Dün Ve Gün CumartesiUyanıyorum. Bugün aşmışım. Çünkü perdenin kenarından gün sızıyor. Saate bakıyorum.
Sekizi bulmuşum. Oysa gün ışımadan uyanmaya alışmıştım. Elim ayağıma dolanabilir ki dolanıyor. Bünyemse kısa sürede hayatla senkronize oluyor ve her şey sırasıyla ve telaşsızca halloluyor. O sırada beynim bir mesaj atıyor.
Heyecan verici. Bir itiraz da var sanki. Ama bu aralar bir ben daha var ki bu tür ikilemlerde daha önce de belirttiğim gibi oldukça dirayetli.
Tuttumu koparıyor... İnisiyatifi bir kez daha alıyor ele. Direktif direktif üstüne. İtiraz mâkamı
ehh pehh etse de yine mağlup. Ve Çınarlık Pidesi galip.
Gidilecek!
Gidilmeli de... Hava muhteşem. Oysa parçalı bulutlu gösteriyordu dün. Pencereden sızan bahar havası coşkulu, güneş piste davet ediyor.
"O halde dans!"Ufacık bir ekmek arası yapıyorum.
Ama ufacık.Aceleye gerek yok. An itibariyle her şey yolunda ve sakinlik yerini alıyor.
Evet evet, öğleden sonra ve hatta saat 13:30'dan sonra plan işleyebilir.Kitap okuyor, nette dolaşıyor, yorumları yanıtlıyorum. Arada bir itiraz makamı
"Off ya!" nidaları ile sızma harekâtları yapsa da anlıyor ki kendisini takan pek yok. Yine de hakimiyet bende havasını atacak ve tek karar merci benimin altını çizecek ki bünye alıştı artık buna. Yavaş yavaş beyaz bayrağı eline alıyor, sanki son noktayı yine o koyuyor ki varsın koysun.
O şimdi köşesinde. Artık bizimle değil! Alaylı meteorolog şu an bulutlarla temas halinde. Görüşme olumlu. Belli bir saatten sonra güneşi perdeleyecekler ve doğal olarak da rakımı yüksek coğrafyada hava soğuyacak.
O halde ince, sıfır yaka bir tişört, gömlek, v yakalı bir kazak, sırt çantası kenarına asmalık da bir mont yeterli.
Yedek maskelerimiz yerinde. Haydi istasyona!
Rektörlük'de iniyorum. Otobüse aktarma için durağa gidiyorum. Bir köpek arkadaş boylu boyunca uyuyor. Battaniyesi, enfes bir güneş. İki karga yemyeşil ve güneş pırıltılı çimlerin üzerinde ve afiyette. Pek de neşeli bir sohbetin içindeler ki arada bir vals yapıyorlar.
Saat 13:30 civarı. Durakta otobüs yok. Dolaşalım o halde. Kültür Kafe dışarıdaki masaları toplamış.
Neden ki acaba? Hımmmm, içeride de yoklar. Aslında vakit geçirme halleri içindeyim çünkü az önce aktarma yapacağım otobüs durağa yanaştı ve şoför hareketin 14:00'de olacağını söylüyor. Bu biraz işime gelmedi tabii ki. Şaka değil, pandemi başlangıcından bugüne, iki yıldır yani, biraz sonra ulaşacağım coğrafyadan uzağım.
Aklıma düşünce oluşan ve karar sonrası zıp zıp zıplayan heyecanım şu an isyanda. Sonra, içinde bulunduğum ortam ve şefkatli güneş sakinleştiriyorlar beni.
"Sayılı dakika çabuk geçer," diyor iç sesim. Biraz dolaşıyor, yeşillikler ve ağaçlara karışıyorum. Ve 15 dakika kala da otobüsteyim. Elimde ilk kez okuyacağım, Rus Edebiyatı'nın önemli ve çağdaş yazarlarından Mihail Şişkin'in Mürekkep Lekesi adlı öykü kitabı... Üsluba ve kurmacalarına bayılmış durumdayım.
İstikamet yokuş yukarı ve varacağımız nokta -şimdinin mahallesi ama benim için hep- Büyük Oyumca Köyü.
Bir uçak gibi sürekli tırmanırken manzaraların tadını çıkarmalıyım.Aşağı Oyumca'yı az önce geçiyoruz. Toparlanıyorum. İki kişi iniyoruz ve kapıdan süzülüyoruz. Bir köpek havasını atıyor ve simsiyah havlıyor.
"Buralar benden sorulur," agalığında. Yanaşıyorum. O demirden ve ızgaralı bir kapının ardında.
Hâlâ kabadayı. İyice yanaşıyorum ve arada laf atıyor, gülümsüyorum. Elimi uzattım, bir kez daha burnundan kıl aldırmadı...
Ve artık kankayız.Bu kapkara ve pırıl pırıl atla bir kaç adım sonra karşılaşıyoruz. Adı Şimşek olsa yakışır. Ateş gibi bir genç. Biraz sen kimsin havası atıyor bana. Bense Pony Kafe'ye doğru tırmanmakla meşgulüm. O sanki kızgın ve orada olmaktan memnun değil. Ahşap çite paralel biçimde en alttan en üste kadar son hızla koşuyor, sonra aynı hızla aşağı doğru. Duruyorum. Ben bu havaları yemem pozumu takınıyorum ve fotoğraf makinemi sırt çantamdan alıyorum. En alttan koşmaya başlıyor, kafam çitin üzerine paralel, hatta bir tık içeride. Seri şekilde fotoğraflarını çekiyorum. Yokuşu çıkan arabalar yavaşlıyor. Kim bu deli merakındalar sanırım. Bu kara şimşek her yanımdan geçişinde neredeyse nefeslerimiz tokuşuyor. O kadar yakınız... Şimdi alanın en tepesinde ve sanki duruşuna bakılırsa direncini kıracağım. Göz göze gelsek, bu yolla bir iletişimimiz olsa da tokalaşma fırsatı vermiyor bana. Kaç poz çektim sayamıyorum. Şimdi makine çantada. O az önce tam gaz indiği aşağıdan geliyor. İşte bu. Durdu. Aramızda şimdi bir ten teması var. Elim pırıl pırıl tüylerinin üzerinde geziniyor. Başını uzattı. Şimdi yanak yanağa bir kucaklaşma. Ve yeniden uça uça gidiyor.
Bir an bütün alanları dolaşsam sonra pidemin başına otursam diye düşünsem de bundan çabuk vazgeçiyorum ve Pony Kafe'den içeri süzülüp verandasında bir masayı gözüme kestiriyorum. Çok tatlı bir genç kadın gülümseyerek, menü ile geliyor. Menüyü alıyorum ama aslında kararım net. Fakat artık az rastlanır ve şık bir menü olduğu için dokunmadan bırakmak istemiyorum.
"Bir Çınarlık Pidesi lütfen"
Bir şekersiz kola ama birlikte getirin lütfen"Hımmmmmmm misss. Görüntü ve yayılan koku muhteşem. Bir parçayı alıyorum elimle. Bir ısırık. Çıtır diye bir ses ve muhteşem bir kavurma kaşar peyniri işbirliği. İncecik ve çıtır bir hamur, susam ve çörek otuyla, beraber ve solo tatlar. Şahane, gizemli, kara mizah, ilginç karakterler, alışılmadık bir anlatımla Güzel Yazı Dersi adlı ilk öykünün finali.
Ve muhteşem bir manzara.
O halde ölebiliriz...Epey süre ölüyoruz. Bir de çay içsem mi diye düşünmüyor değilim. Otobüs Rektörlük'ten saat başı kalkıyor ve 15 ila 18 dakika sonunda, hemen tesisin çıkışındaki durağa varıyor. Biraz fotoğraf çeksem ve gelecek otobüsle dönsem diye düşünüyorum ve istemeye istemeye de olsa ödememi yapıp verendayı terk ediyor hemen üst kısmına çıkıyorum. Küçük çocukların gözetim altında Pony'lere bindikleri alanda hoş görüntülerin tadını çıkarıyor ve çocukların olmayacağı bir anda fotoğraflar çekmek için bekliyorum. O sıra aşağıdaki ve uzak manejde iki genç kadının antreman yaptığını fark ediyorum. Bir süre izliyorum, sonra oraya yürüyüp, onlardan izin alarak fotoğraf çekmeyi düşünürken, bindiği at neye kızdıysa fren yapıyor ve genç kadın hooopp aşağıda; ve atın önünde. Bir süre kalkmayınca endişe ediyorum. O ara antrenörü görünüyor, yanaşıyor; bir şeyler soruyor, genç kadın ayağa kalkıyor ve atlar sahadan çekiliyor.
Bense ahırlara giriyorum. Flaş kullanmamak koşuluyla fotoğrafa izin var. Enfes bir enstantane yakalıyorum: Loş odasının penceresinden uzak ufuklara, gözlerinde bir hasret, özlenen bir özlem varmışçasına bakan simsiyah ve çok asil bir yetişkin at. Muhteşem bir açıdayım; arkasında, sol yanında ve kafanın duruşundan tek gözünü görsem de duygunun bütününü hissettiğim bir yerdeyim ki kendimi saklamayı becermişim. Beni hissetmiyor ya da umursamadı. Duygu yüklü fotoğraf için her şey müsait. Bir yandan havada uçuşan duygunun tadını çıkarmak istiyorum; bir yanda da yakaladığını bırakmak istemeyen blogger hevesinde fotoğraf arzum var. Çekiyorum peş peşe.
"İşte bu tamam!" dediğim bir tane var içlerinde. Ancak bazı fotoğrafların öyle bir büyüsü vardır ki tüm sözcüklerin boyunu aşar. Bu fotoğrafa baktığımda anı canlı yaşadığım için bana duygu yüklü bir hikâye anlatıyor. Ama düşünüyorum ki bloga koyduğumda bir hiç olacak.
Vazgeçiyorum. Onu da, bir hapishane gününün son sayımı öncesi toplanılan avluda dolaşan, ve o anın öncesinde, getirdiğim savcılar ifade alırken takıldığım yazıcı odasında görülmüştür damgası basılmış mektubunu okuduğum Kumru Öğretmen'e baktığım andaki ve bana ait duygunun, bir yazımda kelimelere dökülmüş, bir kaç satırlık halinde bırakmaya karar veriyorum.
Tek kapıdan girilen, koğuş düzenindeki bu ahırdan çıkıyor, pencerelerin önünden uzayıp giden manzarada soluklanıyor; pencerelerden kafalarını uzatan atlarla fotoğraf çektiren, selfi yapan ya da pozu eşlerinin çektiği insanların, çocuklarının atlarla birlikte fotoğrafını çeken ebeveynlerin arasından geçip; biraz sonra söz edeceğim "vahşi" atın yanına gidiyorum. Oradan dönüşte de 1+1 tadında, muhtemelen özel kişilerin özel atlarına beli bir ücret karşılığı kiralanmış
üst fotoğrafdaki daha konforlu mahalleye göz atıyorum ki bu bir tahmin.
Gerçeği sorup öğrendiğimde de bu cümleyi muhtemelen değiştirmiş olacağım.İşte benim ikinci kankam. Padokta tek. Sanırım stresini atma bölümü burası. Çitlere saldırıyor ki birinin bir tahtasını kırmış. Oradan oraya deli gibi koşuyor, sonrası da tahtaları zorluyor. Adamım. Bir türlü yakınlaşamıyoruz. Çılgın hali herkesin dikkatini çekmiş vaziyette ve ilgi odağı. Önce kendimi fark ettiriyor, ilişki kurmaya çalışıyor, sonra da en uzak köşeye gidiyor, oradan izliyorum onu. Ara ara da fotoğraflarını çekiyorum.
Sanırım anlaşmak üzereyiz. Üsteki, üzeri giyinik olansa otobüsü kaçırınca turladığım esnada, alanın daha alt kesiminde ama elektrikli tellerle çevrilmiş ve uyarı işaretleri olan bölümde rastlaştığım, en espritüel at. Ne numaralar yapıyor. Bir star havası var. Ben atların yatınca kalkamadıkları, o nedenle ayakta uydukları gibi bir inanca sahiptim. Bu sırt üstü bile yatıyor. Kalıptan kalıba rahatlıkla geçiyor, arada bir narasını da ihmal etmiyor ve an itibariyle iki ayrı bölümde olan diğer atla birlikte sakin ve enfes bir bölgesindeler Atlı Spor Tesisler'inin. Muhabbeti koyultuyoruz, kahve içsek yeridir. O da kalan numaralarını fotoğrafa hapsetmem için peşi sıra sergiliyor. Kişiye özel enfes bir gösteri ki teşekkür edip, tokalaşarak vedalaşıyoruz.
Sarılmamıza engelse, ne derece çarpıcı olduğunu test etmeyi aklımdan bile geçirmediğim elektrikli teller oluyor.
Bir sonraki otobüs için vakit yaklaşıyor. Usulca durağa doğru yürüyorum. Siyah köpekle vedalaşıyorum. O ara tepemden bir yolcu uçağı geçiyor. İnişte. Bir kaç pozunu, isteğini kırmayarak çekiyorum. Ve duraktayım.
Banka oturuyor, manzaramın enfes havasını soluyor, kitabımı açıyorum. Tam kitaba kapılmışken bir çıngırak sesi gözlerimi sesin geldiği yöne dikiyor ki ne göreyim. Bir inek. Üstelik yokuş aşağı inen bir inek. Asfaltta. Fotoğrafını çekiyorum tam, bir inek daha... ve bir fotoğraf daha. Böyle devam ederken, Teyzem görünüyor. Muhteşem. Sanki çocuklarıyla konuşuyor. O ara fotoğraf çeken beni fark ediyor. Tırsıyorum.
Fotoğraf makinem artık sırt çantamda. Sanki hiç çekmemiş rolünü oynuyorum. Çok mutluyum ama. Şahane günün finalinde sanki bana sunulan bir bonus bu. Köy akşamında eve dönen mallar ve muhteşem ötesi bir çoban. Teyzem. Çok tatlı! Hayal etsem olmazdı. Otobüsü kaçırma endişem olmasa yanındaydım. Çubuklarına hastayım. Orkestra yöneten, teyzemin sopa kullanışı yanında halt etmiş. Niye video çekmiyorum ki ben. Günü çıngırak sesleri ve teyzemle hayvanların sohbeti katmerliyor.
Otobüsteyim. Bu kez geldğimiz yoldan değil de daha geniş bir coğrafyayı dolaşarak, köyün merkezinden geçerek ve sonrasında yokuş aşağı inerek varıyoruz Rektörlük durağına.
Aslında daha önce yürüdüğüm ve enn sevdiğim kadına ballandırdığım bir yol. Caminin yanındaki mini meydana ve karşılıklı dizilmiş banklara ve bir arka sokaktaki ahşap konağa, evet konağa bir kez daha bayılıyorum; köyün merkezinden geçerken... Durakta inince doğrudan trene geçiyorum, bir aktarma bu. Yoldayken fikrim dürtüyor.
"Bu güzel, pek pastoral güne şık bir final yakışır," diyor iç sesim. Kırmıyorum ve trenden iner inmez fikri net ama seçimi şüpheli bir şahıs olarak pastaneden içeri süzülüyor, pastamı seçiyor, sonra da bulvarı gören her zamanki masama oturuyorum.
Daha önce denemediğim bir seçim: Karamelli Profiterollü Pasta.
Dışı yakıyor beni. İlk lokma üzerindeki minik profiterol. Muhteşem. İçinden cevherler fışkırıyor. Çok eğlenceli. Sanki etrafı çevrili silindir bir kutu.
Acaba içinde neler saklı? Keselim o halde... ve açıp bakalım Pandora'nın Kutusu'na: Profiteroller saklı, vişne dokunuşu var, kiminin içinde erimiş beyaz çikolata, kiminin içindeyse kakaolu çikolata var.
Üstelik baymıyor ve hayaller aleminde tura çıkarıyor; günün tadına kesinlikle tat katıyor.
Demi ve kokusu yerinde çayla birlikte pastoral güne şahane bir final, aferin içgüdülerime.
Ay tepemden gülümsüyor...