Gülmekten!
Aslında fazlasıyla hareketli hayatım, iş dışı keyiflerin peşini bıraktığım yok ki hep yazarım. Ama bir an fark ettim ki sanki her şey bir odaya sıkışmış ve onun içinde başlayıp bitiyor. Garip bir duygu, tüm bu aktif hayatın içinde sanki kocaman da bir boşluk var. Bazen bir rüyanın içinden hiç çıkamadığımı düşünüyorum. Tek başına bir hayatım var ve ben bu tek başına hayatın içinde bana biçilen rol çerçevesinde diğer rollerin her biriyle de temaslıyım. Bir robotik durumun içindeyim ve robotlar alemindeyim. Sanki? Hatta bunu daha ileri de taşıyabilirim. Taşımalıyım da... Gerçek bir hayat değil bu; senaryosu yazılıp elime verilmiş ama benim bilmeden oynadığım bir filmin içindeyim ve verilen rolü iyi ya da kötü oynadığımın da farkında değilim.
Ve bu rolü öyle bir gerçeklik algısı ile oynuyorum ki aslında, durumu bir yanımla bilsem de bilmezden gelip, kendimi kandırıyorum.
Normal benken ve dünya da normalkenki zamanlarda yaptığım çok şey bu yeni halin içinde de var. Ama sanki bunlar hibrit. Ben ne kadar gerçekmiş hissiyle yaşasam da önceki gün birden dank edince fark ettim ve dedim ki kendime:
"Yanılıyorsun."
"Bir düşün ya da beni dinle."
Sonra sordum:
"Bir boşluk duygun, gerçeklik dönemine göre bir sunilik hissin yok mu yaşadıklarında?"
Sonra yanıtlıyorum:
"Bir his aldım, bir an kendimi sanal karakter sandım bugün ama; sanırım bildiğimi de görmezden gelmek niyetim."
Diyorum!
Mesela bu hafta sonu, düşündüğüm her şeyi yaptım.
Bu ara başka bir ben var içimde, tanımaya çalışıyorum. Bir kararda tereddüt ettiğinde, çoğu zaman vazgeçen benim tersime bu robotik şahıs bu ikilemlerin eylem yönünde baskın, ve ben vazgeçme tarafında olsam da hep, onun bu isyan tavrına uymak zorunda kalıyorum.
Kitabımla çıktım. Pastaneme gittim mesai sonrası, okudum, bir ıslak kek ve bir Triliçe yiyip şekersiz iki bardak çay içtim. Güzel yıldızların altından geçtim, sessiz sokaklarda yürüdüm. İskeleye uzadım ve eve döndüm. Ertesi öğlen sevdiğim bir lokantada hem lafladım hem keyfini çıkardım öğlenin ve yemeğimin.
Bir sonraki gün ki cumartesi, mesai yok. Sabah rutinleri sonrası uzandım, biraz kitap okudum. Çok keyifle ekmek kızarttım ve sanat eseri bir kahvaltı tabağı hazırladım. Uygun bir saatte evden çıktım, sahilde takıldım. Sonra yürüdüm ve bir önceki yazımdaki anları yaşadım, hoş kahve dükkânında. Fotoğraflarını çektim huzur veren denizin. Kumsalında yürüdüm tatlı bir rüzgârın.
Ertesi gün. Yani Pazar. Erkenden ve keyifle dünümün yazısını yazdım, bitirdim, kontrollerini yaptım. Sonra da akşam yayımlansın diye saatini ayarladım. Sonra da sırt çantama yeni bir kitap, gözlük, küçük fotoğraf makinesi, yağmurluk atarak ve sallana sallana Rock City'ye vardım. Ancak bu kez tedbirliydim ve saat 15'de başlayacak mutfak için daha 15 dakika vardı ve ben bir bankta oturup kitabımı açtım.
Önümde muhteşem bir deniz varken ve ağaçlar altındayken, beş bank ötemde de bir Abi Türk Sanat Müziği'nin hakkını, tıpkı çocukluk günlerimdeki tadıyla veriyordu. O beni mutlu ettiğine göre hakkını ödemek de boynumun borcuydu ki ona uğramadan geçmedim. Günün bu en -gerçek- insan halinin keyfi bir süre normalleştirse de beni. Allahtan uzun da sürmedi!
Süzüldüm Rock City'den içeri. Bir kişi vardı verandada. Bu kez köşe masaya oturdum. Yüzüm denizde. "Bir Tuborg filtresiz, lütfen," dedim. Bir de Orhan Baba istedim; muska böreğini çıkarttırmadım ve patates de koyun ama abartmayın ve fiyata ekleyin, dedim. Azıcık demiştim ama...
Keyifle mi yedim bilmiyorum. Ama geçen haftaki tadı almadığımı biliyorum.
Kitaba biraz göz attım.
Göz hizama gelip yüksek masanın yüksek taburesine oturan sarışına daha çok göz attım. Muhtemel ki aynı ruh halindeydik. Hiç âdetim olmamasına rağmen onu da fotoğraf karesine yine de flu aldım. Biraz hareketlerini izledim. Üşüyünce üzerine bir ince pardesü aldı ama giymedi. Omuzlarını açıkta bırakan, göbek üstü, bedeni saran siyah bir bluz ve aynı kumaştan bir pantolon giymişti. Sigarasını üst üste yaktı. İşte o zaman onun bizden olmadığını anladım ve gerçek duyguları olan gerçek bir insan diye sevindim. Birasının yanına patates istemişti ve birasını şişeden yudumluyordu ki o zaman daha da rahatladım. O da bizdendi. Arada bir telefonu ile ilgileniyor, çakmağı bir alıp bir bırakıyordu.
Sonra geçen haftanın aksine açık kısım dolmaya başladı ve doldu. Hep erkek ama. Sonra ablanın yanına bir abla daha geldi; o araçlıydı ve yanında bir de köpek vardı ve gerçek insandı çünkü araç kullanacağı için alkol almayıp, kahve içti. Onların iki arka masasına da bir çift geldi. Daha diğer masalarda kimse yokken bu iki kadının arka masasına konuşlanan kişiyi de adamdan saymadığım için onu kalabalığa ilave etmiyorum.
Bugün önümdeki alanın kalabalık olması bir fırsat oldu ben için ve onlara tek tek baktım. Dedim oğlum rahat ol. Biz artık makineyiz. Ruh şekillerimiz aynı. Mutluyu oynuyoruz.
O sıra biriyle konuşmak için yanıp tutuştuğumu görmezden geldim. Ve bu sorunu hallettim. Kendimle konuştum! Görüş alanı geniş bir ortamdayım ama sanki sınırlarım masamın ötesine geçmiyordu ve o yüzden de insanlara ulaşamıyordum. Dolayısıyla onlar da; ne aynı masayı paylaştıkları insana ne de bana ulaşamıyorlardı. Kendi başına bir müzik çalıyordu ki... O da ne?
Bir insan karışmış aramıza. Dışarıya müzik isteyebilen bir insan! Garson hemen bir hoparlör konuşlandırdı bahçeye.
Sonra ödememi yapıp ki ikinci birayı istemeden yürümeye başladım. Çok kalabalıktı ortalık. Herkes dışarıdaydı sanki! Ama sırtlarındaki odalarını yere koymuşlar da onun sınırlarını aşamıyorlarmış gibi bir curcuna.
Eve hemen dönmedim, doğu yönünde devam ettim. Fark ettim ki bir şey değişmedi. Kendimi eğlendirdim sandım ama sanırım öyle de değildi.
Dün işte, başta bahsettiğim "seyahati", bu yüzden yaptım. Yalnızlığa ortak aradım ama vardığım herkes yalnızdı. Lafladık, güldük ama bu da bir rüyaydı.
Oysa daha trene binmeden köşebaşı, bulvara bakan ve sevdiğim tarzda bir kafede, güzel bir masada enfes bir su böreği yiyip, çay içerek başlamıştım güne. Hatta neden daha önce buraya hiç girmedim demiş, bundan sonraları için listeme eklemiştim ki birazdan bu yazıyı bitirip, yayım saatini akşama ayarladıktan sonra oradayım.
Dönüş trenimde karşıma oturan çok tatlı bir öğrenci genç kızla, elimdeki kitap nedeniyle çok güzel laflamıştık üstelik.
Eve döndüğümde sırt çantamı boşaltıp asınca doğru yatak odama yürüdüm, az önce uğradığım marketten aldıklarımı mutfağa bırakmıştım. Döndüm ve içinden kolayı ve sandviç kekleri aldım ve doğrudan yeni yaşam alanıma, yatak odama sıkıştım. Uzandım boylu boyunca. Elime alınca, sabit telefonda bir asker arkadaşımı gördüm. Aradım, danıştıklarına detaylı yanıtlar verdim, buluşma hayallerimizi konuştuk. Güzel de konuştuk. Bir an taa Alaçatı'da hissettim kendimi, sanki onun otelinin bir masasında bir şeyler içip laflıyorduk. Sonra kapattım ve yataktan çıkmadım. Laptopu dizlerime açtım. İş başı yaptım.
Bir karar verdim ilerleyen saatlerde: Şirketin araçlarından biri o yöne gittiği gün ki -özellikle- hafta içi; beni de hayatımın en iz bırakmış şehrine taşısın diyorum.
Bir eski konakta iki ya da üç gün için oda ayırtmak istiyorum.
Ve orada geçirdiğim iki ya da üç günümü; her gün oradan yazmayı hayal ediyorum.
Sıkıştığım bu odanın duvarlarını mutlaka yıkmak istiyorum.
Sinemaya da gideceğim, opera baleye de...
Merak ediyorum...
Yüzleşmek istiyorum.
Kendimle...
Sevgili Okul Arkadaşım'ın bağlantı yazısı için buradan lütfen.