6 Eylül 2019 Cuma

#SUSAMAM

Beklediğim, hep söylediğim, hep inandığım, hep savunduğum güzel insanların Ülkesinin kıpırdanışı, SESSİZ ve barışçıl bir Devrim tadındaki değişimi, son seçimle birlikte başlıyor mu ne!

Sanki ölü toprağı kıpırdıyor...

Kesinlikle SANKİ!


8 Ağustos 2019 Perşembe

Bir Kitap Okurken Oltalarıma Havai Fişekler Takıldı

..."Şimdilerde, hâlâ iyileşemedi belki, diye teselli ediyorum kendimi. Dördünü aynı karede bir kez daha fotoğraflayacağım umuduyla!" demiştim bir önceki yazımda. Umut etmek başarmanın yarısı derler ya... inansam mı acaba? Başardım... Başardılar! Önceki sabah dördünü aynı karede fotoğrafladım. Mutlu aile sabah keyfindeler. Üstelik de neredeyse üç hafta ya da bir ay sonra... Çok seviniyorum. Ağacın en yüksek katlarından birine kurdukları yuvada iki çocuk dünyaya getirmişti anne baba. İki yumurtadan iki çocuk. Gagadan gagaya besleme evrelerinden, ilk uçuş evrelerine kadar kaç kare fotoğraf çektiğimi bilmiyorum. Onlar biliyor mu acaba? Ne güzel yerde bir yuva ve sonra dört olmayı başarmış, mutlu bir aile. Çocuklarına alan açan, bazen uygun açılara yerleşerek onların özgürce gelişmelerine göz kulak olan, tehdit hissettiklerindeyse, kim olursa olsun saldırmaktan çekinmeyen bir anne baba. Kazandılar!

Bir filtre kahve o halde kendime; suyun incecik ilave edildiği, yarısında karıştırıp köpüğü yüzeyine taşınan, su tamamlanınca bir kez daha karıştırılıp 2 dakika 35 saniye dinlendirilen bir kahve!

Üstelik elimde bayıldığım bir kitap var. Yine adından, kapağından ki yazar tarafından çizilmiş, ve renklerinden yola çıkarak aldığım, yazarını hiç tanımadığım, bayılınca başka kitabı çıkmış mı diye araştırdığım ama anladığım üzere ülkemizde çıkan tek kitabı ile... huzurlarımızda: Karen Köhler! 


Kitaba cumartesi akşam üstü başlıyorum. İlk hikâye beklentilerimin, hislerimin ve arka kapaktaki tanıtımın bende yarattıklarının aksine dramatik bir hastalık üzerinden şekillenmiş, beni de biraz germiş, daha doğrusu ne gerek vardı şu güzel günde hüzne, diye el çektirmeye yöneltmiş hatta çektirmiş olsa da yazarın farklı üslubu, akıcılığı ve zenginlikle kullandığı dil yeniden elime aldırıyor onu. Sonra yazarla frekanslarımız örtüşüyor, birbirimize benzediğimizi hissediyorum. Tanışıklığımız var sanki. Hızlı kararlar alabilmemiz, insanları anlamamız, marjlarımız, ama en önemlisi yüreğimizin götürdüğü yere gitme becerimiz, gözü karalığımız, gerektiğinde tek başınalığımız, yalnızlığımız ama kalabalık yalnızlığımız ve de şefkatimiz örtüşüyor da sanki! Dramatik duran hikâyede bile tatlı, şefkatli bir mizahın saklanmış ip uçlarını görüyorum zaman içinde.. Devam ediyorum. Bırakamıyor, neredeyse sabaha varıyorum. Üstelik ilk hikâyede IL COMANDANTE demişti; BUENA VISTA SOCIAL CLUB demişti; ve hatta HASTA SIEMPRA...

Sonraki Hikâye bende fena bir heyecan yaratıyor. Kıpır kıpırım. Öyle büyük bir zevkle dalıyorum ki hikâyenin içine, adeta mekân değiştiriyorum. Oradayım. Geceyi de, onun serinini de, yiyecek olarak önüme koyulanları da hissediyorum. Dahil edildiğim ama görülmediğim hikâyeye bayılıyorum. İçimden satırlar akıyor. Duramıyorum. Duracağım da yok!  "Şu anki hislerimi paylaşmalıyım," diyorum. Sonra sabaha bırakmak istiyor bir yanım, yatağımdayım. "Yok yok şimdi," diyor öte yanım.

Geçiyorum salonla ona açık mutfağın çalışma alanı olarak da kullandığım manzaraya paralel masasına; açıyorum bilgisayarı. Saat gecenin yarısı. Yoksa çoktan mı geçmiş? Heyecanım diken diken. Yüzümde bir tebessüm. Mutlu, afacan ve Sevgili bir tebessüm. Dokunuyorum tuşlara. Sel gibi...


Sevgili E.D.

"Kitabı okuyordum ve ikinci hikâye ki bayıldım kendisine, bir an canlandırdı gözümde, okuduğum hikâyenin anlarının etkisi tartışılmaz tabii ki... kalkıp bunu seninle paylaşmak geldi içimden... Sonra, yat sabah yazarsın, dedim, unutmaktan korkmadım da heyecanı yiter diye korktum:))

kitabı bayıla bayıla okurken, asıl kahramandan ve diğer kahramandan ve yoldan yola çıkarak tetiklenmiştim, gerçi hikâye de bir film gibi akmıştı... bak resim yeteneğim olsa karakterlerin tamamını çizebilirim bile:))
Neyse... hayal ettiğim şey şuydu -aslında bir hayal kurdum da diyemem, bir an öyle olduğunu hissettirdi beynim bana ve bu çok hoşuma gitti: hava kararmışken bize bir esiyor ve Büyük Ev'e gidiyoruz, bişeyler içiyoruz; çay kahve falan gibi, biraz da Suphan'la sohbet... ve sonra dönüyoruz, yolda dört şişe bira alıyoruz... gece ve camları açık arabanın... bir de gecenin serini camdan içeri giriyor. Sanki uzun yol ve buradan çok uzakta bir yerdeymiş gibi ama öte yandan biliyoruz ki burası... bi de Hara'nın, şu hani yeni pidecide yaptırıp da onları yediğimiz korunun ve göle doğru uzun ve bomboş düzlüğün olduğu noktayı düşün; ora mesela Amerika'da ve de Kaliforniya'da kocaman bir ıssızlık içindeki bir yolda,  gecenin ortasındaymış hissini yaratabilir mi?.. bende yarattı valla... sonra eve geliyoruz... patates kızartıyoruz, sosis, kroket falan... gece, balkondaki masa... ve bira içip sohbet ediyoruz; Kula, Yanık Ülke, Çanakkale, Çanakkale'deki o restoran sohbete dahil:)

 Yol, gece ve ıssızlık bir hoşuma gidiyor ki benim... ama en çok neye seviniyorum biliyor musun?.. Daha birinci hikâyeyi bitirdiğimde Eganba'ya girip beş yıldız vermiştim kitaba, sonra dedim ki oğlum bi bitseydi de öyle verseydin, yanıltmasaydın milleti. Şimdi içim rahat, o yazardan kötü hikâyeler çıkmaz sanki!

Bu arada saat 2.05, aslında 22 gibi uyumuş, sonra bir hikâyelik zaman dilimi önce uyanmıştım, üstelik de güzel uykuydu... ama ben saatin geceye daha geç, gün ışımasına daha yakın olduğunu düşünmüştüm ve belki de bundandı hikâyenin içine girmem."

..............

..............

Görüşmek üzere,
Sevgilerimle

B.



Göndere basıyor, mektubu yolluyor ve kitaba dönüyorum!


Hızlı Tramvay raylarının üzerindeki köprüde durduk; soğuktan donmuştuk.

Elimizde senin eski olta takımın vardı. İkimize birer olta. Gökyüzündeki gümbürtüler çoktan bitmişti, biz de boş şişelere havai fişekler soktuk, misinalarımızı cisimlerin ahşap uçlarına bağladık. Commencing countdown, engines on.* Çakmaklarımızı ikimiz aynı anda fitillere tuttuk, sonra hızla oltaları elimize aldık. Üç. İki. Bir. Havai fişekler tıslayarak göğe doğru vınladılar, misinalar onları yine de dizginliyor sayılırdı, derken tepemizde patladılar. Oltalarımızla havai fişek tuttuk. Geçtiğimiz yılbaşındaydı bu.

Dokuz öykünün tam ortasına denk gelen beşincinin, ve otuz bire bölünen ayın günlerinden on yedincisinden satırlar, yukarıdakiler. Bu bölüm farklı eylemler olsa da bana bir yazımı hatırlatıyor.

Bağımsız gibi görünen öyküleri bitirip de kapattığımda kitabı, aslında bir roman okuduğumu düşünüyorum. "Sibirya ne alaka?" demiyorum. Kitaptaki hayat izlerinde kendi hayatımdan izler bulmak, hayranlığımı ve onunla bağımı bir kat daha artırıyor. Hangi öyküyü öne çıkaracağımı bilemez hale geliyorum. Fakat; başka hayatlar üzerinden, miş gibi yazılmış öykülerin satır aralarında başka hayatlara saklanmış ben izlerini seziyorum. Hatta görüyorum. Duygulu bir başkaldırının ve duygulu ama gözü kara bir kalbin varlığını seziyorum; aynaya baktıklarında yüzlerine su atıp, saçlarının dibi ıslak, hayatın göbeğine kılıç sallayan -yaramaz- çocuklardan olduğunu düşünüyorum yazarın.

Nedense bundan da eminim!

Sanki?


*David Bowie şarkısı: Space Oddity
 **Bir yazım.

26 Temmuz 2019 Cuma

Oysaki sadece saçlarımı kestirecektim...

Gün ışımak üzere. Gökyüzü yeni doğumun sancıları içinde. Bir kez daha doğdu doğacak güneş... Salonla ona açık mutfağın çalışma alanı olarak da kullandığım manzaraya paralel masasında, bacaklarımı karşı sandalyeye uzatmış bir vaziyette düne bakıyorum.  Karşı ağaçta yaşayan karga ailesinin küçük kargası çatal bir tonda ve kelimeleri agucuk gugucuktan öteye taşıyamaz bir hal içinde gaklıyor. Anne ile baba, bir dakika bile gözetimsiz bırakmıyorlar, o nereye onlar da oraya. Gerçi emekleme evresini geçti. Düşe kalka da olsa kısa mesafeleri uçmayı beceriyor artık. Yumurtayı ondan önce kıran ki çok zekiydi ve aynı oranda da meraklı bir afacan... adamımdı... yok oldu sonradan. Basketbol sahasına ilk indiği gün ne çekmişti o anne baba! Şimdilerde bazen yuvanın içine eğildiklerinde o yaralandı ve yuvaya mı taşıdılar, orada mı bakıyorlar, diye de düşünüyorum; ilk doğduğunda yuvanın içinden uzattığı gagasına annenin bıraktığı yiyecekleri hatırlayınca.

Nasıl da yoğun bir gündü, yuvadan sahaya indiği... Sürekli gözetleyen ve alanda dolaşan kedilere sürekli taarruz eden bir anne baba... Akşam üstü küçük ve henüz ergen ağacın dallarına tırmandığını görmüştüm, yapraktan yaprağa atlamaya çalışıyor ama fena halde de ürküyordu. Bir sonraki bakışımda büyük ağaçta, sonrasında da yuvaya daha yakın bir yerde gördüm onu; acaba anne baba mı çıkardı diye de düşündüm. Rahatlamıştım. Bir sonrasında yine sokaktaydı ama! Şimdilerde, hâlâ iyileşemedi belki, diye teselli ediyorum kendimi. Dördünü aynı karede bir kez daha fotoğraflayacağım umuduyla!


Bir de benim kiracılarım var. Serçe ailesi. Çocuklar burada doğdu, dört oğlan. Şu manzarayı gören penceremin üzerindeki çatının hemen altından dönen damlalığın içini ev bellemişler! Oğlan demem evden tüyme biçimlerinden, belki kız kardeş de onlarla takılıyor bilemem. Benimki uzaktan bir kanaat. Şöyle şeyler söylesem mesela; önce biri hooopp diye oradan inip Fransız balkon korkuluğunun üst profiline konuyor ama göz hep yukarıda... biraz sonra hoooppp öbürü... sonra da öbürü. Bu kankalık nedeni ile cinsiyetleri konusunda haklı olabilir miyim? İki kardeş, altı kuzen toplam sekiz erkek oyunlar oynarken dışarıda kalan bir kız kardeşim var da alt katımda, onun sızlanmalarından aslında bu tespitim. Gerçi yeni nesilde de durum onikiye iki. "Annesi gibi bahtsız kızım," der başka bir şey demez.


Bu kez hepsinin gözleri yukarıda.... hadi oğlum, der bir telaş içindeler. Ben öyle okuyorum iç seslerini. Sonra bir tanesi havalanıyor ama damlalığa girmiyor, muhtemelen sessizce sonuncuya sesleniyor. Sonra o da geliyor. Dördü camın önünde laflıyorlar bir süre. Muhtemelen evden nasıl çaktırmadan çıktıklarının tadını çıkarıyorlar. Sonra yukarıya bir bakış ve pırrrrrrrrr. Aslında bu iş bir süredir olmuyor;  bu aralar ince uzun ama çok zarif bir kuş konuyor aynı yere... anne mi diye düşünsem de bu genç. Acaba diyorum. Çocukların her biri bir yuva kurdu da... en büyükleri evi devraldı da.... bu yeni gelin mi? Geçen gün misal iki tane minicik kuş, tam anlamı ile Tornado savaş uçağı gibi indiler aynı yere. Kafaları ve bedenleri ıslaktı, saçları da sanki jöle ile dikleştirilmiş. Dedim banyodan mı çıktılar acaba? Sonra yumurtadan mı diye de düşündüm....


Gün dün aslında ve ben saçlarımı kestirmeye gidiyorum. Bir an önce halledip işime yetişmek istiyorum. Mesaim 10'da başlar, 13'de biter benim. O arada da ya kitap okur ya da çıkar, bir iki yere takılıp sohbet eder, belki yemek yer tekrar 14'de başlayan mesaim için dönerim; saat 18'de de paydos. Gerçi yaptığımı işten saymıyorlar. İnşaatlar bitip herkes yerine yerleştikten sonra uğraştığım şey fasa fiso geliyor. Fikir almaya gelen de çok, heveslenen de... Onlar oynamak olarak niteledikçe işimi, ben bir oyun olmadığının altını çiziyorum, doğru bir mantık örgüsü ve örnekleme ile anlatıyor ve bunun ciddi, birikim ve hayata verilmiş doğru emekle şekillenmiş öngörü, çok kaynaklı medya, uluslararası ilişkiler ve en azından yakın coğrafyada yakın bir siyaset takibi, çokça da sakinlik gerektiren bir iş olduğunu anlatıyorum. Oyun derseniz hiç girmeyin bu topa diyorum. Sanırım algıları değiştirmekte de başarılı oluyorum.

Neyse... Varıyorum berbere, dükkanda allahtan olmasını istediğim kalfa var; boşta biri varken ona olmayıp da bir başkasının işini bitirmesini beklemek incitici geliyor bana. Tıraşla birlikte sohbet de başlıyor. Fakat benim gözüm muhtemel ki tatilde bizim çocuk boş durmasın bir zanaat öğrensin, diye çırak verilmiş çocukta. Yaşının daha küçük olduğunu düşündüğüm çocuk bir şey alması için dışarı gönderilince ve o işi yapmadaki becerisinden yola çıkınca, soruyorum.... 6.sınıftaymış. Futbolcu olmakmış istediği.

Tıraş bitmek üzere ve bahşiş meselesini düşünüyorum. O ara pek kayda değer şeyler olmasa da kitap okuduğunu öğreniyorum. Mesela Saftirik. İşim bitiyor, kalfaya ellerine sağlık, çırağa da seninle görüşeceğiz deyip çıkıyorum. Yönüm eve doğru değil. Sevdiğim bir kırtasiyeci var; küçük bir rafında  kitaplar olan... 1.5 metre civarında bir raf ama! Fakat hanımefendi genelde birer, bilemediniz ikişer adet olmak kaydıyla öyle güzel kitaplar seçiyor ki... Benim aklımsa net, söz konusu erkek çocuklarsa da mutlak. Rafa bakınırken Define Adasını görüyorum, elim uzanıyor, sonra çekiliyor. Nasılsa bu cepte diyorum, ötekinin olacağı konusunda şüpheliyim. Fakat var... bir tane... nasıl bir sevinme... Alıyorum. Poşeti ile dönüyorum berbere.


Üst fotoğraftaki kitapsa benim.  Çok kıymetli! Bayram sath-ı mahali günlerden biri. En sevdiğim kadın geliyor. Elindeki kağıt poşet bana.

Şimdi ben onun yüreğini öpmem mi... iyi ki ennnnnnnnnn sevdiğim kadın sensin demem mi... ayaklarını yerden kesmem mi...  Ne güzzel bir kadınsın sen yahu!  da dedim.

Sen memleketi alt üst et ve sahaflardan kitabın kaybolmuş kitabım halini bul. Bununla yetinme! Macaristan'dan o kitabın yüzüncü yılı anısına basılmış hatıra parayı ve kartı getirt. Sonra o kartın arkasına, pulun altındaki kısma "Kedves Ö.B.Z. Szeretlek, E." yaz, üstelik de soyadımı öne koyarak. Bununla da yetinmeyip kitabın orijinal kapağını, boyadığın kutunun üzerine dekupaj tekniği ile baskıla... bu da yetmesin... kitapla birlikte kutunun içine ipler,  dantel gibi zemin üzerinde "mutlu ve hep çocukluk tadında bayramlar..."  yazan not, bir mavi balon ve renk renk misketler,  çikolatalar, şekerlemeler de koy. Ellerinle topladığın küçük küçük kır çiçeklerini -asla- unutma... Ve o gün, 12 yaşımda o kitabın kapağını kapattığım anda hissettiğim bütün duyguları geri çağır. Bir gün, bir sohbet esnasında elden ele dolaşan en kıymetli kitabımın gittiği yerden gelmeyip de kayboluşu üzerine üzüntülerimi anlattığım cümlelerimden yola çıkarak üstelik.


Onu  bulmuş olmanın sevinci ile yürüyorum. Berber dükkanı kalabalıklaşmış. Patron da iş başı yapmış ve iki de müşteri berber koltuğunda... Çırağa işaret ediyorum. Saç kesme eylemleri duruyor; gözler ve kulaklar bize dönük. Uzatıyorum poşeti.

"Bu kitabı aldığım  çocukların hepsi çok başarılı ve güzel insan oldular, mesleklerinin doruğundalar."

"Eminim ki sen de olacaksın... ama öncelikle güzel insan!"

"Futbol oyna. Ama futbol için okulunu asla bırakma."

"Bir sonraki gelişimde konuşacağız kitabı, fikrini merak ederim."

"Şimdilik hoşça kal."

Sonra Salih Usta'ya uğruyorum, neşeliyim ve de mutlu. Bir başka kuşağın, önünde uzun bir yol olan ilk çocuğu bu çırak. Müge geliyor gözümün önüne. Geçen yaz, yıllar sonra onunla karşılaşma anımız. Yelken Kulüp'te... Evleniyor Müge. Annesi aradığında mutlaka olmanı istedi diyor. Çok ama çok önemli ve nitelikli bir holdingin hukuk departmanında Müge. Oturtulduğum masada iş arkadaşları var, İstanbul'dan gelmişler... ve aileden insanlar. Gelinle damat  masaları dolaşıyor. Tebrik etmek için ayağa kalkıyorum. Müge boynumda, ama nasıl bir ağlama... kalıyoruz, dakikalarca. Damat iyi biri, ailesini biliyorum. Sizi tanımayı o kadar istiyordum ki, diyor.  Evlendiğimde ve henüz çocuğum yokken, üst kat komşumuzun kızıydı Müge; 6.kat düğmesine basamaz ve üçüncü kata yetiştiği için boyu, orada inip yürürdü. Kitap okurken ben, arkama geçip beni taklit ederdi. Okumaya başlayıp da kalın harfli hikayeleri geçtiğinde ilk -çocuk-romanını birlikte gidip almıştık. Kalbi zengin ve derindi. Ayrı anne babanın çocuğu olmanın hüznü vardı gözlerinde. Sonra aynı saatlere yakın döndüğümüzü anlayınca, asansörün önünde bulmaya başladım onu. Birlikte çıkmaya başladık. Onun kitabı yanlış hatırlamıyorsam Küçük Kadınlar'dı.

Tereyağlı, kaşarlı milföy ve iki de tavuklu, domates ve biberli pastane pizzası dilimi... double shot, süt köpüğü bol bir de macchiato yapıyorum yanlarına... Ekranımı açıyorum. Mesaime az bir gecikmeyle de olsa başlıyorum.

İşler yolunda.


Bir çocuğun yaşamına dokunmak isterseniz, ona bu kitabı alın! için buradan lütfen.

18 Temmuz 2019 Perşembe

Hoşçakal Derken İstanbul'a... Bir İlk Daha!

Öncesi


 4 Haziran 2017

Çiğ tanelerinin kokusu sinmiş odaya... Tazelenmişiz üstelik! Bahçe henüz kıpırdanmış, konak çalışanlarının sesleri tatil sabahı tonunda. Perdelere yansıyan günün ışığı parlaklık vaat ediyor. Sevgi dolu, paylaşımcı, şefkatli ve serotonin yuvası konağın köşe odasında, kalabalık sofralara alışkın bir konaktaki Pazar sabahının yüzlerimizde açtırdığı gülücüklerin, tadını çıkarıyoruz. Uzun ve kıymetli bir masalın misafirleri olarak yaşadığımız anların hikayemizi nasıl çoğalttığının, ona ne türden renkler ilave ettiğinin fazlası ile farkındayız. Bu mutluluk uyanışı ile güne merhaba diyoruz.


"Günaydın."

"Günaydın."

"Kahvaltıyı bir kişilik alalım lütfen,  fazlası ile Mükellef çünkü."

Eğer hayatınızın önemli bir kısmını müstakil bir evde yaşamışsanız ve sevgi dolu bir aileniz varsa, ve bu sevgi geniş ailenize de sirayet etmişse özellikle pazar günlerinizin anlamı, o günlerdeki çocukluk yıllarınızın tatları bambaşkadır. O tatların tüm yaşamınıza kattıkları da... O yüzden bu konakta ya da Ottoman Suites by Sera House'da* yaşayanları tanıdıkça, yaşadığımız hiç bir an şaşırtıcı gelmiyor. Oysa ki kalınacak yer seçimini yaparken, olaya sadece ticari bir işletme-müşteri ilişkisi noktasından baktığımızdan -doğal olarak- farklı bir his yaşayacağımız beklentimiz de yoktu. Sürpriz, bir otel konaklaması içinde değil de bildik, tanıdık bir evde misafir olmamızdı ki bu vurgu bile tanıklıklarımıza haksızlık oluyor... biz bu evin halkından biriyiz ve bu konağa aitiz duygusu aslında hissettiğimiz! İstanbul'a karıştığımız her anı daha da anlamlı kılan, onunla bağımızı çoğaltan, şehre, huzur bulduğumuz bir evden çıkıyor olmaktı.


Mükellef  Kahvaltımız istemediğimiz ikinci tabak yerine muhteşem bir menemen ilavesi ile geliyor. Menemene muhteşem demek hakkımız ve yetkinliğimiz var; çünkü onun en iyi yapıldığı, bu konuda namı olan, hatta menemencilerinin sıra sıra olduğu emsalsiz bir yol üstü lezzet coğrafyasına, Çakallı'ya sahip bir şehirde yaşıyoruz.

Su damlaları tazeliğindeki bir bahçede güzel güzel kahvaltımızı yapıyoruz. Sırt çantalarımız hazır, odada bizi bekliyorlar. Planladığımız tarihte bir kazaya uğramasın diye aylar öncesinden rezervasyon yaptığımız odanın konaklama bedelini ödemek için kafeterya bölümüne geçiyorum. Gülşah Hanım orada.  Uzatıyorum kredi kartımı. O "İçime sinmiyor, kur farkından oluşan kısmı almayacağım," diyor. "Sonuçta Booking.com üzerinden yaptığımız rezervasyon bir akit bizim için ve oradaki para biriminin TL karşılığını ödemeyi kabullenmişiz ki buradayız," diyorum. O yine de oluşan farkı eksilterek tahsil ediyor kartımdan konaklama ücretini. Bir de kahvaltı sonrası kahvesi ikram ediyor; güzel insanların içtenliği ile.

Bu ülkede bu fırsatı yakalamış kaç insan o tümün içinde önemli bir miktar tutan paradan vazgeçer ki?

Bir cevabım var aslında: Yüreği güzel atan, ahlaklı, şefkatli, esnaf tavrı muhteşem babaların esnaf tavrı muhteşem çocukları.

Bu aile olma duygusunu iyi bilen biz iki kişi odadan sırt çantalarımızı alıyor, güzel anlar yaşatan bu güzel odaya görüşmek üzere, diyor ve kilitleyip her daim bayıldığımız holde kalıyoruz. Yüreği güzel kadın konağın defterine menemenin de altını çizen güzel cümlelerini yazıyor. Anahtarları teslim edip, memnuniyetimizi ifade eden cümlelerimizin altını bir kez daha çizerek vedalaşıyoruz. Bakkalımızla selamlaşmayı ihmal etmiyor, Mevlüt'ün** uyarısı ile biraz hızlanıyor ve bizi Kadıköy İskeleye götürecek otobüse biniyoruz.

Geniş bir Üsküdar turu atarak, yeşil ve ulvi yerler, Stadyum, alışveriş merkezleri, canlı çarşılar, sakin caddeler geçerek vardığımız Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Numune'nin ruhu dinlendiren şefkatli yeşilliklerinin teskin ediciliğini hissediyor, Haydarpaşa Garı'ndaki trenlerle bir otobüs penceresinden vedalaşarak iskeleye varıyoruz.


Tadını çıkararak vapurun ve sabahın, Karaköy'e geçiyoruz. Bu kez İstanbul Modern'e uğramıyor ama buralara ne zaman gelsek mutlaka uğradığımız küçük ama çeşit çeşit hediyelik eşyalar satan iki kapılı köşebaşı dükkana giriyoruz. Tünele gitmek için beklediğimiz bol trafik lambalı ama senkronizasyon sorunlu kavşağı ışıklar yeşil olunca da geçiyoruz; hani bir de treni kollamamız gereken noktadaki! Ve bir kez daha tüneldeyiz. O olmazsa olmazımız! Kimileri için Füniküler bizim için Tramvayla İstiklal'e varıyoruz. Sanki hâlâ sağ çamurluğunun yolcu tarafından görünebilir yerindeki mekanik taksimetreleri ile Amerikan menşeli taksiler... ya da taksi dolmuşlar  geçiyor caddeden.


Galatasaray Lisesi'nde pilav günü. Bahçe şenlikli. Saint Antuan'da ise pazar ayini. Çok kere önünde kaldığım, parmaklıklarının arasından baktığımda bu zamandan değil de bir başka boyuttanmış hissi aldığım  kutsal alanın daha önce görmediğim, bilmediğim bölümleriyle tanışacağımdansa habersizim. Usulca giriyoruz. İlk şaşkınlığım kapının içeriden görünüşüne. İnanılmaz bir hayranlık içindeyim ve sanki bir başka ülkedeyim. Apartmanlarına ve özellikle huzurlu renklendirmelerine bayılıyorum. Kilise binası ile şekillenmiş algım tasavvurlarının ötesinde hoşluklarla karşılaşınca kocaman bir şaşkınlık yaşıyor ve bunu kendi gerçeklikleri ile eşleyemeyince de olan biteni rüya sanıyor...


Onun çocuk şirinliğindeki karmaşasıyla bir masala dahil edilmiş ben, Antuan'ın öyküsü ile de zenginleşince; kemerler, binaların romantik, masal yumuşaklığındaki renkleri, pencere önlerindeki çiçeklerin bu görsel bütünlüğe verdiği hoş katkı, zarif ve göze sokulmayan nakış işçilikler ve tüm bu detayların birlikteliği ile ortaya çıkan güzelliği gülümseyen bir şaşkınlıkla ve tane tane izliyorum.


İçerideyse dua var ve sessizlik konusunda özellikle uyarılıyor insanlar. İstanbul doğumlu İtalyan Mimar Giulio Mongeri tarafından inşa edilmiş olmasına şaşırmıyorum; çünkü sandığım bir başka ülke de İtalya. Ama buraların kilise inşasından önce bir eğlence mekanı olduğunu, daha sonra da tiyatroya evrildiğini öğrenmek sempatimi kat kat yukarı taşıyor. Komuta merkezimin canlandırmaları beni o mekanların içine de sokuyor; görüyor ve yaşıyorum.

Mumlarımızı alıyor, yakıyor, gömüyor ve kendi dualarımızı ediyoruz. Hatta sıralardan birine oturup bir süre bu ulvi alandaki ulvi loşluğun ve tatlı ama sessiz bir tonda gelen, usulca da bir yankısı olan ulviyetli sesin tadını çıkarıyoruz. En sevdiğim kadın tecrübeli ki daha görkemlilerini, Yeni Yıl ayinini görmüşlüğü var. Bense bir ilk yaşıyorum. Gelir amaçlı olarak çıkıştaki masalara yerleştirilmiş olanların içinden Müslümanlar Arasında St.Antuan Küçük Çiçekleri adlı kitaptan iki tane alıp yeniden ve biraz daha zenginleşmiş olarak caddeye karışıyoruz.

Plak ve Kaset satıcılarından gelenlerle, sokak çalgıcılarının müziklerinin oluşturduğu kakofoniye kulak kesilmişken yanımızdan geçen damalı Chevrolet'lerin -ama 64 modellerinin- içindeki Yeşilçam yıldızlarımızı işaret eden genç erkek ve kızların heyecanlı bakışlarına, arabalar durduğu anda bir imza için koşuşturmalarına, onlarla birlikte aynı noktalara odaklanan insanlarımıza siyah beyaz gülümseyen gözlerimizle bakıyoruz.  İçimizi şefkatli bir özlem, sıcacık yapıyor.

Biz iki taşralı İstanbul'u hak ettiği gibi yaşıyoruz! 

Sanki?


Gözlerimiz binaların yukarılarına bakarken; mimarilerinin güzelliği üzerine konuşurken; ufak ufak caddeyi adımlarken ve bütün bu güzel hissiyatları ruhumuza çizdiren anlatılarımızın ardından gözlerimizi yere indirdiğimizde bir bakıyoruz ki  Çiçek Pasajı'ndayız! Ne garip değil mi? Hay bizim haylaz ayaklarımız!

Hayat bu kapağın altındaysa bize de tadını çıkarmak düşer, deyip, biraz da hayatın içinde olduğu için hemen caddeden girişteki mekana, çöküyoruz.

"İki fıçı bira lütfen."

Efes'in yeni bardaklarının tasarımını klas buluyoruz.  Mekanı da beğeniyoruz. Kutsiyetli alanlardan sonra canlı hayat kaymaklı ekmek kadayıfı oluyor. Biz mutlu mesut sohbet ederken  pasaja pilav gününden sıyrılmış, eski günleri yad eden ablalar-abiler geliyor. Kelli felli, kariyerli, resmiyetli hallerini çıkarıp atmış abiler, ablalar tümüyle o günlerin ruh halinde, okuldan kaytarmış ve yasak şeylerin tadında, felekten çalınmış bir güzelik katıyorlar an'ımıza. Yudum yudum içerken buzzz gibi biralarımızı; öğrenci afacanlıkları, hoca dedikoduları, kopya hikayeleri, kim kimi seviyordular, şen kahkahalar, genç sesler dolu cümlelerle şenlendiriyorlar masamızı.

Öte yandan Pasaj da bir yakalandı mı bırakılası değil hani. Hele uzaktan sevmek zorunda olunca insan!

"İki fıçı bira daha lütfen."

Bizden daha içerde ve çaprazımızdaki mekanda donanımı yerinde bir masada oturan Abi belli ki ahali tarafından değer verilen, güngörmüş, masanın tadını çıkarışından anlaşıldığı üzere eski günlerin tozunu yutmuş, hafiften kabadayı, gönül zengini olduğu kadar dünyalığı da olan şahane bir karakter. Masanın donanımı racona yakışır. Abinin içme biçimi şahane. Usul usul bir öğle rakısı, şişe bir büyüğün neredeyse yarısı. Bir 35'lik ilavesi ile de tamamlanır sanki masası... Bir başka karakterle birlikte içiyorlar ki diğeri; Abinin sessiz olmasın diye masa, ne söylese dinleyecek, haddinin farkında, derdini ya da serzenişlerini ya da anlattıklarını  taşımayacak, aynı klasmandan olmayan ve bam teline dokunmayacak, daha genç,  garip ama yakışır da bir kalender.


Sonra tüm bu güzel karakterleri ve Pasajı geride bırakarak yaptığımız kısa bir İstiklal turunun ardından Kafe Ara'da Ara Güler'in fotoğraflarına bakıyor, oradan Galata Kulesi'ne doğru yürüyüp Karaköy'e çıkıyor, ilk vapurla da Kadıköy'e geçiyoruz. Dönüş klasiğimiz için uğramamız gereken yerler var!


Önce Baylan'a. Marleyleri nedense kiradan kurtulup da satın aldığımız, fiziksel olarak da bizim dediğimiz ilk evin sıcaklığını ve o yılları hatırlatıyor bana. Bir de şimdi yerinde yeller esen Sümer Pastanesi ile hâlâ yaşayan Birtat'ı...

Oturuyoruz masalardan birine... uzantılarını gördüğümüz ama öncesini sadece filmlerden bildiğimiz bir zaman diliminde bugünü yaşamak ne güzel. Fakat! Olağanüstü güzel döşenmiş, yuvarlak masalarında güzel örtüler, tavanlarında görkemli avizeler olan, ahşap zeminli, sandalyeleri bizimkilere benzemeyen ve kolçaklı; Rus sandığım,  topuz yapılmış gümüş parlağı sarı saçları, kulağındaki inci küpeleri, boynunda üç sıra kolyesi ile orta yaş üstü, uzun boylu ve hatları düzgün 44 beden haliyle bir hanımefendinin servis yaptığı; yazmaktan ve anlatmaktan bıkmadığım bir çocukluk anısı Sümer Pastanesi'nin yerini hiç biri tutamaz!  

"Bir kup griye lütfen."

"Bir sup lütfen."

"İki de limonata lütfen."



Şimdi gelelim Kadıköy'e gelindiğinde yapılacak şeyler listemizde her daim kendine yer bulan ve dönüş vaktinde yapılması mutlak alışverişlere.

"Vişne likörlü çikolata lütfen."

 Şimdi sevdiklerimiz için  Hacı Bekir'e.

"Kaymaklı lokum lütfen"

"Badem ezmesi lütfen."

"Sakızlı akide şekeri lütfen." 

Bir kez daha İstanbul'a Kadıköy'den veda vakti. İstikametimiz Havabüs.  Hava ilk yaz güzelliğinde. Yürürken birer çikolata. Tadımlık. Bütün halinde ağıza atma, ısırık, dağılan çikolatanın içinden çıkan likörün eşsiz ferahlığı, kakao ile yarattıkları kontrast şu alemdeki en şahane tatlardan biri olan vişneyi çekirdeğinden ayırma eylemi ve bu kolektif lezzet yüzünden ölmeye hazır iki damak.

"Ölelim o halde!"


Güzel uçuş... Karadeniz'in üzerine uzamak üzereyken uçak, evi görme çabası... denizin içindeyken ve daha da uzayacağını sanırken uçağın sağa usul usul yatması... burnunu düzeltip de alçalmaya devam ettiği andan itibaren tüm sahil şeridini izleyerek şehirle aşkın tazelenmesi... iyice açılan flaplarla az sonra tekerin değeceği son dakikaya kadar denizin ve içindeki küçük teknelerin sunduğu manzara... beklenen ve beklendiği anda betonla buluşan tekerlerin temas anıyla birlikte asılınan frenler... pist sonunda taksi hızına eren uçak... sabırsız yolcuların rahatlamış hareketliliği... bagajdan gelen sırt çantaları ile buluşma... havaalanından çıkar çıkmaz içilen sigarının dumanı.

Bir kez daha...

Ne güzel! 




 *O tarihte, Ottoman Suites by Serotonin olan ad, muhtemelen bir itirazla Sera House olarak değiştirilmiş.
**Cep telefonu olmayan benim, yol arkadaşımın telefonundaki Moovit uygulamasına taktığım ad.


9 Temmuz 2019 Salı

İstanbul'da Bir Mükellef Cumartesi

 Öncesi

 3 Haziran 2017

Pırıl pırıl bir güne uyanıyoruz. Bahçeden gelen cıvıltılar, çekili perdeleri aşan güneş, günlük işlerin kıpırdatan sesleri eğlenceli bir gün vadediyor. Bir bayram sabahına uyanmış gibiyiz. Üstelik bu seyahati kurarken bilmediğim ama oralarda olmayı hep sevdiğim yerdeki bir etkinliğe gidecek olmanın heyecanıyla uykunun ve suyun tazelediği bedenlerimizi alıp misler kokan, şahane bahçemize geçiyoruz.


Küçük kediler sabahın erkeninde pek afacanlar, belli ki karınlarını doyurmuşlar, şirin yuvalarından bahçeye sızma niyetindeler... Yuvadan kaçma gayretleri çok sevimli lakin henüz onu itecek güce sahip olmadıklarından, iki kedi de çabalasalar kapıyı azıcık aralamaktan öteye geçemiyorlar. Şimdilik yardıma ihtiyaçları var ama bir kaç güne kalmaz kirişi kırarlar. Annelerinin disiplin uygulamalarına saygılıyız, bu nedenle de yardım taleplerine duyarsız... Ama bu kendileriyle günaydınlaşıp sohbet etmeyeceğiz anlamına gelmiyor. Uyku gözlerinden akıyor olsa da türlü cinlikleri ve masumiyet göndermeleri ile yufka yüreklerimize dokunup, ayartmaya çalışıyorlar.


Kahvaltı alanımız çok güzel; doğallığı bozulmamış, sevimli objelerle kararında zenginleştirilmiş,  yapaylık hissi ve göze sokulma duygusu yaratmayan sıcak, bakımlı bahçenin hoş bir bölümünde hoş bir masa. Amerikan servisler yaratıcı ve sevimli. Sulanmış bahçeden gelen serin koku tazelik katıyor. Yumurtalarımızın birini rafadan diğerini de sahanda tercih ediyoruz.

Hoş bir sunum, gülümseten iki tabak; zengin, samimi, sıcak ve hikayeyi katmerleyen adıyla müsemma, Konakla bağı çoğaltan, ona da pek yakışan bir kahvaltı. Mükellef Kahvaltı!


Özenle seçilmiş, yapılmış ve müştemilatın üst kısmında oluşturulmuş mini bahçede yetiştirilen domates, biber ve saltalıklarla birlikte ruhumuzu ısıtıp güne hazırlayan enerjik kahvaltının keyfini çıkarıyoruz. Öyle mükellef ki tabaklar, bitirebilmek için biz gibi en az iki kişi daha lazım. E gönlü zengin, eli açık, güngörmüş, gülümseten bir Konak sonuçta burası!

Emeği geçen herkese teşekkür edip, "Görüşmek üzere," diyerek mahallemizin durağına doğru yürüyoruz. Mevlüt, hedef noktamıza gidecek otobüsün üç dakika içinde durağa varacağını söylüyor. Sözünün eri, otobüs görünüyor. Siyami Ersek  üzerinden varıyoruz etkinlik alanına, çok yakın bir durakta iniyor, biraz yürüyor, güvenlikten geçerek giriyoruz Fuar alanına. Garda Kitap... Ne güzel!

Biz erkenciyiz sanırım. Bir kaç dakika sonra anlayacağımız üzere henüz resmi açılış yapılmamış. Garda, üstelik en sevdiğimiz garda, Haydarpaşa'da trenlerin ve kitapların arasında, üstelik özgürce desenlenmiş ve renklendirilmiş vagonların içinde bir cumartesi ve o cumartesinin erken saatlerinde kitaplarla güne başlangıç! Göz atarak stantlara, dolaşıyoruz Kadıköy Kitap Fuarı'nın garda ikinci, toplamda dokuzuncusunu...


Trenler ısrarla çağırınca da -sanki çağırmasalar sırnaşmayacakmışız gibi- vagonlara geçip oturuyoruz. Güneşin vurduğu alanlarda kalanların içi fazlası ile sıcak, uzun süre kalmaya izin yok. Serindekilerde yazar okur buluşmaları ve hoş sohbetler var ki an itibari ile henüz yoğunluk olmadığı gibi, önünde kalabalık kuyruklar oluşmuş yazarlar da yok. En sevdiğim kadının beklediği yazarsa maalesef gelemiyormuş. Benim zaten öyle bir derdim yok! O arada çok güzel bir canlı müzik sesi geliyor. O yöne doğru yöneliyoruz. Çocuklar şahaneler. Kulağımıza uzak olmayan şarkılar çalıyorlar. Biraz dinleyip biraz daha yoğunlaşan stantlara dönüyor, ilgimizi çekenleri kurcalıyor, arada fotoğraf çekiyoruz. En sevdiği eylemlerden biri kitap satın almak olan okur, bir kaç tane alıyor. Sonrasında soğuk içeceklerimizle vagonlardan birine geçiyor, alınan kitaplara göz atarken trende olmanın tadını çıkarıyoruz.


Terk etmeye hazırlanırken fuarı, orkestranın olduğu yerde bir hareketlilik başlıyor, oraya yönelip bakarken ne olup bittiğine; belediye başkanı açılış konuşmasını yapıyor. Onun ardından Kadıköy'lü olduğunun altını sıklıkla çizen, hâlâ  tek bir kitabını bile okumamış olduğum Firuzan; duygulu, sıcacık ve etkileyici bir üslup ve küçük bir kız çocuğu tazeliğinde, doğrudan yüreğe işleyen kelimeleriyle ruhumuzu ısıtıyor.

Tam bu duygu sağanağı altındayken şahane orkestra, çok hoş ve etkileyici bir tempoyla İzmir Marşı'nın introsunu çalıyor, ardından muhteşem koroyu oluşturan pırıl pırıl çocuklar orkestra ile birlikte giriyor İzmir Marşı'na. Kalbinizin ritmine ve diken diken olmuş ruhunuza duyarsız kalabilirseniz... ve elinizden geliyorsa... bu coşkun sele katılmayın!

Sonrası alkış kıyamet.


Usulca çıkıyoruz fuardan. Yakıcı bir güneş eşliğinde Kadıköy İskeleye doğru kurumuş dudaklarımıza su arayarak, yine biz gibi fuardan ayrılmış kalabalıkla birlikte yürüyoruz. Allahtan,  samimiyetsiz binaları yok kılan, zamanın yozlaşmalarına direnemeyen sokaklardaki yeni yetme evleri devre dışı bırakan, eskinin dokusuyla uyumsuzları bizden saklama konusunda çok becerikli gözlerimiz ve onları aynı başarı ile yönetebilen komuta merkezimiz var. Bu sayede bugünü dünün güzellikleri ile yaşayabiliyor,  ruhumuza ve görsel hafızamıza yerleştirdiğimiz eskinin şıklığı ile kendi yaratığımız dünyanın içine saklanmayı başarabiliyoruz. Bu yüzden İstanbul biz iki taşralı için kusursuz güzel. Üsküdar'a dönüyoruz.



Ama nasıl? 



Vapurlara binmeden dönülen bir İstanbul seyahatinin  anlamı olabilir mi? Bize göre olmaz. Kişisel tarihlerimize tek tek bakılsa bir tanesinde bile Vapura binilmemiş olan yoktur.

Hava nasıl olursa olsun, binilince vapura, hemen sağa ya da sola kıvrılıp boş olan bir yere oturulur. Oturuyoruz. Sonra, o surata boğazdan gelen rüzgar vuracak. Vuruyor.  Burun denizin kokusunu çekecek. Çekiyor. Ve mümkünse denizden sıçrayan bir iki damla bedenin bir noktasına değecek. Bugün fazlası ile değiyor.

Tadını çıkara çıkara gidiyoruz; Kadıköy'den Üsküdar'a!

Elbette ki içerde, özellikle üst katta oturmanın tadı da bir başka... Tartışmasız! Gönül isterse ki kışsa  arada bir ister. Onu asla kırmaz, başımız gözümüz üstüne, der, o ambiyansın bütün gereklerini de yerine getiririz. Mesela dolaşan çay tepsilerinden "İki çay lütfen," diyerek, geçmiş bir zaman dilimindeymiş gibi çay içeriz. Tıpkı biz daha dünyada yokken, İstanbul bu kadar büyük değilken,  yazarların  tasvirlerinden bildiğimiz anların içindeymiş gibi; elimizde kitap ya da gazetelerin akşam baskıları ile yaşarız vapuru. Güzel de yaşarız! İşten dönüyormuş gibi bile yaparız. Her gün birlikte dönüyormuşuz gibi selamlaşırız insanlarla... Yorgunluğu vapura bindiği anda terk etmiş gülen yüzlere hal hatır sorup, sohbet bile ederiz.

Sanki biz taşralılar İstanbul'u eskide yaşamayı çok iyi beceririz!


Aslında bugün deniz bayağı sert, rüzgâr hakkıyla esiyor. Şu sakin görünen yelkenli aslında arada bir yelkenleri suya indiriyor. Yatıyor ve kalkıyor. Yelkenler suya değdi değecek derken, içinde bir gayret başlıyor ve belini doğrultuyor tekne. Sonunda bir denge oluşuyor ve herkes rahata eriyor. Eminönü görünüyor. Usulca yanaşıyor vapur, acelesi olanlar hopluyor karaya. Bizim acelemiz yok. Galata Kulesi seyrediyoruz; sanki birazdan Hezarfen uçacakmış gibi. 
 

Sonra sakince inip vapurdan, Üsküdara'a gidecek olana binmek üzere yürüyor, bu kez aynı kısmın solda kalanına oturuyor, Karaköy ve Galata Kulesi izlemeye kaldığımız yerden devam ediyoruz. Birazdan martılarla yarışırken, şakalaşacağız da onlarla...

Varıyoruz Üsküdar'a. Sonra şu soru üzerine düşünceler üretip kendimizle eğleniyoruz; Kadıköy'den Üsküdar'a Eminönü üzerinden giden kaç İstanbullu vardır acaba?

Öğle yemeği planımızda Kanaat Lokantası var fakat dönem itibari ile kapalı olduğunu görüyoruz. Bir alternatifimiz de var ama!..  Önce otobüsü bulmalıyız. Mevlüt işe yine el atıyor. Neredeyse kalkmak üzere olduğunu söyleyince hızlanıyor, o hızla birine falan yere giden otobüs neredeki? diye soruyor, yetişiyor ve biniyoruz.

Çengelköy'e gidiyoruz.


Güzergâha bayılıyorum, algı boyut değiştiriyor, değişen boyut beni bir kademe yukarı taşıyor. Zenginleşiyorum. Bir metropolde olduğum duygusu zihnimi gönüllüce terk ediyor. Hayat dışımızda da dinginleşiyor. Güncelin kirliliklerinden steril bir dünyaya adım attığımızı hissediyorum. Tek bağım, iş için her İstanbul gelişinde kesinlikle uğrayıp Çengelköy Hıyarı aldığım Çiçek Pasajı'nın yan girişindeki manavla sınırlı olan Çengelköy'le yıllar sonra tanışıyorum.

Doğrudan sahile, Tarihi Çınaraltı Çay Bahçesi'nin olduğu alana geçip, ona değil de denizin kenarına oturuyor, oradan Boğazı ve Çengelköy'ün kıyılarını seyrediyoruz. Çengelköy Börekçisi'nden börek alıp çay bahçesindeki Çınarın gölgesinde çay eşliğinde yeme niyetimizse hayal oluyor. Aklımızı çelen pek çok yer var aslında, öte yandan Konaktaki sabah kahvaltısında fena doyurulmuş insanlar olarak bizim de bir tek seçim hakkımız var. Önünden geçtiğimiz kokoreççiler nasıl çağırıyor, nasıl da güzel gözüküyorlar ama asla gaza gelmiyoruz. Caddeden devam ediyor bir ara sokağa giriyor ve O'nu görüyoruz. Sokağa bayılıyor, mekânla da hemen kaynaşıyoruz.


Meşhur Köfteci Recep Usta. Sevimli dükkân. Oturuyoruz dışarıdaki masalarına... Konseptimiz Köfte Sokakta.

"Birer porsiyon köfte lütfen."

"Bir piyaz lütfen."

"İki de ayran lütfen "

Ana caddeden girilen sakin sokakta, bir sokak genişliğince ana caddeye bakıyorum. O aralıktan hızla geçen hayatı izlemeyi seviyorum. Hemen karşımızdaki binanın üst katlarından bir sepet iniyor. Bisikletinden inen küçük çocuk iki ekmek ve artan para üstünü koyuyor sepete. Çekilirken sepet yukarıya, "Hızlı sürme, sokaktan ayrılma ve terine dikkat et," diye bir ses geliyor geriye. Kır saçlı bir abla benim görüş alanımda; kapının hemen yanında, uzaklara dalmış bakışlarıyla serin serin bekliyor; paket olup eve, belki de torunlara gidecek ekmek arası köfteleri.


Köfteler güzel görünüyorlar. Piyaz da öyle. Bir geleneğin devamı olduğunu her hali ile belli ediyor mekân. Eskinin tadını hissettiren lezzetli köfteler... Domates ve biberlerle hoş da bir tabak. Piyaz kimilerinin sevmediği türden ama bizim için önemli olan lezzeti ki bu piyazdan şikayetçi değiliz. Doğru kıyma ile elde yoğruldukları belli köfteler doğru pişirildiklerini de hissettiriyorlar. Hoş bir sokakta dededen toruna kadar uzayan bir esnafın masasında mutluluğa tebessüm ederek, götürüyoruz köfteleri.

Bazı hikâyeler devam etmeli. Onları, bir takım tuzaklarla başka ve yapay tatlara yönlendirilmiş damaklarımız ve oynanmış algılarımızla ukala cümleler kurarak eleştirmemeli, tadını hissedip anlamaya çalışmalıyız ve bunu anlatmalıyız yeni nesillere diye düşünüyorum. Bu geçiş evresini hayatımızın ilk yıllarında yaşamış biz, bu kıyası yapabiliyor olmanın keyfini çıkarıyoruz şu an. Karşımda bir köfte uzmanı var ve onun gözlerinde görüyorum köftenin aldığı notu. İz bırakan bu an için ellerinize sağlık diyor, teşekkür ediyor ve çıkıyoruz caddeye. Doyurulmuş insanlar olarak bu kez kokoreçlere, sanat eseri gözüyle bakıyoruz! Kesinlikle muhteşem gözüküyorlar.

Deniz tarafındaki ara sokaklara giriyoruz sonra ve onlara teslim ediyoruz kendimizi. Çaycı İzzet Efendi dikkat çekiyor, hoş mekân. Müzelik de öyle. Fakat Çikolata Kahve* çağırıyor. Çünkü geçmişi hissettiriyor. Vitrin, cephe, vitrindeki çikolatalar, pencere doğramalarındaki yumuşak ve hoş yeşil buyrun lütfen diyorlar. Buyruyoruz... Ve içeriye bayılıyoruz.

Genç bir çocuk karşılıyor. Ulvi loşluk, pencere önündeki masalar, fincanlar, avizeler, koltuklar, bardaklar, tezgâh cezbediyor. Duvarlardaki ayetler, hadisler, dekorun genel hoşluğu, şadırvandan akan gül suyu, fal bakmak yasaktır levhası, mescit, şerbetler, helal sertifikası,  daha neler neler alıp götürüyor bizi. Çok heyecanlanıyoruz.

"Biri orta şekerli biri sade iki kahve lütfen."

Kibar çocuk, kibarca o saatte servis yapmadıklarını söylüyor. Şaşırmıyor, hatta konseptle uyumu nedeni ile de o saatte servis olmamasını, aylardan birinin sultan olduğu dönem nedeniyle çok da anlamlı buluyoruz.

Hayal ediyorum, hayalim heyecanlandırıyor ve bir iftar saati sonrasında orada olmanın tadını görüyorum ve yaşamak istiyorum. Yaşıyorum da... Mekânın hoşluğu üzerine konuşmaya devam ederek ana yolun deniz tarafından yürüyoruz. Binalar gittikçe seyrekleşiyor. Manzara muhteşem. Bu seyahat için kalınacak yer seçerken çok aklımı alan, sanki boğazın içinde bir gemideymiş hissi yaratacak Sumahan On Water'ın önünden geçerken, seçimimin bu gezi özelinde doğru olduğunu görüp rahatlıyorum. Kesinlikle muhteşem bir manzara... ama bizim bu seyahatte yaşamayı düşündüğümüz alanlar için kullanışlı değil. Del Mare'sa bulunduğu nokta itibari ile akıl çelen bir restoran. Bir yeni plan için aklın bir köşesinde bulunabilir. Çengelköy Bostanı'na Gider levhasını da görüyorum ama onu bir başka, belki de bura ve sonrası merkezli bir seyahate saklıyorum.


Ve Kuleli görünüyor. Önünde kalıyoruz! En sevdiğim kadın anlatıyor. İçeride ve gelecek zamandan  biri olarak bir köşeye çekilmiş, izliyorum. Piyano kalbe dokunan tangolar çalıyor. Jilet gibi protokol üniformaları içinde disiplinli liseliler, şapkaları sol kollarının altına sıkıştırılmış, sağ eller göğüs hizasında, kol dirsekten zarifçe bükülmüş şekilde, Kandilli Kız Lisesi'nin aynı heyecanları paylaşan öğrencilerinin önünde ter basmış bir kalp çarpıntısıyla çakı gibi ama çekingen bir tebessümle duruyorlar. Pencerelerden efil efil boğaz akıyor. Genç kızlar pırıl pırıl. Kalplerin nasıl attığını, buluşmuş ellerin nasıl terlediğini, yüzlerdeki utangaç kırmızılıkları, kalplerin seslerini, o an başlayan aşk kıvılcımlarının bir süre sonra başları nasıl omuzlara yasladığını görebiliyorum. Dans ediyorlar... belki de hayatlarının en unutulmaz dansını. 

Sonrasında, bu güzel binanın önündeyken bugünün benzeri bir tavırla, o coşkun gençlerin bir üst okula geçip de Harbiyeli olduklarında hayallerinin nasıl söndürüldüğünü... ve travmalarını hissedebiliyorum. Yarım bıraktırılan Harbiye'sinin ardından edinilmiş bir hak sonucunda yeniden Üniversite'ye başlayıp sonrasında devletin önemli bir kurumunun önemli bir mevkisinde görev alan... aynı devletin İngilterelere, japonyalara gönderdiği birisinin; güzel kızına bu binanın önündeyken anlattığı andan ve o genç kızın dilinden görüyorum her şeyi.


Sahil boyunda balık tutan insanlarla Boğazı ve Boğaziçi Köprüsü'nü ve elbette Çengelköy'ün şirinliklerini aynı kareye hapseden gözlerimizin eşliğinde geriye doğru yürüyoruz, o ara Mevlüt uyarıyor. Bu uyarı ile önümüzdeki ilk durakta kalıyoruz, bir kaç dakika sonra bindiğimiz otobüsle Çengelköy'ün çarşısından geçerek Üsküdar Meydanı'nda iniyoruz.

Akşam yemeği, belki bir iki mekân, belki yüreğimizin götürdüğü yerde kalma, bazı yüklerimizi odaya bırakma fikrimizle az sonraların heyecanına gark olurken bir dolmuşa atlıyor, akşamın, akıp giden hayatın, yokuşumuzun tadına vara vara eve geliyoruz. Bahçe ve Konak bir tatlı huzur içinde.


Sonrasında, tüm işleri hallettikten sonra yani, doğrudan Kadıköy'e gidiyoruz. Mevlüt sağ olsun ki bizi hiç duraklarda bekletmiyor. İnince meydanda İskeleye uğruyor, akşamın kışkırtıcı güzelliğinde binasını, Haydarpaşa Garı'nı, Vapur'u, mendireğin ucundaki sakin feneri ve martıları bir araya getiren ve çirkinlikleri silen komuta merkezimiz sayesinde doya doya izlerken manzarayı, birlikte olmamızın bütün bu anları nasıl yükselttiğinin tadına vara vara ve kasıla kasıla Kadıköy'ün kalbine doğru yürüyoruz.

 

Tramvayın aşağı inmiş vatmanı ve yolcularını raylarla kaldırım arasındaki arabanın başında görünce kaza olduğunu düşünerek oraya yöneliyoruz. Sonra yurdum insanının kural tanımazlığı ve üstün zekası ile karşılaşıyoruz. Bu insanımız Moda Tramvayının güzergâhı üzerinde, üstelik de en görünür yerde raylar ile kaldırım arasındaki daracık aralığa arabasını park etmeyi düşünebilmiş! Bu zeki insanımızı görmek, tanımak üzere vatman, yolcular ve bir kaç meraklı insan dikilmiş bekliyoruz. Benim tercihim, ön kısmı biraz dışarıda kaldığı için engel teşkil ettiğinden, tramvayla oraya dokunup arabayı içeri doğru itelemek. Fakat vatman, üstelik yolcular fena halde sakin. Bir süre bekledikten ve bir aksiyona tanık olamadıktan sonra olay yeri seyrimize son verip barlar mıntıkasına doğru yürürken ve henüz Baylan'a bile varmamışken... uzaktan duyduğumuz sese yöneliyor ve ekmeğini sokakta sanat icra ederek çıkaran genç adamın önünde kalıyoruz. 


Kendi yazdığı, ya da kurguladığı mı yoksa Yunan tragedyalarından biri mi olduğunu bilemediğim bir gösterinin ortasındayız. İyi olduğunu düşünüyor olmalı ki  arada bir attığı melodik tiradında ses, rampa çıkan BMC kamyon gibi güçten düşse de sanatçı duruşu pek iddialı. Ahenk yer yer bozulsa da, sonradan girdiğimiz hikâyenin ne anlattığını kavrayamasak da bu ilginç çabaya saygı duyuyor, küçük kalabalıkla birlikte bir süre önünde kalıyoruz. Finalde tabii ki alkışlıyoruz. Ölen Barış Manço kuklasının sırrına da ulaşamıyoruz.


Tabletin ne olduğunu ise şu an bir türlü hatırlayamıyorum ama sanki tek kişilik oyunu ile kalbimizi çalan sanatçının dekorunun bir parçasıydı...** Hatta bu dahil diğer objelerle birlikte oluşturduğu görsellik için kendisini takdir etmiş, para kasası olarak miğferi tercih etmesine de gıybet yapmıştık! Sahne performansı arızalı gibi dursa da, müzikal kısımlar arızalı gelse de sahne düzenini, dekor kostüm emeğini sevimli bulmuş, eleştirel gözlerimizi kapatarak bu çabanın sokak için zenginlik olduğunun altını çizmiştik.

Yeme içme mıntıkasına, nam-ı diğer barlar sokağına ulaşınca, neredeyse tüm sokaklarında geniş bir tur atıyor, bir kaç bildiğimiz yere girip çıkıyor, kafamıza uygun bir masa bulamıyor, neredeyse kolumuzdan tutup mekanlarına oturtacak mekân simsarlarının arasından başarıyla sıyrılıyor ve sonuç itibari ile bir mekanın sokak masalarından birine oturuyoruz. 

"Bir midye tava lütfen."

"Sigara böreği lütfen."

"İki de bira lütfen." 

Aynı yağda kaçıncı kere kızartıldığı belli olmayan sigara böreklerimiz ve midyelerimiz geliyor. Allahtan biralar garanti. Masanın lezzeti hayalimizin çok gerisinde; hani çok güzel bunlar yahu kategorisine taşısak bile -ki bu konuda becerikli olduğumuz malum- yine de gideri yok. Sarmıyor masa. Biralarımızla akan sokağın tadını çıkarıp, başka bir yer için düşüyoruz yola. Bu kez garanticiyiz ve zincir mekânlardan birine gidiyoruz. Üstelik güzel de bir yerde, seyir zevki var ve tramvayın son durumunu da görebileceğiz.

Varıyoruz Benzin'e, manzaralı ve rahat masalardan birine oturuyor, fabrika ayarlarımıza dönüyoruz. Araba kaldırılmış, tramvay ve yolcuları da evlerine ulaşıp huzura ermiş üstelik. Güzel bir müzik çalıyor.

"İki kişilik atıştırmalık tabağı lütfen."

"İki de Tuborg Malt lütfen."


Kadıköy'deyiz! Önümüzden akan cadde seyre değer, karşıda deniz, uzakta Haydarpaşa, sakin bir akşam, müzik güzel, mekân sakin bir kıpırtı içinde, malt Tuborg zaten sevilesi, e tabak da göz doldurucu... daha ne olsun.

Güzel bir gecenin güzel bir anını uzun uzun yaşıyoruz. Sonra parka geçiyor, havuzun kenarında durup da su içen kediyle selamlaşıyor... ördekleri izliyor... fotoğraflarını çekiyor... bir banka oturup deniz esintili Kadıköy'ü hissediyoruz. Giden ve gelen vapurları seyrederken günden kalanları konuşuyoruz. Neşeyle otobüslere yürürken Mevlüt'e danışıyor, gece manzaralı ninni tadında yolculukla durağımıza varıyoruz. Konak uykuda, sessizce bahçe kapısının anahtarını bulup onu açıyor, biraz bahçede oturuyor, sonra yine sessizce konağın kapısının anahtarını bulup içeri süzülüyor, hole bir kez daha bayılıyor, yine sessizce bizim odanın anahtarlarını bulup kilidini çeviriyoruz.


* Bu Çikolata Kahve ile Kuzguncuk'daki ayrı işletmeler; diğerinde iki kelime arasında "&"işareti var!
**Yol arkadaşım tarafından oyun dekoru değil de  Kadıköy'deki Timsah Heykelinin kitabesi olduğu şeklinde düzeltildi..


Yazının devamı Hoşçakal Derken İstanbul'a... Bir İlk Daha! için buradan lütfen.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP