanın arasında eski ve kocaman büyütülmüş bir fotoğraf var. Caddeyi hemen tanıyorum. Tümüyle eski binalar ama resimde tamamı gözükmeyen bir bina var ki o beni yakın zamanda yazdığım bir yazıdaki anlardan birine sürüklüyor. Kahvemi o resmin içinde dakikalarca dolaşırken bitiriyorum. Belli ki bugün beni bu güzel havalar mahvedecek. Kalkıp mutfağın olduğu kapalı bölüme yürüyorum.
"Bir kapuçino daha lütfen."
2.Kısım- Hayalim Kırıldı Ama Canım Pek Takmadı
*Daha Fazla Bulvar AVM fotoğrafı ve bilgi için buradan lütfen.
*Sanat Sokağı içinse buradan lütfen.