Bu ise piyangonun dibi Sevgili Momentos; şahane bir zaman yolculuğu. Müziği keyifle dinliyorum, o yıllara gidiyorum, ne çok şey alıp dönüyorum ve bugün ilerleyen saatlerde bu yazının gazıyla hiç gitmediğim ama çok beğendiğim küçücük bir kahve dükkânının bulvara bakan minicik bahçesinde kahve içiyor, sonra da bunu yarın yazıyorum.
Diyorum yorumumda ve şükürler ediyorum ki pırıl pırıl bir güneş pencereden içeri süzülüyor. Enfes bir pazar sabahı ve caddeler, sokaklar basbas çağırıyor.
O ara fikrim bu coşkuya katılıp bir de bugüne kadar hiç gitmediğim, hatta hiç ciddiye almadığım bir pideciyi de işaret ediyor.
Yıllardır görür, yanındaki kocaman ama çok hoş pidecinin dibine açılan bu küçük dükkânı kâle almazdım; çünkü büyük mekândan her anlamda memnundum. Ve özellikle Görele Pidesi muhteşemdi. Di'li geçmiş zaman çünkü, geçenlerde bir gün niyetlenmiş, gitmiş ama hayal kırıklığına uğrayıp üzülmüştüm. El değiştirmişti ve bol çeşitli kurnaz bir lokantaya dönmüştü. Görüntüsü hiç iyi sinyaller vermiyordu ve kalbim pek soğuk duruyordu. Dolayısıyla girmedim.
Gün fazlasıyla tahrik ediciydi, yolda gelirken kahvemin yanına eklerim diye Nişantaşı Pastanesi'nden iki tane kesme almıştım. Heyecan ve keyif yerli yerinde.
Saat 10:30 civarı, canlı bir gün ve sakin, telaşsız bir işleyiş.
Pandemide küçük esnafı kollayalım konsepti çerçevesinde giriyorum; önünde küçük bir açık alanı olan bulvar manzaralı Pide Dünyası'na. Bir pazar klasiği olarak evde hazırladıkları içlerle pidelerini yaptıran insanların arasındayım. Ne güzel ve bitmeyen, nesilden nesile devam eden bir gelenek. Tadına doyulmaz fırın sohbetleri..
Menüye göz atıyorum. Gözlerim Görele Pidesi'ni arıyor. Kavurmalı pideyi görüyorum ama anlıyorum ki bu normal açık pidenin kavurmalısı. O halde "Bir kıymalı tek yumurtalı pide, lütfen."
Ben kitabımı okurken önce salata konuşlanıyor masaya, bir süre sonra da pide. Görüntü hoş. Yumurta tam kıvamında, ince bir pide dokunuşuyla patlatmalık ve sonra üzerine yaymalık.
Aynen öyle yapıyorum.
İncecik bir hamur!
Ve çıtır çıtır.
Ve damakta çok lezzetli bir yumuşaklık.
Bayıldım.
Ama salata! Kadın eli değdiği nasıl da belli; yağı, tuzu, havaya sıkılmış da avuçla alınmış ve üzerine dağıtılmış hissi veren hafif bir parfüm dokunuşuymuşçasına ekşi tatlı dengesini sağlayan sumak.
Daha ne olsun?
B.Nihan Eren, Hayal Otel ile Sevgili Leylak Dalı'nın blogunda gördüğüm, tanıdığım ve tabii ki bayıldığım bir yazar. Sonra bu kitabını da almış okunmayanlar bölümüne koymuştum. Zamanı gelmiş olmalı ki onu okumaya başlamıştım, tabii ki de bayılmıştım. Dolayısıyla geniş ama sakin bir bulvara bakan küçük kahve dükkânında onunla olmak çok havalı bir senaryoyu yaşamak manasına gelecekti ki o rolün hakkını vermek de benim işimdi.
Ağır adımlarla yürüyorum. Carrefoursa dışında pek uğradığım bir güzergâh değil ama hoşuma da gidiyor ve bayağı uzun bir bulvarın ortalarında bir noktadayım.
Karşı kaldırımdan gördüğüm kadarıyla küçük kahve dükkânı kapalı. Işıklardan karşıya geçip önüne varıyorum. İç kapıda açık yazıyor olmasına rağmen öyle olmadığını anlıyorum. Saat 12 civarı olmalı, acaba diyorum öğleden sonra mı açıyorlar pazar günleri. Güzel bir park var, içinden Alanos Deresi akan ve bizim coğrafyada denize ulaşan. Üzerinde de ahşap köprüler. Biraz dolaşıyor, sokak aralarında yolu uzatıyor, yeniden varıyorum kahve dükkânına. Aslında bir ara vazgeçer gibi oluyorum, sonra demir tavında dövülür diyerek bir şans daha veriyorum ve bingo.
Bir arabadan yaşça büyük iki insan iniyor. Ben yürümeyi kesmiyorum. Ve beyefendi dış brandaları açıyor. Biraz zaman vermek için kısa bir tur daha yapıyor ve tekrar geliyorum. Masalardan birinde ikisi kadın dört kişilik bir grup var. Oysa ilk gelen ben olurum diye düşünüyordum. Bulvara bakan masalardan en yakın durana oturuyorum. Sırt çantamı bırakıp içeri geçiyorum ki küçük bir kahve dükkânı sandığım yerin içeride de masalar var ve üstelik çok hoş düzenlenmiş bir alan. Şaşkınım. "Bir Amerikano lütfen," diyor, bu arada şaşırdığımı da beyan ediyorum; sonradan baba olduğunu anladığım beyefendiye. O grup kahveleri yapan elemanın henüz gelmediğini, oğlunun da biraz rahatsız olduğunu söylüyor beyefendi. "O zaman bir Türk kahvesi, şekersiz lütfen," diyorum.
Kitabımı açıyorum. Minik şekerlemeler eşliğinde ve bulvar tadıyla kahvemi yudumluyorum ki çok beğendim. O ara dörtlü grup kalkıyor, onlar çıktıktan sonra da iki hanımefendi geliyor ve benim yalnız sandığım kahvecinin insanlar için bir nefes noktası olduğunu anlıyorum.
Ödeme için içeri geçtiğimde övgülerimi ve ilk düşüncelerimi zevkle açıklıyor, şaşkınlığımın altını bir kez daha çiziyorum. Öğretmen emeklisi olduğunu düşündüğüm ama sormadığım beyefendi çok mutlu oluyor ve neredeyse tüm hikâyeyi anlatıyor. Epeyi bilgiyle ayrılıyorum mekândan ve onları paylaşmayı hayal ettiğim kahveyi, hayal ettiğim biçimde içeceğim güne saklıyorum.