5 Ocak 2022 Çarşamba

Gökyüzüne Yükselen Parlak Kanatlar

Bir süre önce Efsane Gezi etiketiyle yazmaya başladığım serimin ilk bölümünde bir ânı şu cümlelerle yazmıştım: "Şimdi Cengiz'lerin yazlığın önündeyim. Güngör Teyze ve Tahsin Amca kapıdalar. Cengiz'in bagajlarını yerleştiriyoruz. İkimize de sarılıyorlar."

19 yaşında iki genç bir yola çıkacaklar. O çatışmalı, tekinsiz yıllarda üstelik! Kaç aile bu yaştaki çocuğunu -içindeki korkuları bastırarak- üstelik de otomobille uzun bir geziye salar. Hadi saldı diyelim, kim henüz taze ehliyetli bir başka genç çocuğun sürücülüğüne ve kişiliğine güvenerek oğlunu emanet eder?

Kapılarının önündeyim, arabayı geri geri onların arabanın yanına sokuyorum. Arkadaşımın bagajlarını yerleştiriyoruz. Yolculuğun heyecanı sabahın serini ile ittifak içinde; yol heyecanı paçalarımızdan itibaren bütün bedeni tutuşturmuş. Diken diken... Bir anne ve baba yan yana, garajdan eve geçilen kapının eşiğindeler. Biricik oğulları ve onun kadar sevdikleri çocuğu izliyorlar. Bir endişe ne kadar perdelenirse perdelensin sürücünün iliklerine ilmek ilmek işleniyor. Sürücü bunu hissediyor çünkü az önce benzerini kendi evinin önünde de yaşadı.

Bu iki genç adam biri yurt dışı olacak planlarının ilkindeler.

Yolun ve hayatın bilinmezlerinin tadına ve keşfine ilk kez kendilerine güvenenlerin sayesinde, kendi kullandıkları bir araçla, özgürlüğün o muhteşem tadıyla çıkacaklar. Bugünden bakınca bu an yaşamın gelecek yıllarına nasıl... ama nasıl kıymetli bir adım. Dünyaya bağımsız, sadece kendi kararlarıyla özgürce atılacak ilk adım.

Elbette birlikte çok seyahat yapıyoruz ama genelde bir iki günlük. Yolun tadını hep sevdik ama o biz, bu biz değildik: Direksiyon hep başkasının elindeydi ki uzun yollarda bu hep babalarımızdı ya da özellikle o ikisini tercih ettiğimiz, efsane otobüs firması Ulusoy'un amca yeğen şoförleri, Kaymakçı'lar idi.

Ne olursa olsun içinde hüzün ve kaygı barındıran bir andayız. Onların, anne ve babanın yüzlerine bakıyorum. İki evlat da ilk uçuşuna gönderilecek kuşlar gibi, ya da yürüdü yürüyecek evredeki emekliyen iki bebek.

Bu iki olgun, güzel yürekli insan tüm endişelerini yüzlerinden okusam da çocuklarımız bu hayata önemli bir adım atmalı, daha da büyümeli ve şu güzel gençliklerine bir çentik daha atmalı kararlığında; onları hayata atan bir eylemin gerekliliğine inanmış durumdalar. Biliyorlar ki ve tecrübeliler ki hayatın ötesi acılar başta olmak üzere engebeler ve kesintilerle dolu.

Ve yaş 19!

Bana sorsalar mesela bir tek yılı yeniden yaşayacaksın ve sonra öleceksin, diye; soru yirmi yaş ve sonrası gelseydi 19 derdim. Yirmide gelse, 14, 15, 16, 17, 19 der hiçbirinden vazgeçmezdim. İşte bu 19, sürecin zirvesine ulaşmanın önemli bir adımıydı.

Hiç unutulmayacak bir andır ben için: Güngör Teyze'nin bir anne duygusu ve şefkati ile bana sarılması ve bir ay planlanmış gezi boyunca duyacağı, belki gecelerin gündüzlere karışacağı endişelerin göze alınması, o şefkatli gülüşünden boncuk boncuk içime akıyordu. Tüm bu duygularının ama en çok da bana duyduğu güvenin tüm yönleriyle bedenime dokunması yüreğime değerken, gözlerime duygu damlaları sıralanıyordu.

Önceki akşam kız kardeşim arıyor. Güngör Teyze ölmüş, diyor.

Hiç ölmesin diyeceğim kadınlardan biri daha ölmüş.

Güngör Teyze ölmüş!

Çocukluğum bitiyor. Bir anda yaşlanıyorum. Onu en son gördüğüm an geliyor gözümün önüne: Hastalığından bir süre önce Oğuz'a uğruyorum. Teyzesi Dr.Oğuz'a uğramış. İlk anda anlamsızca, ilaç yazdırmaya gelmiş diye düşünüyorum, sonra telefonla halledeceği bir iş için neden gelsin, diyorum. Anlıyorum ki bir arkadaş toplantısından dönmekteymiş ve yeğenine uğramadan geçmemiş. Beni görünce nasıl bir ayağa kalkış, gülen, şefkatli bir yüz ve nasıl bir sarılmaydı ki unutulamaz. Yine muhteşem, sade ve asil bir şıklık; iki kişiye çok yakıştırdığım pileli bir etek, onunla çok uyumlu bir triko, zarif papuçlar, sade ama asil kesilmiş saçlar ve muhteşem bir sıcaklıkla daha bana sarılmadan önce beni kucaklayan, muhteşem bir gülüş.

Aslında bu yazıyı uzatmaya meylim çok ama yine bir melek olan Necmiye Teyze için yazdığım cümlelerin tekrarı ile bitireceğim.

Çünkü babam bu seyahatimin dönüşünden üç ay sonra öldüğünde, yıllar sonra annem öldüğünde, hep yanımda olan bu şahane kadın; bundan öte, zaman zaman yazılarımda fazlasıyla yer bulacak.

Dün akşam, gökyüzüne yükselen parlak kanatlar gördüyseniz...

Sanmadınız!

Dün akşam gökyüzüne yükselen parlak kanatlar; bir meleğe aitti...

Sessiz ve beyaz ışığı;

asaletindendi.

Bedenini seçemediyseniz...

Zarafetindendi!


1 Ocak 2022 Cumartesi

Eh İşte Yılbaşı

Güne erken başlıyorum. Yılbaşı pastası ve çocukların talebi tatlı için erkenden yola çıkıyorum çünkü henüz seçilmeden ve kalabalık oluşmadan aradan çıkarmak istiyorum. Niyeyse bu kez pastayı Türkân'dan almayı değil de geçenlerde yazdığım profiterollü pasta arzum nedeniyle, yine lezzetli pastalar yapan ama asla bir Türkân olamayan pastaneden almak istiyorum. Düşüyorum pırıl pırıl, bahar tadında günün sokaklarına. Tırtıl covid-19 nedeniyle giremediği vizelerinin telafi sınavlarının sonuncusuna girecek ve uçağı da akşam 22:00 civarı havaalanına inecek. Bu yıllar önceki bir yılbaşı anımızı hatırlatıyor bana. O kez kızkardeşim, üniversiteyi okuduğu Ankara'dan gelecekti ki en komik, aynı zamanda en aksiyonlu yılbaşı akşamlarımızdan biriydi; tüm kuzenler birlikte bekliyorduk şehrin girişinde, gelecek otobüsü. Kimbilir bir gün o unutulmaz geceyi daha detaylı yazarım belki.

Önce peynircime uğruyor, eksikleri alıp sırt çantama atıyorum. Şimdi pastanedeyim, o da sakinlik içinde. Reyona yanaşıyor, üzeri profiterollü, etrafı ince çikolata kasalı pasta için tamamdır diye düşünüyor, daha önce yediğim tek kişilik pastadan hareketle içinde de profiterol var mı diye soruyorum. Benimle ilgilenen hanımefendi bunu bir başka kişiye soruyor. O da var deyince onayımı tamamlıyorum. Sonra büyük oğlanın talebi doğrultusunda tatlılara geçiyor, tadımlık olsun diye toplamda yarım kilo olmak üzere "Sarma ve şöbiyet, lütfen," diyorum. Torbalar elimde çantam sırtımda eve dönüyorum. Benim için görev tamamlanmış durumda. Buradan ötesi küçük kardeş şefin görevi.

Gün içi işle meşgulüm, televizyon açık ve Arte'nin peşi sıra konserleri, eşlik ediyorlar bana.

Akşam üzeri telefon uyarıyor ve bana "Enn Sevdiğin Kadın arıyor," diyor. Heyecanlanıyorum. Onu bu pandemi sürecinde kendimden bile esirgiyorum. "İki dakika sonra aşağı iner misin? diyor. Bekliyorum ve mavi kuşu köşeyi dönüyor. O kadar güzel ki. "Çok tatlısın," diyorum. O gülümsüyor. Yıl sonu yorgunu. Ona Can Yayınları'nın iki kitabı yüzünden siparişimdeki diğer kitapların da yetişemeyeceğine dair kitapçımın mesaj attığından söz ediyorum. Bu çocuk benim aslında üzüntüsüne, çocukça bir eksiklik hissine bir mazeretin ardına saklanarak uyguladığı teselli eylemi. Bir torba uzatıyor bana. Bense bu yıl, hayatımın en keyifli heyecanlarından olan hediye paketleme zevkimden yoksun kalışımın hüznünü yaşıyorum ve bunu yine masum bir çocuk tadıyla, dolaylı da olsa seslendiriyorum. Bir ihmal değil bu, ama o keyif yoksunluğunu, hediye şeyler alma telaşlarımı, sonra onları tek tek ve heyecanla seçtiğim parlak kağıtlarla paketlemenin ve O'na ve diğer insanlarıma ulaştırmanın tat eksikliğini tamir edecek bir şey de değil ben için. Çünkü ilk kez bu yıl, yeni yıldan bağımsız olarak özellikle seçimleri onun yapmasını istediğim bir yıldı ben için. Ama o kadar yoğun bir iş temposu içindeydi ki, şu ana kadar çok kere sormama rağmen bir geri dönüş almamıştım. Kitaplar bir nebze de olsa tesellim olacaktı. Tabii ki iki lafın belini kırıyoruz. Amasya konuşuyoruz. Ben onu dinliyor ama daha çok da hayranlıkla onu izliyorum; bir şey anlatırken ki gülüşüne, coşkusuna bayılıyorum. O gidiyor, ben yukarı çıkıyorum. Alıyorum şirin çantanın içinden çok şirin torbayı. Enfes çikolatalar. Türkân yapmış! Muhteşemler. Hem bütün ve fındıklılar var hem minik minik meyvelerin daha doğrusu ince dilimlenmiş portakal kabuklarının üzerine kaplı çikolatalar. Hepsi birbirinden güzel. Sütle açılmış, tadından yenilemeyecek karamel latte lezzetinde ve içi iri fıstıklı olup ilk anda bunlar pestil mi diye düşündürtenler ise muhteşem ötesi. Dayanamıyorum. Oysa akşama hiç şaşmaz gelenekselimiz Hindi var.


Mesaim bitiyor. Televizyona takılıyım. Küçük kardeşi arıyorum, oğlan geç geleceği için hindiyi yarın mı yapsa diye soracağım ama aslında bu bir önerme olacak. O ise fırına attığını ve üç saati kaldığını söylüyor. Babaanne-Anne geleneği devam ediyor, iç pilavlı hindi ağır ağır pişiyor.


Bir süre sonra uçağın yolun yarısını geçtiğini fark ediyorum; biraz daha yaklaşınca kardeş onu almak üzere yola koyuluyor ve bir süre sonra da fırın görevini tamamlıyor. Hindi şimdi demleniyor.

Ondan bir süre sonra da araba bahçe duvarına yanaşıyor. Biraz soluklanma. Şimdi hindi dağıtılmak üzere masanın üzerinde. Görüntü muhteşem. Şef el aldığı şeflerin muhtemelen bu kez de yüzlerini kara çıkartmıyor.


Servisler tamam ki o süreç ne kadar kaliteli pişirildiğini gözler önüne seriyor. Dış yüzeyine ve doldurmadan önce içine başta zeytinyağı ve salça olmak üzere şef tarafından gereken tüm işlemler yapılmış. Sıcakla birlikte gelen koku mesajı sevinçle veriyor. Pilav kararında üzümleri ile birlikte etten gelenleri son derece iyi bir araya getirmiş ki pirinçler kararında bir canlılıkta ve bünyelerine aldıkları ile birlikte müthiş bi senfoninin ortağı durumundalar. Hindinin kendisi baklava gibi; ne parça alınırken sorun çıkarıyor ne de damakla paydaşlık halindeyken. Diri ve parlak görünmesine rağmen beyaz etleri dahil bir sertlik hissettirmediği gibi kıvamında bir dengede duruyor. O halde şefe kocaman bir alkış.


Ne kadar keyifli olursak olalım. Yine de eski, çok daha kalabalık, tombalalı uzun yılbaşı akşamlarının tadı yok. Pandemi etkisi mutlak ama bugün o günlerin kalabalığında değiliz. Oysa eskiden amca ve yenge, dört kuzenle birlikte 6 kişi gelir. Bizim aileye bayılan arkadaşlarımız nerede kutlamış olurlarsa olsunlar mutlaka gecenin bir vaktinde bize katılır. Çoğu zaman büyüklerimizin memleketlisi ve burada görev yapan ahbaplar o akşamda olur. Yenir, içilir, sohbetler edilir, espriler yapılır, anılar peşi sıra dizilirdi. Kocaman bahçenin içinde bir evdik ve zevkten sadece yılbaşı, bayramlar gibi özel günlerde değil, her hafta sonu kalabalıklarımız sayesinde ölürdük. O kadar güzel insanlarla o kadar güzel bir birliktelikti ki anmadan ve hep bir eksiklik hissetmeden yılbaşı kutlamak artık mümkün değil. Ne kadar başarılı bir masa kurup, ne kadar keyifli dakikalar yaşasak da ve an itibariyle eski evin yerinde ama coğrafyası değişmiş bir bölgede yeni bir binanın katlarında oturuyor olsak da, o eski günlerin sıcacık ve çok kalabalık tadı artık mazi. Ama şu pandemi biterse bir gün, ve yaşam normale dönerse; umudum ve dileğim yakın zamandaki çok keyifle yazdığım nişan ve düğündeki gibi bir yılbaşı akşamı organize edip, özellikle o eski günleri yaşamamış kuşağa, kocaman aile olmanın ve birlikte coşmanın tadını hissettirecek ve kalıcı kılacak bir örneği göstermeyi üzerime farz kılıyor ve şimdilik hayal ediyorum.

O halde pastayı kesebiliriz.


Pasta beni hayal kırıklığına uğratıyor. Çünkü ilk dilimi kestiğimde görüyorum ki daha önce yediğim pasta gibi beyaz kremalı değil ve iç kısımda da profiteroller yok. Beklenti gerçek olmayınca kısmi bir çöküntü olsa da bünye toparlıyor kendisini, masadakiler diğerini bilmedikleri için de onlar çok beğeniyorlar ve memnunlar durumdan. O zaman tatlı yiyelim tatlı konuşalım. Yıllar sonra ilk kez bir yılbaşı masamızda benim içtiğim bir bira dışında alkollü hiç bir şey yok. Oysa özel bir içki ve tabii ki kuruyemiş alışverişi yapılır, tombala kesin oynanır, saat 12 olduğunda dışarı çıkılır, av tüfeği ile diğer seslere katkı yapılır, Albay Mustafa Amca, Eflatun Amca hariç, ve Komiser Mehmet Dayı, Amcam ve Baba silahları ile takır takır sayarlarken bundan çocukça bir zevk alınır ve masa her yıl, sadece hindi ve pilav değil diğer mezelerle birlikte tam tekmil hazır olur, hediyeleşilir ve gecedeki herkes herkesin yeni yılını tek tek kutlardı.

Baklavalar, diğer tatlılar ve pastaların hepsi de Annem, Nurhan yengem, Türkân Teyze, Yüksel ve İjlal Ablaların ellerinden çıkmış olurdu.

O zamanlar buralar karşı dağın tepesindeki köyün deniz kenarındaki "verimsiz," dolayısıyla para etmez topraklarıydı!

30 Aralık 2021 Perşembe

Postalımın Gonca Gülü

Yorumumda "Ben bağcıklı ve yandan fermuarlı botta kaldım. Uyanık asker işidir o, kim çözüp bağlayacak o postalın ipini di mi ama, lakin yasaktır. İşte o yasağı aşanlar da vardır. Şimdi yazayım mı şuracığa bir askerlik anısı," dedim ve Şaşkın da "Yandan fermuar var ya candır can. İyi ki asker olmamışım desene. Askerlik anısını da merakla beklemekteyim," dedi. O deyince böyle ben de dönem fotoğraflarıma koştum. Koştum da sorun şu oldu: İçlerinden bir kaç tane seçtim, o fotoğrafların fotoğraflarını çektim ki onlar artık flash bellekte de olsun. Sonra o fotoğrafların en uygun olanını bilgisayarda keserek sadece postalları aldım ama ne yazık ki gelişmiş fotoğraf teknolojisinin uzağından oldukları için iç taraftaki fermuarları belirgin gösterecek fotoğraflar elde edemedim.



Sabah koğuştan çıkıyorum; cipe atlayıp binbaşıyı almak için her sabah gibi ekmek ve gazete alıp orduevine çok uzak olmayan evine varıp, zile basıp, günaydınlaşıp onları teslim ediyor ve cipe geçip oturuyorum. Yaklaşık 15 dakika sonra iniyor. Ben normal sabahlardan biri gibi Tugay'a doğru yöneliyorum, "Orduevine gidelim," diyor. Bunda şaşılacak bir şey yok, çünkü şafak sayarken etiketli yazıların bundan öncekinde bahsettiğim üzere kendisi artık orduevinin de komutanı.

Ana caddeye çıkınca dönüyorum orduevine. Bir baskındayız anladığım. Normalde bana söylerdi ama asker dayanışması yapacağımı düşündüğü için sanırım, beni bile ekti.

Oysa biz orduevinin askeri değildik, dış görevdeydik, bağlı olduğumuz bölükle de oranın askeri olmak dışında bir ilişkimiz yoktu ve orduevinin koğuşlarında kalıyor, olanaklarının da tadını çıkarıyor, hizmet verdiğimiz insanların mevkilerinden güç alıyor, onlar dışında da kimseyi takmıyorduk. Buranın askerlerinin devrecilik yaparak alt devreleri ezenleriyle de kapışmış, bizim yataklarımızın da olduğu kapıya uzak taraftaki gümbür gümbür sobayı kendi bölümlerine götürüp oradakini alt devrelerin tarafına getirdiklerini anlayınca da yanan sobayı onlara eski yerine taşıtmıştık ve zaten R. ile de hesaplaşma evresindeydik.

Tepeyi çıkıyor ve gazinonun önünde park ediyorum. "R.'yi çağır," diyor bana. Zevkle! "R." diyorum, "lütfen dışarı."

Binbaşıyı ilk kez bu kadar disiplinli, katı ve sert bir asker olarak görüyorum, çünkü karargâhta dört kişilik bir ekibiz; yazıcı, şoför, yardımcısı bir assubay ve levazım şube müdürü olarak kendisi. Şimdi buranın komutanı, varlığını ve yeni disiplin tavrını sergileyecek. Sanırım biraz da askercilik oynayıp eğlenecek.

R. tüm askerleri orduevinin önüne diziyor. An itibariyle karizması ve sosyetenin ve magazin basınının popüler kişilerinden olmasının zarafetiyle zıt bir hal içinde; rahat, hazır ol, esas duruş, dikkat gibi ifadeleri asker disiplini ve gür bir ses ile söylemek, aynı disiplinle de binbaşıya tekmil vermek durumunda. Orduevi ilk kez bu kadar asker! Çıt yok. Binbaşı hazırolda bekleyen askerleri tek tek inceliyor: Sakal traşı olmamış olan var, teskerecilerin bazılarının botlarında ve üst kıyafetlerinde fermuar var, saçlar terhise gidecek asker formunda, dolayısıyla kural dışı. Binbaşım bu durumların düzeltilmesini istiyor ve dili çok eleştirel ve asker sertliğinde. Ben de cipin başından olayı seyrediyorum. O günlerde tugay rutin denetlemede, Genelkurmaydan gelen denetçilerin başında bir albay var; tatlı bir adam. Binbaşım esiyor. Sabah traşı olmamış olanları fırçalıyor ki öyle çok göze batan bir durum da yok; ama asker her sabah traşını olmalı!

Albay ve heyeti bir süre izliyorlar. O ara bana dönüyor ve soruyor, sanırım bir an onları tugaya götürecek olanın ben olduğumu düşünüyor. Diyorum ki "Ben binbaşının şoförüyürüm." Şöyle yukarıdan aşağı bir süzüyor beni. Gülüyor ve sonra ekibine dönüyor ve diyor ki: "Kendi şoförünün sakal ve saçlar maşallah, botlar fermuarlı, hakeza düğmeli olması gereken üniforması da fermuarlı." Gülüşüyoruz ki kendisiyle akşamdan rütbesiz ve sivil tadında bir sohbetimiz de var.

Benim Jean-Paul Belmondo, Louis de Funés kupajı binbaşım da, bizim tayfanın diğerleri de ben gibi fermuarlı bot ve üst giyiyoruz; üstelik gün boyu ana karargâhtayız ve tugay komutanı dahil tüm üst rütbelilerin gözü önündeyiz.

Arabaya dönünce fark ediyorum ki binbaşım bugün tepeden tırnağa tam bir asker.

Ta ki bana "Tugaya gitmeden eve uğrayalım," deyip, arabaya fermuarlı postal ve fermuarlı üniforma ile dönene kadar.

Şaşkın'ın o yazısı.

29 Aralık 2021 Çarşamba

Mavi Gün

Beş önceki gün; yani Cuma öğle üzeri, soğuk ama güneşi pırıl pırıl saatler dışarı istiyor beni. Davete icabet gerek ama içimde bu aralar sıklıkla bahsettiğim bir ben var; şu pandemi sürecinde türeyen, tembelin önde gideni; ateşi sönük bir dünyalı: "Oturalım oturduğumuz yerde Yemek Sepeti'nden isteyelim bir şeyler," diyor. Uyuyorum ona, hatta girip siteye bakınıyorum. İşte tam o sırada gözünü sevdiğim öteki ben olaya dahil olup duruma bir kez daha el koyuyor. "Helâl sana, işte bu!" diyor, çoban kabanı askıdan alıp giyiyorum; çünkü hava sert gözüküyor. Sırt çantasında dün de bizimle olan kitap var. Tam çıkarken ve fikrimde yokken birden fikrim, üstelik emir kipinde bir "Hooopp!" çekiyor. "Heyy fotoğraf makinesi hadi sen de evladım," diye ses ediyor, alınganlık içeren ve istemem yan cebime koy tadında bir naz hissedince de başını okşayıp atıyorum onu da çantaya....

Daha bahçedeyken çok tatlı ama nemsiz bir soğuk sarılıyor boynuma, öpüyor yanaklarımı. Çok sempatik... Hadi gel de "Ne kadar soğuk bu," de ve sevme onu. Çok hoşuma gidiyor, öteki ben zaten evde...

Kıyıboyuna bir geliyorum ki sanki José Saramago romanından yapılmış Körlük filminin platosundayım. İnsanlar yok. İki yana da boylu boyunca bakıyorum. "Bir Allah'ın kulu yok yahu!" Basketbol sahası boş, onun etrafındaki iki sıra tribünler ve benim okuma bankım ve diğerleri bomboş. Hani sabahın en erkeni olsa eyvallah diyecek, sıkıntı da etmeyeceğim. Şaşırtıcı!


İskele enfes görünüyor, çok mavi ve çok berrak bir hava. İskelenin hemen arkasında üç gemi alargada. Aklım her an çelinebilir! Bir hamle yapıyor bedenim, gemileri çekelim diyor fotoğraf heveslim. İki adım gidiyorum ki bayıldığım ben olaya müdahil olup tekrar el koyuyor.

Martılar kıyı boyu!


İskelenin aksi yönüne yürüyorum. Fikrim gibi bedenim de çok memnun. O halde bir teşekkür bana. Henüz bir insanla karşılaşmış değiliz. Köprüye yanaşırken bir insan görüyorum. Elinde çöp tenekesi ve süpürge olan bir temizlik görevlisi. Bir dünyalı görmenin mutluluğu neredeyse boynuna atlayacak. Selam veriyor, kolay gelsin diyor, dünya dili konuştuğu için de pek seviniyorum.

Martılar kumsalda, kafalar tümüyle karada, kuyruk yönleri deniz. Bir orkestranın şefi gözleyen hallerinde bir disiplinle bekliyorlar. Bir kısmı ki bunlar daha gençler; adı bir kaç kez değiştirilse de benim için hep Alanos Deresi'nde banyo yapıp eğleniyorlar. Aslında iki grup da etraf mekânlardan gelecek öğle yemeklerini bekliyorlar.

Bir banka oturuyorum ve adından yola çıkıp kapağından etkilendiğim ve her zaman olduğu gibi içimde oluşan hislerle satın aldığım 100 sayfalık romanımı kaldığım yerden okumaya başlıyorum. Martıların yüzleri bana dönük; çok sevimli ve komikler. Arada bir havalanıp üzerimden geçiyorlar ve nerede kaldı bu yemekler merakıyla çevreyi kolaçan ediyorlar. Fakat size şunu söylim, onlara gelen menü bana gelse öper başıma koyarım. Çok iyi mutfakları olan beş lokantanın mıntıkasındalar. Şık kahve mekânlarını saymıyorum. Kebaplardan başlayın, pide ve pizzalardan devam edip, dünya mutfaklarında fren yapın. İşte bunların hepsinden oluşan ve onlar için biriktirilen yiyecekler bizzat mekân çalışanları tarafından servis ediliyor. Sonrası çok eğlenceli bir cümbüş. Elbette kargalara da nasip ki onlar tam bir beyefendi ve hanımefendi gurme havasındalar ve asla martıların bir kısmı kadar yemeğe saldırgan ve çığırtkan değiller.


Kitabım çok tatlı. Tabii ki onu tatlı kılan yazarı Natsuko İmamura. Genç bir kadın olduğunu düşünmekteyim, şu an. Üç kez aday gösterildiği Akutagawa Ödülü'nü nihayetinde 2019 yılında bu kitabıyla almış. Çok keyifle okuyorum. Tatlı bir mizahı var ve anlatıcısı bir erkek. Üsluba bayılmış durumdayım. Bir yandan japon kültürüne dair tatlar ediniyorum, bir yandan da öyküde yer bulan oyun arkadaşlarım kadar neşeleniyorum. Elbette meraklanıyorum da. Bir yanım da sorulara yanıt almak için bir an öncenin telaşlarında.

Kitabın sonlarına gelirken bir an sanki yoruldu yazar diye düşünüyor, içimdeki çok eleştirmen ukala bu duruma bayram ediyor ve alıyor sazı eline. O konuştukça bende tat gidiyor. Ve bu ruh halinde kalan bir kaç sayfa biraz zorlamayla ve bu ne şimdilerle bitiyor.

Sonra kitabın arka kapağındaki - ki eğer almayı düşünürseniz bakmamanızı öneririm- tanıtım yazılarını okuyorum. İyi ki de öyle yaptın diyerek serinkanlı benin boynuna sarılıyorum; son bir kaç sayfada küçümseme nedenim olan her şey kitap bütünlüğünde sadece yerli yerine oturmakla kalmıyor, koşup yazarı öpesim geliyor.

Bu keyifle bekleşen martılara selam edip, dönüşte görüşürüz diyerek bir süredir sen ne için yola çıkmıştın hatırlatması da yaparak sitemkar bir sesle "Hadi!" diyen bünyenin çağrısına uyuyor ve yola devam ediyorum. İstikamet Adem Usta. Dönüşte de yıllardır var olan, beğendiğim ama kalabalığından dolayı gitmediğim kahve mekânının sevdiğim ve hep kullandığım ara sokakta açtığı çok şirin ve sakin şubesinde, kitap eşliğinde kahve-pasta eşleşmesi planlıyorum.


"Ohhh masam boş!"

Tezgahın önündeyim. An itibariyle hiç düşünmeme gerek yok.

"Tavuk, lütfen"

Geliyor, onların tanımlamasıyla kızartmam. Görüntü muhteşem. Diyorum ki masama koyulurken...

"Bu işte, tam fotoğraflık."


Bu kez müessesenin ikramı salataya hayır demiyorum. Önce yemeğimin suyuna bir lokma ekmeği banıyor, damaktaki çok sesli patlamaların tadını çıkarıyorum. Masaya bıçak gelmiyor; çatal ve kaşık var. Ben de istemiyorum. Çatalla şöyle bir bastırıyor, ekmekle tutuyor, itirazsızca gelen lokmalık tavuğu yolluyorum test merkezine...

"Hımmmmmmm misss...".

Göze hoş geldiği gibi damağa şarkılar söyleten bir öğle keyfi. İki koca parça tavuk ve zengin garnitürler gözümü korkutmuyor da değil. Keşke porsiyon istemeseydim diye geçiriyorum aklımdan. Sonra diyorum ki işte geleneksel esnaf lokantası budur. Varlıklarını sürdürüyor olmalarına seviniyor ama bir dahakine az kızartma deyip tek parça ile sofradan kalkmayı düşünüyorum: Çünkü günümüz standartlarından bakınca gerçekten kocaman bir tabak. Aslında onlar kızartma deseler de bu bir tavuk tandır bence... Kemiğinden tutup kaldırsam löp diye sıyrılacak etler, öyle hissediyorum. Ödememi yapıyorum, günümüzden bakınca fiyata da şaşıyorum; çünkü az porsiyonu biraz fazla ekmekle bir öğünü geçirtecek hissi veren bu tabağın tam porsiyonu 30TL. Ve bu lokanta hem fiyatları, temizliği ve yemek kalitesi ile her gün dolup taşıyor ve yıllardır da dükkânı ve patronu sevdikleri belli personelde bir eksilme olmuyor.


Çıkıyorum, tipbox'ı bugün boş geçmiyor, keyifle yürüyorum sahile; kahve dükkânı konusunda hayalim dürtse de doymuşluk hali diyor ki zorlayıp da keyifsizce içme. Dinliyorum onu ve kahveyi evde yapmaya karar veriyorum.

Ama... evet ama, en kısa zamanda, o kahve dükkânının şirin sokağa bakan köşe masasında, renkleri pek hoş yastıklı bambu koltuklarında elimde kitabımla olacağım sözünü veriyorum kendime.


Bir de butik var sokakta, bir kaç ay evvel zemin kat mini bir dairenin mini bir odasında bir hanımefendi tarafından açılan şirin bir butik. Önünden geçerken dikkatimi çekmişti ve o da anladığım civardaki kitap kafe müşterisi genç kızları çekmişti. Kendisiyle konuşup, bir iki fotoğrafla söz edeceğim bir yazı düşünüyorum.

24 Aralık 2021 Cuma

Rakıya Su Katarım

*'Ben rakıyı içerim abi' hava atmaları, suyu yanında içmeler, sek rakıyı sadece buzla sulandırıp rezil etme çağlarından sonra demlenmeyi öğrenen yaşımdan beri teke düşen içmelerin ölçüsü artık standart. Yalnız dubleden teke düşmemin bir sebebi de masada kalınan süreleri uzatan ve daha da keyifli kılan güzel insanlar.

O halde, yarasın!


**İçki denip geçilemez... İçki içen ne yaptığını hatırlamaz ama, rakı içen unutulanları bile hatırlar... Acısıyla tatlısıyla hatıraları kaydeden harddisk'tir.

Kaç gündür rakı sayıklıyorum. Bir yandan da üşeniyorum. Dün burada bulamadığım yeni yıl ajandası için enn sevdiğim kadın önermese hiç haberim olmayacak şehrin kadim kırtasiyecilerinden birinin dört durak ötemde şube açtığını öğrenince atlıyorum trene ki vakiti de öğlene denk getiriyorum. Varıyorum Mimar Sinan durağına. Geçiyorum bulvarı ve bayılıyorum küçük ve şirin parkın hemen dibindeki ve onunla sarmaş dolaş dükkâna... Seçiyorum mavi renkli ve  spiralli ajandayı. Ödememi yapıp çıkıyorum ama aklım da beni çelmeye çalışıyor. Enfes bir kış soğuğu, pırıl pırıl bir güneş... Çok sakin ve binalarla boğulmamış, çok sevdiğim doğu bloğunun herhangi bir ülkesinin herhangi şehiri tadı veren bir zamanın  içindeyim ki  karşı köşedeki iki katlı, yeşillikler içinde, parka, geniş bulvara ve de onun içinden geçen tren yoluna bakan; dış oturma yerleri ve hatta ikinci kat balkonu da çok hoş  mekân göz kırpıyor. Kahve ve atıştırmalıklarla an itibariyle yandaş keyifse tahrik ediyor beni ki sırt çantamda da şahane bir kitap var. Üstelik ajanda için dökülsem de yola, günü yazarım sanki diyerek fotoğraf makinemi de çantama atmıştım.

Bu etki altındayken dahi çeliniyor aklım. Trendeyim. Bizim istasyonda iniyor, kartımı okutup iademi yüklüyor, sevdiğim pastaneyi kalabalık buluyor, Adem Usta'nın önüne gelince de benim masamın boş olduğunu görüyor ve içeri süzülüyorum. Hımmmmmm şahane, çünkü yemek tezgahında pırıl pırıl karnıyarıklar var. Aklımdan cacık da geçiyor ama hâlâ kararsızım.

Yemek, masama bir gelsin hele!

"Bir karnıyarık lütfen."

Geliyor bol kıymalı, bütün biber ve domates dilimleri ile göz okşayan, fırın gördüğü belli pırıl pırıl karnıyarık tabağım. Ekmekten bir lokmalık koparıyor ve suyuna banıyorum. Tam olarak ölmelik! Cacık hâlâ çağırıyor... O ara müessesemizin standart ikramı salata geliyor; teşekkür ediyorum ama masaya koydurmuyorum ve diyorum ki yiyemem, ziyan olur.

"Bu muhteşem tabloya ekmek dışında hiçbir şey katmamalısın," diyor içsesim. Saygı duyuyorum.

Çıkınca oradan, yeni açılan mekân adına üzümlü kek dese de anne kurabiyemden bir tane kahvemin hatırı için alıyorum. Keyif coştu bir kere...

Uzun zamandır ki bir yılı geçtiği kesin rakı bir kaç zamandır aklımda dönüyor; sürekli erteliyorum ama bugün fikrim net. Ancak onu, pandemide esnafımızı koruyalım etkinliğim çerçevesinde büyük marketler yerine mahallemizin mini marketinden almayı istiyorum. Girdim ve reyona gittim, üzgünüm ki kafamda günlerdir olan yok. Bu kez başka bir mahallemiz esnafına yönlendim ama o da kapalı. O zaman büyüğe..

"Bir İzmir rakısı; mavisinden lütfen."

Bir paket de beyaz leblebiyi reyona gelirken raftan almıştım zaten.


**Asildir rakı,

Bakın 1900'lü yıllardan bir davetiye aktarayım size...

"Muhterem efendim, teşrin'i saninin 21'inci gününe müsadif Cuma akşamı, Hristo'nun meyhanesinde taam eylemek ve husisi eğlence tertip ederek vakit geçirmek istiyoruz. Sizi pek seven cümle dostlarımız teşrif edeceklerdir. Binaenaleyh, icabetiniz bizim içün mücib-i şeref olacaktır. Bu lütfu bizden esirgemeyeceğiniz ümidi ile takdim-i ihtiram eyleriz efendim... Pera sahaflarından Şener Efendi"


Bu davetiye Yılmaz Özdil'in Ölmeme Günü'nde yazdığı ve bayıldığım makalesindendir ki beni bu akşama tetikleyen o oldu. Balkondan buz gibi suyumu aldım. En Sevdiğim Kadın'ın bana aldığı bardaklardan birini tezgâha koydum. Şişeyi açtım ve burnuma gelen kokuyla başım döndü. Rakıyı bardağımın içelim güzelleşelim satırına kadar doldurdum, ve bir parmak üstünde bıraktığım boşluğa kadar soğuk su ilave edip iki de minik buz attım. Beyaz lebebiler mini çanakta... Çilingiri Fransızın önüne kuruyor,  Denize ve Budha'ya bakıyoruz.  En Sevdiğim Kadın'ı arıyorum. İki yıl olduğunu düşünürken ben, o geçen yıl pandemide içtiğimizi söylüyor. Blogu tarıyorum çünkü hatırlıyorum ki bira takıntısı oluşmuştu bünyemde ve hep rakı içtiğimiz ve rakıya çok yakıştırdığımız ve geleneksel mezelerine paha biçilmez Hut'da Ay'ın ve Venüs'ün muhteşem gözüktüğü bir akşamda bira içmişiz. Eğer bu iki yılda hatırlamadığım bir gün varsa günahı benim. Bu durumda ben rakı içmeyeli bir yılı geçmiş diyerek de bunu tarihe not düşüyorum. Deniz, Budha, gece, serpiştiren kar ve rakı olunca... Müzik gerek!

Rakıya ve tekliğe en güzel kim eşlik eder?






*Şehrin Ara Sokağında Alemin Kralı

**Yılmaz Özdil'in Ölmeme Günü başlıklı yazısından...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP