Bir genç öğretmendi, yıllar önceydi, güzel yazılar yazıyordu, hiç bir fiziksel veri olmamasına rağmen birazdan anlatacağım olaydaki kişi ile aynı şeyi aynı eminlikle söylemişti.
Öğleden sonra sahil üzerinden yürüyor, bulvarı izleyeceğim masalardan birine oturuyor ve oturmadan önce de bir Triliçe ve bir çay siparişi veriyorum. Kitap okumaya niyetim yok ve yürüyen insanlarla bulvardaki akışı, boş insan tadıyla, avare avare izlemek istiyorum. O ara genç kız servis için masama geliyor. Doğrudan siz üniversitede hoca olmalısınız, diyor, gülümsüyorum. Bir yanıt vermiyorum. Sonra soruyorum, nasıl o kanaate vardığını. Görüntünüz, diyor. Değilim, diyorum. O zaman doktorsunuz, diyor. Yine gülüyorum. Eczacı desen yaklaştın derdim ama biz doğrudan organ satıyoruz. Espri yaptığımı düşünüyor. Sonra açıklıyorum. "Oto yedek parçacılığı denen bir meslek var bilir misin, şimdilerde, daha servisleşme nedeniyle eskisi kadar bilinir mi emin değilim. Bize sorulduğunda kısaca parçacı derdik ki bunun parça kumaş satmakla ilişkilendirildiğine çok tanık oldum." Gülüyor. "İşte ben o mesleğin içine doğdum; okula bile gitmezken babam ustaydı. Sonra bu işe başladı. Mağazaya ilk kez 6 yaşımda gittim. Ondan sonra da her yaz." İlgisini çekiyor ve devam ediyorum. "Doktorluk ve eczacılıktan farkımız, bizim hastamız tedaviye yanıt vermezse doğrudan organ nakli yapabiliyor olmamız. Raflarımız organ dolu." Gülüyor.
Nerede okuduğunu soruyorum, Amasya'da elektrik elektronik okuduğunu söylüyor. "Güzel şehirdir, askerliğimi orada yaptım, ondan biriktirdiğim şahane anılar dışında da ben çok severim" diyorum. Fikrime sanırım pek katılmıyor.
Sonra diyorum ki şu sırt çantası, kitap ve gözlük bana sınıf atlatıyor, akademisyen ya da doktor algısını yaratan semerim. Gülüyor ve sanırım artık kankayız: bu çok tatlı, daha önce fark etmediğim ama beni fark eden ve ilk kez bana servis yapan genç kız ile.
Kardeşle varıyoruz şehire. Ayak arada yine yoklar diye ilaç yazdıracağım. Komik bir durum aslında; 200 metre ilerimizde sağlık ocağı var. Ama gittiğimiz ocakta da Oğuz var. Çocukluğunu bilirim. Ve doktorluğuna çok güveniriz. Fakat son gittiğimde yoktu ve ameliyat olduğunu öğrenmiştim. Numaramı giriyorum ve yanıp sönen adı görünce sevinçten ölüyorum. İşe başlamış. Tanrım büyüksün!
Odasının kapısındaki koltuklardan birine oturuyorum. O sabırla ve özenle hastalarının dertlerine çare oluyor. Kapısı her zaman açık. O ara yanıma biri oturuyor. Tanıyorum ama maske tereddütte bırakıyor. Sıram geliyor ve geçiyorum. İlacımı yazıyor, saçlarının uzadığını fark ediyorum ki önceki geldiğimde yönlendirildiğim doktor her şeyin yolunda olduğunu söylemişti. Sevinçle çıkıyorum ve hâlâ dışarıda oturmakta olan kişiye, "Sen Köy Hizmeleri'ndeki satın almacı Abi'sin değil mi?" diye soruyorum. Evet O. Pandemi tokalaşması yapıyoruz, sonra sohbet. İşi soruyor, ben emekli olduktan sonra bir süre devam ettiğimi, sonra farklı bir işle uğraştığımı, kardeşin de bir üst segmentte işe devam ettiğini söylerken yanımdaki kişi sen kaç yaşındasın ki emekli oldun diye soruyor. Sence kaç, diyorum. En fazla 50 diyor. "Normalde 45'de olacakken iki yıl vurmuştu ve 47 yaşımda Bağ-Kur emeklisi olmuştum. İş sorulunca emekliyim demeyi seviyorum, hatta çoğu zaman dedemden miras kelime tekaütüm'ü kullanıyorum," diyor, yaşımı söylüyor ve maşallahına gülümsüyorum. Abiyle ve onunla vedalaşıyor, ve çıkıyorum.
Sırt çantamda sabahın erkeninde emektar Kılıçdede Fırını'ndan aldığım poğaçalar var. İlaçlarımı eczaneden alıp sırt çantama attıktan sonra istasyona doğru yürürken bulvarın kenarındaki banklardan birinde tam da eski, bahçeli, çok şirin ve müstakil gar lojmanlarının önünden bulvarı, rayları ve sabah telaşlarını seyrederek tatlarını çıkarıyorum.
Tren sakin. Kitabımı açıyorum. Mesaime ucundan da olsa yetişeceğimi düşünüyorum. Biraz rötarla da olsa tahminimden 10 dakika gecikerek iş başı yapıyorum. İşler bir kaç gündür ciddi bir yükselişte. Rabbim başımızdaki ekonomisti başımızdan eksik etmesin diyeceğim de, tabii ki demiyorum. Çünkü ekonominin gerçeklikleri açsından bakarsak yokuş aşağı tam gaz gidiyoruz.
Öğleden sonra biraz geç saatte yemek için çıkıyorum. Adem Usta'ya vardığımda görüyorum ki treni kaçırmışım. Oysa hayalimde sebze yemeği vardı ama sona kalan olarak tabağa doldurulmuş ve miktarı gözümü korkutmuş ama enfes gözüken haşlamaya razı oluyorum.
Gün içinde Zafer'le sıklıkla konuşuyoruz. Biraz piyasalar üzerine, biraz askerlik muhabbeti. Onun da içinde olduğu yazımdan söz ediyorum. Okuduktan sonra arıyor. Önce hatırlayamadığını söylüyor, dedim zaten sen olayda figürandın, hemen hatırlamaman normal. Sonra ondan öğreniyorum ki biz terhis olduktan sonraki bir depremin ardından orduevi boşaltılmış ve komple yıkılmış. Onları da Tugay'a bando bölüğüne göndermişler. Epey komik olaylardan söz etti. Hurma zeytinin altında, masaya düşen hurma zeytinler eşliğinde, kadim Yunan zeytin ağaçlarının olduğu bahçesinde sızma yağ olmak üzere toplanan zeytinler arasında rakısını yudumlarken...
Tabii ki buluşma planlarını tekrar ettik..
Sonra attım kendimi dışarı. Sahilden yürüdüm. Aklımda Triliçe ve çay vardı. Pastaneden içeri girince fikrim değişti. Amasya konuşmuştuk. Benim yakın tarihte gerçekleşecek bir Amasya planım vardı ve enn sevdiğim kadınla az önce Zafer'in hemen ardından tatlı tatlı konuşmuştum. Üstelik yeni kankamla da ortak yanımız Amasya idi. O halde şehzadeler şehri şu sıralar hayatıma bu kadar dokunmuşken...
"Hoş geldiniz."
"Nasılsın?"
"Teşekkür ederim, siz?"
"Bir dilim Şehzade ve bir çay lütfen."