Öncesi
3 Haziran 2017
Pırıl pırıl bir güne uyanıyoruz. Bahçeden gelen cıvıltılar, çekili perdeleri aşan güneş, günlük işlerin kıpırdatan sesleri eğlenceli bir gün vadediyor. Bir bayram sabahına uyanmış gibiyiz. Üstelik bu seyahati kurarken bilmediğim ama oralarda olmayı hep sevdiğim yerdeki bir etkinliğe gidecek olmanın heyecanıyla uykunun ve suyun tazelediği bedenlerimizi alıp misler kokan, şahane bahçemize geçiyoruz.
Küçük kediler sabahın erkeninde pek afacanlar, belli ki karınlarını doyurmuşlar, şirin yuvalarından bahçeye sızma niyetindeler... Yuvadan kaçma gayretleri çok sevimli lakin henüz onu itecek güce sahip olmadıklarından, iki kedi de çabalasalar kapıyı azıcık aralamaktan öteye geçemiyorlar. Şimdilik yardıma ihtiyaçları var ama bir kaç güne kalmaz kirişi kırarlar. Annelerinin disiplin uygulamalarına saygılıyız, bu nedenle de yardım taleplerine duyarsız... Ama bu kendileriyle günaydınlaşıp sohbet etmeyeceğiz anlamına gelmiyor. Uyku gözlerinden akıyor olsa da türlü cinlikleri ve masumiyet göndermeleri ile yufka yüreklerimize dokunup, ayartmaya çalışıyorlar.
Kahvaltı alanımız çok güzel; doğallığı bozulmamış, sevimli objelerle kararında zenginleştirilmiş, yapaylık hissi ve göze sokulma duygusu yaratmayan sıcak, bakımlı bahçenin hoş bir bölümünde hoş bir masa. Amerikan servisler yaratıcı ve sevimli. Sulanmış bahçeden gelen serin koku tazelik katıyor. Yumurtalarımızın birini rafadan diğerini de sahanda tercih ediyoruz.
Hoş bir sunum, gülümseten iki tabak; zengin, samimi, sıcak ve hikayeyi katmerleyen adıyla müsemma, Konakla bağı çoğaltan, ona da pek yakışan bir kahvaltı. Mükellef Kahvaltı!
Özenle seçilmiş, yapılmış ve müştemilatın üst kısmında oluşturulmuş mini bahçede yetiştirilen domates, biber ve saltalıklarla birlikte ruhumuzu ısıtıp güne hazırlayan enerjik kahvaltının keyfini çıkarıyoruz. Öyle mükellef ki tabaklar, bitirebilmek için biz gibi en az iki kişi daha lazım. E gönlü zengin, eli açık, güngörmüş, gülümseten bir Konak sonuçta burası!
Emeği geçen herkese teşekkür edip, "Görüşmek üzere," diyerek mahallemizin durağına doğru yürüyoruz. Mevlüt, hedef noktamıza gidecek otobüsün üç dakika içinde durağa varacağını söylüyor. Sözünün eri, otobüs görünüyor. Siyami Ersek üzerinden varıyoruz etkinlik alanına, çok yakın bir durakta iniyor, biraz yürüyor, güvenlikten geçerek giriyoruz Fuar alanına. Garda Kitap... Ne güzel!
Biz erkenciyiz sanırım. Bir kaç dakika sonra anlayacağımız üzere henüz resmi açılış yapılmamış. Garda, üstelik en sevdiğimiz garda, Haydarpaşa'da trenlerin ve kitapların arasında, üstelik özgürce desenlenmiş ve renklendirilmiş vagonların içinde bir cumartesi ve o cumartesinin erken saatlerinde kitaplarla güne başlangıç! Göz atarak stantlara, dolaşıyoruz Kadıköy Kitap Fuarı'nın garda ikinci, toplamda dokuzuncusunu...
Trenler ısrarla çağırınca da -sanki çağırmasalar sırnaşmayacakmışız gibi- vagonlara geçip oturuyoruz. Güneşin vurduğu
alanlarda kalanların içi fazlası ile sıcak, uzun süre kalmaya izin yok.
Serindekilerde yazar okur buluşmaları ve hoş sohbetler var ki an
itibari ile henüz yoğunluk olmadığı gibi, önünde kalabalık kuyruklar
oluşmuş yazarlar da yok. En sevdiğim kadının beklediği yazarsa maalesef
gelemiyormuş. Benim zaten öyle bir derdim yok! O arada çok güzel
bir canlı müzik sesi geliyor. O yöne doğru yöneliyoruz. Çocuklar
şahaneler. Kulağımıza uzak olmayan şarkılar çalıyorlar. Biraz
dinleyip biraz daha yoğunlaşan stantlara dönüyor, ilgimizi çekenleri
kurcalıyor, arada fotoğraf çekiyoruz. En sevdiği eylemlerden biri kitap satın almak olan okur, bir kaç tane alıyor. Sonrasında soğuk
içeceklerimizle vagonlardan birine geçiyor, alınan kitaplara göz
atarken trende olmanın tadını çıkarıyoruz.
Terk etmeye hazırlanırken fuarı, orkestranın olduğu yerde bir hareketlilik başlıyor, oraya yönelip bakarken ne olup bittiğine; belediye başkanı açılış konuşmasını yapıyor. Onun ardından Kadıköy'lü olduğunun altını sıklıkla çizen, hâlâ tek bir kitabını bile okumamış olduğum Firuzan; duygulu, sıcacık ve etkileyici bir üslup ve küçük bir kız çocuğu tazeliğinde, doğrudan yüreğe işleyen kelimeleriyle ruhumuzu ısıtıyor.
Tam bu duygu sağanağı altındayken şahane orkestra, çok hoş ve etkileyici bir tempoyla İzmir Marşı'nın introsunu çalıyor, ardından muhteşem koroyu oluşturan pırıl pırıl çocuklar orkestra ile birlikte giriyor İzmir Marşı'na. Kalbinizin ritmine ve diken diken olmuş ruhunuza duyarsız kalabilirseniz... ve elinizden geliyorsa... bu coşkun sele katılmayın!
Sonrası alkış kıyamet.
Usulca çıkıyoruz fuardan. Yakıcı bir güneş eşliğinde Kadıköy İskeleye doğru kurumuş dudaklarımıza su arayarak, yine biz gibi fuardan ayrılmış kalabalıkla birlikte yürüyoruz. Allahtan, samimiyetsiz binaları yok kılan, zamanın yozlaşmalarına direnemeyen sokaklardaki yeni yetme evleri devre dışı bırakan, eskinin dokusuyla uyumsuzları bizden saklama konusunda çok becerikli gözlerimiz ve onları aynı başarı ile yönetebilen komuta merkezimiz var. Bu sayede bugünü dünün güzellikleri ile yaşayabiliyor, ruhumuza ve görsel hafızamıza yerleştirdiğimiz eskinin şıklığı ile kendi yaratığımız
dünyanın içine saklanmayı başarabiliyoruz. Bu yüzden İstanbul biz iki taşralı için kusursuz güzel. Üsküdar'a dönüyoruz.
Ama nasıl?
Vapurlara binmeden dönülen bir İstanbul seyahatinin anlamı olabilir mi? Bize göre olmaz. Kişisel tarihlerimize tek tek bakılsa bir tanesinde bile Vapura binilmemiş olan yoktur.
Hava nasıl olursa olsun, binilince vapura, hemen sağa ya da sola kıvrılıp boş olan bir yere oturulur. Oturuyoruz. Sonra, o surata boğazdan gelen rüzgar vuracak. Vuruyor. Burun denizin kokusunu çekecek. Çekiyor. Ve mümkünse denizden sıçrayan bir iki damla bedenin bir noktasına değecek. Bugün fazlası ile değiyor.
Tadını çıkara çıkara gidiyoruz; Kadıköy'den Üsküdar'a!
Elbette ki içerde, özellikle üst katta oturmanın tadı da bir başka... Tartışmasız! Gönül isterse ki kışsa arada bir ister. Onu asla kırmaz, başımız gözümüz üstüne, der, o ambiyansın bütün gereklerini de yerine getiririz. Mesela dolaşan çay tepsilerinden "İki çay lütfen," diyerek, geçmiş bir zaman dilimindeymiş gibi çay içeriz. Tıpkı biz daha dünyada yokken, İstanbul bu kadar büyük değilken, yazarların tasvirlerinden bildiğimiz anların içindeymiş gibi; elimizde kitap ya da gazetelerin akşam baskıları ile yaşarız vapuru. Güzel de yaşarız! İşten dönüyormuş gibi bile yaparız. Her gün birlikte dönüyormuşuz gibi selamlaşırız insanlarla... Yorgunluğu vapura bindiği anda terk etmiş gülen yüzlere hal hatır sorup, sohbet bile ederiz.
Sanki biz taşralılar İstanbul'u eskide yaşamayı çok iyi beceririz!
Aslında bugün deniz bayağı sert, rüzgâr hakkıyla esiyor. Şu sakin görünen yelkenli aslında arada bir yelkenleri suya indiriyor. Yatıyor ve kalkıyor. Yelkenler suya değdi değecek derken, içinde bir gayret başlıyor ve belini doğrultuyor tekne. Sonunda bir denge oluşuyor ve herkes rahata eriyor. Eminönü görünüyor. Usulca yanaşıyor vapur, acelesi olanlar hopluyor karaya. Bizim acelemiz yok. Galata Kulesi seyrediyoruz; sanki birazdan Hezarfen uçacakmış gibi.
Sonra sakince inip vapurdan, Üsküdara'a gidecek olana binmek üzere yürüyor, bu kez aynı kısmın solda kalanına oturuyor, Karaköy ve Galata Kulesi izlemeye kaldığımız yerden devam ediyoruz. Birazdan martılarla yarışırken, şakalaşacağız da onlarla...
Varıyoruz Üsküdar'a. Sonra şu soru üzerine düşünceler üretip kendimizle eğleniyoruz; Kadıköy'den Üsküdar'a Eminönü üzerinden giden kaç İstanbullu vardır acaba?
Öğle yemeği planımızda Kanaat Lokantası var fakat dönem itibari ile kapalı olduğunu görüyoruz. Bir alternatifimiz de var ama!.. Önce otobüsü bulmalıyız. Mevlüt işe yine el atıyor. Neredeyse kalkmak üzere olduğunu söyleyince hızlanıyor, o hızla birine falan yere giden otobüs neredeki? diye soruyor, yetişiyor ve biniyoruz.
Çengelköy'e gidiyoruz.
Güzergâha bayılıyorum, algı boyut değiştiriyor, değişen boyut beni bir kademe yukarı taşıyor. Zenginleşiyorum. Bir metropolde olduğum duygusu zihnimi gönüllüce terk ediyor. Hayat dışımızda da dinginleşiyor. Güncelin kirliliklerinden steril bir dünyaya adım attığımızı hissediyorum. Tek bağım, iş için her İstanbul gelişinde kesinlikle uğrayıp Çengelköy Hıyarı aldığım Çiçek Pasajı'nın yan girişindeki manavla sınırlı olan Çengelköy'le yıllar sonra tanışıyorum.
Doğrudan sahile, Tarihi Çınaraltı Çay Bahçesi'nin olduğu alana geçip, ona değil de denizin kenarına oturuyor, oradan Boğazı ve Çengelköy'ün kıyılarını seyrediyoruz. Çengelköy Börekçisi'nden börek alıp çay bahçesindeki Çınarın gölgesinde çay eşliğinde yeme niyetimizse hayal oluyor. Aklımızı çelen pek çok yer var aslında, öte yandan Konaktaki sabah kahvaltısında fena doyurulmuş insanlar olarak bizim de bir tek seçim hakkımız var. Önünden geçtiğimiz kokoreççiler nasıl çağırıyor, nasıl da güzel gözüküyorlar ama asla gaza gelmiyoruz. Caddeden devam ediyor bir ara sokağa giriyor ve O'nu görüyoruz. Sokağa bayılıyor, mekânla da hemen kaynaşıyoruz.
Meşhur Köfteci Recep Usta. Sevimli dükkân. Oturuyoruz dışarıdaki masalarına... Konseptimiz Köfte Sokakta.
"Birer porsiyon köfte lütfen."
"Bir piyaz lütfen."
"İki de ayran lütfen "
Ana caddeden girilen sakin sokakta, bir sokak genişliğince ana caddeye bakıyorum. O aralıktan hızla geçen hayatı izlemeyi seviyorum. Hemen karşımızdaki binanın üst katlarından bir sepet iniyor. Bisikletinden inen küçük çocuk iki ekmek ve artan para üstünü koyuyor sepete. Çekilirken sepet yukarıya, "Hızlı sürme, sokaktan ayrılma ve terine dikkat et," diye bir ses geliyor geriye. Kır saçlı bir abla benim görüş alanımda; kapının hemen yanında, uzaklara dalmış bakışlarıyla serin serin bekliyor; paket olup eve, belki de torunlara gidecek ekmek arası köfteleri.
Köfteler güzel görünüyorlar. Piyaz da öyle. Bir geleneğin devamı olduğunu her hali ile belli ediyor mekân. Eskinin tadını hissettiren lezzetli köfteler... Domates ve biberlerle hoş da bir tabak. Piyaz kimilerinin sevmediği türden ama bizim için önemli olan lezzeti ki bu piyazdan şikayetçi değiliz. Doğru kıyma ile elde yoğruldukları belli köfteler doğru pişirildiklerini de hissettiriyorlar. Hoş bir sokakta dededen toruna kadar uzayan bir esnafın masasında mutluluğa tebessüm ederek, götürüyoruz köfteleri.
Bazı hikâyeler devam etmeli. Onları, bir takım tuzaklarla başka ve yapay tatlara yönlendirilmiş damaklarımız ve oynanmış algılarımızla ukala cümleler kurarak eleştirmemeli, tadını hissedip anlamaya çalışmalıyız ve bunu anlatmalıyız yeni nesillere diye düşünüyorum. Bu geçiş evresini hayatımızın ilk yıllarında yaşamış biz, bu kıyası yapabiliyor olmanın keyfini çıkarıyoruz şu an. Karşımda bir köfte uzmanı var ve onun gözlerinde görüyorum köftenin aldığı notu. İz bırakan bu an için ellerinize sağlık diyor, teşekkür ediyor ve çıkıyoruz caddeye. Doyurulmuş insanlar olarak bu kez kokoreçlere, sanat eseri gözüyle bakıyoruz! Kesinlikle muhteşem gözüküyorlar.
Deniz tarafındaki ara sokaklara giriyoruz sonra ve onlara teslim ediyoruz kendimizi. Çaycı İzzet Efendi dikkat çekiyor, hoş mekân. Müzelik de öyle. Fakat Çikolata Kahve* çağırıyor. Çünkü geçmişi hissettiriyor. Vitrin, cephe, vitrindeki çikolatalar, pencere doğramalarındaki yumuşak ve hoş yeşil buyrun lütfen diyorlar. Buyruyoruz... Ve içeriye bayılıyoruz.
Genç bir çocuk karşılıyor. Ulvi loşluk, pencere önündeki masalar, fincanlar, avizeler, koltuklar, bardaklar, tezgâh cezbediyor. Duvarlardaki ayetler, hadisler, dekorun genel hoşluğu, şadırvandan akan gül suyu, fal bakmak yasaktır levhası, mescit, şerbetler, helal sertifikası, daha neler neler alıp götürüyor bizi. Çok heyecanlanıyoruz.
"Biri orta şekerli biri sade iki kahve lütfen."
Kibar çocuk, kibarca o saatte servis yapmadıklarını söylüyor. Şaşırmıyor, hatta konseptle uyumu nedeni ile de o saatte servis olmamasını, aylardan birinin sultan olduğu dönem nedeniyle çok da anlamlı buluyoruz.
Hayal ediyorum, hayalim heyecanlandırıyor ve bir iftar saati sonrasında orada olmanın tadını görüyorum ve yaşamak istiyorum.
Yaşıyorum da... Mekânın hoşluğu üzerine konuşmaya devam ederek ana yolun deniz tarafından yürüyoruz. Binalar gittikçe seyrekleşiyor. Manzara muhteşem. Bu seyahat için kalınacak yer seçerken çok aklımı alan, sanki boğazın içinde bir gemideymiş hissi yaratacak Sumahan On Water'ın önünden geçerken, seçimimin bu gezi özelinde doğru olduğunu görüp rahatlıyorum. Kesinlikle muhteşem bir manzara... ama bizim bu seyahatte yaşamayı düşündüğümüz alanlar için kullanışlı değil. Del Mare'sa bulunduğu nokta itibari ile akıl çelen bir restoran. Bir yeni plan için aklın bir köşesinde bulunabilir. Çengelköy Bostanı'na Gider levhasını da görüyorum ama onu bir başka, belki de bura ve sonrası merkezli bir seyahate saklıyorum.
Ve Kuleli görünüyor. Önünde kalıyoruz! En sevdiğim kadın anlatıyor. İçeride ve gelecek zamandan biri olarak bir köşeye çekilmiş, izliyorum. Piyano kalbe dokunan tangolar çalıyor. Jilet gibi protokol üniformaları içinde disiplinli liseliler, şapkaları sol kollarının altına sıkıştırılmış, sağ eller göğüs hizasında, kol dirsekten zarifçe bükülmüş şekilde, Kandilli Kız Lisesi'nin aynı heyecanları paylaşan öğrencilerinin önünde ter basmış bir kalp çarpıntısıyla çakı gibi ama çekingen bir tebessümle duruyorlar. Pencerelerden efil efil boğaz akıyor. Genç kızlar pırıl pırıl. Kalplerin nasıl attığını, buluşmuş ellerin nasıl terlediğini, yüzlerdeki utangaç kırmızılıkları, kalplerin seslerini, o an başlayan aşk kıvılcımlarının bir süre sonra başları nasıl omuzlara yasladığını görebiliyorum. Dans ediyorlar... belki de hayatlarının en unutulmaz dansını.
Sonrasında, bu güzel binanın önündeyken bugünün benzeri bir tavırla, o coşkun gençlerin bir üst okula geçip de Harbiyeli olduklarında hayallerinin nasıl söndürüldüğünü... ve travmalarını hissedebiliyorum. Yarım bıraktırılan Harbiye'sinin ardından edinilmiş bir hak sonucunda yeniden Üniversite'ye başlayıp sonrasında devletin önemli bir kurumunun önemli bir mevkisinde görev alan... aynı devletin İngilterelere, japonyalara gönderdiği birisinin; güzel kızına bu binanın önündeyken anlattığı andan ve o genç kızın dilinden görüyorum her şeyi.
Sahil boyunda balık tutan insanlarla Boğazı ve
Boğaziçi Köprüsü'nü
ve elbette Çengelköy'ün şirinliklerini aynı kareye hapseden
gözlerimizin eşliğinde geriye doğru yürüyoruz, o ara Mevlüt uyarıyor. Bu uyarı ile
önümüzdeki ilk durakta kalıyoruz, bir kaç dakika sonra
bindiğimiz otobüsle Çengelköy'ün çarşısından geçerek Üsküdar
Meydanı'nda iniyoruz.
Akşam yemeği, belki bir iki mekân, belki yüreğimizin götürdüğü yerde kalma, bazı yüklerimizi odaya bırakma fikrimizle az sonraların heyecanına gark olurken bir dolmuşa atlıyor, akşamın, akıp giden hayatın, yokuşumuzun tadına vara vara eve geliyoruz. Bahçe ve Konak bir tatlı huzur içinde.
Sonrasında, tüm işleri hallettikten sonra yani, doğrudan Kadıköy'e gidiyoruz. Mevlüt sağ olsun ki bizi hiç duraklarda bekletmiyor. İnince meydanda İskeleye uğruyor, akşamın kışkırtıcı güzelliğinde binasını, Haydarpaşa Garı'nı, Vapur'u, mendireğin ucundaki sakin feneri ve martıları bir araya getiren ve çirkinlikleri silen komuta merkezimiz sayesinde doya doya izlerken manzarayı, birlikte olmamızın bütün bu anları nasıl yükselttiğinin tadına vara vara ve kasıla kasıla Kadıköy'ün kalbine doğru yürüyoruz.
Tramvayın aşağı inmiş vatmanı ve yolcularını raylarla kaldırım arasındaki arabanın başında görünce kaza olduğunu düşünerek oraya yöneliyoruz. Sonra yurdum insanının kural tanımazlığı ve üstün zekası ile karşılaşıyoruz. Bu insanımız Moda Tramvayının güzergâhı üzerinde, üstelik de en görünür yerde raylar ile kaldırım arasındaki daracık aralığa arabasını park etmeyi düşünebilmiş! Bu zeki insanımızı görmek, tanımak üzere vatman, yolcular ve bir kaç
meraklı insan dikilmiş bekliyoruz. Benim tercihim, ön kısmı biraz dışarıda kaldığı için engel teşkil ettiğinden, tramvayla oraya dokunup arabayı içeri doğru itelemek. Fakat vatman, üstelik yolcular fena halde sakin. Bir süre bekledikten ve bir aksiyona tanık olamadıktan sonra olay yeri seyrimize
son verip barlar mıntıkasına doğru yürürken ve henüz Baylan'a bile varmamışken... uzaktan duyduğumuz sese
yöneliyor ve ekmeğini sokakta sanat icra ederek
çıkaran genç adamın önünde kalıyoruz.
Kendi yazdığı, ya da kurguladığı mı yoksa Yunan tragedyalarından biri mi olduğunu bilemediğim bir gösterinin ortasındayız. İyi olduğunu düşünüyor olmalı ki arada bir attığı
melodik tiradında ses, rampa çıkan BMC
kamyon gibi güçten düşse de sanatçı duruşu pek iddialı. Ahenk yer yer
bozulsa da, sonradan girdiğimiz hikâyenin ne anlattığını kavrayamasak da
bu ilginç çabaya saygı duyuyor, küçük kalabalıkla birlikte bir süre
önünde kalıyoruz. Finalde tabii ki alkışlıyoruz. Ölen Barış Manço kuklasının sırrına da ulaşamıyoruz.
Tabletin ne olduğunu ise şu an bir türlü hatırlayamıyorum ama sanki tek kişilik oyunu
ile kalbimizi çalan sanatçının dekorunun bir parçasıydı...** Hatta bu
dahil diğer objelerle birlikte oluşturduğu görsellik için kendisini
takdir etmiş, para kasası olarak miğferi tercih etmesine de gıybet
yapmıştık! Sahne performansı arızalı gibi dursa da, müzikal kısımlar
arızalı gelse de sahne düzenini, dekor kostüm emeğini sevimli bulmuş, eleştirel gözlerimizi kapatarak bu çabanın sokak için zenginlik olduğunun altını çizmiştik.
Yeme içme mıntıkasına, nam-ı diğer barlar sokağına ulaşınca, neredeyse tüm sokaklarında geniş bir tur atıyor, bir kaç
bildiğimiz yere girip çıkıyor, kafamıza uygun bir masa bulamıyor,
neredeyse kolumuzdan tutup mekanlarına oturtacak mekân simsarlarının arasından
başarıyla sıyrılıyor ve sonuç itibari ile bir mekanın sokak masalarından birine oturuyoruz.
"Bir midye tava lütfen."
"Sigara böreği lütfen."
"İki de bira lütfen."
Aynı yağda kaçıncı kere kızartıldığı belli olmayan sigara böreklerimiz ve midyelerimiz geliyor. Allahtan biralar garanti. Masanın lezzeti hayalimizin çok gerisinde; hani çok güzel bunlar yahu kategorisine taşısak bile -ki bu konuda becerikli olduğumuz malum- yine de gideri yok. Sarmıyor masa. Biralarımızla akan sokağın tadını çıkarıp, başka bir yer için düşüyoruz yola. Bu kez garanticiyiz ve zincir mekânlardan birine gidiyoruz. Üstelik güzel de bir yerde, seyir zevki var ve tramvayın son durumunu da görebileceğiz.
Varıyoruz Benzin'e, manzaralı ve rahat masalardan birine oturuyor, fabrika ayarlarımıza dönüyoruz. Araba kaldırılmış, tramvay ve yolcuları da evlerine ulaşıp huzura ermiş üstelik. Güzel bir müzik çalıyor.
"İki kişilik atıştırmalık tabağı lütfen."
"İki de Tuborg Malt lütfen."
Kadıköy'deyiz! Önümüzden akan cadde seyre değer, karşıda deniz, uzakta Haydarpaşa, sakin bir akşam, müzik güzel, mekân sakin bir kıpırtı içinde, malt Tuborg zaten sevilesi, e tabak da göz doldurucu... daha ne olsun.
Güzel bir gecenin güzel bir anını uzun uzun yaşıyoruz. Sonra parka geçiyor, havuzun kenarında durup da su içen kediyle selamlaşıyor... ördekleri izliyor... fotoğraflarını çekiyor... bir banka oturup deniz esintili Kadıköy'ü hissediyoruz. Giden ve gelen vapurları seyrederken günden kalanları konuşuyoruz. Neşeyle otobüslere yürürken Mevlüt'e danışıyor, gece manzaralı ninni tadında yolculukla durağımıza varıyoruz. Konak uykuda, sessizce bahçe kapısının anahtarını bulup onu açıyor, biraz bahçede oturuyor, sonra yine sessizce konağın kapısının anahtarını bulup içeri süzülüyor, hole bir kez daha bayılıyor, yine sessizce bizim odanın anahtarlarını bulup kilidini çeviriyoruz.
* Bu Çikolata Kahve ile Kuzguncuk'daki ayrı işletmeler; diğerinde iki kelime arasında "&"işareti var!
**Yol arkadaşım tarafından oyun dekoru değil de Kadıköy'deki Timsah Heykelinin kitabesi olduğu şeklinde düzeltildi..
Yazının devamı Hoşçakal Derken İstanbul'a... Bir İlk Daha! için buradan lütfen.