30 Ekim 2021 Cumartesi

Bir Fıstığın Yan Koltuğundayım

27.10.2021


Telefon çalıyor.

Ekranda enn sevdiğim ad.

"N'aber?" diyor. Sesteki melodiye bayılıyorum.

"Kuşlar gelecek," diyor, "istihbarat sağlam."

Kanat çırpmaya başlıyorum. Gözümün önünden geçen yemekler dilime vuruyor.

Buluşma tarihi 28.10.2021. Buluşma saati 13:30. Buluşma noktası Rektörlük.

Mutabıkız.

İşi kapatıyorum. Üzerimi değişip hemen çıkıyorum. İstasyondayım. Şimdi trende. Bir genç adam yer veriyor. Diyorum "Sen öğrencisin ve yorgun, çok teşekkür ederim ama sen otur." Kalkıyor saçları uzun, umut vadeden yakışıklı çocuk.

Teşekkür ediyorum.

Samsunspor'da iniyorum. Store 55'den içeri süzülüyorum. Dünyanın en ağır forması çıktı. Kadına Şiddete Hayır!

XS lütfen, diyorum.

Geçen yılki Atatürk'lü Arma Atatürk'lü Forma'dan sonra bu da yakıştı şehre diye düşünüyorum.

Tren geldi.

Tadını çıkarıyorum.



28.10.2021


Son hazırlıklar. Hava kıyağını yaptı yine. Meteoroloji yağmur gösterse de alaylı meteorolog coğrafyada olmayacağından emin. Son teyitleşme için telefon. 13:30 Rektörlük okeylendi.

İstasyona yanaşıyor, Samkart'ımı okutuyor, trenin varış dakikasına bakınca çakılıyorum. 14 dakika, diyor. Yolda bir arıza mı var, yoksa kalan bir tren mi diye telaş ediyorum. O hâlâ 14 dakika var derken bir dakika geçmiyor ki tren gözüküyor. Mesafe yakın olsa da keyfini çıkarmak mutlak. Durağa yanaşırken kalkıyor, iniyor, iademi yüklüyor ve istasyonun karşısındaki otobüs durağının banklarına yürüyorum. 13:30'a 10 dakika var. Yine, ilk randevusundaki çocuk gibiyim.

Unuttuğum bir şey yok. Forma tamam, kahve burada. Limonçello yok, çünkü dolaptan çıkacağı için farklı bir torbada olmalıydı ancak sırt çantası, mont ve eldeki torba çerçevesinde sonraya bırakıldı kendisi.

İki emekli amca maaş çektikleri bankayı çekiştiriyorlar o ara. Keyifle dinliyorum. Bir yandan Kaz Tiridi hayali kursam da biliyorum ki biraz daha var.

Çekik gözlü mavi kuş göründü. Ben de ayaklandım.

Bir fıstığın yan koltuğundayım. Hava muhteşem.


İlk hedef yemek. İkimiz de kaz tiridi mevsimi olmadığını biliyoruz ama konuşmanın bir zararı yok. Varıyoruz ki mekân kapalı;  bu da hafta içi için normal. O halde, şimdilik geri dönüyoruz, istikamet dünyanın en lezzetli işlerini çıkaran baba-oğulun minik, sevimli ve salaş lokantası.

Selam sabah faslından sonra dış masaya konuşlanıyoruz.

"Bir kelle lütfen."

"Bana bir de az çorba lütfen."


Kelle servis tabağına ayıklanıp süslenirken içeride, benim az çorbam geliyor. Görüntüsü her zamanki gibi pırıl pırıl, efsane bir kelle-paça çorbası.

Alışkanlık işte, sirke sarımsak istiyorum. Bir kez daha içinde diyor servisi yapan oğul. Toparlanıp hazırlanıyorum. İlk kaşık ve kaç bininci tekrar: "Muhteşem!" Bir başka noktada bu lezzette ve bu kadar temiz kelle paça içilemeyeceğini, altını çizerek iddia ediyorum. Çünkü burası kadim bir köy, her ne kadar artık ilçe olsa da... Tıpkı başka yerde rastlanmayacak şu kekikler gibi doğal hayatta, muhteşem dağlarda yetişiyor hayvanlar. Biz bininci kere kekiği konuşurken, oğul bininci kere dağların altını çiziyor.

Götürürken kelleyi, burayı Vedat Milor'a söylesek mi diye konuşuyoruz ki lafı açan benim, en sevdiğim gurme buna itiraz edecek ve bu an bir kez daha benim çok hoşuma gidecek. İstimi aldık. Kolalarımızın son yudumları... Çaya gerek yok.


Yeniden deltadayız. Bu sefer diğer köşedeki farklı bakkaldan iki su ve elbette Bizbize markalı gofretlerden alıyorum. Ve deltada ilk kez sincap görüyoruz. Seyir halindeyken onun kadar hızlı olamayacağımız için de fotoğraf çekemiyoruz. Mavi kuş park yerine, biz de kimbilir kaç kilometre yürümek üzere, 3750 metre gidişi olan, gölün içindeki parkura.


Bir süre beklemeliyiz; anlayışlı ve kibar insan olmanın gereği olarak. Bir kare fotoğraf alsam iyi olur diye düşünüyorum. İçinde gelin olan bir fotoğraf olmalı blogda diyor içsesim. Sonuçta blog yazarı olarak işimiz tarihe not düşmek. Fakat bu ablanın gelin olduğu ki eli maşalılardan, kesin; ancak bunlar düğün mü yoksa nişan fotoğrafları mı onu pek anlayamadım. Bu arada karede olmayan bir yerde ama görüş alanımızda ve daha yakınımızda ya baldız ya görümce: siyah, diz üstü payetli elbisesi ile fotoğrafçının komutları eşliğinde ve tam bir star edasıyla; kâh yürüyerek kâh durarak efsane pozlar veriyor. İşte bunları kaçırmamalıydık. Görmeliydiniz!


Sonra yürümeye devam ediyoruz. Gölün üzerinden kuş sürüleri geçiyor. Bolca fotoğraf çekiyoruz ama kuşcular kadar sabırlı ve teknik donanım sahibi olmadığımız için özellikle blog ölçeğinde bir anlamı olmayacağından, fotoğrafları bu yazıda kullanmıyorum.

Mesela alt fotoğrafta havada bir balıkçıl var. Normal halde gayet net ve belirginken burada kendisini seçmek zor. Enn sevdiğim kadın dürbün arkasından çekmek için çok uğraştı ancak nafile.


1750 metre geride kaldı. Benim fikrim de bir kez daha geldi. Tepkiyi biliyorum ama çenemin de durası yok. Diyorum ki: "Şu Gençlik Parkı'ndaki gibi bir tren olsa ve bu patikanın sonundan asfalta çıkınca oradan devam etse, bir tane de karşıdan gelse, arada istasyonlar olsa istediğimiz yerde insek, yürüsek, sonra gelen birine istersek binsek." Tabii ki direk kırmızı kart. Bu arada ortalık mantar kaynıyor, bol miktarda da yılan deliği var. Bir tanesi hatta, boğa yılanı esprileri yaptırıyor. Nilüferler tek tük.
2750'yi de geçiyoruz. Asfalt hâlâ uzağımızda ve ona ulaştığımızda 2250 metre geri yürümemiz gerek. Hava kararıyor ve bu ritimle gidersek gün ışğı az sonra bizi terk edecek. O ara yol ortasından bir manda ki tam anlamıyla Meksika'da geçen kovboy filminde star olacak bir duruşla, bize bakıyor. İçim espri için, için için çağlıyor. Manda bile tırstı. Kurtulmak için suya atlıyor. Ve nasıl bir koşma. Dur yapmıyacağım, diyorum ama nafile. Enn sevdiğim kadın kaydediyor. O suları sıçrata sıçrata tam gaz gidiyor.


Dönüş yolundayız ve güneş bulut arkasında. Bir aralık var ve çok kısa süreliğine gösterecek kendisini ve sonra bulutun arkasında yok olacak. Yeni iki gelin ve fotoğrafçıları bizi bekliyorlar. Biz de güneşi. Sabırla ve aralıklarlarla çekiyoruz. Onlar şimdilik girişte oyalanıyor ve o noktada pozlar veriyorlar. İstediğimiz kareleri çok da beklemeden ve bekletmeden elde ediyoruz ki efsane fotoğrafı Enn Sevdiğim Kadın çekiyor.

Hava karardı.

Gecenin ruhları dürtükleyen saatleri varlığını iyiden iyiye hissetiriyor.

Tam ana yola çıkıştaki asırlık ağaçların olduğu, kenarından dere akan kadim kahvede, o ağaçların altında bir tahta masada ve gecenin sesleri eşliğinde Türk Kahvesi içme arzum depreşiyor ki kendime şaşıyorum.


Çok tereddüt ediyorum ama bunu Enn Sevdiğim Kadın'a söylemiyorum. Çünkü işi çok, biliyorum. Akşam treninin keyfindeyim. Fırına uğrayıp bir ekmek alıyorum. Tam bizim ön binanın oraya geliyorum ki geleneksel bir durum: Dört araba sol şeritte bir birine girmiş ve birisi tost olmuş.

İnsanlar sağlam.

Tek tuş ve O...

"Geldim."

"Evdeyim"






28 Ekim 2021 Perşembe

Soğuktan Gelen Casus

Annemle babaannem çok sık kavga etseler de hiç küsmezlerdi. Bilirdim ki babaannem onu çok severdi. Çünkü mektuplarını hep ona yazdırırdı. Ve gelenleri de ona okuturdu. Taa ki ben okuma yazmayı öğrenene kadar. Bütün torunlarını severdi ama daha çok erkek torunlarını. Gözdesi bendim ve o da benim Babıda'mdı.

Annem özel bir kadındı. İlkokulu, üstelik de çoklu bir sınıfta, yoklukta, ülkenin unutulmuş bir coğrafyasındaki unutulmuş bir  köyde 3. sınıfa kadar okumuştu. Öğretmeninden ki bir erkek öğretmendi, sevgiyle söz ederdi.

Bir fotoğraf yoktu ama annem bizim aklımıza bir öğretmen fotoğrafı çizmişti. Belki de bu birikimle önce beni, ben beş yıl sonra mezun olunca da küçük erkek kardeşimi -aynı- güzel, unutulmaz bir kadın öğretmene, yine kızkardeşimi de başka ama yine çok güzel bir kadın öğretmene teslim ettmişti.

Annem casus filmlerini ve kitaplarını çok severdi. Eğer okuma olanakları geniş bir coğrafyada doğsa muhtemelen okur ve kesinlikle casus olurdu.

Mutluyum ki herbiri özel ve eve giren paranın az ama önemli bir değer olmadığı insanların arasında, kalabalık bir ailede yetiştim.

Anlaşmazlıklar, tartışmalar olsa da sevginin, kollamanın buram buram tüttüğü, farklı renklerin şahane bir armoni oluşturduğu bir ailede büyümenin bana kattıklarınaysa paha biçemem.


Kitabı okumaya başladığımda henüz bir kaç sayfa ilerlemişken telefona sarılıyor, tek tuşa basıyor, onun sesiyle kendimden geçiyor ve coşkuyla, keyiften erimiş okur heyecanıyla kitaba bayıldığımın altını ballandıra ballandıra Enn Sevdiğim Kadın'a çiziyorum. Öyle coşmuşum ki tereciye tere satıyorum. O sakin ve çok olgun. Sessizce dinliyor beni. Adını ilk kez duyduğum yazarı aslında bildiğimi incitmeden anlatıyor bana. "Köstebek," diyor.

Ben, bir an, daha çocukken ve topluca aldığım E Yayınları'nın 20 civarı kitabı içinden okuduğum biri olduğunu düşünürken... O, izlediğim ve yazdığım bir film olduğunu çağrıştırıyor.

Şaşkınım!

Önce kitaplığa koşuyorum.

Orada başka bir kitapla karıştırdığım gerçeği ile yüzleşiyorum ve bu yazıyı yazarken şeytan bir kez daha dürtüyor ve diğer kitaplarına bakmak üzere nete giriyorum.

Şu an yüzümde muhteşem bir utanç kırmızısı var.

O geçen yılki ölümüyle bana, anca kendini fark ettiren bir dehaymış meğerse.

Bense onun kitaplarından yapılmış bir sürü filmi, üstelik ağzından sular akarcasına izleyip de adını o güne kadar duymamış, kazımamış, bilmeyen bir ODUN'muşum.

"Çok özür dilerim Anne."

Çok özür dilerim, John Le Carré.



Saat 03:25

25 Ekim 2021 Pazartesi

Pandemide Sinema ve Boşboğaz Kişi

Hımmmm... lüfer yemeliyim, dedim ben ve sinema fikrime ekleyiverdim ki lüfer bolluğu var; ucuz balık kategorisinde bu yıl:) Saat 6;57 itibariyle halim böyle Sevgili Okul Arkadaşım; önümüzdeki saatler ne gösterecek bakalım?:)


Dedi yorumunda ve Pazar günü sabahı gerekli planları yapıp, düşündüklerine tek tek çentik atmak üzere yola koyuldu. Kahvaltı için canı "Su böreği lütfen," demişti. Kırmadı onu ve girdi Nişantaşı Pastanesi'nden içeri. Ve söyledi, saat 09:02 itibariyle:

"İki dilim peynirli ve bir dilim de kıymalı su böreği lütfen. Bir de çay!"

Oturdu bulvarı da gören her zamanki masaya. Daha önceleri söz ettiği ve sevdiği, hatta Pedersen Hoca ile sohbetine tanıklık edenlerinizin olduğu mekânın karşı şeridinde ve çaprazındaydı şimdi. Üzgündü bir yanıyla. Çünkü Feşmekan* adıyla nam, çapraz köşedeki hoş yerde artık bir outlet türemekteydi. O anılarda yerini alırken burayı keşfetmiş olmasına, her ne kadar onun yerini dolduramayacak olsa da sevindi ve afiyetle yedi böreklerini. Ayrıca bu ara ihmal ettiği ve normalde bitmesi gereken kitabına da göz attı

Tabii ki böreklerini soğutmadan.


Sonra istasyonun şehir yönüne gidecek bölümüne geçti. Rayların üzerine ağzında yiyecek olan bir karga kondu. Bineceği trenin fotoğrafını çekmek istiyordu ve dileği onun Çinli, olmadı İspanyol olmasını talep ediyordu. Ayrıca tren istasyona yanaşırken karganın tavrını da merak ediyordu ve bir kez daha neden iyi makine almadım yanıma diyen iç sesindeki sızıntıyı kulak arkası ediyordu.

İlk golü trenden yedi çünkü hiç dilemediğiydi. Ayrıca istediği zumu yapamadığı için de karga kadrajda görünemez olmuştu.

Bindi trene.

Şimdi istikamet AVM.


Atakum Belediyesi durağında indi. İlçe sınırları içinde bir AVM olmasından memnun. Aslında üzgün ama kaderin önünde durmak da; değil mümkün. Çünkü orası önünde kocaman bir koru olan plajdı. Buralar da köy. Enn amcası şehre geldiğinde bir gün o plaja gitmişlerdi ve o kendini Ülkü ile eşlemişti. Tıpkı ilkokul öğretmeni sayesinde izledikleri Florya plajındaki Atatürk'le yan yana Ülkü'yü gördüğü siyah beyaz filmdeki gibi!

AVM'nin açılmasına 10 dakika vardı, önüne vardığında. Bu zamanı fotoğraf çekerek değerlendirmek istedi. İlçemizin kültür merkezini mutlaka göstermeliyim diyerek onla başladı. Yanındaki park da mutlaka görülmeli diye düşündü ancak yanındaki makinenin yeteneklerinden kaynaklı olarak kafe kısmını ayırmak zorunda kaldı.

Şimdi kendi bulunduğu noktaya göre daha Doğu yönündeydi ilçenin. Oradan, eski yazılarında söz ettiği ilk iskeleyle birlikte diğerinin, yani kendi coğrafyasında olan ve sıklıkla söz ettiğinin birlikte fotoğraflarını çekti. Sonra da AVM'ye yönelip içeri süzüldü ve kaldı. Garip bir biçimde aşı kartı kabul görmüyordu ve illaki HES kodu olmalıydı. Bir önceki gün başka bir AVM'de de aynı sorun yaşanmıştı. Çok zarif güvenlik görevlisi, geçebilirsiniz dedi.


Filmin başlamasına bir saat vardı. Yavaş yavaş katları turladı, yürüyen merdivenlerin tatlarını çıkardı, balkonlarından kendi mıntıkasına doğru baktı, fotoğraf çekti. Film sonrası yapacaklarını gözünden geçirdi ki bunlardan ilki David People'da oturup bir Amerikano içmekti. Sonrasında sakin yeme içme alanından geçip sinemaya vardı. Bu kez aşı kartı istendi. "Abi buraya kadar geldiğime göre kontrolden geçtim demek ki," demedi ve bu titizliklerine saygı duydu. İçecek ve patlamış mısır ister miymiş? "Ahh bunun -bazı bünyeler için- nasıl itici bir durum olduğunu bir anlasalar," dedi ve istemedi tabii ki. Ancak sanki bedavaymış gibi söyleyişlerine bir kez daha hayran olurken, bazı utangaç bünyelerin reddedemeyip alıcı olabileceklerini de mümkün buldu. Salon ekranda açıldı ve tahmin ettiği üzere küçük olandı. Tabii ki "D-6 lütfen" dedi, saat 10:25 itibariyle..


Sonra D&R'a girdi, Pandemi de olsa en azından bir hatıra diyerek dolaştı. Bir kaç kitaba baktı, alacağından değildi ama o hissi yaşamalıydı. Koşucular'da kaldı ve onu bir kez daha eline aldı. İçine şöyle bir göz attı. Çıkarken gazetelerin içinde Oksijen'i gördü, eli gitti ama sonra çekti. Sırt çantasında yer yoktu ve sonra alırım bizim oralardan diye düşündü. Yeme içme katındaydı ve salonun yeni halini beğendi, deri döşemeli koltukları olan yuvarlak masalardan birine, zaman geçirmek için oturdu. Az önce pandemi hatırası olarak bir aynanın önündeyken kendi fotoğrafını çekmişti. Bu kez de biletinkini çekti. Ve usulca filmin oynayacağı sinemaya süzüldü. Dibe vardı ve oradaki hoş masanın hoş koltuğuna çöktü. Üzerindeki dergiyi aldı, kurcaladı. Ve salona geçip koltuğuna oturdu. Saat 10:55 olmuştu.


Yine salonu benim adıma biri kapatmış, dedi ve bundan mutlu oldu. Bir fotoğraf çekti. Aslında fikrinde jenerik akarken de filmin adını yakalayıp çekmek ve onu yazısında kullanmak vardı lakin sonucu beğenmedi ve afiş de koymam dedi.

Reklamlar geçti, mısır reklamı geçerken yine gaza gelmedi. O sırada aklına gelmedi ama ben gelmişken söyleyeyim: Eskiden filmlerin içine 20 karede bir izleyenin göremeyeceği ama bilinç altına işlenen cola reklam fotoğrafı koyarlarmış ve bu antrakta insanları ona doğru itelermiş. Sonra bu tür reklamı hileli olarak niteleyip yasaklamışlar.

Aslında bazı filmlerde bir şeyler atıştırmak keyiflidir diye düşündü ancak bazı filmler vardır ki insanı çekip alırlar ve onu da filme dahil bir karakter haline sokarlar; kalpler birlikte atar, birlikte gülünür, korku bacayı birlikte sarar.

İzleyicinin hissi, belki de bu filmi yaşarım sanki ben yönündeydi, bilemeyiz.



Film muhteşem.

Her karesiyle!

İzleyici aylar sonra çok mutlu. Öyle bir dinginlik, yavaş bir akış ve öyle ilmek ilmek örülen bir mevzu ki, kapıldı. Bir yandan tedirgin oluyor çünkü mutlu giden film mutlu bitsin istiyor. Oyunculuklara hayran. Yönetmen Lee Isaac Chung'a çoktan bayıldı. Ama çocuk oyuncular, özellikle erkek olan, "Abi sen daha ananın karnındayken mi eğitim aldın," dedirtiyor. Bu kadar mı iyi oynanır!

Anneanne zaten ödülü kapmış. Anne ve baba, sizi çok sevdi izleyici. Hem oyunculuğunuzu hem de duruşunuzu. "Olsun, bazen ilişkilerin zor anları vardır. Bitebilir de ama bu ikinizin de iyi insanlar olduğunuz gerçeğini, gelenekleri de göz önüne alınca değiştirmez," dedi ve çok sevdi duygularınızı ve inatlarınızı.

Ama abiye işinde yardım eden Amerikalı, ne tat kattı filme ve ne mutlu etti izleyeni.

Ya su arayan çatalın sahibi?

Bir var olup bir yok olsa da...

İlginç ve komikti .



Sonuçta film bitti ve izleyici, iyi ki geldim bu filme diyerek, ayakları yerden kesik, zevkten uçar vaziyette planda olmayan bir şey yapıp Özsüt'e girdi ve bir profiterol sipariş verdi.

Derdi aslında balkon manzarasıydı ama yediğine pişman oldu.

Aslında AVM'de bulunduğu süre içinde mağazalara da girdi. Mudo'da beğendiği şeyler oldu ama dedi ki "Şimdi alırsın üç gün sonra pat indirim."

Mavi'de internet sitelerinde görüp rengini beğendiği sweetshirt'ü aradı yoktu, sordu. Satıcı kadının "Bende kalmadı," lafına ayar oldu ve dedi ki "Ben gizli müşteri olsam, yanmıştın sen."



Bir su aldı Migros'tan, David People'da kahveden vazgeçti ve boşboğazlığının bedelini de bu zevkten mahrum kalarak ödedi.

Çıktı Yeşilyurt AVM'den, yürüdü ve trene bindi, Ömürevleri durağında da indi. Biraz yürüdükten sonra, saat 14.30 gibi balıkçıdan içeri girdi. Dışarıdaki hoş bir masaya oturdu. Hava nefisti. "Lüfer, lütfen," dedi, ama yoktu. Palamut da yoktu. Bir an hamsi geçse de aklından garson çocuğa sordu: "Sen ne önerirsin?"

"Mezgit," dedi,

"tava," diye ekledi.

Kabuldü, çünkü balık kafada yer etmişti.

Çok keyifli miydi?

Keyifliydi ama o kadar da değildi.

Çünkü şu boşboğaz seçimin ardına balık eklemek saçmalamanın daniskasıydı.

Olsundu, şahıs bazı şeyleri yokmuş gibi görebiliyordu. Söz dinlemiyorsa bedelini de ödemeliydi.

"Keşke bir şeye benzemeyen profiterolu yemeseydim, adam gibi kahve içseydim, onu içerken manzaranın keyfini çıkarsaydım, gazeteyi alıp okuyarak zaman geçirseydim ve sonra şu balığı, balık gibi tat alarak daha geç vakitte yeseydim," dedi.

Kesin bilgi!



*Feşmekan - Lise Öğretmeni Pedersen'le Öğle Arası

23 Ekim 2021 Cumartesi

21 Ekim 2021 Perşembe

Deliye Her Gün Aşı

Birden benim başım kel mi, dedim. Oluyorsa hazırda dursun, dedim. Birden ama! Girdim siteye. Aşı randevusu al'ı tıkladım. Dedi ki "Tamam senin aşıların." "Bak," dedim kendime "erken davranmazsan sonuç bu!" Kapattım siteyi ve çıktım. İşime bakıyordum ki bir başka ben girdi devreye. Ele aldı olayı, yeniden giriş yaptı ve yurt dışı ile ilgili satırı kaçırmadı gözünden: Tıkladı, talebi iletti, sistem "Biz sana döneceğiz," dedi ve söz verdiği gibi de döndü. "Ananın ak sütü gibi hakkın, lütfen buyur," diye ekledi.

Tıkladım randevu al'ı ve bir "O...oooo!" çektim, çünkü "İsterseniz hemen buyrun," diyordu. Dedim yarın sabah olsun; hem dedim o bahane ile işi asarım. Dün sabah için saat 11'i uygun buldum.

Fırsatı bir keyif gününe çevirmek mutlak.

Sağlam giyindim, yağmurluğu aldım, bir de polar mont ve tabii ki minik fotoğraf makinesi, kitap ve okuma gözlüğü.

Vardım bulvardaki köşe masaya. "Bir su böreği lütfen," dedim ve bir de çay ekledim.

Sonra istasyonda tren bekledim. Geldi. Uzun bir düzlükten sonra tırmandık tepeye ve indim. Tahminimden erkendi ama, olsun. Oturdum parka, kitabımı açtım. 15 dakika kala randevuma, çıktım 6.kata. Şaşırtıcı derecede sakindi. Dedim, belki randevu sisteminden ama öyle de değildi. Bir formu yine doldurdum, ilgili ofise götürdüm, sorular sordular ve hemen 3 numaralı odaya yönlendirdiler. Oysa ben 6'yı seçmiştim. Çünkü küçükken bir gazete bana uğurlu rakamın 6 demişti! Ben de sadece basketbol takımındayken çift haneler havalı, yaşımda o olduğu için 16 giymiştim. Futbol takımında mesela, numaram hep 6'ydı.

Şu an daire numaramın 6 olduğu gibi!


Çaresizce girdim 3 numaralı aşı odasına, önceki aşıcım ne kadar tatlı bir genç kadındı oysa... Açtım kolumu. Canım yandı. Önceki üç aşıda, özellikle bundan öncekinde pamuğu bastırmamı söyleyen hemşireye neden diye sormuştum, çünkü hiç anlamamıştım. Sonra kendime gülmüş ve çok teşekkür edip, elinize sağlık demiştim.

Buyrun...

6'nın hikmeti işte!


15 dakika buralarda olmam konusunda uyarılınca salona geçtim. İşte o an aklıma geldi. Covid-19'u ölümsüzleştirmek. Bir yazı fikrim aklımın ucunda bile değildi. İkinci dozu olan genceyse hava attım: "Benim dördüncü," dedim. Asansör beklerken de nedenini açıkladım..


Sonra işi okulda aşısını olmuş çocuğa çevirdim. O günleri hatırladım. Daha çok da geceyi ve ertesi günkü kolumun kımıldamaz halini. Bindim trene ama ikinci durakta indim ve vurdum sahile. Uzun zaman sonra bizim mıntıkaya göre Batı yakasındaydım. Yeni binalar eklenmiş ve doğal olarak da yeni mekânlar. Beğendim.

Enn sevdiğim kadının övdüğü mekânın önünden de geçtim.

Ulaşınca sahile sola döndüm, az yürüdüm ve parktan itibaren başladım. En son inşaat hallerini bildiğim bir çok yer canlanmıştı. O ara montumun sırt çantamın askısında olmadığını hissetim ki marinayı geçmiştim. "Şimdi geldiğin yolu geri dönebilirsin, helâl parayla aldınsa da bulabilirsin," dedim, panikledim ve yolun kenarında uzanmış yatıyorken buldum onu.


Sonra aynı yönde yürümeye devam ettim. Ve mendirekten çıkmakta olan bir tekne dikkatimi çekti ama fotoğraf makinesi de benim şarjım son nefesinde, dedi. Açıp kapayarak ve yeniden açarak sonraki fotoğrafları çekmeyi başardım ama sonrasında pes etti.


Hoşuma gidiyor dolaşmak. Bir de henüz canlaşmamış hayatın sakinliği var. Akşamı düşünmüyorum. Halimden çok memnunum. Bu kez ara sokaklardan yemek kararımı verdiğim ve Enn Sevdiğim Kadın'ın önerdiği Bey Köfte'ye geliyorum. Çok beğeniyorum. Hoş düzenlenmiş. Rahat masaları ve rahat koltukları var. "Bir Bey Köfte, bir kola, lütfen" diyorum.


Önden atıştırmalık tabağı geliyor. Güzel buluyorum. Sonra da köfteler...

Sunum pek hoş.

Peki lezzet?

Atıştırmalıkları başarılı bulmuştum.

Fakat köfteler!

Annemi hatırlatıyor. Kıyması, babannem tarafından seçilen etten kasaba, başında durarak çektirilmiş köftelerini...

John Le Carré'dan özür diliyorum, çünkü dikkatimi sadece önümdekilere vermek istiyorum. Garnitürleri çok beğeniyorum. Ödememi yaparken de bunları ifade ediyorum.

Yeniden istasyon ve yeniden tren ki oraya giderken Enn Sevdiğim Kadın'ın hep sözünü ettiği ve desteklediği kitapçının önünden ilk kez geçiyorum.

İğne yerimde bir ağrı var.


Sürekli hissettiğim bir ağrı değil ama kolumun bazı hareketlerinde kendini hatırlatıyor.

O ara bizim istasyona varıyorum. Sahilden yürüyorum ve evdeyim.



Aşı odası 6 olmayınca işte!..

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP